29 Mayıs 2021 Cumartesi

"Wrath of Man" Ritchie'nin Son Filmi.

   Gayriçi, iki saate yakın bir film çekmiş Amerika'da (1s59d). İngiltere'den Ceysınstetım, Edimersın gibi oyuncuları ve ingiliz aksanlarını almış ama kendi memleketinde yaptığı işlerin cazibesinden hayli uzak. Bu farklılığı (işverenlerin karakterlerindeki paraya taparlık) özellikle vurgulamış. 
   Soygun filmi satar, intikam daha güzel satar. İşbu kaide tüm yapımcıların bildiği bir gerçektir. Bu minvalde her iki çoksatarı aynı filmde kullanıp bol aksiyon sosu katmak daha da garanticidir. Nedir ki: senaryonun yazarları arasında da yer alan yönetmenimiz izleyiciyi bir kez daha; yozlaşmış asker emeklileri ve azılı bir suçlu arasında tercih yapmak durumunda bırakıyor. Daha mağdur olan suçluyu daha önce tanıttığından, izleyici kendisini bu karakterle özdeşleştiriyor ve tüm senaryoya onun gözünden bakıyoruz. Yönetmenimizin daha önceki işlerindeki (ki roman uyarlama senaryoları haricindeki işlerinin genelinde vardır bu (Bkz. Rocknrolla, Revolver, The Gentlemen vs.)) suçludan yana olma durumu oldukça rahatsız edici. 
   Bu filmde de başrolümüzün 25 yıldır aranan biri olduğunu anlıyoruz ama neden aranıyor? Paranın peşinde mi? (Değil, çünkü 2.5 milyon dolaresi mağdur genç kızlara dağıtmakta bir beis görmüyor) Devletle ne gibi bir rabıtası var? (FBI ajanlarıyla pek sıkıfıkı). Velhasıl; bir mafya liderinin videolarına kilitlendiğimiz bugünlerde aklımızı çok karıştıran bir filmdir. Ama Riçi'nin bir yönetmenlik imzası var (yönetmenini bilmediğiniz bir filminde bile "Aaa bu galiba gayriçi'nin filmi" diyebilirsiniz). Sıkılmadan iki saat izlersiniz, size sorular sordurmaz, içinizde gizli gizli kımıldanan destrodoyu (ne sinsidir o melun içgüdü) yatıştırır, yazılar çıkınca unutmaya başlarsınız. 

22 Mayıs 2021 Cumartesi

Kötü Filmlerin Hücumu! "Requiem pour une tueuse" ve "Army Of The Dead"

REQUIEM FOR A KILLER 
(Ba ba ba! Havalı da İsim&Afiş Yapmışlar)
 Film yokluğunda fransızca film görüp, konusunu da okuyunca (sarışın bir femfatal, iskoç bir baritonu öldürmek için kontrat imzalar, işler gelişir), mekan olarak da İsviçre Alpleri seçilince oturdum başına. Yok kastta sağlam oyuncu çekikaryo'da var (biraz ona aldandım). Vallahi 15 dakika dayanabildim. Güvercinimi sardı, sonuna kadar izledi, ben de gözucuyla bakarak kitaba sardım. Ne akılalmaz senaryo hataları, ne aşure trükler, müziğin acımasızca kullanılması, pespaye oyunculuklar ve daha neler! Evlerden ırak.

ARMY OF THE DEAD
(Yine ne varsa Shaun'da Var!)

Ardından, herkesleri yatırdıktan sonra "zihin güzel bir açılmadan iyi uyku uyuyamam nasılsa!" diye düşünerekten, yeni yayınlanmaya başlayan şu ölüler ordusunu bir temaşa edelim dedim ve bu neredeyse 2 buçuk saatlik filmimize başladık. Başlamamızın elbette ki en önemli nedeni zeksnaydır (adam 300'ü ve Watchmen'i çekti (ki bu filmleri iyi kılan unsur kast değil üsluptu)). Neyse ilk yarım saat klişe (hem de en ucuzundan) holivut trükleriyle geçti. Herhalde tüm film böyle olmayacaktır diye düşündüm. 45 dakikadan sonra sardırdım. Maalesef sonda çıkan yazılara kadar böyle oldu. 
   Sevgili sinefiller!
   Gördüğünüz yerde uzaklaşın (koşarak). Yanına bile yaklaşmayın, eleştiren polemiklere bile girmeyin (değmez). Ben yandım, siz yanmayın!

Hamiş : Bu akşam hemen bir Abbas Kiyarüstemi açıyorum ve yaşadığım sinematik travmayı atlatmaya çalışıyorum.

20 Mayıs 2021 Perşembe

"Ferry" Aşkın Gücü!

   Feri, küçüklüğünde eziğin önde gideni. Sarhoş baba yüzünden büyük şehre kaçınca bir mafyaya kapılanır, yavaştan yükselerek büyük patronun en yakın enstrümanı olur. Bir gün dükkanları soyulurken, patronun oğlu vurulur, işler gelişir.
   Böyle özetleyince mafyoz senaryo denilebilecek senaryo, son yıllarda izlediğim en değişik aşk filmi çıkınca pek bir hoş oldum. 1s46d boyunca dikkatimiz hiç düşmeden, ilk başlarda aksiyon filmi gibi başlayan, aslında sonuna kadar aksiyonunu bırakmayan ancak araya aşk denilen çılgınlığı! çok şık bir şekilde harmanlayan, bitince de aklınızda aksiyondan ziyade aşk filmi yakıştırması yaptığınız filmimizi pürneşe temaşa ettik. 
   Amsterdam'da geçen kısıtlı sahneler, Hollanda'nın "güneyinde" geçen sahneler, müzikler, bilinmeyen kast, abartısız aksiyon, felemenkçenin o kulağı (bir hoş) tırmalayan tınısı, son derece çirkin ve bön bir adam olan esas oğlanımız, bir elf sevimliliğine sahip esas kızımız, halüsinejik materyale yapılan üstü örtülü övgüler (biçilen ömrün (şimdilik) üç ay uzaması vs.), kifayetsiz soyguncular ve daha niceleri. Öneririm yani!

15 Mayıs 2021 Cumartesi

Jim Qwilleran serisinden "Brahms Dinleyen ve Kırmızı Gören Kediler"

 


   Seri polisiyeleri seviyorum. (Bkz. Bernie Rhodenbarr, Mathew Scudder vs.). Bu kez yine oğlak yayınlarından, yine bir seri, fonda kediler var (Koko&YumYum (hemi de siyamlar)). Oturduk başına Brahms Dinleyen Kedi ile iki gün sonra da Kırmızı Gören Kedi'yi bitirdik.
   İskoçyalı gazeteci Jim Qwilleran, sarkık bıyıkları ve içinde kabaran iskoç cimriliği&gazeteci bonkörlüğü arasında bocalamaları, egzantrik gardrobu ve huysuzluklarıyla (elbette ki kedilere olan düşkünlüğü de gözardı edilemez) güzel bir polisiye karakteri. Kediler üstlerine düşeni yapıyorlar. Atmosfer de iyi yansıtılmış (okurun gözünde bir dünya canlanıyor). Ancak benim için polisiyede olmazsa olmaz bazı koşulları karşılamıyor. Nedir: serim ve düğümde açık edilen bazı ipuçları okuru kimi kişilere yönlendirir. Okur son sayfalara kadar bunlar üzerinde akıl yürütür, tahminler yapar. Yazar ise son sayfada akıllıca hamlelerle tüm bu tahminleri boşa çıkarır, aklınıza gelmeyen bir karakteri "katil" olarak sunar. İpuçlarını da öyle bir değerlendirir ki "aaa benim niye aklıma gelmedi bu!" der şaşırırsınız. 
   Bu seride diğer bütün yan unsurlar bittamam olmasına karşın asıl hüner gerektiren asıl bu omurga eksik kalmış. Brahms'lı öyküde olsun, Kırmızı Gören'li öyküde olsun (ilkinde hiç görünmeyen bir karakter, ikincisinde ise okurun ilk aklına gelen kişi) finalde hiç şaşırmadım. İdare eder bir akşam yemeğinin ardından gelen tatlının son derece fiyasko olması gibi (üstü çatlamış, bayat fırın sütlaç) bir şey. Bu seriye bir şans daha verip bir kitabı daha devireceğim ondan sonra bu yazıyı da güncellerim. Şimdilik önermiyorum! 

"The Unknown Woman" Tornatore'den İyi Film.

   Ben ki Bay Tornatore'nin filmlerinin hastasıyım. Nasıl olup da bunu kaçırdığımı (2006 yapımı) bilemediğim filmdir. 
   Irena şehre yeni gelir. Bir ailenin hizmetçisi olarak kapılanmanın yollarını aramaya başlar. Parası da çoktur. Niye illa bir yere hizmetçi olmak istiyordur? Bilinmez. Acımasız yöntemlerle de olsa amacına ulaşır, olaylar gelişir.
   Neredeyse iki saatlik (1s58d) filmimizde sıkça yapılan geri dönüşlerle bu soruların cevabını tek tek alırız. Buna karşın cevaplanmayan ve sizin cevaplamanız gereken sorular, bulmanız icap eden ipuçları vardır (bunları bulması da pek zevklidir). Uyarımızı yapalım: filmimiz sabi sübyanla izlenecek bir kordela asla değildir. İçinde sadomazo orjilere, döşlere saplanan makaslara, odalarda iptidai şekilde yaptırılan doğumlara, çocuğa şiddet istismarına, çöplükte bulunan cesetlere denk gelinmektedir. Ama içinde pişmemiş nohutlar olduğu için esaslı bir aşureye kim hayır diyebilir ki?
   Şahsen fakir ve sevdiceği son dakikaya kadar gözlerini ekrandan alamamışlardır. İçindeki gore (gore la ne işim olur?) saf şiddet içeren sahnelere rağmen asla şiddetin bilinçaltında yarattığı gizli hazza yönelmeyen, gayet de insani saiklere dikkat çeken, bunu yaparken sosyal mesajını da veren, sinematik kaidesi sarsılmayacak şekilde kunt, oyunculukları gerçekçi, kastı şımşıkırdak, müzikleri bombastik, kurgusu fantastik bir pelikuladır. Şu iyi sinema filmi yokluğu günlerinde görmeniz güzel olur!

"Son Moda Saçmalar" Sokal Olayı ve Ardındakiler/Önündekiler.

   Alan Sokal, matematik; Jean Bricmont fizik profesörü. İkisi de (özellikle sosyal bilimlerdeki) postmodernist yaklaşımlardan rahatsız. Bunların ikisi de (kapitalizmin çekirdeğinden gelmelerine karşın) solcu. Sert bilimlerle hemhal olduklarından soft bilimlerle ilgili birikimleri pek fazla değil ama bu alanda artık işlerin çığırından çıktığını ayar gibi oluyorlar. Sokal, profesör olduğu kadar fırlama bir insan aynı zamanda. 1996'da "Transgressing the Boundaries: Toward a Transformative Hermeneutics of Quantum Gravity" diye baştan aşağı yalan yanlış bir makale yazıyor. Bunu yaparken postmodernist tüm yaklaşımları kullanıyor, ağdalı bir dil/bolca metafor/rasyonel bilim yöntemine saldırı/bulanık amaçlar/neye varılmak istendiğinin açıklanmaması vs. Bu makalesini batı dünyasının saygın sosyal bilimler dergisi Social Text'e gönderiyor ve yazı; postmodernizm eleştirilerine karşı olan cevapların yayımlandığı ay basılıyor (hakemli bir yayın bu ha! saygın bir matbuat! yazınız yayımlandığında bilimsel atıflar yapılabilir!). 
   Sokal, yazının yayımlanmasından sonra dergiye makalesinin baştan aşağı saçma ve parodi olduğunu açıklayan mektuplar gönderiyor ama beyhude. Postmodernist yaklaşım bu yalanyanlış metni postmodernist yaklaşıma dahil etmekte bir beis görmüyor. Bu şaka, akademik camianın postmodernist kanadına atılan şık bir gol olarak geçiyor ve "Sokal Vakası" olarak biliniyor.
   Sokal&Brickmont ikilisi bunun üzerine bu konuyu biraz açarak Postmodern Aydınların Bilimi Kötüye Kullanmaları "Son Moda Saçmalar" diye bir kitap yazıyor. Kitap, postmodern camiada değilse bile rasyonel bilim insanları tarafından çok beğeniliyor ve eleştirdiği kişilerden bir cevap alınamıyor (çünkü okuduğunuzda anlıyorsunuz ki, cevap verebilecek bir hal içinde değiller). 
   Kitapta genel olarak Fransız düşün hayatında önemli olan isimlerin (bunların tümü de sosyal bilimlerde (psikanaliz/kadın çalışmaları/sosyoloji vs.)) "çığır açan" makalelerinde kullandıkları bilimsel enstrümanların nasıl da kötü kullanıldığının faş edilmesi konu ediliyor. Lacan, Kristeva, Irigaray, Latour Baudrillar, Guattari, Deleuze, Virilio başta olmak üzere postmodernizmin küçük çaplı tanrıları bu salvodan kurtulamıyorlar. Bu isimler, açıklamaya çalıştıkları sosyal olgularda sert bilim terimlerini çokça ve içeriğini doğru dürüst bilmeden fütursuzca kullanıyorlar. Burada onlara sağlam bir "Dur" çekiliyor. 
   Önceden belirteyim: 312 sayfalık kitabımız dalgacı bir üslupla yazılmasına karşın oldukça akademik bir çerçevede yazılmış. Normal bir bölümün sayfalarının neredeyse yarısı dipnotlardan oluşuyor. Akademik makale okumaya şerbetli değilseniz (özellikle yazarların eleştirildiği bölümler) biraz bayıcı olabilir. Ancak bu bölümlerin haricinde kalan yerler; çok önemli ve çok kolay okunuyor. 
   Sevgili kitapseverler: bu topraklarda pek yerleşik olmadığından bilemiyoruz ama felsefe hayatı biçimlendiriyor. Bilimi, toplumu, iletişimi biçimlendiriyor. Felsefi yaklaşımlar, biz anlamasak da bir şekilde bizi buluyor, farkında olmadan etkiliyor. Şu an postmodernizmin etkisindeyiz. Bu tehlikeli! Hafiften mistisizme, fundamentalizme, astrolojiye kayıyoruz. Bu altımızdaki sağlam zeminin kayganlaşması demek. Bunun için 2013'de memleketimde basılan ancak bir türlü bulunamayan bu matbuatı edinip, okuyup, anlayıp, muhakemenizde kullanmanızda çeşitli faydalar vardır. Hararetle öneriyorum!
PS: Bu ve postmodernizmi kıyasıya eleştiren bir önceki tanıtımımızın olduğu kitap serisini bulabilmek çok zor. Ancak nadir kitap satan yerlerden yahut yayınevlerinin depolarından alabiliyorsunuz. Üstelik ilk baskıları çoktan tükendiği halde. Bu durum size garip gelmiyor mu? Bana geliyor da!

8 Mayıs 2021 Cumartesi

Üç Gizem Filmi: "Marionette", "The Uninvited" ve "Jonathan"

   Takip ettiğim nadir ağ güncelerinden Kitaplık'ın yazarından aldığım izleme tavsiyesiyle izlediğim üç filmi, bu iyi film kıtlığında izleyecek birşey bulamayan sinefillerin dikkatlerine sunarım (bu mecranın böyle faydaları da oluyor işte!).

Marionette (2020)

   Psikiatrist Merien Vintır, yaşadığı travmanın ardından şımşıkırdak işini ve upper Niyork'u geride bırakarak islisislipispuslu İskoçya'ya taşınır, bu da yetmezmiş gibi ürkütücü bir psikiatri kliniğinde işe başlar. Selefi (filmin başında da görürüz zati) benzin banyosunun ardından kibriti çakmıştır. İşe koyulur, hastalarından biri oldukça değişiktir. 10 Yaşındaki Manny, agresif/defresif çizimlerinde geleceğe yönelik tahminlerini çizer ve bunlar gerçekleşmeye başlar. Bu da yetmezmiş gibi Meni kopili, Merien'e (adeta bir Omen bebesiymişçesine) hayın bakışlar fırlatır, erkek arkadaşının muhtemel ölümüne ilişkin birşeyler yumurtlar ve daha neler. 
    İki saate yakın süre boyunca kimi mantıksal ve rasyonel hatalara takılabilirsiniz (aniden çekmecede beliriveren tabancalar, havalandırma kanalından gelen meçhul sesler ve bir noktadan sonra Merien'cığın zıvanadan çıkması). Takılmayın. Bunlar son 10 dakikada yaşacağınız aydınlanmadan sonra kemerin en son oturtulan kilit taşı gibi şık diye yerine oturacak. 
   Kendi hesabıma hiç sıkılmadan ve sonundaki aydınlanmayla yaşadığım iyi bir final duygusuyla pek güzel izleniyor. Öyle aman aman tanınmış oyuncular yok, ama iyi bir gizem filmi için buna da gerek yok. Bu film kıtlığında öneririm.


The Uninvited (2009)

   Anna'nın hasta anacığı bir yangında ölür. Anna bu durumla başedemez ve bir kliniğe yatmak zorunda kalır. İyileşir gibi olunca bir de ne görsün: Annesinin bakıcısı gençfettankötücül hemşire ve babası aynı evde. Tek müttefiki kızkardeşi ile bu durumla nasıl başa çıkacaklarını düşünürler. Bu arada kötü karakter Reyçıl, kızlara yapmadığını bırakmıyordur.

   İtiraf edeyim ilk 20 dakikadan sonra kitap okudum, güvercinimi pek sardığı için o izledi, ben gözucuyla takip ettim. 1s27d'lık filmimizin ilk 75 dakikası o kadar beylik ve seyirciyi önceden belirlenmiş bir yöne güdüyor ki, sonunda nasıl bir şaşırtmaca olacak ve fakir hayretlere garkolacak düşüncesiyle sonunu getirmem gerekir diye düşündüm. 

   Öyle de oldu! Evet, filmimiz türün bilinen tüm klişelerini kullanıyor (o hoplatmalı zıplatmalı korkutmaca sahneleri, tekinsiz karanlıklar, sırasız ölümler vs.) ancak sonda yaptığı twist (ne işim olur twistle!) şaşırtmaca, en dikkatli sinefile bile "hımm bunu bir kere daha izleyeyim de, neler olup bittiğini daha iyi göreyim bari" dedirtiyor.

   Bu da izleme listenizin bir yerinde kalsın! 


Jonathan (2018)

   Bu üç filmin içinde en az gizem barındıran ve izleyicide türü hakkında çeşitli kararsızlıklar yaşatan 1s.35d'lık bir pelikuladır.

   Jonathan ve John aynı bedeni kullanan ve ayrı bilinçlere sahip iki kardeştir. Nasıl olur öyle şey? demeyiniz. Filmimizde oluyor. İzleyiciler olarak biz sadece sabah 7'den akşam 7'ye aktif olan Jonathan'ı görüp tanıyoruz. Akşam 7, sabah 7'ci kardeşi John ise ancak günlük olarak kaydettiği video görüntülerinde beliriyor. Jonathan; düzenli, titiz, kurallara sadık, zeki, beğeni sahibi (anladığımız kadarıyla bu garip ikilinin geçimini de sağlayan) pek didaktik bir tiptir. John ise daha serkeş, laylaylom, bencil, kuralları esneten, yalanlar uyduran bir kişiliktir. Derken, John Jonathan'dan habersiz bir kız arkadaş yapar, olaylar gelişir.

   İlk yarım saatte izlediklerimi idrak etmeye çalıştım, zira yönetmenimizin izleyiciye bu kadar girift bir durumu açıklama gibi bir çabası yok. Siz olaylara kenarından bakıyorsunuz (ama ne olaylar!), işin içyüzünü de anlamak sizin elinizde. Şimdi bu filme bilimkurgu diyemeyiz (IMDb'yi yalanlama seansı başlasın) Suvin'in genel kabul gören bilimkurgu tanımına uyan iki öğe (novum ve bilişsel yadırgatma) burada yok. Dram da denilemez (dramatik olaylar var ama izleyiciye ajitasyon yapılmıyor). Öyleyse ne? Bilmiyorum. Sadece bu egzantrik senaryoyu anlayıp Jonathan/John ikilisinin yaşadıklarını anlamlandırmaya çalışırsanız oldukça dar bir çerçeveden bakarsınız kordelamıza, lakin iki kardeşin paylaştığı bedeni, dünya/ülke/bölge/şehir ve hatta aile olarak değerlendirirseniz, önünüzde çeşitli kapılar açılır. Şöyle toparlayayım; iç rahatlatan, merakla izlenen bir film değildir ama geniş açıyla izlendiğinde kafa açar. Sadece meraklılarına.


Haydi iyi seyirler...

"Kozmos" Carl Sagan'ın Önemli Kitabı!

   Carl Sagan, benim düşünsel izleğimde önemli bir yazar. Bu mecrada kendisinin dört kitabının bende bıraktığı izleri yazdım (Tanrı'nın Kapısını Çalan Bilim, Milyarlarca ve Milyarlarca, Broca'nın Beyni ve Karanlık Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı). Hepsi de birbirinden şetaretli olmasına karşın, müteveffanın en sansasyonel, en bilinen kitabını okumak en sona nasip oldu. 
   Sagan bir kozmolog, astrofizikçi, astronom; kısacası bir bilim insanı. Bu en bilinen kitabında, 13.5-15 milyar yıl önce olan büyük patlamadan bugüne nasıl geldiğimizi kısaca ve araya okura ilginç gelecek anekdotlar, anılar, tarihi kişilikler ekleyerek güzel güzel anlatıyor 384 sayfada. Bu süre havsalamızın ötesinde uzun ve sıkıcı olduğundan böyle yapması bir yerde mecburiyet.
   Ciddi akademik çevrelerin "piyasa bilimcisi, TV bilimcisi" diyerek küçümsedikleri Sagan, bilimin geniş çevrelere ulaşması için elinden geleni yapan bir şovmen. Ama bir sebebi var bu piyasa çabalarının. Bilimin devam edebilmesi, kitlelerin onayına bağlı. Ödenek olmadığında bilim duruyor. Bu yüzden kalabalıkların bilimi benimsemesi olmazsa olmaz. Bilimin, bilim olduğun günden bugüne epistemik cemaat, epistemeyi hasisçe sahiplenmiş (zenaat erbabının püf noktasını açığa vurmaması gibi). Ancak ilk zamanlarda beyliklerin, sultanların, imparatorların, zenginlerin himayesindeki bilim; faaliyetini artık devletler, şirketler yardımıyla sürdürüyor. Bunların ardındaki güç de halk. Eğer halkı bilimin faydalı bir şey olduğuna ikna edemezseniz, bilimsel çalışma yavaşlar ve hatta durur. Eğer sokaktaki insana "uzay araştırmalarına harcanan paranın çok küçük bir bölümü ile tüm dünyadaki açlığı bitirmek mümkün" çıkarımından önce "silahlanmaya harcanan para ile çoktan Mars'a ilk koloniyi kurmuştuk" fikri aşılanabilirse; insanlığın hayatta kalma şansı artar. Yoksa post-modernizmin, kabullenişliğin kucağında bu dünyada (kozmosun yaşı ile kıyaslandığında birkaç saniye gibi gelen bir süreçte) bir kaç yüzyıl sonra sonumuz gelir.
   Okudukça sizi din kavramından uzaklaştırıp farklı bir Tanrı kavramına yakınlaştırması muhtemel bu kitabı da, Sagan'ın diğer kitapları gibi hararetle öneriyorum.

3 Mayıs 2021 Pazartesi

"Crossing the Border - Zhaoguan" TRT2'de.

   Sinema filmlerini şuursuzca övmüyorum. Ama bu bir istisna! Dün gece TRT2'de izledim. Hala etkisindeyim. Çinli yönetmen Meng Huo'nun yazdığı, yönettiği 1s33d'lık şımşıkırdak bir sinema filmi. Minimum prodüksiyonla çekilmiş, içinde anlatılmaz güzellikler var.
   2018'de çekilmiş "border" gibi rahatsız edici bir filmle aynı yılda çekilmesi hasebiyle arama yaparken kenarda köşede kalıyor. IMDb puanı hiç de fena değil (an itibarıyla 7.3 (gerçi 97 kişi puanlamış ama olsun)). Ben tanıtımını, genel izlenimini, kritikleri falan hiç iplemem. İzlediğime bakarım.
   Torununu yaz tatilinde kendisinde kalması için emanet edilen büyükbaba, ölüm döşeğindeki bir arkadaşını görmek için triportörüne atlar ve zorlu bir yolculuğa çıkar. Hepsi bu!
   Yemin ediyorum, bu sene izlediğim en çok içime dokunan, biryerleri harekete geçiren sinema filmi diyebilirim (ve hatta diyorum). Sağlam yazılmış bir senaryonun öyle yüksek bütçelere ihtiyacı olmadan da sizi başka yerlere götüreceğininin sağlam bir kanıtıdır.
   Birbuçuk saat boyunca hiç bir özel efekt görmüyor, hiçbir şiddet olayıyla karşılaşmıyor, şaşırmıyor, korkmuyor, gülmüyor (bazen gülümsetmiyor değil) öylece hayatın kıyısından birşeylere şahit oluyorsunuz. Her diyaloğun, her olayın bir nedeni nasılı ve sonucu var. Bittiğinde kafanızda acaip sorular. O garip balık yakalama aparatı ile elde edilen sakızın, kamyoncudan alınan 50 yuanın gittiği ölüm, balcıdan alınan balın ölüm döşeğindeki arkadaşa verilmesi, uyduruk bir rüzgar gülünün yolculuğu, torunun dişinin taa çatılara tırmanılarak yerine konulması buna mukabil dedenin dişinin yerde bırakılması, mütevekkil tavırlar hülasa Konfüçyizmin hayata yansıması. Babaların çocuklarına ayıracak zamanı olmaması buna karşın büyük ebeveynlerin buna daha bir özen göstermesi (çünkü zaman kaygıları yok). Ben arşive katmak için  çaba sarfediyorum ama malum kaynaklarda yok! Tek alternatifimiz TRT2 arşivinden izlemek ve torrente falan düşmesini beklemek. Bu satırları okuyan bir avuç kişiye "aman görün muhakkak!" demiyordum ama bulursanız bu inci tanesini sakin bir akşamınızda kaçırmayın!