31 Ekim 2014 Cuma

"Frank" I Love You All

    Hayatında müzik olan insanın izlemesi gereken filmdir.
   Fakirin hayatında temel olan müzik Klasik Türk Müziği olmasına rağmen filmi izlerken Selahattin Pınar'ın "içme, ölürsün" demelerine rağmen neden o akşam intihar edercesine içtiğini ve sonunda öldüğünü sezer gibi oldum.
   İngiltere, İrlanda ve Teksas'ın (biliyorum x ile yazıldığını) melankolik atmosferinde geçen filmimiz, kendi halinde müzik yapan bir gruba, internetin tüm kaynaklarından yararlanan ve inceden (nasıl inceden bayağı kalınca) ünlü olmayı kafaya takmış bir klavyecinin gelmesi ve ahengi bozmasıyla ilerler. Egosantrik ve yaratıcı olmayı ancak kafasında kocaman bir maskeyle başarabilen Frenk, bir ara vitrin mankenlerine tecavüzü denemiş ve sonunda grubun klavyecisi olan Don, deli hatun Klara ve aralarında durmadan Fransızca konuşan davulcu ve basçı, internet çocuğu Con (ki yeniyetme sinefiller kendisini Bilvizli olarak Heripotır serisinden anımsayacaklardır) gruba katılıncaya kadar delice bir üretim içinde müzik yapıp durmaktadır. Derken olaylar gelişir.
   Filmimizin bir kaç alt metni olduğunu düşünüyorum. Şöyle ki :
   Yaratıcılık, kimi zaman bir delilik gerektirir.
   Piyasa işi eserler üretmek zor değildir.
   Bütün o tvaytır, yuutub fenomenleri kibrit alevi gibidir. Son tahlilde akılda kalmazlar.
   Piyasaya kaydıkça, Frenk'in kafasındaki maske nasıl yıpranıyorsa, ruhu da öyle yıpranıyordur.
   Sosyal kimlik yaratıcılığa engel oluyorsa, o kimlik yırtıp atılmalıdır.
   Pelikulamızın ilk bölümünde ilginç bir kafa yakalanabilirse sonuna kadar sıkılmadan izlersiniz. Hayatınızın bir bölümünde müzikle yakından ilgilendiyseniz, bir enstrüman çalıyorsanız, "dur bi şarkı yapayım" dediyseniz; o kafayı yakalamanız çok muhtemeldir. Böylece bu işlerin nasıl olduğu hakkında bir fikir sahibi olabilirsiniz. 
   Frenk'i Maykılfasbendır'ın canlandırması ilginç bir seçim. Bana kalırsa olmuş (ki şarkıları onun söylediği düşünülürse iyi de iş çıkarmış). Megigilenhol başta olmak üzere oyunculuklar iyi, müziklerse (beğeni meşrebiniz genişse (Babazula da dinliyorsanız)) vasatüstüdür. Arada güldürtse de (fındıktozu o !) bence sıkı bir dramdır. Yukarıda yazdığım gibi ilk onbeş dakikada, frekansı yakaladıysanız seversiniz, yoksa yaklaşmayın.

29 Ekim 2014 Çarşamba

"Fury" Amaçsız Savaş Filmi.

    Normandiya çıkarması sonrasında geçen bir ikinci dünya savaşı filmidir.
   "End of Watch" ve "Training Day" gibi fena olmayan filmleri yöneten Bay Ayer, oturmuş senaryoyu yazmış, filmi çekmiş.
   Tamamen mavi/gri filtreyle çekildiği için bir "Saving Private Ryan" atmosferi hakim olan filmimiz; senaryoda güçlü bir amacının olmaması gibi zorlu bir handikapa sahip. Bir tankı evleri bellemiş bir grup asker, kendilerine söyleneni yapmakta, finalde ise kendilerinden beklenenden daha fazlasını gerçekleştirmektedir.
   Abartılı bir son bölüm dışında fazla mantık hataları barındırmayan filmimiz, ortalamanın üstünde bir savaş filmi kategorisinde değerlendirilebilir. "Inglorious Bastards"daki rolünü tıpatıp oynayan Bredpit (ki saç traşı, üslubu dahi aynıdır, sadece bıyığı yoktur), "Er Ryan'ı Kurtarmak"taki Tomhenks'in savaşı yadırgayıcılığından çok uzaktır. Nedir : Bay Pit'in fiziği ve yüz ifadesi adeta savaştan hazzeden bir karaktere yakındır. 
   Din konusunda bir takım göndermeler yapıldığı doğru ama bunları propaganda olarak algıladım. Savaş konusunda da gizli bir propaganda sezer gibi oldum ama belki de paranoyaklaşıyorum ondan ötürüdür. ("Paranoyak, olup bitenlerin az biraz farkında olan insandır" William Seward Borroughs II)  Bu tip filmlerinin olmazsa olmazı Amerikan bayrağı göremedim, şaşırdım. Filmin bütün mesajını Yaşar Kemal, bir önceki kitap tanıtım yazısında olduğu gibi kısaca vermiş aslında "Savaş icat eden, görmesin cennet !"
   İlk bölümde savaştan kaçan Normın'ın sonlara doğru adeta bir gaddara dönüşmesi, bol bol kan, kopan uzuvlar, gerçeğe çok yakın tank çarpışmaları, savaş denilen tahammülfersa saçmalığın insanlara ettikleri (ki beni en çok tankın çiğnediği ve kimsenin umursamadığı insan cesedi etkiledi), yarım saate varan ancak hiç sıkmayan yemek sahnesi sayesinde destrodoyu tatmin için izlenebilir. Çocuklara yaklaştırmayın ama, vicdani retçiler ve pasifistleri saymıyorum bile.

27 Ekim 2014 Pazartesi

"Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana" Yaşar Kemal Ege'de.

   "Lozan'da alınan mübadele kararıyla, Rumlar Yunanistan'a gönderilmiş ve savaşlarda yerini yurdunu yitirmiş insanların Ege'deki bu adaya yerleştirilmelerine karar verilmiştir. Adanın kaderi Poyraz Musa'nın gelişiyle değişir. Adaya sığınan çeşitli kökenlerden insanlar, Poyraz Musa'nın desteğiyle yaşadıkları bütün acılara karşın umudu ayakta tutarak yeni bir yaşamın filizlerini yeşertirler."
   diye oldukça sığ bir arka kapak tanıtımıyla zuhur eden "Bir Ada Hikayesi" dörtlemesinin birinci bölümü FSKAB, Yaşar Usta'nın (ki bu "usta" tanımlaması benim için pek önemlidir) (şimdilik) son seri romanı.
   Yıl 1915, yaşadıkları yaşayacakları kadar sarih olmayan Poyraz Musa, mübadelede boşaltıldıktan sonra kimsenin gitmediği Karınca Adasına yerleşmeye karar verir. Adayı terk etmeyen Vasili Atoynatanoğlu, Poyraz Musa'yı vursun mu, vurmasın mı bilemez. Bu meyanda anılar, karakterler bir gelir bir giderler. Dönem, gıllıgışlı, acılar taze, kitleler müteharrik, yazabilene malzeme çok. Yaşar Kemal de yazabilen bir kişi.
   Yazarımızın üslubu belli, bir ağacı tasvire kemiksiz üç sayfa ayırabiliyor. Ancak bunu o kadar güzel yapıyor ki, fakir gibi sabırsız okurlar dahi her bir satırını okuyor. 
   Okurken fazla kasılmadım. Romanın büyük bölümü iki ana karakterin adada yalnız geçirdikleri zamanda vuku bulduğundan (ki bazen aklıma Robinson ve Cuma gelmedi değil), kimi zaman bazı tekrarlara girilmiş olması (misal : Vasili'nin balık tutmaları, uyumaları, sandalına yer bulmaları ve buna benzer günlük rutinleri ) çok bayıyor. İşte tam bayılır gibi olduğumuz zamanlarda, yazarımız bir geri dönüş yapıyor ve bir anda dikkatimiz yükseliyor. 
   Bana göre kitabın en güzel yerleri de bu geri dönüşler. Kâh Arabistan çöllerinde, kâh Sarıkamış'da,  kâh Allahuekber dağlarında geziniyor, orada yaşanları, yaşayanları gözlemliyoruz. Sonra Ege'ye dönüyoruz. Ege'de yaşananlar maalesef başka coğrafyalardaki gibi insanı içine almıyor. Yaşar Usta sadece Anadolu'yu yazsaydı da, Ege'nin oynak sularında dolanmasaydı diye içimden geçiriyorum.
   Her halukârda edebiyata düşkün bibliyofiller (sanki aksi mümkünmüş gibi) okumalıdırlar. Koca kitaptan da aklımda kalan tek cümle : "Savaş icat eden, görmesin cennet." oldu. Ömrün sağlıklı ve uzun olsun Yaşar Kemal. 

"Sen Aydınlatırsın Geceyi" Onur Ünlü'den değişik bir tat, bir doku.

     Bir yıldır bulmak için yarım yarım yarıldığım filmdir. Sinemalarda gösterilmedi (Başka Sinema dahil), DVD'si falan çıkmadı, Ankara'da bir tek Cermodern'de gösterilmiş kaçırdım, Ağustos ayında bir özel televizyon kanalında gösterilmiş (2009'dan beri televizyon izlemediğim için göremedim), (son çare) korsancılara baktım orada da yok (sürümü olmazdı zaten (ya da korsancılar O.Ü.'ye saygı duyuyorlar)). Bilemedim nasıl izlerim diye. Film işleriyle haşır neşir dostumdan rica ettim "rica ederim, bunu istemeyiniz" cevabı aldım. İyiden iyiye ümidi kesmiştim.
   Ki malum ortamlara düşmüş olduğunu öğrendim. İndirdim, suçluluk duyarak izledim. Yine söylüyorum : DVD'si çıksın alacağım. Bu sinema anlayışına para kazandırmak farzdır. 
   Yönetmen, filmi ticari kaygılar için değil, içinden geldiği için çekmiş (film hakkındaki bir röportajı okumak isteyenler tıklasın). Bu yüzden oldukça kişisel bir filmdir. Seven çok sevecek, hazzetmeyen hiç hoşlanmayacaktır (aman ne güzel öngörü !). 
   "Cemal, karısını çok sevmektedir."
   Konu budur. Olay kasabada geçmekte, kasaba hayatının gergin ve küçük ve sıkıcı ve boğucu ve yavan ve tehlikeli atmosferi (Vavien deki kadar olmasa da) yeteri kadar işlenmekte, bu kasabada yaşanan bir dramı merakla izlemekteyiz. Bir de : karakterlerin hepsinin doğaüstü bir gücünün olması durumu vardır. (Cemal duvarlardan geçip, duvarların arkasını görmekte, İsmet adlı güvenlik görevlisi flu bir şahsiyet olmakta, Cemal'in ilkokul öğretmeni ise direkman (direkmanı da kullanmayalı bir 20 yıl oluyor ha !) görünmez kadın olarak zuhur etmekte, Defne bir el çırpmasıyla zamanı durdurabilmekte, Nazım trol boyutlarında gezinmektedir.)
   Ne var ki : ne kadar fantastik olursan ol, hep bu hayatın kalıplarına uymak zorunda kalmıştır karakterler. Hiç ölmeyen adam (ki Cemal'le yaptığı diyalog yarıcıdır "Yasemin'i bi s.kem dedim ama vaktım (evet vaktım) olmadı.") besi hayvancılığı yapmakta, Cemal traş yapmakta (ki burada obsesif berberde "The Man Who Wasn't There" e bir gönderme var mıdır ? bilemedim.), görünmez kadın öğretmenlikle iştigal etmektedir.
   Cemal'in beyninde hep bir tekerlek dönmektedir. Ne zaman Yasemin mobiletini (Cemal'in motorize aracı mobilet'tir) yoldan çıkarıp refüje adar Cemal tekerleği durdurur. Ne zaman Cemal Çiğdem'im gerdanında Yasemin'in kolyesinin aynısını görür tekerlek dönmeye başlar. 
   Karakterler geçmişlerinden bahsederken, kamera hep yüzün yarısını alacak şekilde gerideki flu plana odaklanır, o zaman anlarız ki karakter geçmişiyle ilgili yalan söylemekte, gerçek ise arka plandaki şekliyle gerçekleşmektedir.
   Şiddet olduğunda ışık kaynağı harekete geçmekte (Cemal'in Yasemin'i hırpalaması),
   Zina ihtimali doğduğunda gökten taş yağmaktadır.
   Cemal en didaktik Orhan Gencebay kritiğini yapmakta, Shakespeare'den soneler okunurken araya bumbar ve işkembe girmektedir.
   Cemal, Yasemin'e senkronize kusarlarken evlenme teklifi yapmakta, aynı Cemal Defne'ye satırla girişebilmektedir.
   Keklik yetiştirirken gözlerinden kanlar gelen riyakar bir doktor, Cemal'in psikoanalizini tarlanın ortasında yaparken, Cemal'in eşcinsel saplantılarını kâh rüyalarından kâh morarmış gözünü bir süper kahramana tamir ettirirken anlarız.
   Olaylar muhtelif miktarda ayı ve güneşi olan, giriş tabelasında rakım ve nüfus yazmayan bir kasabada vuku bulmaktadır.
   Oyuncular yevmiyenin hakkını vermekte, görüntü yönetmeni şakşaklanmayı hakketmekte, "Mreyte Ya Mreyte" (iyi şarkı seven üstünü tıklasın) ve "Sevmek İçin Yaratılmış" filmden sonra zihnimizde takılmakta,  tam anlamıyla havada biten sonu ise "Allam ! şunun devamını bir çekseler de izlesek" temennisiyle içimize oturmaktadır.
   Nasıl yaşanıyorsa öyle bir argo ve şiddet kullanıldığından çocuklarla izlemeyebilirsiniz. Rakınız, beyaz leblebiniz, kapalı telefonlarınız, sağlam bir mesaneniz, boş bir akşamınız varsa; "orada ne oldu ?", "bu niye böyle dedi ?", "kimden hamileymiş ?" gibi sorular soran bir yareniniz yoksa izlemenizi öneririm.

24 Ekim 2014 Cuma

"City of God" Ne denilebilir ki ?


 

 64 ödül kazanmış, 28'ine da ayrıca aday olmuş, hakkında yazılacak her şey yazılmış. İlk gösterildiğinde izlemiştim. Geçen yine izledim. Dedim "bir iki satır yazmazsam karnım şişecek", oturdum klavyenin başına.
   "Rocket, faveladan yırtmaya çabalar." konu budur.
   Brezilya'nın medarı iftiharı Riyodejeneryo'nun görmediğimiz yüzünü görüyoruz. İki saati aşkın (130 dakika) bir süre koltuklarımızda çivileniyoruz. Filmin açılışı, son on dakikadan önce başlıyor. Sinirli bir tavuğun, sote olma endişesini şükela bir sinema diliyle içselleştiriyoruz. Aklımıza Vilyım Golding'in "Sineklerin Tanrısı" geliyor (ki okumayanlar okusundur (sonraki kitabı "Piramit"i okumayın, ben yandım siz yanmayın)). Kan nasıl akıyor, insanlar nasıl ölüyor bilemezsiniz (bu bakımdan sabî sübyandan uzak tutun !), bu pelikula hakkında ne kadar ahkam kessem, ne kadar klavye oynatsam az kalır. 
   Ben bu kadar etkileyici tavuklu sahne görmedim. Kastın aktörlerden oluştuğunu zannetmiyorum. O kopiller nasıl bu kadar gerçekçi oynayabilirler bilmiyorum. Mega şehirlerin dramı (ki İstanbulinleri daha da alakadar etmektedir), insanın kesitli bir yaşam sürmesi, kesitlerin aralarındaki acımasız geçişler, gücün insanı tüketmesi, ve daha neler neler. Arkaplanın Riyodejeneryo olduğu filmlerde böyle acı bir gerçeklik var herhalde. Aynı duyguyu "Tropa De Elite" de de yaşamıştım. Onu da dördüncüye izlediğimde yazacağım. Bunda da aynısı oldu. (sevgili kâri, mahdut miktarda yeşilefe etkisinde cümlelerim yamuk yumuk oldu, üsluba aşinaysan anlamışsındın anlatmak istediğimi, değilsen sağ üst taraftaki kırmızı çarpıyı tıkla !). Bundan ötürü (Hüseyin Badem'e selam olsun !) kısa kesiyurum. 
   Şu kadarını söyleyeyim : sinefil statüsünde bir insansanız bunu görmezseniz olmamışsınızdır daha. Görün, oldurur adamı.



20 Ekim 2014 Pazartesi

"Hasta Etmeyin Adamı" Prof.Küçükusta'dan Tıp "Endüstrisi"ne Ağır Eleştiri.

 

   Tıp artık endüstri oldu. 
   Bilimin, sermayenin emrinde olduğunu açık eden bir kitabı Mart ayında tanıtmış idim. Konuyla ilgilenenler "Halkın Bilim Tarihi"nin son yüz sayfasını okusun, tüyleri tiken tiken (evet TİKEN !) olmazsa namerdim (bu fiil sadece insaniyetini kaybetmemiş insanlar için geçerlidir). Tıp da bir bilim olduğuna göre bu akibetten kaçınması mümkün değil. Nitekim, ilaç sanayii sermayenin en önemli ayaklarından biri. Hatta son USA seçimlerinde başkan adayını çelik, petrol ve silah kartellerinden daha yüklü miktarda desteklediği açıklanmıştı yamulmuyorsam. 
   Neyse ne. 
   İşte bu ahval ve şerait içinde; midesinde gaz sorunu olan yurdum insanı doktora gittiğinde kendisine yazılan (ve ömür boyu kullanması gereken) kolesteroltansiyonantidiyabetik ve türevi ilaçları almakta bunları kullanırken yarı-tanrı statüsüne oturttuğu doktorların kararlarını sorgulamayı asla aklına bile getirmemektedir. Hüzünlenerek gözlemliyorum ki (bu fiili bugünlerde pek sık yapmaktayım) endüstrinin içindeki doktorların çoğu; sistemin güzelce parçası olmuşlar, kotalarını (ilaç yazma kotaları var bunların) doldurmak pahasına ilgili ilgisiz ilaçları dayıyorlar kafalarına göre (elbette helal süt emmişlerini tenzih ediyorum, ama bana bugüne kadar pek azı denk geldi (bu arada pek doktorlarla da işim olmadı (iyiki de))).
   İşte bu endüstriyel sektörün içinde bir ayrıkotudur Prof.Küçükusta. Bir iki kitabını okumuş idim. En son da "Hasta Etmeyin Adamı"yı bitirdim. Arka kapak, kitabın küçük bir özeti aslında : virgülüne dokunmadan yazıyorum.
   "Hastalıklar artıyor, Gıda zannederek yiyip içtiklerimiz bizi daha çocuk yaşta zehirlemeye başlıyor.
   Tıp ise üç maymunu oynuyor, duymuyor, görmüyor, uyarmıyor. Bugün tıbbın en büyük marifeti : "Kontrole git bakalım, neren hastalanmış" demek. O büyük an gelip de hastalandığımızda büyük bir sevinçle üzerimize atlıyor. Testler, tahliller, MR'lar, ilaçlar, cihazlar, ameliyatlar... "vahşi tıp" ve "sağlıksız gıda endüstrisi" ortak çıkarlar doğrultusunda adeta sırt sırta vermiş "müşteri" (bakın bu yakıştırma önemli) bekliyor !
   Allahtan, modern tıbbın robotu olmamış, "şefkatli" hekimlerimiz de var. Prof.Dr.Ahmet Rasim Küçükusta bu kitabında peynir ekmek gibi tükettiğimiz gündelik zehirleri ifşa ediyor. Margarin firmasıyla kol kola kampanya düzenleyen derneklerin ipliğini pazara çıkarıyor. İlaç ve gıda şirketlerinin adamı olmuş sözde otoritelerin kulağını çekiyor. Uluslararası tıp yayınlarını yakından takip eden yazar, dünyada neler olup bittiğini, çıkarmamız gereken dersleri de anlatıyor.
   Prof.Küçükusta'ya göre esas marifet "koruyucu hekimlik" olduğu zamanlardaki gibi sağlıklı yaşamamız ve hastalanmamamız. Bunun için de ambalajlı yalanları yutmamamız lazım !"
    Kitap hacimli değil, hap gibi. Bir günde biter. İçinde beş bölümde ezberlerinizi bozacak bilgiler var. Vücut Kilo Endeksi, Oruç/açlık/beslenme, Süt/tereyağı/yoğurt/yumurta/tavuk, Abur cubur yiyecekler ve Ivır zıvır yiyecekler başlıkları altında, doğru bildiğimiz yanlışların yahut hiç bilmediğimiz tıbbi gerçeklerin idrakine varıyoruz. Prof.Küçükusta iddialı konuşuyor ve iddialarının ardında da bilimsel gerçekler var. Her makalenin sonunda, makaleyi destekleyen uluslararası yayınlar var. Bizim bunlardan haberimiz yok. Çünkü bunları bilmemizi birileri istemiyor.
   Misal : obezite paradoksundan kaçınızın haberi var. O da şudur : ciddi bir hastalığa yakalanan kişi eğer obezse (ya da obez demeyelim de vücut kitle endeksi doğru değilse) yaşama şansı daha yüksek. Bu, şehir efsanesi değil bilimsel gerçek.
   Vücut, kitle endeksi hakkında da ilginç önerileri var üstadın. "Doğal yiyeceklerle besleniyor, yeterli derecede hareket ediyor, sigara ve alkolden uzak duruyorsanız kilonuza takmayın. Uzun ve sağlıklı yaşarsınız. Vücut kitle endeksini yakalayacağım diye kendinizi paralamanıza hiç gerek yok !" diyor. Bu; os ....'tan teyyare, selam söyle o yare tarzında bir öneri değil, gayet de bilimsel yayın ve istatistiklerle desteklenen bir tez. 
   Uzatmayalım.  Ambalajlı gıdalar hayatınızda yer alıyorsa, vücut kitle endeksinize takmışsanız, sağlık konusuna ilgiliyseniz, çocuklarınız varsa, kutulanmış içecekler tüketiyorsanız (süt ve ayran dahil) okumanızda fayda var. Fazla vaktinizi almaz, ezberlerinizi bozar.

19 Ekim 2014 Pazar

"Non-Stop" Hakikaten de Non-Stop.?

   Baştan sona uçağın içinde geçen filmdir.
   Artık iyiden iyiye senaryosu şuursuzlaşan filmlerde boy gösterdiğinden midir nedir bilmiyorum. Bay Laymniisın'ın suretini, "aksiyon"lu filmlerin afişinde görünce, koşarak uzaklaşıyorum.
   Ancak bu sefer fena halde ters köşeye yattım.
   Du bakalım nasılmış ? diyerek başına oturduğum filmimiz, fakiri çişe kaldırmadı. Konsept olarak soda/çiğdem ikilisiyle temaşa ettiğimiz kordelamız, ilk on dakikadan itibaren izleyiciyi bir merak ve gerilim içinde tuttuğundan ve bu gerilim son on dakikaya kadar sürdüğünden soda/çiğdemle gideri vardır. İlk yarı Hiçkokvari (var mı böyle bir sıfat ?) bir gelişim gösteren filmimiz sonlara doğru gerilimi yükseltmekte, yükseltmekte ve finali ise akl-ı selimden uzak bir şekilde (holivuta yakışır şekilde (kahraman federal servis ajanları yüceltilerek)) servis etmektedir.
   Nedir : son on dakikadaki havsaladan ırak düğüm çözümü dikkate alınmazsa ("- güvenlik açığı yüzünden babam öldü, bende uçak kaçırıp güvenlik kavramının ipliğini pazara çıkaracağım"  Oldu canım !) oturup kalkmadan izlenecek filmdir.
   Yalnız; yakında uçak yolculuğu yapacakların izlemesi pek önerilmez.


18 Ekim 2014 Cumartesi

"The Giver" Türünün Bilindik Örneği.

   Ergenli ütopya/distopya/bilimkurgu diye bir tür hasıl oldu. 
   Nedir ana kurallar : 
  •    Başrollerde 25 yaşın altında iki (kimi durumlarda bir (Bkz. Açlık Oyunları)) fazla bilinmedik aktör / aktris bulunur.
  •    Sıkı bilim kurguların bazı zekice fikirleri utanmazca intihallenir, senaryo/roman bundan yola çıkar. Genellikle kurulu (ancak tabiy ki totaliter) bir düzenin içinde yaşamakta olan ayrık ergenlerimiz, sisteme başkaldırırlar.
  •    Mantık yahut inandırıcılık yerlerde sürünüyorsa özel efektlere ağırlık verilir. 
  •    Olmazsa olmazı : en az bir ya da iki, yıldızları matlaşmış ama muhakkak eskiden çok popüler iyi oyuncu yardımcı oyuncu olarak harcanır.
  •    Esas oğlan/kız muhakkak bir yerde ıslak olarak öpüşür.
  •    Filmin sonunda muhakkak bir devam kılçığı atılır.
  •    İyi sinefil için ilk on dakikadan sonrası ton balıklı yulaf ezmesi yemek gibidir.
   Giver ("Verici" olarak çeviremediklerinden "Seçilmiş" olarak arz-ı endam etti sinemalarda); bu türün tipik bir örneği. Genç çiftimiz yaşadıkları düzene başkaldırırken ıslak öpüşürler, arka planda Cefbricis (yaşlandıkça aksanı iyice anlaşılmaz olmuş (nerede o Balıkçı Kral ve Big Lebowski'deki aktör)) ve Merilsitrip kendilerine göre takılırlar, devam kılçığı da atıldı mı formül tamamdır. Keytiholmz'dan bahsetmiyorum bile (varmış Tomkruyz'un bir bildiği).
    Verdiği ana fikir "tarihimiz, anılarımız, aşırılıklarımız silindiğinde biz yine biz olur muyuz ?" gerisi, aynen yukarıda verdiğim formül.



   Sadece çok boş vakti olan, yapacak hiç bir şey bulamayan sinema severlere öneririm. Ama bunu izleyeceğinize bilimkurgu sevenler Douglas Adams yahut Ursula K.Le Guin, distopya sevenler George Orwell yahut Aldous Huxley okusunlar daha iyi, hatta çok daha iyi.

15 Ekim 2014 Çarşamba

"Calvary" İrlanda'da Kırmızı Pazartesi.

    Başrolde Brendın Gliisın var, İrlanda var, din var, hesaplaşma var, izlememek olmazdı. 
   Kafa dinlemek yahut boşaltmak için izlenecek film değil. İzlerken de, izledikten sonra da insanı düşündürüyor. 
   Tipik İrlanda kasabasında günah çıkarma hücresinde bir itirafçı rahibe haftasonuna kadar onu öldüreceğini söylüyor. Olaylar gelişiyor.
   Aynı Gabo'nun Nobelli Kırmızı Pazartesi'sinde olduğu gibi olacakları sezip ön alamamanın getirdiği bir çaresizlik, ikili diyaloglarda kimi zaman gülümseten ayrıntılar, İrlanda'nın sert yapısı ve insanlardaki etkileri, Brendın amcanın filmi alıp götüren oyunu, yan karakterlerin sahiciliği, müziğin ilginç etkisi, din/kefaret/intikam ve daha pek çok önemli duygu hakkında doğrudan yada subliminal verilen mesajlar filmimizi ayrıcalıklı bir yere koyuyor. 
   Ama dedim ya : boş vakit geçirmek için izlenecek film değil. Bira ve patlamış mısır filmimize hafif gelir. Eski brendi yahut daha iyisi malt viskiyle gider (tercihen Ardbeg).

P.S. : resimleri yüklerken baktım da : neredeyse tüm sekanslar tablo gibi çekilmiş. sadece görselliğin kullanımı açısından dahi izlenebilirliği vardır.

14 Ekim 2014 Salı

"Pek Yakında" Cmylmz Bildiğiniz Gibi.


   Sinemaya meraklı, "Her Şey Çok Güzel Olacak"'ı ve "Hokkabaz"ı seven sinefilin bayılacağı filmdir. 
   Son yıllarda iyice piyasa işi eleştiriler yazan Adorsay abimizin beğenmediği (neden beğenmediğini de bir türlü anlayamadım), sadece onunla kalsa iyi bir sürü eleştirmenin beğenmediği, üstüne üstlük birtakım sözlüklerde (tatlısı olur, ekşisi olur her türlü) yerden yere vurulan Bayan Yılmaz'ın sevgili oğlunun filmini izledik.
   Eşkiya filminin platosunda başlayan filmimiz korsandvdci (var böyle bir meslek (misal "-bey oğlumuz ne iş yapıyor ?", "-korsandvdcidir kendisi.", "-!")) Zafer'in hayli kuntastik maceralarına odaklanmaktadır. 
   Efenim fakirin sinemaya bakışı Zafer Yıldız ve türevi korsandvdciler sayesinde gelişmiş ve "Haneke, yine yapmışsın yapacağını ! Hep dert, hep sıkıntı." tarzı eleştiri getirecek kadar gelişmiştir. Bu minvalde garip bir ahlak geliştirerek, Türk sinemasının korsanlarını almayıp benim parama ihtiyacı olmayan "sinema endüstrisinin" tüm filmlerini vampirmişçesine emerek "endüstri" haline gelen sinemaya da kendi çapında darbeler vurmuştur. 
   Bakmayın "Pek Yakında"nın künyesinde komedi filmi yazdığına. Olsa olsa "Hokkabaz" tarzı bir komedi filmidir. Arada; pek dikkatli gözlerin asla ıskalamayacağı onlarca espri, gönderme vardır (misal: hapisane parmaklıklarına dokununca çalan müzik). Eski Cem Yılmaz filmlerine bir hayli gönderme vardır (bankonun gerisindeki Nurgül Yeşilçay ve "Bilemiyorum Altan bilemiyorum repliği (ki balık hafızasıyla övünen bendenizin bile aklında kalan bir repliktir (Allaam yine yazıyı paranteze boğdum))). 
   Aile ilişkileri, korsan dünyası (ki Bay Yılmaz permalı kötü karakterlerde döktürmektedir (Bkz. Avatar Ağacı)), film içinde film, arada gülümseten diyaloglar (ki ilk yarının sonunda pik yapmaktadır), Yeşilçam emektarlarına saygı duruşu (Gulyabani, Hababam Sınıfı, Turist Ömer ve elbette bunları dükkanında biriktiren Ejder Abi (ki O da Yadigar Ejder'e bir göndermedir)), bolca ürün yerleştirme (Fruko'yu da hiç sevmem çok şekerli (ama hakkını yemeyelim : yönetmen bu konuyla ilgili kendisiyle de dalga geçmiştir (Bkz.Türksel))) ve daha niceleri filmimizde boy göstermektedir.
   Senaryo, kurgu, renkler, kostümler (ki özellikle kostümler), müzikler (ki özellikle Bay Alanson'un söylediği (ve elbette finaldeki "Sevemez Kimse Seni")), yer seçimi (siyah beyaz filmlerdeki köşk/"Beykoz"un ıssızlığı) gayet tatminkardır. Son sahneler ve bilimkurgu aşamasındaki kostümler her ne kadar "Kick Ass"deki kostümler ve çekimlerden intihalse de bunu bilmeyen bünyeleri pek zorlamaz.
   Sinemanın amacı hoşça vakit geçirtmekse filmimiz bunu başarıyor, elbette ki film bitiminde derin düşüncelere garkolmamaktayız ama insan bazen derin düşüncelere garkolmayı da arzulamaz hale geliyor (hem de sık sık). Kendi açımdan beğendim, başarılı buldum, DVD'si çıkınca da alacağım. İvedik tarzı komedi seviyorsanız uzak durunuz (kuvvetle muhtemel bu satırları okumayacaksınızdır zaten), incelikli naif sinemadan hazzediyorsanız izleyiniz efem.

12 Ekim 2014 Pazar

"Türkülerimiz" Okunası değil Başvurulası...

   Türkülere 25 yıl önce evlenince meyyal oldum. Daha önce "Yurttan Sesler"i duyduğumda "Iyy ne köylü !" diyerek uzaklaşırdım. Güvercinim bana türküleri sevdirdi. Bir süre de THM koro çalışmalarına katılınca, "Türkü" denen lâyemut kavramın ne kadar zengin ve derinlikli olduğunu öğrendim.
   Klasik Türk Müziğinin aksine makam usulüne göre düzenlenmeyen (ki çoğu Hüseyni makamıdır) türkülerimiz bölgelerine göre kategorilendiriliyor. Kulağımıza çalınan, kimilerini bildiğimiz, kimilerine sadece aşina olduğumuz, bazılarını hiç duymadığımız türküleri (en azından sözlerini) öğrenmek için, tanıtımını yapacağımız eser birebirdir. 
   Figan ve Hakkı Karahasan çifti, bine (1000) yakın türküyü yörelerine göre ayırmış, sözlerini bulmuş, kitabın başlangıcında ise Türkü'ye dair birtakım açıklamalar, bilgiler koymuş, bunları cep boyutunda bir ciltte basmak ise Alkım Yayınlarına düşmüş. Sert kapaklı, cep boyutunda, dikişli ciltte hazırlanan ve içinde kültürümüzün önemli bir ayağını oluşturan bine yakın türkü barındıran bu kitabı, kitapçılarda oldukça makul bir fiyata bulabiliyoruz (10 TL.). 
   Açık okunacak bir kitap değil elbette. Lakin kültürümüzle, müzikle ilgili her kârinin kitaplığında bulunması iyi olur. Belki bazen fakirin yaptığı gibi herhangi bir sayfayı açıp, bildiğiniz bir türkü var mı diye yoklama yaparsınız. Kimi zaman da aklınıza takılan herhangi bir türkünün tüm sözlerini bulup inceleyebilir, hangi yöreye, hangi forma (bozlak mıdır ? yol havası mıdır ? barak havası mıdır ? vs.) ait olduğunu bulabilirsiniz.

9 Ekim 2014 Perşembe

Bulgaristan Gezi Notları (Burgas, Nessebar, Varna)

   Hazır yeşil pasaporta vize istenmiyorken, hava parçalı bulutlu ve yağmursuzken, bayram tatili de denk gelince Ekim başı Bulgaristan'ı üstünkörü bir gezdik.
   Gezimiz spontane ve iki aile birarada tek bir araçla olduğundan ulaşım maliyetimiz hayli düşük oldu. Gitmeden evvel, rotamız hakkında diğer bloglarda yazılanları inceledik, araştırdık ama bir çoğundan istifade edemedik. Çünkü yazılanların tümü de yaz sezonunda yazılanlardı. Yazacaklarım Ekim ayı izlenimleridir. Yüksek sezonda senaryo çok daha farklı olabilir, okurun dikkatine sunulur.
    İstanbul-Edirne otoyolunun, Kırklareli sapağından Dereköy yoluna girdik. Kırklareli'nde, daha önce okuduğumuz Birtat Köftecisine uğradık. Hakkında yazılanların aksine pek memnun kalmadık. Piyazdaki kırmızı lahana sırıtıyordu, köftesinin öyle hatırda kalan bir lezzeti yoktu, havalandırma yetersiz olduğundan üstümüz başımız saçımız köfte koktu. Kısaca öyle pek peşinden koşulacak bir yer değil.
Dereköy Sınır Kapısı
   Dereköy sınır kapısı, köhne ıssız bir yer. Aradaki bölgede bir Duty Free var. Burada alkollü içki, sigara ve parfüm, çikolata gibi Duyutifirii klasikleri var, ancak dükkan sadece vitrinden oluşuyor, içeri girilecek bir yer yok. Çeşitler sınırlı ancak ağlanacak kadar değil. Çıkış yaparken çıkış pulunu oradan alıp, pasaport çıkışlarını yaptırıyorsunuz. Sınırlarımızdan çıkıp Bulgaristan'a girdiğinizde sizi sefil bir gümrük karşılıyor. Çamurlu bir sudan geçen aracınıza "dezenfeksiyon ücreti" olarak 5 leva, 3 euro ya da 10 TL. ödedikten sonra sınır polisine giriş yaptırıyorsunuz. Araç için uluslararası sigortayı, tavsiyeler üzerine Bulgar tarafında yaptırdık. Hiç bir fark yok. 1 aylık uluslararası sigorta 63 euro. Bizim tarafta da aynıydı. Yani, bizim tarafta da yaptırabilirsiniz. Sınır polisi bagaja şöyle bir bakıp, girişleri yapıyor. Giriş yapılan yerin hemen ilerisinde "vinyet" denilen çıkartmayı alıyorsunuz (10 leva). Bunu aracınızın ön camının sağ alt kısmına yapıştırıyorsunuz. Çıkışta altta bulunan barkodu iade edeceksiniz, sakın kaybetmeyin (bu konuda acaip bir hassasiyet içindeler).
   Bir girdi yapayım : para durumu şöyle ki; 1 euro 1.95 leva. Yani 1 TL, 1.5 leva (takriben)) Sınır girişinde uygulanan kur, ülkenin içindekilerden biraz yüksek. 1 euro : 1.93 leva.
   Bulgaristan'a girdiniz. Malko Tarnovo'ya gelinceye kadar 10 km. yol bozuk, dar. Ama orman o kadar kesif ki, yolun bozukluğu dikkat çekmiyor. Malko Tarnovo pek harap bir nahiye, eski dönemde yapılmış sosyal konutlar dökülüyor, hayli virane, camı çerçevesi olmayan evlerde bile insanların oturduğunu gördük. İlk dikkatimizi çeken şey : ormanların çokluğu, tarım alanlarının azlığı oldu, öyle yayılan hayvan sürüleri de görmedik. Boş alanların çoğu ekilmemişti. Buna mukabil, halkta ciddi bir odun istifleme çabası vardı. Aynı tip kamyonlar ormandan habire odun yüklemişlerdi. Hiç kömür görmedim.
   Malko Tarnovo'dan sonra bozuk olan yolun niteliği yükselse de niceliği değişmiyor (yani asfalt güzel ama yol dar). Çift şeritli yollar sadece büyük şehirlerin girişlerinde var. 
   Önce Burgas'a vasıl olduk. Burgas'a varıncaya dek "Nişikli" seyahatin en az dört otobüsüyle karşılaştık. Anladığımız kadarıyla Nişikli Tur bu güzergahta hayli popüler. Ofislerinin önü hep kalabalıktı. Burgas'a önce hayli büyük bir limandan geçerek geliyorsunuz. Ne zaman sahil ağaçlanıyor, o zaman canlı olan merkeze geldiğinizi anlıyorsunuz. Nişikli Tur ofisinin yanındaki döviz bürosundan (makul bir değerde) dövizinizi bozdurabilirsiniz. Ofisin biraz yukarısında denize çıkan sokağın sol tarafından bulunan restaurant (Biostro Pucka diye okudum ama yine de bilmiyorum) Bulgaristan standartlarına göre yüksek fiyatlara sahip olmasına rağmen dekorasyon (bir geminin içi olarak tasarlanmış), servis ve lezzetli porsiyonları nedeniyle kesinlikle önerebileceğim bir yerdir. (deniz mahsullü spagetti : 8 leva, siyah paella 12 leva (ki kaçırmayın)) Aracınızı parkederken sağa sola iyi bakın değnekçi gibi dolaşan birileri varsa park ücretini muhakkak ödeyip makbuzunuzu alın. Öylece parkederseniz lastik kilidi takıyor ve 15 leva ceza alıyorlar. Bir günden fazla kalırsa da aracı çektiriyorlarmış, dikkat !
Spaghetti frutti de mare 8 leva, 12 TL. iki kişiye yeter.



   Burgas'ın ana caddesi Ekim ayında bomboş. Bir çok dükkan kapalı, sahildeki güzel ormanlık park ıssız. Fazla oyalanmadan, Nessebar'a doğru yola koyuluyoruz.
Nesebar Girişi
    Nessebar, Burgas'ın yarım saat kadar kuzeyinde, Unesco Dünya Mirası kapsamında değerlendirilen özel bir yerleşim. Aynen bizim Cunda gibi karaya bir köprüyle bağlanmış bir ada. Mimarisi pek etkileyici. Evlerin tümü Osmanlı üslubunca yapılmış ve restore edilmiş, küçücük adada yoğun bir ibadethane varlığı var. Küçük kiliselerin, bazilikaların çoğunda Bizans mimarisinin etkileri görülüyor. Attığınız her adım sizi küçük meydanlara, şık kafelere, daracık arnavut kaldırımlı sokaklara ve denize çıkarıyor. İlginç ve görülmesi gereken bir yer. Bizler adanın kuzeyinde kalan Stankoff Hotel'de kaldık. Aslında tek konuklar da bizlerdik. Üç kişilik odaya 93 leva verdik, oda temiz, geniş, manzaralıydı. Kahvaltı patetik bir ahvalde tezahür etti. Bay Stankof önümüze yedi alternatifli bir liste koydu. Omlet yerseniz reçel yiyemeyeceğiniz ilginç bir menü. En doyurucu gibi olanı seçtik. Pek de iyi sayılmazdı. 
Nesebar Sokakları
Nesebar Sokakları
   Akşam yemeği için adanın güneyinde kalan sahil lokantalarını seçtik. Kıraça ve barbun tava, midye, Kamenitsa bira, rakije, şopska salata (ki eşeğin önüne doğranmışçasına kaba kesilmiş, soğan, hıyar, domatesin üzerine rendelenmiş peynir (ki gram zeytinyağı yoktur bu salatada) den oluşan bu tabak pek popülerdir), üstü sarımsak ve kaşkavallı kızartılmış tırnak pidelerden oluşan yemeğimize beş kişi için 80 leva para verdik. Balıklar kızarırken çok yağ çekmiş olmasına rağmen midyeler (iyice temizlenmiş kabuklu midyeler sarımsaklı, yağlı suda haşlanıp doğrudan masaya getiriliyor) bu açığı kapatıyordu. Hesap bize makul geldi. Nessebar iyi hoş da, kış aylarında pek makbul değil. Her yer kapalı, bazı sokaklarda insana "hidrojen bombası düşmüş" ya da "28 gün sonra" atmosferi yaşatıyor. Gündüz neyse de (bazı turist grupları gezmekte oluyor) gece iyice "Hakkari'de Bir Mevsim" e bağlanıyor Nessebar. Burada bir gece kalmakla isabetli bir karar verdiğimizi anlayıp pruvayı Varna'ya çeviriyoruz.
Nessebar'dan aklımızda kalan tek lezzet.

Nesebar Adasının Güneyi
Bu da Kuzeyi
   Nessebar Varna arası 100 km. Yollarda hız sınırlarına uymanızı öneririm. Sürat aşımını nasıl gördüklerini bir türlü çözemedim ama sık sık gördüğüm çevirmelerde, bizi sollayanların asık suratlarla ceza yediğini gördük. 
   Varna, Bulgaristan'da gördüğümüz en büyük kent. Birkaç hareket merkezi olduğunu sanıyorum ama biz en merkezi olanında vakit geçirdik. Şehre Burgas tarafından girerken büyük bir limanı geçip ağaçlıklı sahile varınca (aynen Burgas'ta olduğu gibi) merkeze yaklaştığınızı anlıyorsunuz. Katedral ve karşısındaki opera binasının hemen yanındaki Butik Splendid Hotel'de kaldık. Otel, Bulgaristan standartlarının epey üstünde, odalar ve imkanları geniş, üç kişilik süit odaya gece başına 110 leva verdik ki makul sayılır. Kahvaltı tatminkar. Tek ve en önemli uyarım şudur : aracınız varsa muhakkak emniyetli (mümkünse kilit altında) bir yere parketmeniz. Konaklamamız sırasında Türk misafirlerden birinin BMW aracı çalındı. Tam otelin önüne parketmiş, gece yarısını geçen saatlerde varlığı sahiplerince kontrol edilmiş iki yaşındaki araç, sabah buharlaşmış idi. Resepsiyon "otelimizin önü güvenlidir, gönül rahatlığıyla parkedebilirsiniz." demesine rağmen bu olayın yaşanması herkesi tedirgin etti. Mağdurların polislerle yaptığı görüşmelerde ise son iki haftada aynı sokakta çalınan dört araç olduğunu öğrendiğimizde ise ürpelerimiz dineldi (tüylerimizin diken diken olmasının arnavut aksanıyla söylenişi). Otelin 20 metre ötede kilitli bir park yeri var, orayı tercih edin.
   Varna'nın merkezi, sahildeki parkın girişine uzanan ana caddeyi çevreleyen sokaklar, meydanlar ve diğer küçük caddelerden oluşuyor. Park, devasa bir oluşum. En güzeli de : parkın yaşlı ağaçlarla dolu olması. Uzun yürüyüşler, kafa dinlemek ve vakit geçirmek için ideal. İçinde akvaryum, delfinaryum, planeteryum, denizcilik müzesi var. Girişte denizcilik müzesini gördük, ilginçti. Özellikle köprüüstü birbuçuk metrekare olan avcıbot, görmelere seza idi. Vaktiniz bizim gibi kısıtlıysa, parkı gezdiren küçük bir tren var. (gidiş dönüş 2 leva) Varna'da vakit bolsa parka gidilir. Parkın sahil kısmında büyük kısmı kapalı olan biiç tabir edilen kıyı kulüpleri var. Deniz sezonunda çok hareketli olacağı kesin. (ama benim kanım her daim dalgalı, bulanık olan Karadeniz'e bir türlü alışamadı).
Denizcilik Müzesinin İstimbotu

Varna Parkının Treni !

Varna Parkının girişindeki Digital Cloud

Parktan bir görünüm.

   Yemek için parka giden caddenin baş köşesindeki "Happy Grill"i tercih ettik. Mönüler resimli, porsiyonların gramajına kadar yazıyor. Fiyatlar makul (zaten Bulgaristan'da fiyatlar hep makul). Lezzetler fena sayılmaz. Garson kızların 20 cm.lik kırmızı etekleri ve 2.5 cm.lik tırnakları standart. Derin dekolte, tercihli standart. Özellikle aranacak bir mönü yok ama sarımsaklı ve kaşkaval/beyaz peynirli ciabattaları pek güzel. Porsiyonlar büyük, fiyatları 6 ila 8 leva arasında gidip geliyor, Kamenitsa bira 3 leva (Zagorka yok ! sorduğumuzda "ayy ne banal" der gibi bakıp yok dediler. Oysa biz sevmiştik.). 
Hepigrilin Cabatası
   Akşam yemeği için Katedralden merkeze giden caddenin sol tarafında bulunan "Darzalas" şarap evini tercih ettik. Eski bir evin şarap kavını restoran haline getirmişler, ortam çok güzel, mutfak başarısız, müzikler güzel (ender sakin Bulgar ezgileri), fiyatlar ehven (beş kişi şaraplı, mezeli, et yemekli hesap 80 leva, kadeh şarap 3, yarım kilo şarap 5, litrelik şarap 10 leva (bu arada gelen sofra şarabı güzel, yemekten sonra ikram ettikleri kuru üzüm aromalı şarap daha da güzeldi)). Ambiyansı için önerebilirim, karnınız aç değilse daha da öneririm. 
Darzalas Şarap Evi

   Varna yakınlarında (hemen çıkışında) bulunan Aladzha Manastırı, yarım günü ayırabileceğiniz ilginç bir yer. Hristiyanlığın ilk dönemlerinde keşişlerin kayalara oydukları bir manastır, AB'den gelen fonlarla güzel bir müzeye dönüştürülmüş. Giriş 5 leva. Hoş bir peyzajın çevrelediği girişi geçince kayalara oyulmuş manastıra ulaşıyorsunuz. Pek etkileyici değil ama yukarıdan ağaçların üstünden Karadeniz'i görmek, insanda hoş duygular uyandırıyor. Manastırın haziresi ana yapıdan 600 metre uzakta. Küçük bir patikayla ulaşılıyor. Mezarlık görmeye değmez ama yol pek etkileyici. Yaşlı ağaçların çevrelediği, gökyüzünün güçlükle görülebildiği, sessiz sakin bir patika. Müzenin çıkışında bulunan ilginç ahşap bir mimarisi olan sergi evinde satılan hediyeliklerden ağaç oymaları, hediyelik olarak akılcı bir alternatif. Fiyatları da magnetten biraz pahalı (5 levadan l0 levaya kadar). Manastırın çevresinde rota mesafeleri tabelalarda belirtilmiş yürüyüş rotalar var. Trekkingcilere duyurulur.
Aladzha Manastırı

Manastırın Girişi

Kayalara oyulmuş yaşam yerleri

Kayalara oyulmuş yaşam yerlerinin devamı

Yukarıdan Karadeniz

Uzaktan görünüm

Mezarlık Yolu
   Bir başka akşam yemeği için tercihiniz : kaldığımız otelin hemen yanındaki Fame Cafe olabilir. Minimal dekoru, iddialı mutfağı, makul fiyatları, kulak tırmalamayan müzik seçimi ile karın doyurmak ve vakit geçirmek için ideal bir yer.
Fame Cafe
   Şehir merkezinde 24 saat açık kumarhaneler var. Bunlar emniyetli, sıcak, yeme içmenin bedava, sigara içmenin serbest olduğu cazip yerler. İçeridekilerin çoğunluğunu Türkler oluşturuyor. Hepsinin gözünde hipnotik bir bakış, gizli bir tutku; bu steril dünyada ömür tüketiyorlar. Dünyadaki tüm örneklerinde olduğu gibi buradakilerde de müşteriyi/müptelayı bulunduğu yere tutsak etmekteki tüm gizli/açık yöntemler uygulanıyor. Altı saatte bir yapılan çekilişler, her gün gittiğinizde (size verilen karta) yüklenen açıktan krediler, penceresiz (dolayısıyla vakitten azade) atmosfer, adrenalini yükselten playlist, loş ışıklar, mini etekli güleryüzlü hostesler, krupiyeler ve daha neler. Yarım saat zor dayanabildim. 


Tek kolluların tutsakları.
   Akşamları ıssızlaşan sokakları, ortayaşlı vatandaşların ilginç bir karamsarlıkla boşluğa baktıkları bankları, yaşlı ağaçları, temiz caddeleri, gıcık taksi şoförleri, makul ötesi fiyatları, iddiasız mutfağı, acar araba hırsızları, gereğinden fazla şekerli dondurmaları, asık suratlı gümrük memurları, pek az görebildiğimiz roman vatandaşları ile Bulgaristan'ı ne sevebildim, ne sevemedim. Gittiğim yerlere yazın gitseydim kesin daha farklı hissederdim ama Ekim'de Bulgaristan böyle işte. 
   Gitmeye niyetlenenlere bir nebze faidemiz olduysa ne mutlu bize !