27 Nisan 2019 Cumartesi

"Berlinli Apartmanı" Polisiye Sevenlere...

   Takip ettiğim kitap yazan nadir ağ güncelerinden okumagunlugum yazarının önerisiyle edinip (yedire yedire okuyacağım diye kendime söz verdiğim ama başaramadığım (iki günde akşam okumalarında bitti)) okuduğum kitaptır (bu vesileyle kendilerine teşekkür ediyorum).
   Oya, Moda'da bir apartmana taşınır. Olaylar gelişir.
   Konu budur. 239 sayfalık bir ilk roman (polisiyeler için ideal uzunlukta). Dil akıcı, ilk başlarda karakterleri oturtamıyor insan ama olaylar geliştikçe gözümüzde canlanıyorlar. Polisiye. Ancak polisiye olaylar başlayana kadar anlatılanlar o kadar güzel ki (kimbilir belki eski apartman anılarını canlandırdığından (şimdi nerede öyle komşuluklar!)) romanı o açıdan okumak da ilgi çekici.
   Bayan Öz'ün sevgili kızının ilk romanı olmasındandır sanırım, kullanılan dil pek edebi değil (zaten sevmem edebi betimlemeleri) sonraki işlerini de alıp okuyacağız (Tilki,Baykuş,Bakire'de rafta bekliyor sırasını). Sıkı bir polisiye okuru olarak eleştirim şudur: olaylar gelişiyor, ipuçları bulunuyor ve aklımda sıraladığım üç seçenekten en kolay olanı ile satırlar nihayete eriyor. Occam'ın Usturası elbette ki muteber bir ilke, ancak polisiyede değil. Kendi adıma o son sayfalarda şaşırtılmayı pek severim. Bunda öyle olmadı. 
   Agatha Christie Teyze'den, Lawrence Block Amca'ya polisiyelerin anahatlarını çıkartırsak, finalde okurun terse yatırıldığını görürüz. Kimbilir belki polisiye okurları terse yatmaktan mazoşist bir haz almaktadırlar. Bu psikolopatolojinin konusu! Neyse. Sevdiceğim de benden sonra başladı. Elinden düşüremiyor. Polisiye sevmeye hallenenlere ve eski apartman çocuklarına hararetle öneririm.

22 Nisan 2019 Pazartesi

"Aşkın Metafiziği" Şopenhauer'en Aşk Masalları!

 
   96 sayfalık küçücük risalede; (bakın buraları çokomelli!) pipolarını kilit altında tutan, başucunda her daim dolu bir tabanca bulunduran, boynunu berberin usturasına teslim etmeye cesareti olmadığından ömrü boyunca kendi traş olmuş yazarımızın aşk hakkında fizik ötesi açıklamalarını anlamaya çalışıyoruz. Aslında yazıldığı dönemin tüm pozitif bilimlerini bihakkın kullanıp bu olguya yaklaşan Artur Bey'in vardığı nokta Aşık Veysel'imizin vardığı noktayla benzer "seversin kavuşamazsın aşk olur!". Bir önce söylediği de : aşkın temelinde cinsel dürtüler vardır. 
   Kanımca en ilginç bölüm oğlancılığın ele alındığı son bölümdür. Artur Bey, "madem bunun önüne geçemiyoruz, bari kökenine inelim!" diyerek, konu hakkındaki "bilimsel" çıkarımlarını yazmış. Yazdığına göre: çok yaşlı ve çok genç erkeklerin tohumları işe yaramaz olduğundan, doğa kendisine böyle bir çıkış yolu bulmuştur. Nereden bakarsanız elinizde kalmakta.
   Dönemin "bilimsel" bilgileri ışığında aşkın bir tahlilini merak edenler bir göz atabilirler, yoksa vaktinizi harcadığınıza değmez...

"Habemus Papam" Sadece Eskiden Katolik olan Ateist/Deistlere Gelir!

   Papa ölüp de yenisi seçilince Senpiyetro meydanındaki o meşhur balkona çıkıp ilan ediyorlar "Habemus Papam". "Bir Papamız Var!" demek oluyor latince. Nannimoretti'nin filmi de işte böyle bir zamanda başlıyor. Ancak yeni papamızın bir sorunu da vardır. Görevini ve varlığını sorgulamaktadır. 
   İşte bu noktada, katoliklikle ilgili bir kaç bilgi vermek elzemdir. Bu inanışa göre, papa tanrının dünyadaki yansımasıdır. Kararları sorgulanamaz, yanlış yapamaz. Yani seçilmesi bile tanrının bir takdiridir. Bu noktadan sonra yapılacak bir değişiklik yoktur (elbette katoliklikte yanlışlıkla seçilen kadın papalar bile vardır ama konumuz bu değil). Ancak filmimizde papamız, kendine inanan bir milyar insanın aksine pek de emin değildir, bulunduğu konumdan. Varlığını Vatikan'ın kasvetli odalarından ziyade Roma tiyatrolarında arar. 
   Filmimiz, kimi zaman ağır çekimler ve gereksiz diyaloglarla uzatılmış da olsa, katolik inancına ciddi bir eleştiri getiriyor. Yönetmen bey aynı zamanda psikiatristi de oynamış (ki ahir ömründe gördüğüm en anlaşılır italyancayla konuşmaktadır). 1949'da başlayan oyunculuk serüvenine hala devam eden Mikelpikoli, bîkarar papaya pek yakışmış. Ancak İtalya gibi katolikliğin kalesi olarak görülen bir yerde bu filmi çekmek için hem cesaret, hem de eleştirilen sistemin ciddi bir toleransı olması gerektiğini düşünüyorum. Yoksa aynı şeyi güzel ve yalnız ülkemde yapsanız, sonuçları pek iç açıcı olmayabilir. Neyse...
   Geçmişte inançlı bir katolikseniz daha ilgilenerek izlersiniz, değilseniz izlemeseniz de olur...

21 Nisan 2019 Pazar

"Türkiye'nin Yakın Tarihi" Tarihçi Gözünden Popüler Tarih!


   240 Sayfada, anayasa tarihimiz ile başlayan yakın tarihimiz üzerine notlarla devam eden, Türkiye'nin dış politikası ile finale yaklaşan, tarihten miraslar ve eğitim sistemimiz ile biten bir kısacık tarihi dökümü okumak isteyenlerin başvuracakları kitaptır. Yazarımızın titri belli, bu sıfatla ele alıyor konuyu. Haliyle, yaptığı kıyaslar, tespitler oldukça ilginç özellikler taşıyor. İlber Hoca'nın kitaplarını ikiye ayırmak mümkün akademik ve popüler olanlar. Kitabımız popüler olup, kitlelere tarihi sevdirmek amacıyla yazılmış. Bu uzunlukta bir tarihi kesiti 240 sayfada özetlemek değil özetin özetini çıkarmak dahi oldukça zor. Nedir: yazarımız bunu kendine özgü bir üslupla gerçekleştirip, madde madde çıkarımlarını yazmıştır. Nereden bakarsanız ilginç bir deneyim. 
   Kendi adıma altını üstünü çizip, bu konularda daha derinlikli okumalar isteğine kapıldığın bir çok dönem oldu. Zannediyorum kitabın asıl amacı da bu! Hamasi değil gerçekçi durumlardan (misal:Almanya'nın Malazgirt savaşından taa 500 yıl önce Germenleştirilmesi!) yakın tarihimize dair somut tespitleri okumak için başvurulmalıdır. Ayrıca kuru bir tarih derlemesi olmayıp, renkli bir dille yazıldığından (bir yerde "zaten argonun etimolojiyi bilmek diye bir kaygısı yoktur" demesi güldürdü fakiri); okunması her yerde mümkündür. İlla ki sessizlik, okuma ışığı falan gerektirmez. Öneririm.

"Bubba Ho-Tep" B Sınıfı Güzel Film!

   Kral (afişe bakınca kim olduğunu  şıpınişi anlarsınız) , paradan/ünden/kadınlardan /uyuşturuculardan sıkılınca yerini bir taklidi ile değiştirir. İşler yolunda gitmez. Kendini bir bakımevinde bulur. Kendini JFK zanneden bir arkadaşı ile birlikte bakımevine dadanan bir mumyanın hakkından gelmeye soyunurlar. 
   Nereden baksanız akıllara zarar bir senaryo. Tüm çekimler, efektler, makyajlar, ışıklar, kurgu, replikler, kast (düşünün başrolde efsanevi B film kültü Bruskempıl var), yönetmen (Bay Koskarelli hep B tipi filmler yönetmiş), ilk çıkan yazılardan film bitince çıkanlarına kadar basbas bağırıyor "Ben B tipi filmim" diye. Olsun. 
   Başından sonuna kadar tahmin ettiğiniz senaryo sizi hiç bir şekilde şaşırtmıyor. Buna rağmen filmin kendi içinde bir hoşluğu var. Bütün o klişelerin içinde bazı mesajlar var ki, insanın zihnine (kimi yerlerde yüreğine) dokunuyor. Hayatın beyhudeliği, pişmanlıklar, "keşke"ler ve daha neler. Değişik bir tat, bir dokunuş denemek isteyenler bir göz atabilirler...

14 Nisan 2019 Pazar

"Gizliajans" Yavaşça Okunamayan Kitap!

 
   Bilgilenmek, çoğalmak için yapılan okumalar biraz fazla gelince; fakir hemen zihni pırıl pırıl eden okumalara yelken açar. Bu minvalde, Bayan Canıgüz'ün sevgili oğlunun 2008'de yazdığı (ve nasıl olduysa gözden kaçırdığım (ne ayıp!)) Gizliajans'ına "bir haftadan önce bitirmeyeceğim" diyerek başladım. Bir günde bitti...
   Dünyanın şahsına karşı kurulmuş bir komplo olduğuna inanan genç ve avare metin yazarı Musa, Gizliajans'ta (bildiğiniz reklam ajansı) işe başlar. İşler gelişir.
   Doludizgin bir tempo, hepsi birbirinden ilginç karakterler, altı çizilecek bir sürü aforizma, yükselen tansiyon ve final. Kitabı okurken sündürmek imkansız. Ankara'nın ani yağmurlarındaki Kuğulu alt geçidi debisi gibi gürül gürül akıyor. Sohbet aralarında dahi kaldığım yerden aynı hevesle açtım okudum. AVM'lerdeki koca koltuklarında (bilen bilir o trajediyi!) okudum, (yazardan ve okurlardan af dileyerek) def-i hacet giderirken okudum ve uykumdan çaldığım geç vakitlerde pattadanak bitti (biraz daha uzayaydı iyiydi).
   Roman; Kaan Sezyum, uzaylılar, Nikola Tesla, Prensçarls'a doğru uzanınca hayli güldürdü. Zaten romanın genelince dudakta gayri ihtiyari bir tebessüm oluşuyor. Gündemden kaçmak, zihni boşaltmak, okuma yapınca mutlu olmak isteyen kârilere hararetle önerilir...

Hamiş : "Biz ayrı dünyaların insanıyız" repliği bundan daha iyi oturamazdı başka yere.

12 Nisan 2019 Cuma

"Hellboy" Ben Yandım Siz Yanmayın!

 
   Filmden çıkalı yarım saat oldu, unutmadan başlayalım yazıya. 
   Gitmeyin bu filme, paranıza zamanınıza yazık. Nasolsa bir süre sonra malum ortamlara düşer. O zaman bile zamanınıza yazık etmeye devam eder. Öylesine kötü ki.
   Süper kahraman filmlerini yazmamaya çalışıyorum ama helboy başka! Bir kere yakışıklı, iyi kalpli, süpersonik kıyafetler giyen bir tip değil. Fıtratı kötü ama içinde bir iyilik de var. Serinin birinci ve ikinci filmleri arşivimde. Hepsini üç kez filan izlemişimdir. İlkinin depresif atmosferi, ikincisinin ise ilk filme ilaveten verdiği ana fikir (doğanın içine eden insanoğlunu buharlaştırmaya hallenen elflere mücadelesi, en ekolojik canavara karşı diklenmesi, giyermodeltoro'nun ince işçiliği vs.) hep fakiri içine çekti.
   Bu hafta vizyona girince ilk gün tenha bir salonda gittim. Gitmez olaydım. Televizyon dizileri yönetmeni ve üçüncü sınıf bir kastla (milacovoviç'i tenzih ediyorum ama o da pek bir şey yapmamış yani!) güzelim bir efsanenin üstüne büklüm büklüm bırakıp film sonrası sahnelerle bir de tüy dikmişler. 
   Konu beylik : helboyumuz yine insanlığı kurtarmakla fıtratını seçmek dilemmasını çözmeye çalışıyor. Konunun işlenişi ne bir zerafet, ne bir incelik, ne bir akış, ne de bir mantık barındırıyor. Şiddetin zuhurunda adeta bir gore filme kayan sahnelerse sinefilin zerre umurunda olmuyor. Yan karakterler yok gibi. Ranpörlmın'la monoblok olmuş bir karakteri, ortodontik sorunları olan (evet puroyu bırakmış ama çirkin ve itici) salyalı bir tv dizisi oyuncusuna vermek ne demek bilemiyorum. Yönetmen (giyermoteltoro) ve kastın (ranpörlmın, canhört, dagcons ve diğerleri) bir film için ne denli önemli olduğunu idrak etmek istiyorsanız 1.ve 2. filmlerden sonra bunu izleyebilirsiniz. Ama ilk filmlerde aldığınız zevki almak istiyorsanız koşarak uzaklaşın. 

10 Nisan 2019 Çarşamba

"Beyond the Clouds" Mecit Mecidi'nin Son Filmi

  Tüm filmlerinin arşivimde kuzular gibi durduğu, "Cennetin Çocukları"nda gözlerimin buğulandığı, "Serçelerin Şarkısı"nda yutkunduğum yönetmen Mecit Mecidi'nin 2017 yılında çektiği "Bulutların Ötesinde" gösterime girmiş (elbetteki güzel ve yalnız ülkemde gösterilmemiş). Nasıl kaçırdım yahu! deyip malum ortamlardan edindim, izlemeye başlamadan önce şöyle bir ekibe göz gezdirdim. O da ne? Filmimiz Bombay'da geçiyor (nedir bu İranlı yönetmenlerin başka yerlerde film çekme modası? (Ferhadi İspanya'da çeker, Mecidi Hindistan'da)). Müzikleri A.Rahman yapmış (birkaç albümü arşivimdedir). Oh şükela!
   İki saat. Bir torbacının hikayesi. Başına türlü haller gelir (su testisi su yolunda kırılıyor). Halleri izlerken iki saat gelir geçer, yazılar çıkar (yazılar çıkmadan önceki o son sahnede zum yapmayaydın iyiydi Bay Mecidi (senin izleyicin o metaforu çakar)). 
   Bence yönetmenin en zayıf filmlerinden biriydi izlediğim. Ne Hintli oyuncuların çabaları (yok! bunda da abartısız oyunculuklar var ama nebliyim (özellikle başkarakter Amir'in bir iletişim sorunu olduğu kesin (yoksa niye durmadan bağırıp dursun?))), ne de senaryonun bütünlüğü fakiri içine çekemedi. Yönetmenimiz daha önceki işlerinden bazı benzer duyguları aktarmış sanki ama  sanki self servis tatil köyünde (orta halli olanlarında ama) öğle yemeği yermiş gibi olmuş. Hımm patlıcanlar gevşek, kızartma almayalım, dolma tazeye benziyor (ama dolmanın eti eser miktardadır) gibi. Önümüze konulan duygular, ilişkiler var ama doğaldan uzaklar. Garaj çekimlerinde, (o meşhur) Bombay genelevlerinde (belgeseli vardır, kaçırmayın), holi festivalinde değişik bir kültür tanıma ve tanıtma çabası var. Güzel sinematografik dokunuşlar var. Ama bir Mecidi filminde olan (olması gereken) duygudan çok uzak. Para ve olanakların çokluğu kimilerine iyi gelmiyor. Ya da hamsinin tadı Marmara'da bozuluyor. İzledikten sonra silip arşive katmadım hesap edin. Mecidi tutkunları uzak dursun (yönetmenden soğursunuz). 


"Yalnızız" Peyami Safa'nın Son Romanı

   Peyami Safa dümeni Fatih'ten çevirip pruvayı Harbiye'de karar kılıyor ve dönemin canlı bir fotografisini (daha doğrusu zeitgeist'ını (böyle miydi o?)) okurun önüne bir güzel seriyor. Ne zamandır roman okumuyorum, dedim bir ucundan başlayayım. Peyami Safa ve roman denince akla ilk gelenlerden olmasa da en sağlamlarından biri "Yalnızız". Üstadın son romanı (1951'de basılmış (meraklı kâri 1959'da basılan "Biz İnsanlar" nedir? diye sorabilir. (sormasınlar o 1939'da tefrika edilmiş))). 
   Öyle romana beylik kalıplar yok. Yazar pattadanak giriyor konuya ve anında okuru içine çekiyor satırlar. 416 Sayfa (Ötüken basımını okudum) sular seller gibi akıyor. Kitabın dili (öyle fazla bir müdahale de yok günümüz diline çevirmek için) bir acaip. Okudukça okuyası geliyor insanın. 
   Bir aile halleri, karakterlerin tanımını sayfalar ilerledikçe oturtuyoruz muhayyilemizde. İlk başlarda (adeta bir tiyatro oyunuymuşcasına) tek hanede ilerleyen kitabımız, ortalara doğru okuru ters köşeye yatırıp bambaşka karakterlerde yoğunlaşıyor. Kendi adıma, insanların neler yaptığı ile değil neden yaptıkları konusuna  yoğunlaştığımda okuma zevki aldım. Safa, yarattığı Samim karakterinin (gerçi Besim daha pragmatik duruyor) düşüncelerinde hayata dair pek çok tespitte bulunmuş. Geçen yüzyılın ortalarında yazılmış olması metni eskitmiyor, aradan geçen onca zamana karşın insanın fıtratı aynı. 
   Roman ilerlerken, adamakıllı incelediğimiz Simeranya adlı ütopik ülke ve hakkında yazılanlar ise ayrı bir başlığı hak ediyor. Samim'in yazdığı bu ütopik metin, dönemin edebi akımlarına paralel olarak çok ilgi çekici bir akışla ve betimlemelerle süregidiyor.
   Eleştireceğim (sen kim oluyorsun Peyami Safa'yı eleştirebiliyorsun Arakolpa!) anlayamadığım tek şey: romanın sonlarına doğru zuhur eden para-psikolojik doğaüstü olaylar (Necile ve Renginaz'ın halleri). Bunları romanın herhangi bir yeri ile bağdaştıramadım. Bir de final sanki pek alelacele bağlanmış. Ayrıca adı da yalnızlığımızı yüzümüze vurur gibi (anladık! yalnızız (öyle doğduk, öyle öleceğiz)). Bunun haricinde genel olarak ruha hüzün veren bir melankolik havası var ama sarfınazar edilemeyecek kadar önemli bir eser. Baharda ve tatilde okunacak kitaplardan değil, herkes yattıktan sonra okuma ışığında müskirat eşliğinde tadından yenmez...

5 Nisan 2019 Cuma

"The Mule" Olmadı Clint Baba!

  Çocukluğumuzun Dörtiherisi Bay İistvuud 88 yaşında. Oynamış, yönetmiş. Burada kendisini eleştirirsem en kibar ifadeyle "b.k yemişsin" derler. Neyse. 
   İşini her şeyden önde tutan Öörlsıton, yeniliklere uyum sağlayamaması nedeniyle (internetin önemini hafifsemiştir!) topu atar, bir ayağı çukurda fakir adamı kim ne yapsın? Kızının düğününe bile gidememiş! Kızı 12 yıldır konuşmuyor, karısı kızgın (zaten ayrılar). Bir tek torunu ile arası iyi. Neyse gelişen koşullar Öörl'ü uyuşturucu kuryeliğine sürükler, olaylar gelişir.
   Derli toplu bir film olmuş. Yönetmenin kimi yerde ilginç dokunuşları var ama bunlar senaryodan mıdır, Klint Bey'in kendi dokunuşları mıdır bilemedim. Bana tek acı gelen, çocukluğumun dörtiherisinin kuru erik gibi kalmış olmasıdır. Asla bir Invictus, Milyon Dolarlık Bebek ve hatta Gran Torino beklemeyin, ustaya saygı baabında izlenebilir. 

2 Nisan 2019 Salı

"Homo Deus" Bu da İlki Gibi Ama Geleceğe Odaklanıyor!

   İlk kitaptan sonra okumayı hayli ertelediğim kitaptır. 456 sayfa ama çabucak bitiyor. Birincisinde geçmişimize göz attıktan sonra, bu metinde geleceğe odaklanıyoruz. Bunu yaparken şu anda yaşadığımız kavramların nerede, nasıl doğduklarını ve semantiklerini öğreniyoruz. Hümanizmin, evrimsel ve sosyalist alt gruplarının 1914 yılında savaşmaya başlayıp, 1989 yılında savaşı bitirdikleri yorumunu okuyunca "n'ooluyoruz yahu?" dedim bir. Sonra Harari Bey'in takkesini giyip düşününce "hımm olabilir aslında!" diyerek kabullendim. 
   Her halükarda insanın farklı düşünebilmesini sağlayan bir çalışmadır. Bilim tarihi, bilim/din çatışması, yaşayakaldığımız "izm"ler (liberalizm olur, modernizm olur, hümanizm olur. her türlü), gelecekte neler olabileceği gibi çok çeşitli konularda kalem oynatılmış. Yazarın bir önceki kitabının tanıtımında yazdığım gibi : sakın ola ki burada yazılan yorumların gerçek olduğu zehabına kapılmayın! Bayan Harari'nin sevgili oğlu çok akıllı: yorumlarına yardımcı olabilecek tüm tarihi olayları ardı ardına sıralıyor sonra da gelsin kehanetler. Örneği verilen tarihsel gerçekler yorumu destekler içerikte (ve kontrol ettiklerimin hepsi de doğru). Böyle olunca yoruma da katılmak istiyor bünye. Öyle yapmayın! Verileri bir de kendi zihninizin imbiğinden geçirip son cümleyi siz yazın. 
   Hülasa: yavaş yavaş, incelenerek okunduğunda, hâllerin farkında olan insana kâm verir. Yok her dediğine katılırsanız, moda kavramlara yatkınlığınızı arttırırsınız.