27 Haziran 2015 Cumartesi

"Mad Max, Fury Road" Dur Durak Yok !...

   Sinema sanatını sevenler gitmeyebilirken, sinemayı sevenlerin kaçırmaması gereken filmdir. 
   Dile kolay otuzaltı yıl kadar önce Medmeksi çeken Corc Millır, devam filmlerini de çekmişken (herhalde teknik yeterli seviyeye gelmiş olmalı diye düşünmüş olacak ki) böyle bir projeye imza atmış. 
   Filmi merakla beklememe karşın, iki boyutlu gösterimleri rahat salonlarda izleyebilmek adına Bay Meks'i izlemeyi düne kadar erteledim. İşte yoğun geçen bir haftanın sonunda oturdum tenha salona başladım Bay Millır'ın 36 yıl sonraki re-make'ine. Filme başlamadan önce zihnimde filme ait olmayan türlü düşünce vardı, kafamdaki kırk tilki, kuyrukları birbirlerine değmeden fırfır dönüyorlardı, inceden gece nasıl uyuyacağım diye düşünüyordum. Film bittiğinde zihnim klorakla yıkanmışçasına pırıl pırıldı. Kanımı biraz sulandırdıktan sonra da kuzular gibi uyudum. 
   Senaryoyu da yazmaya yardımcı olan Bay Millır, bu kez herhangi bir açıklama yapmadan, giriyor aksiyonun göbeğinden, tüm film boyunca pek az diyalog izleyerek, bol bol aşırı modifiyeli araçların takibini izliyor, "bu sahneyi nasıl çekmişler ?" diye hayretlere garkoluyor, çok az yerde diyaloglara kafa yoruyor, iki saatin nasıl geçtiğini anlamıyoruzdur.
   Sinema zenaati açısından çok güzel bir iş olduğunu söyleyebilirim. Fakir post-apokaliptiğin hastasıdır. Daha önceki Medmeks serilerini kaçırmadan izlemiş, arşive almış, bazılarını bir kaç kere izlemiştir. Bu işi de bir kaç kez izleyeceğimi kuvvetle sanıyorum. 
   Beyaza boyalı, savaş çocukları (ki önceki serilerde aynı şekil, farklı fonksiyon olarak zuhur etmişlerdi), Immortel Joe (ki ilk filmde "parmakkoparıcı" olarak vardı (36 yıl sonra aynı filmde yine kötü adam olmak !)), aşırı modifiyeli araçlar, 120'den aşağı düşmeyen bir nabız, Namibya çöllerinin minimalist atmosferi, felaket bir sanat yönetmenliği (olumlu açıdan), ve daha neler.
   Velhasıl, kafayı boşaltmak için iki saate ihtiyacınız varsa, (mümkünse sinema salonlarında (çünkü keyfi öyle çıkıyor)) izlemenizi öneririm. Elbetteki sabi sübyanla olmaz.

25 Haziran 2015 Perşembe

"Metaforla Saadet Olmaz" Çok üst düzey, akademik geyik !

   Koskoca iki profesör, konular muhtelif : Üniversite, Duygularımız, Yalnızlık, 12 Eylül, Kutsallık ve diğerleri (her halûkarda ağır mevzular), konuşanlardan biri psikiyatri diğeri felsefe alanında uzman. 
   Şimdi böyle yazınca, didaktik ve sıkıcı bir şeyler bekliyor kâri. 
   Kazın ayağı hiç öyle değil.
   Bölümler "on the record" tekniğiyle canlı canlı kayda alınmış ve ufak tefek nokta sansürleri dışında olduğu gibi dikte edilmiş. Cengiz Hocanın üslubu nasıl "Hacı İvat"vâri ise Ahmet Hocanın üslubu öylesine "Karagöz"î. Öylesine bir noktadan topu önlerine alıyor ve karşılıklı sektiriyorlar. Lakin bu sektirme, tekdüze sıkıcı bir sektirme değil. Okudukça okuyası geliyor insanın. Tam "hımm mevzu derine gidiyor" derken, hop Ahmet Hoca tuvaletinde bulunan kum torbasından bahis açıyor. Tam Cengiz Hoca'dan, ateşin bulunmasının insan kronolojisindeki önemini kavrarken (ki bu yaşıma dek bunu nasıl öğrenmediğimi yeterince çok okumamama bağlıyorum. Bu arada kitaptan öğrendiğim işbu malumatı satarak füruşluğumu tescilliyorum : ateşin keşfiyle besinlerin çiğnenmesi kolaylaşmış ve çene küçülmüş, çene küçülünce boşluğu beyin doldurmuş ve zihin kapasitesi artmış. Yaa !), Ahmet Hoca'dan "Sandıklılı Japoncası" konusunda darbeli bir bilgi alıyoruz (vuaaa). 
   Konular hakkında yazması, okumasından zor. Altını üstünü çizdiğim bir çok sayfalar var. Bazılarını altta yazdım. Ama bunlar cımbızla seçilmiş satırlar, tümünü okumanın verdiği hazzın yerini tutmaz.
   Konuşmaları derleyen isim tanıdık. Muktedirlerin belalısı Emrah Serbes (ki bu ağ güncesinde kitaplarını tanıtmış idik (ki kendisi sokağın dilini ustalıkla kullanır ve sıradışı bir kafası vardır)). 
   Her türlü okunur. Yolda, tatilde, okuma ışığında, alacakaranlıkta, sıkıntılıyken, neşeliyken, bilgi açlığında, ensede boza pişmesi halinde her türlü yani. 
   Bilindik kavramların akademik (ve fırlama) yorumunu idrak için ıskalamamanızı öneririm.
"Freud ruhsal açıdan sağlıklı olmanın üç ölçütü olduğunu söyler. Çalışabilen, sevebilen, gülen (elbetteki Fethullah olmasına gerek yok (bu benden))."

"Ben telkinle, öğütle adam olan birini görmedim."

"Başın bağlı bile olsa, mühim olan ruhunda bakir alanlar bırakıp bırakamadığındır. Modern evliliğin işkencesi de buradan kaynaklanıyor. Karşı tarafa hiç bakir alan bırakmadan tüm ruhunu kaplamaya çalışıyorsun. Evlilik bu noktadan çözülüyor, hem yaşam alanı olarak hem de ruhsal olarak karşı tarafa alan bırakmıyorsun."

"Bir misyona gark olduğunda, o zamanla bütün varlığını sarmaya başlıyorsa, psikolojik açıdan benim ilgi alanıma girmeye başlıyorsun demektir. En çok mizaha konu olabilecek insanlar da bunların arasından çıkar. Bütün dünyaya ancak davasına hizmet ölçüsünde değer veren bir adam, mizah üretemez. Hatta bir aşamadan sonra yaptığı işin sorgulanamaz olduğunu da düşünmeye başlar. Bu despotluk geleneğine bağlanabilecek bir yaklaşım. Benlik ihtiyacı, takdir edilme ihiyacı çok yüksek bir insanın mizaha tahammülü olabilir mi ? Politikacıların kişiliğini test edecek en güzel yöntem de bu. Mizah, bilinçdışına giden kral yoludur." (aklıma nedense "uzun" düşüyor)

"Tasakong, yüng, yeng"

24 Haziran 2015 Çarşamba

"Kumiko, the Treasure Hunter" Zor ama değer.

   Önceden yazayım da günah benden gitsin. Ağır bozuntu (spoilerle işim olmaz) içeren bir tanıtım yazısı olacaktır, ona göre.
   Kumiko, kafayı "Fargo" ile bozmuş ve hafiften balatayı sıyırmış bir çıtıpıtı kızımızdır. Kumiko'nun patronu ve annesi Kumiko'dan iki tık daha delidir. Kumiko, Tokyo'da yaşar. Onu, dünyevi planlar konusunda zorlayan annesiyle üstünkörü konuşmalar yapar, patronunun çayına tükürüp tükürmemek arasında kalır, tavşanı "Bunzo"yu besler, çıtır arkadaşlarının makyaj, erkek arkadaş türü pek yüksek felsefi sohbetlerine takılmaz, kariyer ve sosyal hedefleri yoktur, üstüne başına pek dikkat etmez. Kumiko, kafayı "Fargo"nun sonunda Stivbuskemi'nin karlara gömdüğü paralara takmıştır. Gece gündüz planlar yapar, tasarladığı haritaları kanaviçe yapar. Fırsatını bulduğunda ise soluğu Fargo'da alır. Yeni dünyada pek dil bilmeden, cebinde sadece şirketin (bir süre sonra geçersiz olacak) alıntı (çalıntı değil) kredi kartı, überfantastik haritası, süperkuntastik muhayyilesi ile başlar Fargo'nun meşhur deri çantalı çil çil dolarlarının peşine düşmeye. Olaylar gelişir.
   Fargo filmine müptela (her yıl bir kez izlemişliğim vardır) sinefil bir insanım, filmin sonunu zor getirdim. Kumiko, o kadar geç idrakli o kadar sığ bir portre çiziyor ki, filmimiz (esaslı bir senaryosu olmasına karşın) o kadar durağan akıyor ki, ilk 90 dakikaya yarı katatonik giriyoruz ve finali o ruh haliyle izlediğimiz için pek algılayamıyoruz. Final, sığ izleyici için (ama aşırı sığ olacak) pek güzel. Sığ olmayan izleyici için pek trajik. Bir de hasta ve dikkatli sinefil için final yorumu var ki tadından yenmez. 
   Fakir, filmin sonunda iyiden iyiye yarı fermente taze şarap formunda olduğundan, finali sığ olmayan izleyici donunda "hımm, kötü oldu." şeklinde yorumladı. Altı saatlik uykudan sonra aklım başıma geldiğinde ise çaktım dalgayı (içimdeki dikkatli sinefil hortladı). 
   Son sahnelerde Kumiko'nun film boyunca izlediğimiz ebleh suratı nasıl da pamuk prenses kıvamına gelmişti. O dakikaya kadar soğuğu iliklerimizde hissettiğimiz topoğrafya nasıl da "winter tales" görünümüne bürünmüştü. Kumiko'nun sırtındaki kadidi çıkmış, leş gibi yorgan, nasıl da bir gerçeküstü kahraman pelerinine dönüşmüştü. Renkler canlanmış, karakterler (daha doğrusu karakter) cilalanmış, evvet adeta bir holivut filmi kıvamına gelmişti son sahneler. 
   İşte filmin (bence) tüm başarısı son sahnelerin, filmin tümünden farklı olmasında yatıyor.  Gerçek ve sinemanın farklılığı, kendini burada gösteriyor. Burada, sinemayı fazla ciddiye alanlar mı eleştiriliyor, yoksa hayatı fazla ciddiye alanlar mı ? Şimdilik çözemedim. Hayırlısıyla sonraki izlemelere. (iyi ki izler izlemez silmemiş, üstüne bir uyku çekip, düşüncelerin hizaya girmesini sağlamışım).
   Velhasıl; bu gözle izleyecekseniz izleyin, yok derdiniz güzel vakit geçirmekse : yanına yaklaşmayın.

23 Haziran 2015 Salı

"Gizli Bilimlerin Serüveni" Prof.Tez'den bu sefer karanlık sulara...

    Daha önce malumatfuruşluk anlamında bir çok eserini yalayıp yuttuğumuz Prof.Zeki Tez, bu kez karanlık sulara kulaç açıyor. 240 sayfalık, büyük sayfalı, küçücük puntolu bu kitap; büyü-sihir-inanç-boşinanç-gizemcilik üstüne okuru bilgi bombardımanına tutuyor. 
   Konu hakkında yazılmış ne kadar çok kitap olduğunu okurken anlayacağınız, uzun süre okunamayacak kadar fazla bilgiyi ardı ardına veren, ancak bunu yaparken kimi zaman hafakanlar bastırma kapasitesi olan kitaptır.
   Ergenliğin başında; satanizm, metal müzik, astral seyahat gibi ekstrem (ne işim olur ekstremle) uç kavramlarla ilgilenen insan kişisinin eline tutuşturduğunuzda, bu konuların öyle internetten öğrenildiği kadar basit olmadığının idrakine varması için, her ergen ebeveyninin kütüphanesinde bulundurulması elzemdir. 
   Bunun yanı sıra; aklınıza bu konularla ilgili bir soru işareti takıldığında, başvuru kitabı olarak da kullanılabilir. Lakin; başından başlayarak takip edilerek okunacak bir eser değildir. 

22 Haziran 2015 Pazartesi

"Diriliş" King'den modern bir Frankenstein.

   Bay Stiivın önceki kitabı "Bay Mercedes"te her ne kadar çuvalladıysa da, bu kitapta eski performansını yakalıyor. Bayan (ve King kitaplarında pek başarılı) Canan Kim'in özenli çevirisi mi (yarenlik yapmak" diye bir deyimi aktif olarak kullanmasını alkışlıyoruz) kitabın akıp gitmesi, yoksa King'in yazma yeteneklerinin geri dönmesi mi ? bilmiyorum ama kitap sular seller gibi akıp gidiyor.
   Elektrikle iştigal eden bir rahip eskisinin, balataları sıyırarak "deli profesör" yahut "Dr.Frankenstein" donuna girmesi anlatılıyor kitapta. Daha önceki romanlara atıflar (ki alışığızdır böyle trüklere), başka kitaplardaki karakterler (ki buna da aşinayızdır) yok. Tamamen yeni karakterler, yeni bir kurgu. 
   Eroin bağımlılığı, delilik ve müzik yapma konusunda ciddi etüt yapılmış (ki Bayan King'in oğlu bunlardan en az biri hakkında detaylı tecrübe sahibidir), bu olgular da okura güzelce yedirilmiştir. Yazarımız en süpersonik romanlarında olduğu gibi bir hayat hikayesi paralelinde; şimdiye kadar yazdığı en karamsar ve kötü sona sahip romanını döktürmüştür. Her King romanında olduğu gibi protagonist, antagonist, yardımcı karakterler; okuyucunun gözünde kanlı canlı görünmekte, diyaloglar hiç sıkmamakta, olay örgüsü bir sonraki sayfayı merakla beklettirmektedir. 
   Bazı kitaplarında okurda ciddi hayalkırıklığı yaratan Mr.Stiivın; bu kitapta eski çapını yakalamışa benzemektedir (hayalkırıklığı yaratan romanları başkasına yazdırdığına dair ciddi kaygılarım var.). 
   Karamsar sonlara tahammülü olan her King müptelasına öneririm. İki (bilemediniz üç) günde biter.

21 Haziran 2015 Pazar

Hayat ve Ölüm Üzerine.

   Mezarlar çöküyor bir süre sonra. Kimisi bir kış, kimi iki kış sonra. Üç dört yılı bulanlar var (mezar yapıcısı söyledi). 
   Altı ay içinde hem Babacığımı, hem Anacığımı yirmişer metre aralıklarla defnettik. İlk zamanlar "nasıl tahammül edebileceğim" noktasından fotoğraflarına azıcık bakma aşamasına geldim. Zamanla kaybı dışsallaştırabiliyor bünye. Yine de kabirlerin başına gidince insanın içine bir boşluk düşüyor. 
   Yaşanan yer ve kabristan arası uzak olunca (504 km.) ziyaretlerin arası uzuyor. Mutlu bir vesileyle gidilse de o yerlere, kabrin başında tutamıyor insan gözyaşlarını. Biliyorum hep bencillikten ama bencilliğin sonu yok. Babacığımın mezarı çökmüş, ayakucundaki taş göçüğün içinde kaybolmuş. Mezar yapıcısı içbükey halinde gömülen, yapılmış mezarlar olduğunu söyledi. Toprak, içinden çıkanı yine içine alıyor.
   Dönüş yolunda bir telefon konuşması. Ölüm, yine hayatımıza bodoslamadan olmasa bile kıç omuzluktan bir darbe vuruyor. Henüz tanıyalı iki yıl olmuş, sofralarında bulunduğumuz, sofralarımızda bulunan, tanıyacak, söyleyecek, yaşanacak nice zamanlarımız olduğunu düşündüğümüz iki arkadaşımızdan biri artık yok, diğeri ise bir haftadır yoğun bakımda. Kan bağı olsun, olmasın ölümün böyle aniden zuhur etmesi üzerine neler hissedilebilirse onu hissediyorum. Bir yokluk, bir boşluk. 
   "Ölümün olduğu yerde daha ciddi ne olabilir ki ?" diye bir aforizma kalmış aklımda. Günlük kaygıların (Anacığım "gaile" derdi) peşinde işçi karıncalar gibi koşuştururken, hiç ölmeyecekmişiz gibi koşuştururken, hayata değer katan ölüm zangadank giriveriyor rutinimize. Külahımızı önümüze alıp düşünmemizi sağlıyor. 
   O kadar ince pamuk iplikçiklerine bağlı ki hayatımız, hayatta olabildiğimiz her ana şükretmek gerekiyor. Yaşadığımızı zannettiğimiz sorunlar o kadar hafif ki, meseleyi büyütmek : adeta çocukluk yapmak. 
   Tüm dinlere eşit mesafedeyim ama duanın gücüne inanıyorum. Şunu da gördüm ki, bir noktadan sonra insan hüneri yetersiz. Tıp, elinden geleni yapıyor, sonrası ise kişinin dirayetine ve Yaradanın iradesine kalıyor. İtikadımca, arafta kalan dostumuz için dua ediyorum. İşe yarayacak mı, yaramayacak mı bilmiyorum. Ama elimden gelen tek şey bu. 
   Unutmayalım, ölüm var.

11 Haziran 2015 Perşembe

"Hayal Et Hikayeleri" Hayaletler, iblisler, kurtadamlar, cadılar ve daha neler...

   Elliye gelip dayanmama karşın fantazya ve korku seviyorum. Elimde olan bir şey değil.
   Edebiyatımızda kadük bir sınıftır. Bu türdeki okuma açlığımı şimdiye dek Stephen King ile gideriyordum. Bu konuda ülkemde yapılan denemeler ise şimdiye kadar fakiri cezbetmedi. Amma iş bu kitabın kapağı (Bay Korkut Öztekin'e alkışlar) her nedense havsalada olumlu etkiler uyandırdığından, aldık okuduk.
   13 öyküden mürekkep kitabımızda iblisler, ifritler, burcunu ameliyatla aldıranlar, BBG evi müdavimlerine iptila hayaletler, Dünya Ticaret Merkezi üstünde çiftleşen sinekler ve elbette favorim : Hadım Demir Efendi var.
   Özellikle Demir Efendi'nin balyoz takırdattığı öyküler pek hoşuma gitti. Almanya, Türkiye ve Moğolistan'da geçen öyküler, içerikleri kadar işlenme şekliyle de dikkati çekiyor. Finalini okura bırakan bir yapıları var. Muhayyileyi çalıştırır.
   Vampirler, cadılar, ruhunu şeytana satan insankişileri gibi kimi kavramlar batılı bakış açısına göre değil, öz be öz yurdum bakış açısına göre oluşturulmuştur. Misal : teferruatlı bir şeytan çağırma ayinine icabet eden Diabolos, adamımıza "Hayırlı akşamlar yeğenim. Buyur, sen mi seslendin bana ?" diye sormakta. Bu da fakiri gülümsetmektedir.
   Bay Başekim, yarattığı karakterlerin en gözalıcısı hadım Demir Efendi'nin başrolde olduğu başka bir kitap da yazmıştır (ki bulunup okunacaktır). 
   Hülasa; korku ve fantazya edebiyatına mutedil yaklaşıyorsanız kaçırmayınız. Yerelle evrenselin entegrasyonunu merak ediyorsanız da kaçırmayınız. Yolda, şezlongda, metrobüste, uyumadan önce her türlü okunur.

9 Haziran 2015 Salı

"Sıska Bacaklar" Tom Robbins'ten Yine Eğlenceli Okumalar.

Boyalı sopa, sedefli deniz helezonu, fasulye konservesi, gümüş tatlı kaşığı ve kirli çorap.
  Yan yana yazıldıklarında bile zihne bir hoşluk verebilecek bu nesneler, iş bu kitabımızın başlıca karakterlerindendir. Bunun yanı sıra, BM binasının karşısında ortak bir restoran açan İsrailli Spike ve Arap Abu. Sıradışı sanatçılarımız Ellen Cherry ve Boomer da arz-ı endam etmektedirler. 
   Karakterler böyle renklerden oluştuğunda, kitabımızın neleri dürtüklediğini çıkarmak için dedektif olmaya gerek yoktur. Bay Robbins, genele geçere (sanat, günlük kaygılar, göbek dansı vb.) çaktığından beş misli kadar din ve siyasete gönderiyor veryansınlarını. Lakin bunu öyle gülümseterek yapıyor ki, mütedeyyin okur dahi gülümseyerek okuyor satırları.
   Konuyu anlatması okumasından zor. O yüzden merak edenler açıp okusunlar efendim. Sadece "yolunu bulmaya çalışan iki sanatçının öyküsünü" değil, çok daha farklı sulara yelken açmış dalgacı bir edebiyatın sayfalarını da aralayacaksınız.
   Dikkatinizi toplayabilmişseniz bir Tom Robbins kitabını okurken sıkılmanız ya da uykunuzun gelmesi; toplumun %60'lık dilimine dahil olduğunuzu gösterir ki; bu durumda kitabın sonunu getirmenize hiç gerek yoktur. Doğrudan televizyona bakakalabilirsiniz (çok geç). 
   Kitap hakkında yegane eleştirim : konunun, ortalardan itibaren feci halde dağılmasıdır, yaklaşan sabotaj mı, restoranın başarısı mı, esrarengiz göbek dansçısının kimliği mi nereye odaklandığı belirsizdir. Ama bütün bu detaylar, TR müptelalarını, sayfaları çevirmekten alıkoyamamaktadır. Robbins kitaplarına yeni başlayanlar için ise, mis gibi bir okuma rehberi yazmış idik. Bir zahmet onu okurlarsa, hazmı kolay olur (işkembe çorbası mı bu arakolpa ?)
   Uzatmayalım sevgili okur ! Adamımıza aşinaysanız alır okursunuz, değilseniz ve din konusunda ufuk açmak isteyenlerdenseniz yine alır okursunuz, kitap okumayı seviyorsanız yine alır okursunuz. Her türlü yani.
Kitaptan altını çizdiğim bazı satırlardan seçmeler :
"...... çürütür; tıpkı siyasi inançların ahlakı, dinsel inançların da ruhu aşındırması gibi."

"İnsanlar küçükken bebek arabasına konularak itilip kakılırlardır. Yaşlandıklarında da tekerlekli sandalyeye konularak itilip kakılırlardı. Bu ikisinin arasındaysa sadece itilip kakılırlardı."

"Yaradana duyulan özlem Homo Sapiens'in içinde vardır. Yaradan'a ruhlarımızı genişleterek ve beyinlerimizi aydınlatarak yaklaşırız. Bu iki şeyi hızlandırmak bizim varoluş misyonumuz belki de.
   İyi ve güzel. Ama böyle bir etkinlik, ticaretin ve siyasetin özlemleriyle çelişir. Siyaset bi hakimiyet kurma bilimidir ve ruhunu genişletme ve aydınlanma sürecine giren kişilerin, denetim altına alınmalarının zor olduğuna dair kötü bir ünleri vardır. Bu yüzden siyaset kazanılmış hakları korumak amacıyla, dini çok uzun zaman önce gasp etmiştir. Krallar rahipleri arazi ve ziynet vererek satın aldılar. Onlar el ele verip karanlık havuzları boşalttılar ve onun yerine balık havuzlarını koydular. Balık havuzlarının duvarları cehalet ve boş inançlardan yapılmış, birbirlerine korkuyla tutturulmuştu. Bu havuzlara "sinagog", "kilise" ya da "cami" dediler." Bu alıntıyı daha iyi anlamak için o bölümü tümüyle okumak gerekir ama ben yazmaya üşendim.

"Din, kurumlaşmış mistisizmden başka bir şey değildir. Bu işteki bit yeniğiyse şudur. Mistisizm, kurumlaşmaya hiç elverişli değildir. Mistisizmi örgütlemeye çalıştığımız anda onun özünü yok ederiz. Öyleyse din, mistikliğin yok edildiği, yahut en aza indirgendiği mistisizmdir."
"Hayat bu kadar ciddiye alınmayacak kadar ciddi !"

"İyiyle kötüye ilişkin mutlak standartları savunan herkes tehlikelidir. Elinde dolu bir tabanca bulunan bir manyak kadar tehlikelidir. Aslında, iyiyle kötüye ilişkin mutlak standartları savunan kişi, genel olarak, eli tabancalı manyağın ta kendisidir."

"Eğer Tanrı yahut ülke adına işleniyorsa, ne kadar iğrenç olursa olsun, kamuoyunun bağışlamayacağı hiçbir suç yoktur."

".. yani, ötüki dünyadaki yaşamı vurgulamak, yaşamı inkar etmektir. Kafayı cennete takmak, cehennemi yaratmaktır."

   "Din, Tanrının elini kolunu bağlama girişimiydi. Tanrı, sonsuza dek akan, ebediyen hareket eden, kayan bir biçimdi. Onun doğası buydu. Mutlaktı gerçekten de; mutlak mobil, mutlak aşkın, mutlak esnek, mutlak gayrişahsi. Onun tanrı ve tanrıça yönleri vardı fakat onun erkekliği ve dişiliği, yıldızlığından ya da tornavidalığından daha fazla değildi. O tüm bunların toplamıydı ama bu toplam asla bir tebeşirle kara tahtaya yazılamazdı. Tanrı, tanımlamanın, bilmenin, anlamanın ötesindeydi. Tanrı; yaratmak bölü yok etmektir, demek onun yapılabilecek en yakın tanımıydı. Ama zayıf ruhlar, bön zekalar bununla yetinmemişti. Onlar Tanrıya ille de bir surat takmak istediler. Üstelik ona insanların (öfke, kıskançlık, kızgınlık gibi) basit duygularını yakıştıracak kadar ileri gitmişler ve bir an durup da, eğer Tanrı bir varlıksa, hatta yüce bir varlıksa dualarımızın onu çoktan, fena halde sıkmış olması gerektiğini düşünmemişlerdi.
   Tanrı genişleyen bir şeydi, dinse daraltıcı."

6 Haziran 2015 Cumartesi

Tom Robbins'i Okuma Rehberi.

   Kotkafalıların, at gözlüklülerin, badem bıyıklıların, dogmatiklerin, ırkçıların, fundamentalistlerin ve benzerlerinin uzak durması gereken yazardır. Bu güruha dahil kâriler, yazarımızın bir kitabının girizgahına dahloldukları takdirde "Manallahım, manallahım, çoğacağip" nidalarıyla koşarak uzaklaşırlar.
   Her sayfası ilginç betimlemeler, yaran diyaloglar, hiç oturulmamış yerlerdeki açılardan yapılan tespitler ve elbetteki incelikli (bazan da kalınlıklı) bir mizahla doludur Robbins kitapları. Fakirin gözünde tek eksikliği : sağlam bir olay örgüsünün olmayışı ve çoğunlukla tatminsiz final bölümleridir. 
   Şöyle anlatmaya çalışayım : 
   Kanlıca iskele balıkçısındayız. Masada Can Yücel, Aydın Boysan, Ahmet Hamdi Tanpınar, Cem Yılmaz, Metin Akpınar, Müjdat Gezen, Ferhan Şensoy, Altan Erbulak var (anladınız siz kadrodan, kastetmek istediğim bakış açısını !) Aylardan Eylül (ılık bir Eylül ama), hava yavaştan kararıyor. Fonda İncesaz (ama Dilek Türkan'lı) ve Ezginin Günlüğü (ama Hüsnü Arkan'lı) canlı, unplugged ama kulak tırmalamadan aheste meşkediyorlar. Antreler, ara sıcaklar, balıklar, serpme mezeler; hiç mideyi yormayan, basit görünümlü ama emek ürünü mamuller (topik var, tarama var (bunların nasıl hazırlandığını bilmeyenler, bir zahmet araştırıversinler de; taramanın hasbelkader karıştırma yönü değiştirildiğinde nasıl heba olduğunu öğrensinler), midye pilaki var, kalkan tava var ("Ne vereyim abime !"), bittabi terli bardaklarda aslan sütü var. Neyse işte bu mönü, öyle mideyi yormadan sırasıyla, sohbetle paralel geliyor. Kerahat vakti geçip de yavaştan sabah ezanları okunmaya başlayınca finali ballı yoğurtla yapıp evlere dağılıyoruz. Nedir : şükela bir yemeğin son notası oldukça hafif kalmıştır (cevizli, ballı, muz bile değildir). 
   İşte Tom Robbins kitapları da tam bu hissi verir okura. Dalgacı bir insansanız (ki yazarı tanımlayan en iyi sıfatlardan biridir.) keyifle okuduğunuz kitabın sonunu yukarıdaki haleti ruhiyeyle okursunuz. Olsundur.
   "Parfümün Dansı"nı okuduğumda dedim "- bugüne kadar nasıl olmuş da ıskalamışım.". Hilafsız okuduğum her seferde hep aynı okuma zevkini aldım. Bu kitap, üstadın yazdığı kitapların (haklı olarak) en ünlüsüdür. Diğer eserlerinin aksine sağlam bir olay kurgusuna sahiptir. Gıllıgışlı tespitler, girift konudan sapmalar olmadan iki kanallı ilerleyen bu kitap, kütüphanemin demirbaşlarındandır. Ne zaman kitaplarımı dağıtsam buna kıyamam, hediye ettiğimde ise mutlaka bir ay geçmeden yenisini alırım. Kitap; sonsuz hayata takıp, günümüze yöneltilmiş alaycı bir eleştiridir. Bu minvalde şu anda aklıma geliveren bir eylemse : Alobar'ın yolsuz kaldığında Kudra'nın terliğini yakıp tellendirmesidir (ki ne zaman aklıma gelse, gülümsetir fakiri). 
   Gelelim diğer kitaplarına : Bay Robbins, her zaman aynı frekansı yayınlamaz elbette. Gençliğinde yazdığı kitaplar fakiri sermest ederken, son iki kitabı aynı etkiyi yaratmamıştır. Aslında bunları sadece T.R. okumanın zevkini hatırlamak için okudum. 
   Parfümün Dansı'nı bitirdikten sonra diğerlerini de edindim. "Dur Bir Mola Ver" (TR kitaplarımdaki 2.favorimdir), "Kovboy Kızlar da Hüzünlenir" (filminden uzak durun !), "Ağaçkakan", "Sirius'tan Gelen Kurbağa", "Sıcak Ülkelerden Dönen Vahşi Sakatlar" beklenen frekansta; "Villa Meçhul" ve "B, Bira" frekans altı idi (Evet "Geriye Uçan Yabanördekleri" hakkındaki değerlendirmemi ikinci okumaya bıraktım)
   Dikkatli kâri, yukarıdaki sıralamada "Sıska Bacaklar"ın değerlendirme dışı olduğunu farkedecektir. Evet, bu kitabı okumayı yıllarca (yirmi beş yıl kadar) erteledim. Yazarımızın son yıllardaki okuma haz verme katsayısı düşünce dedim "bunu sotalayayım da, dar zamanlarda okurum, içimi şenlendirir.". İyi ki de öyle yapmışım. Zamanlar pek dar, gülümsenecek şeyler pek kıt. Geçen buldum, aldım (sağolasın Nadir Kitap !). Onbeş gündür hastır hastır kastırmadan aheste okuyorum. İyi geldi (başrolde boyalı sopa, deniz helezonu, fasulye konservesi, gümüş tatlı kaşığı ve kirli çorap var (yeminle)). 
   Velhasıl; uçarı, dalgacı, hayata gülünecek yerlerden bakan bilge kâri kaçırmamıştır (da) kaçırmış olabilenlere önerim, bulsunlar "Parfümün Dansı"ndan başlamak üzere okusunlar. Pişman olmayacaklardır.