Neden saçaklı olduğunu şöyle izah edeyim :
Anlatıcılar sürekli bir devinim içerisinde. Bir o anlatıyor, bir bu. Okuduğunuz metin kâh bir roman müsvettesi oluyor kâh anlatıcının gözünden olaylar, kâh romanın kendisi. Bir o açıdan bakıyoruz bir bu açıdan. Sabuncu dükkanı gibi, her an ayağınız kayabilir.
Edebiyat öğrencisi bir yakışıklının başından geçenler değişik kişilerin ve bizzat kendisinin gözünden 40 küsur yıl sonra anlatılıyor. Bu minvalde fakire "Yetenekli Bay Ripley"den bazı bölümleri anımsatan satırlar var, ensest var (üstelik pek bir ayrıntılı, pek bir rahatsızlık verici (ya da yok ! (nasıl algılarsanız))), komplolar, ilişkiler, Fransa, tropik iklimler, ajanlar, edebiyat çevreleri daha neler.
Ciddi ciddi eleştirmenler buyurmuşlar : "Polostır'ın en güzel romanı !", "bu yüzyılın en önemli romanı !" falan diye. Ben kapağın albenisine vurulup okudum. Bir başladım (standart Polostır taktiği : kısa cümleler, okuru bir anda eline alan satırlar, ilginç bir kurgu) iki günde bitti. Beğendim mi ? Hayır.
Postmodern roman böyle oluyormuş. Bilinen kalıpların dışında, yorumlamaya fazlasıyla açık, okuduklarınızın içeriğinden ziyade okurda uyandırdığı duyguların öne çıktığı vs.vs. Postmodernist edebiyattan hazzetmediğimi de böylece öğrenmiş oldum. Oysa "Timbuktu" nasıl da pırıl pırıl yapmıştı kafayı, "Yanılsamalar Kitabı" ne de güzel havalandırmıştı muhayyileyi.
Hele sonu ! Bildiğiniz Jim Jarmush filmi sonu gibi (filmlerinin hastasıyız da sonlarına bir türlü alışamadım).
Ya çok kıt ve sığ bir edebiyat birikimim/yaklaşımım var (mümkündür (ve hatta bu kadar iyi eleştirmenin aksine yorum yapıyorsam kuvvetle mümkündür)) ya da postmodern roman klasik roman sevenlere fazla bir haz vermiyordur (bu da az ihtimalle mümkündür). Yani her şey mümkündür bu hayatta Sebastiyan, fazla da kasmamak lazımdır.
Hülasa; Polostır'a başlayacaksanız, bu kitapla başlamayınızdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder