30 Nisan 2017 Pazar

"Asaf Halet Çelebi - Bütün Yazıları"

   Çelebi, tombulca bir insan. Mevlevi muhibbi. Cihangir'de doğmuş (Galata Mevlevihanesine yürüme mesafesi). Beylerbeyi'nde bir yalıda yaşamış. Bir süre Fransa'da kalmış. Çağdaşlarının aksine yaşamını memuriyetle kazanmış (kendi halinde gaile derdi var !). Kendi diktiği kıyafetleri giyer. Yakasındaki gülün solmaması için, sapını ceket cebindeki su şişesinde taşır (şimdi burada çok ince bir görüş rica ediyorum sevgili kâri : gülü yakasında taşıyacak kadar çok seviyor ama çabuk ölmesine de tahammülü yok). Baudelaire'i, Bhagavat-Gita'yı, Şeyh Galip'i sufilik potasında birleştirebilecek donanıma sahip ve bunu kullanıyor. 
   Mevlevilik, klasik Türk Müziği, şiir konularında, yumuşak mizacının çok dışında bir üslupla kalem oynatabiliyor (kalemi çelikten yontulmuş ve en nazik noktalara batırmaktan hiç çekinmiyor). Hacı Arif Bey'e Serdar Ortaç muamelesi yapıyor misal ! Mozart'a zıpçıktı (haydi buyrun !). Tam bir malumatfuruş (İstanbul'un semtleri hakkında yazdığı yazılara bir baksanız !). Yazılarında kullandığı üslup osmanlıcaya yakın ama şiirleri okuduğunuz zaman afallıyor okur. En ünlü şiir kitabının adı "Om Mani Padme Hum". Ada vapurlarında satılan en ünlü şiirleri "siddharta", "Mariya". 
   "Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz" atalarsözünü (pek de severim) boşa çıkartıyor. Yazdığı şiirleri okuduğunuzda aklınıza Dino, Mualla tarzı bohem kişilikler geliyor ama karşımıza çıkan karakter : bildiğimiz saray katibi kılıklı bir zat. 
   Asla çağdaşları kadar popüler olmamış (ne yazık !). Şiirleri döneminin ilerisinde olduğu halde, zahiren kadim olması hasebiyle (al işte bak ! üsluptan esinleniyorum (üslup zayıflığı belirtisi)), kenarlarda köşelerde kalmış. Hep milletvekili adayı olmuş, hep yenilmiş, yine olmuş, daha iyi yenilmiş.  
   İşte bugüne kadar fazla göz önüne çıkmamış şairimizin (aslında eleştirmen de denebilir) şiirleri haricinde yazdıklarını YKY almış, toplamış, basmış. İyi de yapmış. Biraz uzun (586 sayfa). Yazılanlar muhtelif : hint edebiyatı da var, kendi edebiyatımız da, kasaplar, kediler, İstanbul'un semtleri (boğaziçini bildiğini iddia edenler bir de üstadın iskele sıralamasını okusunlar da şeşibeş olsunlar !), mevlevi geleneği (bir ayin-i şerif tarifi var ki, semanın sadece dönmek (ki ayinin küçük bir bölümüdür) olduğunu zannedenler mutlaka okumalı), Şeyh Galib (bilhassa Şeyh Galib), sanat akımları, şiirin halleri (vuzuh, şekil, ruh anı vs.), düdüklü tencere, Mevlana ve Şems (Celaleddin Rumi'nin hayatında hiçbir zaman imamet edip namaz kıldırmadığını ve postnişinlerin de böyle yaptıklarını ilk kez okudum), müzik (buradaki üç tenkit yazısını ayrıca bir yerlere not aldım, ara ara okuyorum), konferans konuşmaları, röportajlar, çağdaşları hakkındaki düşünceleri ve daha neler.
   Edebiyatımıza meraklıysanız erinmeyin okuyun. En azından ilginizi çeken başlıkları okuyun. Bir edebiyatçı kahvesinde yuvarlacık gövdesini islemleye yerleştirdikten sonra yakasındaki gülü koklayan, cebinden çıkardığı teneke kutudaki envai çeşit (demirhindi olur, sarı kimyon olur) şekerlemeleri size uzatıp "buyurmaz mısınız efendim ? zihne şetaret veriyor." diyen bu çelebi edebiyat dervişini tanımamak olmaz !
"renkler güneşten çıktılar
renklar güneşe girdiler
renkler güneşsiz öldüler
ne renk gerek bana
ne renksizlik"

"Bana ait olan hiçbir şeyim bulunmadığı için servetim sonsuzdur" S.192

19 Nisan 2017 Çarşamba

"Tatlı Rüyalar" Alper Canıgüz'den Saykodelik Polisiye

   Asaf Halet Çelebi'yi okuyorum. Bu okumalar çok zaman alıyor (üstad, isviçre çakısı gibi, her telden çalıyor, bir hindistan'tasınız bir fransa'da, mevlevi ayini usüllerinden giriyor, Abdülaziz'in klasik musikinin içine etmesinden çıkıyor (Hacı Arif Bey'e zıpçıktı diyor (Serdar Ortaç muamelesi çekiyor))). Neyse konumuz "Tatlı Rüyalar".
   Çelebi'den ara ara baygınlık gelince (ilk 300 sayfadan sonra) elime geçen ilk polisiyeye saldırdım, iyi de yapmışım.
   Tatlı Rüyalar, iki günde (sadece uyumadan önce yapılan okumalarda) bitti. Elinize alınca bırakamıyorsunuz (yazar her bölümün sonunda meraklı bir kıymık atıyor okura (eski numara) ama çalışıyor). 
    Paralel evrenler, kuntastik karakterler, fantastik sahneler (neydi o Hektor'un 14 dakika nefesini tutması !), Froyd, Berlioz, ilginç bir açılış cümlesi (aşağıda), helecanlı bir kurgu ve iyi bir final.
   Nedir : Bay Canıgüz'ün (Dublörün Dilemması kapağının en sağdaki karakteri) diğer kitapları na da bakılacak ve bu yazı geliştirilecektir.
   Uyurkulak, Serbes, Menteş ekolüne (anladınız siz onu !) yakınsanız zaten okumuşsunuzdur, değilseniz ve dimağı resetlemek (ne işim olur resetle mesetle) sıfırlamak (hah bu daha iyi oldu) istiyorsanız bulun, alın, okuyun. 

"zeki müren'in zeki müren rolünde olduğu filmlerde canlandırdığı karakterlerin gerçek zeki müren'le ilgisi ne kadarsa, bu kitapta sözü edilen kişi ve olayların gerçekle ilgisi o kadardır"

10 Nisan 2017 Pazartesi

"Yeşil Peri Gecesi" Sen nasıl bir şeysin ?

   Girizgahı sayılabilecek "Kapak Kızı"ndan daha çok popülermiş. Hakkıdır !
   Nedir : "Kapak Kızı"nda hayata kenardan bakanlar didiklenirken, bu kitap hayata bodoslama dalan Şebnem'i anlatır. Daha albenili, hareketli, komik, dramatik, trajiktir Şebnem (daha güzeldir elbette). 
   Köprüler yanarken başlayan kitabımız; "sor bakalım niye yakıyorum ?" sorularına cevap arar ve bu minvalde Şebnem'in çocukluğundan başlayarak hayatındaki kavşaklara göz atarız. Bir ileri, iki geri, bazen şimdiki zaman; kitap akar biter. Akar derken abartmıyorum, başlayınca 472 sayfanın nasıl ilerlediğini anlamıyor insan. 
   Bayan Tunç'un dili çok akıcı, yarattığı karakterlerin bazısı kanlı canlı olarak karşıma çıktıklarından (hayır elbette romandakiler değil ama sanki romandakiler (ne güzel betimledim)) çok gerçekçi. "Kapak Kızı"nı da okuduğumdan kelli (kelli ?) zaten bir tanışıklığımız var Şebnem'le. Absinth'i ilk tecrübemiz Şebnem'le aynı (bi bok anlamamıştım). Kimi karakterler doğrudan (Seda), kimileri laf arasında (Ersin), kimileri de satır aralarında (Bünyamin (ama ona üzüldüm)) geçiyor. Hoş tabi.
   Kimi satırlar insanın içini acıtıyor. Yok, hayır kurgu değil, yaşananlar değil. Mekanlar... Hisar'daki Ali Baba'nın bahsi geçince, orada yaşadıklarım, yaşananları hatırlıyor insan gayri ihtiyari. Öyle süpersonik olaylar da yaşanmadı ama Hisar, çokça Ali Baba'ydı fakir için. Paramız çıkışmazsa kolayca kredi açardı, zuladan kanyak içmeye ses çıkarmazdı. Hesapları abartmazdı. Kalenderdi. Önündeki duvarlara ayaklarımızı dayayınca içimiz bir rahatlardı. Boğaz akar, biz bakardık. Sonra kapandı. Allah belasını versin yeni İstanbul'un ! Dünyanın en güzel şehrini aldık, silikonlu magazin motorlarına benzettik (benzettiler). Şehrin çıpalarını kapattılar (kapatıyorlar (emek, inci, baylan, ali baba, çınaraltı, sahaflar, sebil, hacıbaba, salih efendi vs.vs. (Allaam bari Kanaat kapanmasın)). Neyse kitaba dönelim.
  Edebiyata meraklı olmayanların bile değişik tatlar alacağı ve ilk 20 sayfadan sonra saracakları kitaptır. Hani çevrenizde okumayı sevmeyen birileri varsa kolayca önerebilirsiniz. Ama okumayı seviyorsanız kimsenin önermesine gerek kalmadan alınız okuyunuz.

9 Nisan 2017 Pazar

"Fusi" İzlandalı Derviş.


   Kız Fusi'ye "Bence harika bir adamsın ama hepsi bu. Biliyorsun değil mi ?" der. Fusi biliyordur, daha fazlasını da talep etmemektedir. Fusi işinden izin alıp, bipolar arkadaşı işsiz kalmasın diye onun yerine çöpçülük yapar, evini toparlar, kahvaltıda omletler kızartır, portakal suları sıkar, kedisini besler, balık şnitzeller yapar. Sırf iyilikten.
   Fusi; 40'lı yaşların başında. Annesiyle yaşıyor (biraz buyurgan, baskın ve dırdırcı bir karakter), naif hobileri var (2.dünya savaşı tank savaşlarını maketlerle canlandırmak, maket monster truck (ne işim olur monster truckla) canavar kamyonlarla oynamak, ekşınmen biriktirmek), kimseye kötülük etmiyor, içki içmemeye gayret ediyor (yaramıyor ona), kin gütmüyor, becerikli, yalan söylemiyor, kibar, iyi kalpli, geceleri dağıtmak derken arabasını denize karşı park edip radyodan şarkı istemeyi biliyor, değişmez rutinleri var (her cuma aynı uyduruk lokantada aynı mönüyü ısmarlamak gibi). Fusi 140 kilo civarında. Belki bu yüzden belki de kişisel özelliklerinden; dışarıda o. 40'lı yaşlarda ama 14 civarında kalmış, içeri girememiş. Hayır zihinsel değil fıtrat özelliklerinden. Fit, trendi, modern yeni toplum onu içeri almıyor. Fusi de bu durumdan şikayetçi değil. Ama birşeyler oluyor, zorla bir dans kursuna falan katılıyor, olaylar gelişiyor.
   Dagur Kari'yi izliyormuşum farkında olmadan. The Good Hearth'ı eleştirmenler beğenmiyorlar. Beğenmesinler. Ben seviyorum. İki yılda bir izlerim. Hep hoşuma gider.
   Noi Albinoi'yi de sevmiştim. Demek ki Bay Dagur'un tarzını seviyormuşum. 
   Fusi de aynı hissi verdi (ne akla hizmetle afişe "Bakir Dağ" adını koymuşlar bilmem). Bir incelik, bir yalnızlık (fırtınada sallanıp duran ve ışık saçan o sokak lambası), sakin bir akış, çizgi üstü bir müzik.
   Holivut sevenler uzak dursun. Filmlik bir durum yok. Düz hayat var. Ama ince görenler, incelikleri görecektir.

7 Nisan 2017 Cuma

Uykusuz'daki Engin Ergönültaş Yazıları

 
   Bilmiyorum bir tek ben mi okuyorum.
   Sektirmeden her hafta üç mizah dergisi alıp dip bucak (amatör köşelerinin balonlarını çok küçük yazıyorlar, kınıyorum) okuyorum. Hepsinin yeri ayrı. Bu mizah dergisi tutkum da Gırgır, Fırt (gizlice okurdum Yavrunuzun Sayfasından ötürü), Çarşaf, Pişmiş Kelle, Hıbır (of yazmaya üşendim. nedir bu bölünerek çoğalma eğilimleri !) diye diye bugüne kadar geldi. 
   İçlerinden birini her hafta perşembeden itibaren bayi kovalayarak alma nedenim : Engin Bey'in yazıları. 13. sayfada (kapağı saymıyoruz), başlıksız, her hafta şükela resimlerle (film afişi olur, kitap kapağı olur, güzel tablolar olur (misal bu hafta Botero'dan iki eser var), kendi çizdiği desenler olur, olur da olur), her yazıdan önce insanın ince yerlerine dokunan şiir (Bayburtlu Zihni olur, (bu hafta mesela Edip Cansever var)), aforizma alıntılarıyla, metin içinde geçen parantezli iç seslerle, sektirmeden her hafta (seremoniyle) okutturuyor.
   Seremoni derken şöyle : hayhuyda okunmuyor, herkesler yatacak, okuma ışığı olacak (mecburen gündüz okunuyorsa, gölgelik bir yer bulunacak), haznedeki tütünün (körolasıca bir de pipo içiyor) üstü iyice kızaracak, müskirat da varsa yanında tadından yenmez oluyor. 
   Kimi zaman çok zâti yazıyor Bay Ergönültaş, iç sıkıntıları, mahallenin kedileri/köpekleri, köşedeki pizzacı.. Kimi zaman da (misal bugün şişmanlar için yazmış, ama ne güzel yazmış) hep gözümüzün önünde olan ama fark edemediğimiz incelikler üzerine döktürüyor. Filmler yazıyor (ki katılmamak ne mümkün), kitaplar, mekanlar yazıyor. Hepsi de insanın içinde bir yerlere dokunuyor. Belki hemşehrim, çocukluğumuz aynı yerlerde geçmiş (draman, beyceğiz, balat, çarşamba) ondan bu yakınlık diyorum. Ama yok, değil ! 
   Yeni kitap yazsa da alsam, bitirmemek için her gün bir sayfa okusam (ama Minare Gölgesi'ni yalayıp yutmuştun arakolpa !). 
   Bir roman, bir film değil ama gözünüze çarparsa okumadan geçmeyin. Bu har gür içinde böyle ince yazılara ihtiyaç var.

6 Nisan 2017 Perşembe

"Kapak Kızı" Orta Sayfa Güzelinin Ettikleri...

 
   "Arkadaş ! bu nasıl bir Şebnem'miş."
   Kitabı bitirip arkama yaslanınca, gayri ihtiyari böyle geçti içimden.
   1992'de yazdığı kitabı Bayan Tunç 2005'de yeniden "zemin aynı zemin, inşa aynı inşa" mottosuyla (ne işim olur mottoyla !) ilkesiyle yazmış. Niye böyle yaptığını da kitabın sonunda bir güzel açıklamış. Üzerinde ahkam kesecek derinliğim olmadığından "olur öyle" diyerek kapattım kitabı.
   Ankara-İstanbul Mavi Treni, 1990'lı yıllar (yemekli vagonda rakı servisi var (şimdi ne uzak geliyor o günler), gazete bayiilerinde poşet içinde playmen, playboy, erkekçe dergileri, bazı özel televizyon kanallarında geceyarısından sonra "tutti frutti"ler falan (adeta İsveç'mişiz yahu)). Uyduruk erkek dergilerinin pek latif bir kapak kızının görüntüsü, birbirini tanımayan üç insan. Bünyamin, Ersin, Selda. 
   Çok küçüklüğüm sirkeci-bakırköy banliyö hattında geçtiğinden Bünyamin'i, babasını küçüklüğümde gördüğüm için Ersin'i, iş yaşantımın büyük kısmında da üniforma giydiğimden Selda'yı tanıyorum. Küçük şehirleri pek gezdim. Büyüklerinde de hayli ömür tükettik/tüketiyoruz. Velhasıl; anlatılanlar hep aşina.
   Bundan mıdır, Bayan Tunç'un akıcı üslubundan mıdır bilmem kitap çabucak bitiverdi. 
   Hayata bodoslama dalan bir Şebnem, "hayat tembeli" insanların ezberini, rutinini bozar. Tren İstanbul'a ilerler. Konu budur.
   Pratikte Bünyamin'in hikayesi daha bir elle tutulur olmasına karşın Ersin ve Selda'nın varoluş sorunları da bir süre sonra içine çekiyor okuru. 
   Bir tek akraba çeşitliliği konusunda hayli zorluk çektim. Cavidan Hala kim ? Fikriyanım nedir ? Hülya kimin kızı ? Süleyman, Ersin'in babasının adı mı ? Halıcı mı o ?.... Kafamda deli sorular. Bir ara dedim "bir soyağacı çıkarayım". Sağolsun bir ağ güncecisi yapmış. (okumagunlugum 'e de selam olsun, umarım soyağacını burada yayımlanmasını küşüm etmez)
   Okuma listemde olmamasına karşın "Yeşil Peri Gecesi"ni hemen üstlere ayırdım ki, zannediyorum o kitapta da buradaki kapak kızının izini süreceğiz. Nasıl merak ediyorum bir bilseniz.

5 Nisan 2017 Çarşamba

"Brimstone" Allah Belanı Versin Muhterem ! 3214

   Filmimiz bitince başlıktaki ifadeyi söyledik bir ağız dolusu. Sonra düşünmeye başladık. Hımm. Bir kere ilgimizi düşürmeden iki buçuk saat izledik mi, izledik. Görüntüler, akış, oyunculuklar (hele ki Gaypörsi), iyi miydi, iyiydi. O halde varsın senaryodaki abukluklar (boğazı kesilen adamın canlanması, bağırsaklarından çitlere asılan adamın o kadar uzun yaşaması, (okuyunca oldukça gore bir filmmiş ha !) tuvalette asılan adamın niye ölmemek için neden ayağa kalkmadığı, o siste çok uzak mesafeden isabetli atışlar, büyükbabanın nasıl olup da duvara mıhlandığı vs.vs.) zihnimizi fazla meşgul etmesin.
   Ama böyle yazınca ister istemez meşgul ediyor tabiy ki.
   Sapık bir din adamı, kızına (ve hatta torununa) hallenir. Olaylar alabildiğine gelişir. Konu böyle...
   Filmin afişine bakıp "aa kovboy filmi" demeyin (çünkü afiş öyle bağırıyor) sonuna kadar gore dramdır. Dört bölümden mürekkep olup bölüm isimleri Holibaybıl'dandır. Sıralama başlıktaki gibi 3214 şeklindedir. Senaryo, dönemin atmosferini ne kadar gerçekçi yansıtmıştır bilinmez ama eğer birazcık bile yakınından geçiyorsa "olmaz olsun böyle vahşi batı" hissiyatı uyandırmaktadır. Dayatmacı bir toplum ve din anlayışı (düz insanlar arasında), havsalaya sığmayan ve cezaları engizisyonu aratmayan bir kasaba genelevi kuralları ve daha gider de gider.
   Geymoftrons'dan filmimize tayini çıkmış leydimelisandre ve consnov ikilisi neden afişe duhul edildiklerini anlamadığım halde figüranlık yapıyor, Gaypörsi şükela rol yapıyor, Dakotafening'in büyümüş haline ise alışamadım bir türlü.
   Bütün bu olumsuzluklara karşın, izleyince sıkmayan filmdir. İkinciye izlersem (ki uzak ihtimal) belki başka mesajlar da bulurum ama hiç sanmıyorum.
   Siz bilirsiniz yani !

3 Nisan 2017 Pazartesi

"Sarmaşık" Şebnem İşigüzel'den Adı Gibi Bir Roman !

 
   15 yıl olmuş yayımlanalı, hep okumak istemiş, hep ertelemişim. En nihayet oturduk Sarmaşık'ın başına, bir haftada bitti. Ne yalan söyleyeyim, ilk bölümlerin sonunda Ayfer Tunç romanı okuyor hissiyatına kapıldım. Daha geçenlerde okuduğum "BDEYYAKT" ile değişik bir benzerlik gösteriyor kitap.
   Renkleri unutan portre ressamı Ali Ferah, harfleri unutan Nobel'li yazar Salim Abidin (ne ilginç tesadüf !) ve bir avuç karakterle ilerleyen bir eksende : cinayetler, entrikalar, sosyal tespitler, kişisel analizler, intikam, aşklar, saplantılar, katatonik şizofrenler, kimi ünlü tablolar, gayet ölü ve fakat aramızda dolaşan ünlü ressamlar (vangok olur, pikasso olur her türlü !) ve nihayet tesadüfler, tesadüfler (zati yazar da "tesadüfler hayatın atomlarıdır" tespitini yapıyor (katılıp katılmamak size kalmış))...
   İlk bir iki bölümden sonra kitap aktı. Anlatıcının bazen değişmesi, bir karakterden öbürüne geçmeyi, daha doğrusu her karakterin gözünden bakabilmemi kolaylaştırdı. Hızla ilerleyen kitapta, okurun dikkat etmesi gereken satır araları gırla gidiyor. İlerleyen sayfalarda karşımıza çıkabilecek (çıkacak) tesadüfleri kaçırmamak için böyle okumak gerek. Hoş; yazar zaten bu tesadüfleri güzelce açıklıyor. Zaten sonlara doğru kendisi de romanımızda zuhur ediyor. 
   Kitaptaki mantık ve dil hataları ise hızlı okuyan okur için önemsizdir. Konu çok harlı yanıyorsa bu gibi ayrıntıları sarfınazar ederim de, roman fazla sarmadıysa kullanılan dil ve mantık örgüsü; kıymık gibi batar fakire. Bu romanı da (konu sarınca) hızlıca okudum ama bitince tamamlanmamış bir şeyler var gibi geldi. Açtım aşağıdaki bağlantıdaki eleştiriyi okudum. Taşlar yerine oturdu.
   Roman, yanlışlanamaz çünkü adı üstünde romandır (kurgudur). Bir ödevi vardır (muhayyilemizi canlandırmak, zihnimizi düzenlemek ve daha çok (üşenmediğim bir zaman yazmaya çalışırım)). Bu kapsamda "mantık hatası var" demek mantıklı değil. Yazar öyle münasip görmüş öyle yazmış. Ama bu hatalar özellikle değil de bilinmeden yapıldıysa, fena. Merak edenler tıklasınlar okusunlar bu ince kıyım eleştiriyi. Bazılarına katılıyor, kimilerine katılmıyorum. Zîra, kimileri kasıtlı kimileri kasıtsız yapılmış gibime geliyor. Kasıtlılar neyse ne de ! kasıtsız hatalar kötü ! Allam Herrn Alzheimer'li ihtiyarlar gibi satırlar yazıyorum. Ne olur durdurayım kendimi.
   Bitiriyor ve çekiliyorum.
   İster okuyun, ister okumayın efendim.
http://www.sabitfikir.com/elestiri/detaylar-romanin-atomlari-midir

"Ghost in the Shell" Animeden Filme

   Distopyaları severim, atmosferinden ötürü. Animelerin hastası değiliz lakin bunun Matrix'e esin olduğunu duyunca bünyede merak zuhur ediyor. Fragmanlarda da kuntastik görüntüler olunca, kırık ayağımıza falan bakmayıp düştük sinemanın yollarına.
   Beyin nakli yapılmış başrolümüz, kabuğunu tasarlayan şirketteki cinayetleri araştırmaya başlar. Olaylar gelişir.
   Mekan (zannediyorum) Hong Kong. Oluşturulan atmosfer, etkileyici. Animenin 90'lı yıllarda yapıldığı gözardı edilmeyerek, araçlar buna göre seçilmiş. Heryerde binalar, binalar (gelecek böyle gelecekse gelmese daha iyi !). Bu kafesi çekilir hale getirmek için, kaldırımları işgal eden hologramlar, heryerde hologramlar, gökdelen ebadında hologramlar. 
   Görece derinlik içeren bir senaryo. Göttenbacak bir sıkarletyohansın (burada es geçmeden, bu cüceden hallice hatunun görselliğinin filmin gişesini oldukça (bir hayli oldukça) yükselteceğini yazayım da içim şişmesin). İlk lambada görülen ayine benzer sahnenin Avatar'da ağaca bağlanan yerlileri anımsattığı dikkatten kaçmadı. Bütün bu sahneler aslında animenin orijinalinde var. Bundan yola çıkarak; bu orijinal fikirlerin yıllarca Holivut tarafından vampirce intihal edildiğini varsayabiliriz (ve hatta görebiliriz). 
   İlk yarım saatten itibaren, sonunu doğru olarak tahmin ettiğim filmde hiç sıkılmadım. CGI efektleri falan öyle gözüme batmadı. Ancak 35 yıl önce çekilmiş bir Bıçaksırtı keyfi vermedi. Hayır son zamanlarda Raydlisıkat şefin çektiği versiyonu izliyorum, yine aynı keyfi alıyorum. Demek ki sinema keyfi için sadece CGI (1982 versiyonunda maketler falan var) yeterli değil.
   Hülâsa : anime ve distopya meraklısıysanız (ha tabi bir de sıkarletyohansın'ın anatomisini merak ediyorsanız) gider görürsünüz. Ama distopik sinemaya meftunsanız Bay Trufo'nun F451'ini izleyin, Bıçaksırtı'nı izleyin daha çok keyif alırsınız.

HAMİŞ : Amanın yazmayı unutmuşum ! Filmin benim için en güzel yanı; Takeşikitanoydu. Değişik şekil saçları, tüm kastın aksine Japonca konuşması, yaşından dolayı zor hareket ediyor gibi bir görünüm verip aksiyon sonunda "kurt avlamaya tavşan gönderilmez" repliği, velhasıl tüm varlığı filme wasabi sos (tek seferde kibrit çöpü başından fazla denemeyin) gibi bir lezzet katmış. 

2 Nisan 2017 Pazar

"Görünmeyen" Paul Auster'den Fuzzy (Saçaklı) Roman.

   Neden saçaklı olduğunu şöyle izah edeyim :

   Anlatıcılar sürekli bir devinim içerisinde. Bir o anlatıyor, bir bu. Okuduğunuz metin kâh bir roman müsvettesi oluyor kâh anlatıcının gözünden olaylar, kâh romanın kendisi. Bir o açıdan bakıyoruz bir bu açıdan. Sabuncu dükkanı gibi, her an ayağınız kayabilir.

   Edebiyat öğrencisi bir yakışıklının başından geçenler değişik kişilerin ve bizzat kendisinin gözünden 40 küsur yıl sonra anlatılıyor. Bu minvalde fakire "Yetenekli Bay Ripley"den bazı bölümleri anımsatan satırlar var, ensest var (üstelik pek bir ayrıntılı, pek bir rahatsızlık verici (ya da yok ! (nasıl algılarsanız))), komplolar, ilişkiler, Fransa, tropik iklimler, ajanlar, edebiyat çevreleri  daha neler.

  Ciddi ciddi eleştirmenler buyurmuşlar : "Polostır'ın en güzel romanı !", "bu yüzyılın en önemli romanı !" falan diye. Ben kapağın albenisine vurulup okudum. Bir başladım (standart Polostır taktiği : kısa cümleler, okuru bir anda eline alan satırlar, ilginç bir kurgu) iki günde bitti. Beğendim mi ? Hayır.

   Postmodern roman böyle oluyormuş. Bilinen kalıpların dışında, yorumlamaya fazlasıyla açık, okuduklarınızın içeriğinden ziyade okurda uyandırdığı duyguların öne çıktığı vs.vs. Postmodernist edebiyattan hazzetmediğimi de böylece öğrenmiş oldum. Oysa "Timbuktu" nasıl da pırıl pırıl yapmıştı kafayı, "Yanılsamalar Kitabı" ne de güzel havalandırmıştı muhayyileyi. 
   
    Hele sonu ! Bildiğiniz Jim Jarmush filmi sonu gibi (filmlerinin hastasıyız da sonlarına bir türlü alışamadım). 

   Ya çok kıt ve sığ bir edebiyat birikimim/yaklaşımım var (mümkündür (ve hatta bu kadar iyi eleştirmenin aksine yorum yapıyorsam kuvvetle mümkündür)) ya da postmodern roman klasik roman sevenlere fazla bir haz vermiyordur (bu da az ihtimalle mümkündür). Yani her şey mümkündür bu hayatta Sebastiyan, fazla da kasmamak lazımdır.

   Hülasa; Polostır'a başlayacaksanız, bu kitapla başlamayınızdır.    

1 Nisan 2017 Cumartesi

TRT Arşiv Açılmış !

 
   TRT Arşiv açılmış.
   İlk önce "Gülünüz Güldürünüz" ün ilk bölümlerini izledim.
   Bundan sonra "eski Türkiye"yi yâdetmek istediğimde 2009'dan beri bakmadığım aptal kutusunu ağ sayfalarından izleyeceğim galiba.
   Şimdilik kısıtlı kayıtlara ulaşılabiliyor ama olsun bu da bir şeydir.
   Bir bakmanızı öneririm. 



Bu da bağlantısı.

NOT : Baktıkça gözlerim yaşarıyor, ne güzel memleketmişiz, ne güzel insanlarmışız, ne oldu bize böyle !