29 Nisan 2012 Pazar

Elveda SSK

    Bu kitabımız ağır okuma sayılmayacağından balkonda pipo aralarında bitivermiştir. Tanıtımı boynumuzun borcu.  Sayın Şensoy'un sondan iki evvelki kitabıdır. 2005 tarihinde üç baskı yapmış ve artık ancak sahaflarda bulunabilmektedir. (kendisinin okurları sabittir sanırım, küsuratlı baskı bile yapabilir zannımca).

   Şimdiye kadarki en antipatik Şensoy protogonisti, Bay Şükrü ile müşerref olmaktayızdır. Hayvansevmez, mütecaviz (tam anlamıyla), dağınık, çapkın yine de bir şekilde sempatik bir insankişidir Şükrü Bey.. (belki de yazarın kendisidir : F.Ş. kedisevmezdir zira)

   Türkçe yine hoplatılıp zıplatılmış, okurken asla sıkmayan, her sayfadan sonra "du bakali no'lecek ?" sorunsallarına boğan, büyük puntolarla yazılmış (yine !..), 200 sayfalık bir (bak şimdi türüne karar veremedim. Novella değil, roman değil, deneme değil, anı değil, hah tamam) sayıklama silsilesidir. (yok bu da olmadı ustaya ayıp !) kurgusal senaryodur.

   Meraklılarına önerilir. (çok boş yazdım, meraklıları zaten alıp okuyacaklar, hazzetmeyenlerse okumayacaklardır, ikisinin arasındakilere hiç rastgelmedim.)

"Chronicle" Kontrolsüz Güç, Güç Değildir !...

   Starsız, düz ve her nasılsa (bana göre) gerçekçi bir "süperkahraman" filmi ile karşı karşıyayız sinemafiller.  Sizleri bilmem süperkahramanlar bana taa çocukluğumdan beri çekici gelmiştir. Süperman ilk gösterime girdiğinde okulu kırıp ilk seansa gitmişliğim vardır. Killink fotoromanlarını ve filmlerini de izlemiştim ama holivut usulü ilk süperkahraman (kripton'da rahat uyusun) kristofır riivin canlandırdığı Süpermen'in yeri bende başkadır.

   Geyiği keselim. Holivut sonra işin suyunu çıkardı. En son demir adam'da tıkandılar ve şimdi de ortaya karışık "Avengers" gelecek, bakalım özel efektler hikayeyi kurtarabilecek mi ?


   Filmimize gelince :
  • Baştan sona aktüel kamerayla  (bazen bir, bazen iki) çekilmiş bir filmdir. (Cloverfield'ı sevenler, bunu da seveceklerdir)
  • Tanınmamış oyuncuların başrolde olması hikayeyi daha gerçekçi yapmaktadır.
  • Karakter tahlilleri biraz üstünkörü olmasına rağmen yine de zihnimizde kim kimdir yerine oturmaktadır.
  • Senaryoda aksayan yönler vardır (Stivın'a nasıl şimşek çarptı ? Kapanan delik ne oldu ? Tibet'te kime mesaj veriyorsunuz ? vs.)
  • Efektler tamamen kameranın çekim yaptığı açıdan, bazen de tam ortasından yapılmakta, bu da etkisini arttırmaktadır.
  • Ömrümde bu kadar gerçekçi bir süperkahraman filmi görmemişimdir.
  • Efekt bombardımanı göreyim, holivut usulü vakit geçireyim derseniz hayalkırıklığına uğrarsınız.
  • Yine de bana kalırsa pas geçmeyin....
ARA SÖZ : Uçma duygusu bu kadar mı güzel verilir, imrendim valla.
SON SÖZ : Başlığa bakınız....


27 Nisan 2012 Cuma

"Haywire" Hay bin kunduz !

   Okumamamız, izlememize mani değildir.  

   Kafayı dağıtmak için "Salgın"ını pek beğendiğim Soderbergin Heyvayrını bir izleyeyim dedim.  İzlemez olaydım.  Tamam yönetmenimiz hikayesini kişilerin önünde tutmaktadır (Bkz.Contagion) burada da önemli isimleri çatır çatır harcıyor (misal : fasbender oynamaktan ziyade dövüşmektedir) (bu ismi önümüzdeki yıllarda daha sık göreceğiz filmlerde gibi gelmektedir) Lakin burada hikaye pek kofti ve kopuktur. (nerede konteyciyın nerede heyvayr) 

   Şu aşağıdaki fotoğraflara (antonyo, ivın, maykıl (fasbenderi olsun daglısı olsun her türlü)) bir bakın. Hepsi de "Shaun of the Dead"deki figüranlar gibi oynamışlar. Tüm görüntüler sarı bir tülün arkasındaymış gibi zuhur etmekte (karlı sahneler hariç). Sanki Cina Karano'nun yıldızını parlatma kaygısı var gibi geldi bana. Lakin yıldız ne kadar parlarsa parlasın malzeme mat olunca olmuyor işte. 

   Çocuğun olsa sevilmez, 31 olsa çekilmez bir filmdir.

   Bu kritik, iki duble mavi barbayanniden sonra ve (çakırkeyf demeyelimde half kelle bir) Şevval Sam&Hüsnü Şenlendirici muhabbeti eşliğinde yazıldığından gayri ciddi olabilir. Bu da bizim kritiğimiz olsun ey sevgili sinemafil.

SON NOT : G.ttenbacaklık starlığa mani değilmiş (bkz. aşağıdaki fotoğraf)




26 Nisan 2012 Perşembe

Ohannesburger

   Kabaca hesap yaptım. Nisan başından beri on kitap olmuş, bunların beşini yeni okumuşum. İkinci okumaların bazıları ilk okumalardan kısa, bazıları uzun sürdü. Film sayılarına hiç bakmıyorum bile. Okuma eylemine, yanma aşamasına gelen balatalarım soğuyana kadar ara vereceğimi saygılarımla duyururum...

"Falınızda Rönesans Var" Katılmıyorum !...

   Ferhan Bey'den insanı gülümseten kendine has üslubuyla bir denemeler silsilesiyle karşı karşıyayız bibliyofiller. Kendi hesabıma birbuçuk gün sürdü okuması. Bunda kitabın hacimli görünümünüyle düz orantılı büyük puntoların da etkili oldu tabiyki. Her neyse, ustanın okuması güzel, tespitleri çarpıcı, aktardığı fikirler düşünmeye ve hatta sahiplenmeye değer. Yine de bir "Kazancı Yokuşu" değil tabi. Sayın Şensoy'un aşağıdaki tespitlerini bir okuyalım :

  • Demokrasi bize tepeden indirildiği, mücadele edilerek kazanılmadığı için kıymeti bilinmemekte, çoğunluğun tahakkümüne dönüşmekte velhasıl çarçur edilmektedir.
  • Okul bize bir meslek kazandırmaz, bir öğrenme disiplini sağlar.
  • Demokrasi konusunda enseyi karartmamalıyız zira kronojik sıraya göre daha rönesans yaşamamız gerekmektedir (al sana cemaat rönesansı !)

   Üçünden ikisine katılıyorum (serde kötümserlik var ya)

Bir de Haldun Taner Beyefendiden aktarılan aşağıdaki satırları bir okuyalım :

"elektronik dönem, bizi bir bakıma alfabeden, matbaadan önceki zamanlara götürdü. Koca bir kabile halkı gibiyiz sanki. Köy alanında olup biteni izleyen, ümmi bir kabile halkı gibi, dünyanın gidişatını bu ışıklı pencereden izliyoruz. Yazı nedir ? Bir çeşit simgedir. Soyutlamadır. Okuma nedir ? Bu simgeleri kafada düşünce haline getirmektir. İnsan okuduğu ile arasına bir mesafe koyabilir. Onu objektif şekilde tartabilir. Şu halde okuma gelişmiş bir dönemin ürünüdür. Görme ve işitmeye dayanan algılama ise, ilkel insan topluluklarının algılamasıdır. Eğitim, haber alma, sanat audiovisuel'le bir kolaylığa indirgeniyor. Milyonlarca insanın kültür seviyesi, daha doğrusu kültür seviyesizliği, ortalamasına seslenmek zorunluluğu, televizyonu ister istemez dünyanın her yanında oniki ondört yaşında bir çocuk zekası ortamına düşürüyor."

   tamamına katılıyorum.

   Nedir : günlük hayhuydan sıkılıp, okuyup rahatlamak istiyorsanız, okuyunuz, gülümseyiniz, düşününüz...

25 Nisan 2012 Çarşamba

Konya'ya Gideceklere Öneriler...


   Konya düz bir şehir. Hem gerçek hem mecazi anlamda. Evet ! muhafazakarlığın kalesi olageldiği varsayılmıştır ancak bu ilk ziyaretimde herhangi bir orta Anadolu şehrinden daha tutucu gelmedi bana. 
   Ankara'dan hızlı trenle iki saatte gidilebiliyor (gidiş dönüş 39 TL.). Tren garından dolmuşa binince stadın yanından kıvrılarak Konya'nın piyasası Alaattin tepesinin etrafını dolaşarak Mevlana Kültür Merkezine varıyorsunuz. Eski şehir Mevlana'nın Kabrinin etrafında.  Eski bir çarşının dar sokaklarında gezinerek yeni nesile sürrealist gelebilecek dükkanları (bkz. Sülükçü Yılmaz) seyredebilir, vaktin nasıl geçtiğini anlamazsınız. 
- Oğlumuz ne iş yapıyur ?
- Sülükçüdür kendisi.
- !...
   Mevlana'nın türbesi sade, gösterişsiz. Dünyanın her yerinden ziyaretçisi var. Vitrini bu kadar sade olup da bu kadar ilgi çeken düşüncenin temeli çok sağlamdır diyerek evdeki Mesnevi'yi biraz daha sık kurcalamak gerekir diye düşünüyorum. Oysa geçenlerde Vatikan'ın vitrinine baktığımda o ihtişam fazla etkilememişti beni. (reklam sevmeyen bir yapım var).
Selçuklunun muhteşem taş işçiliği
ve Selçuklunun asil torunları...
   Alaattin tepesinin tepesinde Alaattin Camii var. Antik yapıların çoğunda baskın bir Selçuklu etkisi görülmekte. Düz, minimalist çizgiler, dümdüz dört duvar, mutevazı kubbeler, ama kapılar, ama taş işçiliği yarar adamı. Bu mimarinin içinde görebildiğim tek istisna, ilginç minareleri ile dikkat çeken, Mevlana'nın kabrine çok yakın olan Aziziye Cami oldu. Avlusu bulunmayan ve minyatür balkon görünümündeki minareleri ile hayli ilginç bir yapı. Zaten yapılış tarihi de 1800'lü yılların sonu. Yapılırken Selçuklular falan yokmuş.
  Alaattin tepesinden hareket eden, "tesirli bir fren sistemine sahip", kendinizi Berlin'de (ama soğuksavaş Berlin'inde) hissetmenizi sağlayan ilginç bir tramvayı da vardır ki şehrin düzlüğünü idrak etmek adına bir saat gidişi göze alırsanız binilebilir.


   Daha önce (Löplöpçüler sağolsun) bir gırtlak araştırması yapmıştık. Ama okuyanlara Konya mutfağı hakkında verilecek en önemli veriyi işte yazıyorum : 

   Konya'ya giderseniz Mithat'tan tirit yemeden dönmeyin ve hatta Konya'ya sadece tirit yemek için bile gidebilirsiniz. Vejeteryanı etobur yapar, o derece !.. Yerinin tarifi biraz zor. Mevlana Kültür Merkezi ve Aziziye Cami arasında sorun, gösterirler. (açlıktan gözü dönmüş bir şekilde - Mithatçı Tirit nerede ? dediğimde bile anladılar derdimi) Sapa bir sokağın içinde (Yusufağa Sk.) küçücük bir yer. İçerde 4-5 masa, dışarıda 3-4 masa var. Kesinlikle turistik değil zira mamuller fabrikasyon değil butiktir. Ha nedir mamuller : sadece tirit, tatlı olarak da zerde.  Bir de mesela ayran isterseniz "abi zaten içinde yoğurt var, boşuna ayran içme" diye kuntastik bir cevapla karşılaşabilirsiniz. Öğleden önce açılır, et bitince kapanır (genellikle ikiden önce). Ömrümde ilk kez yiyorum. Çok geç kalmışım. 
   İmdi : Erzincan'ın kuzuları fırınlanıyor, işbu kuzular kendi yağı eriyinceye kadar fırında istirahat ediyor. Sonra bu etler kalınca dilimleniyor, alta yoğurtlu pideler konuyor üste bu kuzular. Üzerine kızdırılmış sarımsaklı tereyağı boca ediliyor ve cem'an tekrar az biraz fırınlanıyor, üstüne domates/biber/maydanoz. Hepsi bu.. İşin sırrı bir kaç kuşaktır süregelen bir kalite alışkanlığı. Kaliteyi düşürmüyorlar. Fiyat başka yerlerdekinden birazcık fazladır (tirit :14 TL. zerde : 4 TL.) ama alacağınız damak tadı buna kat kat değerdir. Zerde o kadar iddialı değil, safran tadı geliyor damağa ama, yemeseniz de olur. Gerçi içerde yazmışlar "tiritin gideri zerde, devadır her derde". Siz bilirsiniz. 
   Konya'dan aklında ne kaldı derseniz. Biir Mevlana'nın kabrinde durup yarım saat ney  dinlemişliğim, ikii Mithatçı Tirit !...
Fotografinin konumuzla alakası yoktur. 
Baharda çiçeklenen bitkimizdir. 
Bozkıra bile bahar gelmektedir...

24 Nisan 2012 Salı

"Amat" Ahap'mı ? Süleyman mı ?

   İ.O.A.'ın uslübuna ve tekniğine aşina değilseniz, okuyamaya bu eserinden başlamayınız. 

   Denizcilik ve denizcilik terimleri, argosuna aşina değilseniz okumalar biraz zorlu geçebilir.

  Ama yanınıza bir "Osmanlıca Türkçe Lugat" bir de "Denizcilik Terimleri Sözlüğü" bulundurursanız işiniz kolaylaşır. 
    Lakin bunlar bulunmasa da okumak keyiflidir kardişim. Üstad bu eserinde bizi yine gizemli kadim coğrafyalara sürüklemekte, bu arada ölüm, ölümsüzlük, remil, kader, kefaret gibi kıllıkışlı mevzulara hemhal etmektedir. Arada kitap kurtlarına selam çakmakta, satır aralarında kah Halikarnas Balıkçısına kah Pisagor'a selam sarkıtmaktadır. 
   Vakayı naklettiği aklazarar bilirkişiler ise (örn.Kuzguni Halim Efendi, Hamamcı Musa Efendi,  Kekez İsmail Dede Hazretleri, Maymuni İlyas Baba Hazretleri, Kuşçubaşı Halifesi Kuyruklu RIza Çelebi, Kılbaz Beşir Efendi, Ölügözlü Cuma Bey ve daha niceleri) dudaklarımızı kulaklarımıza doğru bükmeye mecbur bırakmaktadır. 

   Velhasıl : meraklıları için elzem, aşina olmayanları için keyfekederdir.

   Sonsöz : Kırbaç Süleyman, Kaptan Ahap'tan evladır.

"The Awakening" Benim de Canım var Ben de Hortlarım.

   Evet İMDB'de  tür olarak "Horror, Thriller" yazmaktadır. Bu türün klişelerini de kullanmakta mıdır ? Evet ! Lakin bana kalsa (kalmaz tabiyki) bu şekilde nitelendirmezdim. Ya da en azından "Gerilim, Drama" yaftasını da iliştiriverirdim. Zira zaman zaman gerilsek de, hüzünlendiğimiz anlar da yok değildir.
   Öncelikle görüntü yönetmeni, kostüm tasarımcısı ve müzik prodüktörünü tebrik etmek gerektir. 1920'li yılları donuk mat pastel renklerle yansıtmışlar ve gayet de oturmuş. Rebeka Hol ve Dominik Vest derli toplu oyunculuklar sergilemişler. 
   Senaryonun aksayan ayakları vardır. Filmin tümüne bakıldığında gözardı edilebilirdir.
   Pek horor trillır sevmeyen biri olarak keyifle izledim. Bittikten kelli "hımm" deyip düşündürtebiliyor.
   Hayaletlerin gerçek olduğuna sevinen ve hep bunun kurmaca olduğunu ortaya çıkaran bir hayalet avcısı kadın kahraman nasıl oluyor,
   Yatılı okulda onca yıl okuduk da unuttuk mu acaba derseniz,
   Hayaletlere acımak mümkün müdür ? (evet) merak ediyorsanız. 
   Gönül rahatlığıyla tavsiye ederim.
   Küçüklerle izlenmesi önerilmez...

20 Nisan 2012 Cuma

"Puslu Kıtalar Atlası" Sihirbaz İ.O.A.'a Girizgah..


  Issız Adam'da ilk kez görünüp, istemeden de olsa reklamı zuhur edip, herhalde bir kaç baskı daha yaptığında (cümleye gel !..) biz İ.O.A. müdavimleri, ikinci okumaları sonlandırmıştık bile... Birkaçını eşe dosta hediye ettikten sonra geçenlerde artık kütüphanemin demirbaşı olsun diyerek aldığımın üzerinde : "40. (yazıyla kırkıncı) baskı" yazıyor idi. Nasıl seviniyorum bir bilseniz !..
   
   Önce belirtmek isterim ki üstadın üslubu hiç de kolay değildir. Azıcık tarih bilip, lugat karıştırmayı gerektirir. Klasik roman yapısında da değildir. Başlangıcı, olay örgüsü, kurgusu, kronolojisi kafasına göre ilerler, sonunda da "böyle mi biter yahu ?" dedirtebilir okura. Ama aslında yazar değil büyücüdür Sayın Anar. Biz müdavimlerini her bir sayfayı öbürüne atlatmak için büyüsünü acımasızca kullanır üzerimizde. Alegoriler, meseller, felsefe kırıntıları, meraklı hikayeler, anekdotlar, dedikodularla harmanladığı masallarını bir de nefis bir üslupla sunar ki tadından yenmez. Masal dedim yanlış değil. Zira gözümde İ.O.A. kitapları uzun masallardır. Verdiği meşaz elbette ki önemlidir ancak bunu eserin tümünde değil çoğunlukla satır aralarında verir. O yüzden anlamlı ve dramatik sonlar beklemeyiz. Nasıl küçücük bebelerken dinlediğimiz masalların sonunu pek hatırlayamazdık (zira uyku baskın çıkardı), onun masallarının da sonu pek önemli değildir. Önemli olan, okurken aldığımız hazdır. 
   Nasıl ifade edeyim bilmem. Hani Akyaka'dan sahil yolu izlenerek Ören'e gitmeye niyetlenir ve yola çıkarsınız, Ören'e vardığınızda da hayal kırıklığına uğrarsınız "A Ören bu muymuş !" diye. Buna mukabil; bu yolda Ege'nin (hatta Dünya'nın) en güzel koylarını gördüğünüze sevinmektesinizdir bir yandan : işte öyle bir şey.. 

   Hani Üsküdar Kanaat Lokantasında uzun ve keyifli bir taamın sonunda "dur bir de kaymaçina deneyelim" dediğinizde gelen tatlı (eğer kaymaçinaya alışkın değiseniz) sizi hayalkırıklığına uğratabilir (çoğunlukla) lakin "kuzuetli şevketibostan, ayvalı gerdan ve favalı enginar nefisti ama" der ve gülümsersiniz ya işte öyle bir şey..

   Bilmem anlatabildim mi ?

   Bu kadar geyik yeter. Kitaba gelelim...

   İstanbul'da doğdum, büyüdüm. Suriçi'nde. Okulu kırıp Balat'tan Haliç'e iner, haylazlıklarımızı Çukurbostan'da (o zaman oralar da bostandı hakikaten) yapardık. Anar'ın üstünde kuntastik hikayeler yazdığı mekanlarda yeniyetmeliğin sancılarını çektim ben. Usta; o mekanları adeta bir rüya haline getirip yeniden canlandırıyor, üstelik bunu nonfrost kahramanlara oynatıyor (misal : 7 meydan 72 külhanda topuk gösteren Arap İsmail Ağa) ki gel de okuma. 

   Bir de arızalıysanız benim gibi etimoloji konusuna : kelimelerin, benzetmelerin, sıfatların peşine düşerseniz : ilk okuma iki gün, ikinci ve daha sonrakiler çok uzun zaman alır. Kah lugat, kah tarih karıştırırsınız. Misal : Arap İsmail neden topuk gösterir : çünkü leventtir. leventler yalınayak gezerler. Külhan nedir ? Hamamı ısıtan cehennemliğin yanındaki küllerin döküldüğü sıcak odadır. İpsiz sapsızlar burada yatar. Beylerine de külhanbeyi denir. Gibi...

   Rendekar kimdir ? "Zagon Üzerine Öttürme" nedir ? Merak etmezseniz öykünün içinde kaybolur gider. Ama feylesofiye merakınız varsa bilirsiniz ki Rendekar : René Descartes, "Zagon Üzerine Öttürme" de : "Discours de la méthode"dur.  İster şüphenin çeşitlerine dalar, Dekar okur, ister öyküye devam edersiniz. (Dekar okuyana rast gelmedim).

   İncelikli bir mizah vardır yazılanlarda, ironi diyebilir miyiz ? Bazılarınca evet !..  Yaratılan küçücük karakterler keyifli adlar taşır. 


   Ooo saat ikiyi geçiyor, yarın erken kalkacağımdan mütevellit, devamı ikinci Anar masalında...
Bu foto öylesine konulmuştur,
belki içinizde bir yerleri harekete geçirir...
küçüklerin gözlere ve ellere dikkat.


17 Nisan 2012 Salı

"Intouchables"

   Kökü taa devrim öncesi aristokrasiye dayanan bir soylu : Filip ile kökü taa Senegal'e dayanan bir "banliyö"lü : İdris'in hikayesidir anlatılan. Filip talihsiz bir yamaç paraşütü kazasından beri kuadriplejiktir. (kelimeyi yeni öğrendim de oturana kadar durmadan kullanacağım). Sosyal yardım alabilmek için iş başvurusunda bulunma mecburiyeti olan İdris, alınamayacağını öngörerek Filip'in bakıcılığına başvurur. Filip onlarca "münasip" adayın içinden tutar Driss'i seçer ve olaylar gelişir...

   Konu biraz klişe (zıtların birlikteliği) evet... Ancak açılış sahnesinden itibaren izleyiciye yavaştan yedirilen bir humor sayesinde asla sıkılmıyoruz.  Zıtların birbirlerinden etkilenmeleri, yavaştan birinin diğerine dönüşmesi, kuadriplejik birinin bakımının sadece bedeni değil ruhu da kapsaması gerektiğinin vurgulanması, cesaretin, paranın faziletlerinin (kuadripleji, yamaç paraşütüne mani değildir mesela), kankalık müessesesinin (absürt isim tamlaması !), sosyal sınıflar farklılığı ve bunların hayatımıza etkilerinin konu edildiği gayet de güzel bir film...

   Fransuva Kluze, nasıl zarif bir beyefendidir yareppim ! Niye daha önce hiç seyretmemişim ? Benim için kayıp. Ömer Say, nasıl fırlama bir oyunculuk sergilemiş ? O da gayet iyidir. Yardımcı roller biraz Necdet Tosun, Mualla Sürer, Mürüvvet Sim çağrışımı yapsa da fazla yapmacık değillerdir. Müzik, senaryo, kast (özellikle kast), kurgu, görüntüler gayet iyidir. 

   Şiddet ve cinsellik içermediğinden sıkılmazlarsa çoluk çocukla seyredilebilir.

NOT : Haziran'da gösterime girecek ve Saymın Peg sevenleri mesut edecek yeni film "Alayından Kuntastik Tırsıyorum"u kuadriplejik bir şekilde izlemek için hazımsızlıkla sabırsızlanıyorum. (hah !. oturdu kuadripleji)

14 Nisan 2012 Cumartesi

Bahar Yorgunluğuna Karşı Kafa Açma Önerileri (Genç, King ve Ritchie Karması)

"Memleket Hikayeleri" Nihat GENÇ
"Karanlık Öyküler"Stephen KING
"Lock, Stock & two Smoking Barrels" ile "Snatch" Guy RITCHIE




    Bu yıl kışı 110 okkalık bir tellaka has yumuşak dokunuşlarla geçiren güzel ve yalnız ülkem, en nihayet hakkettiği (biliyorum, doğrusu haketmektir ama bu bahar ancak şeddeli olarak hakkedilir !) bahara yavaş yavaş ilerliyor. Bu uzun kışın, gözeneklerini büzüp küçücük bıraktığı asil vücutlarımız ise ısınan havalara nasıl tepki vereceğini bilmediğinden ulusal cari açığımız gibi bir genleşip bir daralmakta... Haliyle daralan genleşen vücudun, pek de kullanmadığımız beynimize etkileri de değişkendir, bu durum omurilik soğanımızın pek de umurunda değildir. O işine gücüne bakar. Farkedileceği üzere yazı da geyiğin boynuzlarına doğru hızla ilerlemektedir. Hemmen konuya girmekte sonsuz faydalar vardır.

   Sizi bilmem benim gri hücrelerim bahara doğru yaklaştıkça şallak mallak olmaktadır (Abdülcambaz'a selam olsun !). Okuduğum kitaplar bitmiş, yenilerini almak içinse hesap kesim tarihini ve tekaüt maaşını beklediğimden "nasıl bir ikinci okuma yapsam ?" sorunsalına daldım ve Nihat Genç ile Stivın King ikilisini aldım yanyana getirdim. (R.T.E. ve Hugh Hefner ikilisi gibi kuntastik birşey oldu ama naapalım artık ?) 

Önce King'den bir hikaye sonra Genç'ten bir deneme.
Bir vampir, bir Ofli Hoca.
Bir Eğin, bir Main.
Bir "Son Silahşor Roland", bir "Şeyh Mansuryan Efendi"

   İki akşam üstüste de Gay Riçi'nin en sevdiğim iki filmi. Önce "32 Kısım Tekmili Birden", sonraki gece "Kapışma". Okumalar da iki gün sürüyor zaten.  Vallahi ikinci günün gecesi beynim çamaşır suyuna yatırılmış gibi oldu. 

   Sevgilim okuma yazma dostları. Sizler de benim gibi rüyalarınızda "Dörtparmak Frenki", "Molla Mustafa", "Satır Boris", "Tillo Pehlivan", "Roland Deschain", "Kuzen Avi", "3.Sultan Murad",  "Falçata Heri" gibi mümtaz şahsiyetlerin karma rol aldıkları kuntastik rüyalar görmek isterseniz. İşte formül yukarıda... Denemesi bedava !..

Roma'ya Gideceklere Tavsiyeler (son bölüm)


   Vatikana gidecekler için, metro duraklarından Cipro'yu önereceklerdir. Kulak asmayın Ottaviano çok daha yakındır. Ama daha önce bahsettim ya yol kıyısındaki yiyecek içecek tükanlarından uzak durun. Bu yol üzerinde yolunuza bir sürü amatör rehber çıkacaktır. Vallahi biz itibar etmediğimizden haklarında yorum yapamayacağım. 
   Vatikana gittiğinizde ilk önce kocaman Sen Piyetro meydanına çıkıyorsunuz, insan önce bir afallıyor. Her taraftan heykel fışkırıyor,  Biraz fotoğraf çektikten sonra katedralin sağ tarafındaki semiz kuyruğa bi an önce dahlolmakta fayda var. Neticede burası bir ülke ve girişte kontrol var. Kuyruğun cesameti sizi korkutmasın hızlı ilerliyor. 
   İlk önce santrfüj etkisine kapılıp Aziz Piyetro katedralinin içine giriyorsunuz. Ömrümde bu kadar heykelin ve yaldızın olduğu başka bir tapınak görmedim. Papanın mesai yeri  böyleyse lojmanı kimbilir nasıldır ?.. Mikelanjelonun eserlerinin önü çok kalabalık. İçeride hristiyanların tefekküre dalacağı pek sessiz küçücük bir şapel de var. Girdim, sıralara oturdum, ağlayanları seyrettim ama pek tefekküre dalamadım. Katoliklik bana uzak galiba, gösterişli vitrinleri sevmiyorum.  Sembolik olarak geleneksel kıyafetleri içinde İsviçreli muhafızlar var. Ama ciddi tıfıllar, nebliyim ben daha yeniçerivari birşeyler beklemiştim. Yine de içeride takımelbiseligizlikulaklıklıürkütücüiriyarı güvenlik görevlileri işi sıkı tutuyor. Katedralin üst katına tembelliğimizden çıkmadık. Naçizane önerim fazla kalabalık olmayan bir köşe bulun ve bir yarım saat kadar etrafı seyredin. Mümkünse güneşli bir günde gidin, pencerelerden süzülen güneş ışıklarının heykeller üstündeki etkisine bakın. Ruhta hoş okşamalar yaratabiliyor. (amanın da, kadın romanı cümlesi kurdum !)

   Katedralden çıkınca hemen sağda Vatikan Postanesi var. Posta hizmetleri İtalyanlarınkinden çok daha hızlı olduğundan, tanıdıklara buradan kart göndermekte fayda var. Kalem veriyorlar ama yanınızda permanent kalem olursa çok iyi olur. Bizim gönderdiğimiz kartların alayının yazıları silinmiş. Burada ufak tefek hediyelik, biblo, ıvırzıvır satışı da yapılıyor.

   Çıktınız Sen Piyetro meydanına. Sola dönerseniz Sistin Şapeli var. Muhteşem tavan fresklerini görmek için girebilirsiniz. Bilet 15 yuro. Romapass geçmiyor (çünkü orası Roma değil, Vatikan). Kuyruk çok uzun, içeride kalma süresi sınırlı. Biz pas geçtik. Meydandan doğruca aşağıya bakarsanız Sen Ancelo Kal'asını görürsünüz (Castel Sant'Angelo). Benim önerim kaleye gördüğünüz yoldan değil, iki sol tarafından kalan "Borgo Pio" yolundan gitmenizdir. Burası trafiğe kapalı, yorulan ayacıklarınızı dinlendireceğiniz güzel sokak kafeleri, lokantaları var. Fiyatlar ehven, kendine özgü bissürü romanesk dükkanlar da cabası. Neyse, Borgo Pio'nun çıkışında sola dönüyor ve Sen Ancelo kalesinin girişine varıyorsunuz.  Ponte Sen Ancelo'da (kalenin hemen yanındaki bol melek heykelli köprü) bir foto çekiyorsunuz ve kalenin girişine yöneliyorsunuz. Giriş 5 yuro, (romapas varsa ücretsiz tabiyki). 
   Kale ilginç. Çok değişik kulvarlardan geze geze sonunda terasa ulaşıyorsunuz.  Terasın güzel bir Roma manzarası var. En tepedeki kılıçlı Cebrail heykeli, her an şişlenecekmişsiniz hissi verse de etkileyici. 


   Burada : oraya gitmeye niyetlenenlere bedavadan yapacakları bir sürreal deney tarifi veriyorum. Malzemeler : Bir adet Sen Piyetro Katedrali-Bir adet Sen Ancelo Kalesi-Bir adet dijital fotoğraf makinesi.
Sen Ancelo kalesinin önünden gözünüzle Sen Piyetro katedraline bakın, bir de vizörden bakın. Bu işi bir kaç kez yapın. Ben aradaki farkı bilimsel altyapımla açıklayamadım. Okuyan ve deneyen olursa mantıklı açıklamalarını merakla bekliyorum...

   Eğer Roma'da betondan taştan sıkılır ve yeşillik görmek isterseniz yakınlarda Tivoli kasabası var. Metronun Ponte Mammolo istasyonunda bu yakın kasabaya otobüsler kalkıyor (CO-TRAL). Bilet 2 yuro. 30-45 dakika süren bir yolculuktan sonra Tivoli'desiniz. Dar sokakları, çiçek pazarları ile klasik bir İtalyan Kasabası. Farklılığı, bahçelerinde. Roma'daki kompradorlar Roma'ya nisbeten yüksek rakımlı bu yere güzel kaşaneler inşa edip görkemli bahçeler işlemişler. İşlemişler diyorum çünkü bahçeler adeta dantel dantel işlenmiş.  Bunların en ünlüsü Villa d'Este. Otobüsten son durağa varmadan kasabanın merkezinde inin, sorunca göstereceklerdir. Bilet 8 yuro (ama değer).  






   Tivoli yoluna ülkemi çağrıştıran işyerlerinin kuntastik tabelaları aşağıda görüldüğü gibidir.


  Roma'nın sokak sanatçıları ise ilginç atraksiyonlarla turist yolmanın adeta kitabını yazmışlar. En hoşuma gidenlerini merak edenler bir zahmet aşağıdaki videoyu tıklayıversinler..


   Geldik küçük tanıtımımızın sonuna... Elbette ki yazamadığım bir çok şey var. Ama kısaca aklımda kalanlar böyle. Zaten gezi yazarlığı gibi bir iddiam yok. Ama gidecek olursanız yararlı olabileceğini düşündüğüm bir kaç önerim umarım siz okuyanların işine yarar...

   Bol seyahatli, bol okumalı, bol izlemeli günler dilerim. Demirbank Güveninizin Eseri, Demirbank... (bir de o vardı diil mi ?)