20 Aralık 2015 Pazar

"Kim Bulduysa Onundur" Stephen King'den bir taşla üç kuş ve çeviri faciası (yine).

   Bay King'in son kitabı çıktı. Üstelik eksende öyle doğaüstü ögeler, vampirler, kurtadamlar yok. Bu kez fanatik okurlar merceğe yatırılmış. Yamulmuyorsam Bay King bunu daha önce de yapmıştı (ama nerede ve ne zaman yaptığını gugılamcaya soramıyorum çünkü işbu satırlar çölün ortasında yazılıyor (El Gouna Mısır)). Önceki kitaptan farklı olarak, gizemli meşhur yazar protagonist değil figüran. İlk bölümden itibaren esamesi okunmuyor.
   İki sıkı okuyucu (ama biri deli) kozlarını paylaşır. Konu budur.
   Çift zamanlı başlayan öykümüz, ortalara doğru birleşiyor. İyi ve kötü karakterlerin arasına bir de önceki romandan (çok kötü çizilmiş (adeta bir islamcı mizah dergisi (son yıllarda arttı bunlar (bkz.istikrarlı hezimet) karikatürü gibi)) bir esas oğlan (ki bu bir üçlemenin ikinci kitabıymış, hüzünlenerek öğrendim) avanesi ile katılınca, tempo yavaştan hızlanıyor. Tipik King romanlarında olduğu gibi son 60 sayfada düğüm çözülüyor, "sonrası" bölümünde okurun içi rahatlatılıyor, en sonunda da (ucuz "B" tipi filmlerde olduğu gibi) bir devam kılçığı atılıyor, kitap bitiyor.
   İlk 150 sayfa fena gitmedi, sonra aksamaya başladı kitap. Aynı zamanlarda geçen her hikaye de okunabilirken biraraya geldiklerinde bir yavanlaştı. Üstelik kitabın ekserisi; edebiyat, okuma hazzı, fanatik okurlar gibi ilgimi gıdıklayan konulardan mürekkepti. Derken efendim ! son 150 sayfayı fakir "bitse de gitsek" moduyla okudu. Bir çeviri sorunu var. Canan Kim'den beri şöyle güzel bir King çevirisi yapan olmadı. "Hiç da" falan gibi redaksiyon hatalarını saymıyorum ama "teknik talimname" gibi mod-o mod roman çevirisi yapılmamalı. İnsan biraz üslup ekler. Tabi bunun için insanın bir üslubu olmalı. İddia ediyorum Bay King'in kısa bir öyküsünü Bay Gürel ve fakir çevirsin, fakirinki daha şıkırdaklı olur. Bu, çeviriden kaynaklanan sorun.
   Diğer sorunsa vahim ve çözümü yok. "Kule" serisini yazan kişiyle bu vasataltı romanı yazan kalemin sahibinin aynı olması çok moral bozucu. "Yeşil Yol", "Dolores Claiborne" gibi içimizi acıtan ("Esaretin Bedeli"ne girmiyorum bile); "Hayvan Mezarlığı", "Cep" gibi uykularımızı kaçıran işler yapan adam bunadı mı ? Bilmiyorum, bilemiyorum. O zaman keşke Trevanian gibi yapıp suyunu çıkarmasaydı.
   Hülasa "Bay Mersedes"i okumadıysanız okumayın, okuduysanız da okumayın. Ama benim gibi King müptelasıysanız ne desem boş. Bari standartınızı düşük tutun da, hayalkırıklığına uğramayın.

6 Aralık 2015 Pazar

"Sincap" Bir sincap gibi ciddiyetle yaşamak.

 
   Okuduğum ikinci İsmail Güzelsoy kitabıdır.
   Nazım'ın bir şiiriyle açılış yapan kitabımız. Nazım'ın hayatına benzer bir roman karakterinin başından geçenleri anlatır. Muktedirin güçlerinden kaçan, hayatta şiir yazmaktan başka bir kötülüğü olmayan ! İskender Sof'un hayatı, "Sincap" namıyla mülakkap bir nev-i şahsına münhasırla kesişir. Olaylar gelişir.
   "Çıt Yok"tan daha yavaş akıyor. Soğuk savaş zamanı memleket, herkes komünist peşinde, dil akıcı, karakterler renkli, Varto depremi de var, tedavülden aniden kalkan paralar da, mevzu meraklı, detaylar güzelce anlatılmış (Yazar, matbaa, baskı konularında iyi araştırma yapmış, kesin), metin oyuncaklı, arada verilen hikmetler güzel.
   Bir üçlemenin ilki. Bundan sonra "Rukas" ve "İyi yolculuklar" var. Lakin onları okumayıp doğrudan "Değmez"e odaklanacağım. 
   Bay Güzelsoy, son zamanlarda "Penguen"de yazdığı küçük öykücüklerle de dikkatimi çekiyor. Son yazısı Kasımpaşalı Kurtadam da, batılı bir korku figürünün memleketim paradigmasına nasıl uyum sağladığını pek güldürmeli bir minvalde aktarıyor.
   Kitaplar meraklı, karakterler şımşıkırdak, satır arası mesajları hikmetli, buna karşın,  fakirde her nedense İOA'dan iki kalibre düşük bir kurşun atılıyormuş gibi geliyor. Yine de okumanın ilginç ve kafa veren bir süreç olduğunu belirtmeliyim. Okusanız iyi olur, okumazsanız da olur ama iyi olmaz. Ne bileyim işte !

"Düğün Dernek 2"

   İki saate (112 dk.) yakın bir skeç.
   Herhangi bir mesaj kaygısı yok. Politik ve siyasi duruşu yok. Senaryo da öyle ahım şahım değil. Kast, sanat yönetimi başarılı. Ha ! gülümsetmeyi başarıyor mu ? Evet.
   Benim de niyetim, iyiden darlanmaya başladığım bu günlerde biraz kafayı resetlemek olduğundan bilet parasını vererek adam gibi sinemada izledim. Film bitince biraz acıdım verdiğim paraya ama olsun iki saatlik gülümsemeye değer.



25 Kasım 2015 Çarşamba

"Yaşamın Kökeni" Daha çok kimyasal açıdan.

 
   Yaşamın kökeni nedir ?
   İlk canlılar nasıl ortaya çıkmışlardır ?
   Canlı ile cansız arasındaki ayrım nedir ?
   Laboratuvarlarda yaşamla ilgili araştırmalarda neler bulunmuştur ?
   Bu sorular; insanoğlunun temel hayatta kalma becerileri artıp gaile derdi dışında bir şeyler düşünmeye başladığından beri kendine sorduğu sorular. 
   Günümüzde büyük çoğunluğun bu soruları sormadığının acı acı farkında olarak, Osman Hoca'nın kitabını aldık elimize, bir haftasonunda hakkından geldik. 
    Kitap "canlılık sorununa giriş"ten başlıyor, yaratılış teorilerinin tarihsel ve güncel açıklamalarından girizgah yaparak yaratılışçılık'a bir göz atıyor, yeni yaratılışçılık'ın ağzını burnunu kırıyor, kökene ilişkin yaklaşımlara toplu bir bakış fırlatıyor, hücrenin yapısal ve kimyasal özelliklerini açıklıyor, bu konudaki deneyleri, bilimsel gerçekleri, tümdengelimleri değil tümevarımları sadece kuru kimyasal olmayan bir üslupla okura aktarıyor. Sıkılmaya başladığınızda ortaya bir yanardönerli meyve bırakıyor (misal S.8 Antoon van Leeuwenhoek'in gördüğü ilk bakterileri "cehennem kaçkını iblisler" olarak adlandırması), hoop okurun ilgisi yükseliyor. Elbette bu formülün geçerli olmadığı kimi bölümler de mevcut. Misal : DNA ve RNA'nın kimyasal açıklamasında bu tarz trükler yapılamıyor. Fakir de bu bölümlerin teknik çözümlemesini, kimya ile hemhal kârilere bırakıp yazılı metne odaklanmıştır. 
   Yazının başında sorduğumuz soruların cevapları, en son bilimsel deneyler ışığında okura aktarılıyor. Yetmedi : sormadığımız ancak zihnimizi kurcalayan kimi soruların da muhtemel cevapları var. "Uzayda hayat var mı ?" gibi sorular ancak tümevarımla yanıtlanabiliyor ancak yanıtlar akla yakın. 
   Yazarımızın derslerine girdiğimden (ki dinlemesi büyük zevktir) kitabı özellikle edinip okudum. Ancak işbu derslere girmeseniz de kitabın alınıp okunması bir faniyi eski halinden daha fazla bir hale getirir. Kadim sorulara güncel cevaplar verir. Bilgilenmenin tadı alınır. Hülasa; kimyacılar ve bilim insanları için okuması elzem, düz okur için ise : ihtiyari ancak faydalıdır. 

23 Kasım 2015 Pazartesi

"Ant Man" En Mütevazı Marvel Kahramanı.

   Marvel kahramanları sinemada iyi ekmek buldu. Ha babam devamları çekiliyor. Dizi film mantığıyla çekilen sinema filmlerine de alışamadım gitti. Hâl böyle olunca, kafa boşaltmak için izliyor, buraya da yazmaya değer bulmuyorum. 
   Ama karınca adamı sevdim.
   Bir kere esas oğlan öyle aman aman yakışıklı, zengin, bol kaslı, kariyer sahibi biri değil. Onu farklı yapan sistemde suçlu olarak damgalansa da temelde iyi bir insan olması (tabiy ki de kızı ile olan çok samimi ilişkisini de gözardı etmemek gerek). 
   Standart holivut klişelerinin tümü kullanılıyor. Kazara kahraman, etkisiz fakat bilge biliminsanı (ki Maykıldaglısın gençlik halini nasıl çekmişler bilmiyorum, ama oldukça başarılı), esas oğlana aşık olacak biliminsanının kızı (Lost'daki Keyt), antipatik ve yarıdeli bir kötü adam (tersi nasıl olur bilmiyurum !), mutluson.
   Her nedense Evıncırsları izlerken nasıl efektten aksiyondan kafam pırıl pırıl oluyorsa, bu filmi de izlerken onlardan ayrı bir keyif aldım. Skatleng'in hödük naifliği mi, kızıyla olan rabıtası mı, en şükela aksiyon sahnelerinin pik anlarının nasıl küçüminnacık tesirler yarattığı mı (tren sahneleri yardı fakiri), karıncalarla ilgili okuduğum iki romanın bende yarattığı etki mi bilmiyorum ama kifayetsiz yancılardan (ki Maykılpena bombastik rol kesmiş), öndişsiz sevimli Megi'ye kadar karakterler pek bir hoşuma gitti.
   Patlak mısır (yağsıztuzsuz) ve sade soda (şekere karşıyız !) ile haftaiçi yoğun çalışma saatlerinden sonra gideri vardır.

19 Kasım 2015 Perşembe

"Göksel Kürelerin Devinimleri Üzerine" Bir devrin kapanışı.


    Kaynakçası ve önsözleriyle toplam 539 sayfa süren bu ytong, şu patetik (patetikle ne işim olur ?) sefil okuma serüvenimde gördüğüm en kuru, sıkıcı, anlaşılması zor bilim kitaplarından biridir.
   Ama du bakalım Arakolpa ! Sor bir "neden bu kadar kuru ve çetrefilli ve okuması zahmetli ?". İşte bu minvalde eşelediğim tarih, karşıma çok ilginç ve çarpıcı gerçekleri serdi.
   Örneklesem daha kolay olacak. Şöyle ki : diyelim iktidar partisi milletvekilisiniz. Uzun boylu sevgi insanının aslında göründüğü gibi olmadığını, çıkar ilişkilerini, karanlık taraflarını konu alan, kanıtlara, belgelere dayalı bir kitap hazırlıyorsunuz. Sonra da bunu yayımlıyorsunuz.
   İşte Mikolaj Kopernik (Lehçe böyle okunuyormuş), tam da bunu yapmış. Merhum, aslında o kadar da cesur değilmiş, zira (zira mı ? !.. (iyice tekaüde bağladım)) kitap yayımlandığı yıl, kalıbı dinlendirmiş. Bir de diyolla ki : kitap; aslında çok geniş çevrelere yayılmasın, çok fazla kişi bilmesin, herkeşler tarafından anlaşılmasın (hülasa : fincancı katırları ürkütülmesin) diye kasıtlı olarak bu kadar kuru/yavan/çapraşık kaleme alınmış (ben diyenlerin yalancısıyım). 
   Şimdi biraz açalım.
   Aristo ve Batlamyus'un "yer merkezli evren" modeli taa M.Ö.350'li yıllardan itibaren astronomide değiştirilmemiş bir (o zamanın) kuramıdır. O zamandan 1850 yıl sonraya kadar da bu kuram, kırkyama yorgan gibi eklenmiş, değiştirilmiş ama kuramın temel niteliği ile oynanmamıştır (hala yorgandır yani). Bu meyanda hristiyanlık oluşmuş, gelişmiş, taraftar bulmuş, daha da tehlikelisi kurumsallaşmış ve kural koyar hale gelmiştir. Hristiyanlık, dönemin "bilgi"siyle çelişmemek adına geçerli astronomik kuramlarla bir paralellik getirmiştir. Zamanla hristiyanlık, güçlenmiş ve bu aşamaya gelinceye kadar uzlaştığı bilimsel kuramlarla teolojik kuramları içiçe geçirmiş ve bilim ilerleyip, kulp taktığı bilimsel gerçekler sorgulanmaya başladıkça, "engizisyon" denilen makine devreye sokulup, muhalif sesler susturulmuştur.
   Bu ahval ve şerait altında "yer merkezli evren" modelinden "güneş merkezli evren" modeline geçişi kanıtlayan kişinin de Polonyalı bir din adamı olması ironiktir. Demek neymiş : mızrak çuvala sığmıyormuş. 
   Konu uzar. 
   Evet kitap sıkıcı, fakirin beyninde mavi ekran yaratan bölümler üst üste. Lâkin, sayısal bölümleri atlayarak geçtiğinizde usunuzda hoş bir tortu bırakacaktır. Özellikle takvimler ve ayın hareketleri bölümü bende çok kolay aktı.
   Bilime, dine ve astronomiye ilgi duyan kâri kaçırmasın.   

15 Kasım 2015 Pazar

"Youth" Sanat Filmi değil Sanat !

   Napoli doğumlu, hırsız çingene görünümlü bir İtalyanın filmlerinden bu denli etkileneceğim kimin aklına gelirdi ki ? (bu minvalde bu film tanıtımıma gözünüze bir görünsün diye ilk kez bir yönetmen fotografisi iliştiriyorum.)
Bay Sorrentino
   İsviçre'de kalburüstü bir otel (geceliği 1400 TL.). Emekli bir orkestra şefi (pek o kadar parlak değil, entellektüeller tarafından avam olarak nitelendiriliyor), başarılı filmler çekmiş fakat pırıltısı geride kalmış bir yönetmen, kaliforniyalı başarılı bir aktör, diyegoarmandomaradona, kainat güzeli, görmelere seza bir senaryo yazma timi, çoğunlukla 70'in üzerinde konuklar, dilsiz ! bir çift (hanım olanın sesi yüksek perdelerde iyi ama). Bir sezonda yaşananları görürüz, film biter, yazılar çıkar.
   Şimdi Maykılkeyn ile Harvikaytıl karşı karşıya oturup geyik yapsalar, iki saat sıkılmadan izlerim gibime geliyor. Ki ilaveten (yenilerden sevdiğim) Poldeno var, gözlerinin hastası olduğum reyçılvayz var, ne zamandır göremediğim (elleri ne yaşlanmış yalnız) Bay Piitırfonda'nın kızı ceynfonda var, Tanrı'nın sol eline ikizi kadar benzeyen roliserrano var. Böyleyken kaçırmak olmaz. Elbette memleketimde sadece festivallerde falan gösterildiğinden kelli, malum ortamlardan izlemek zorunda kaldım. (iyi de yapmışım, sinema salonlarında singılmalt viskiye izin yok çünkü) 
   İlk yarım saatten sonra, müskirat istihkakımı (ve hatta yarınki müskirat istihkakımı da) filmi izlerken tüketmeye karar verdim. İyi de yapmışım.
   Söylemesi benden elli yaşına gelmeden izlememek gerekiyor. Yönetmen (ve aynı zamanda senarist) bey henüz 46 yaşında ama bazı şeyleri iyi gözlemlemiş. Bu yaşa gelmeden anlaşılmayacak trükler, replikler (küçüğe çıkma !), hâl-u zâr vaziyetler gırla gitmektedir (kainat güzeliyle aynı havuz içinde çıplakken erekte olamama hali gibi !). 
   Kurgu, sıradan sinefile çok kopuk gelecek kadar başına buyruk ilerliyor. Genellikle diyaloglar halinde ilerleyen pelikulamızda; bağlantılar seyirciye bırakılmış. Paşa keyfinize göre diyalogları bağlayabilir yahut olduğu gibi bırakabilirsiniz. Ben ikinciyi seçtim, daha güzel oldu. Mekanlar, tablo gibi. Kostümler şımşıkırdak. Renkler, gerçek hayatta olmadığı kadar parlak (yönetmen bey, yıllar geçtikçe soluklaşan renk alma duyumunu tersine kullanmış sanki). Oyunculuklar için ise : görmek gerek. Bay Keyn'in yevmiyeyi hakketmediği film görmedim (Betmenlerde bile). Şimdiye dek gördüğüm en yapmacıksız intihar sahnesi (sahnenin devamında bay keyn'in sıklaşan nefesleri). Her rüya sekansının, hakikaten rûya (dikkat buyurunuz rüya değil rûya) gibi olması. Satır aralarındaki inciler (misal : -Dünyanın en adi işini yapıyor. - Orospu mu ? -Hayır pop müzik şarkıcısı. (bu değerlendirme bir orkestra şefinden geldiğinde yerine oturuyor ancak)).
   Mesaj verme kaygısı olan bir film değil. Ama almasını bilene : yaşlılığın halleri (bakınız erdemleri demiyorum), holivut'un içyüzü ve işleyişi, uçmanın sırları, ebeveyn olmanın çeşitli halleri, sanat, oyunculuk, önyargılar, prostat ve daha neler neler veriyor. 
   Velhasıl : uzun zamandır her dakikasından keyif aldığım nadir filmlerdendir. Arşive attım. İkinciye de izlerim, üçüncüye de. 

"Ali Baba ve 7 Cüceler" CMYLMZ'dan Ajan Komedisi.

   Açılış jeneriğinden ve müziğinden, bir ajan komedisi ile karşı karşıya olduğumuzu idrak ettiren filmdir.
   Şenay "Cüccaciye"; "kurumsal" ve "inovatif" bir yaklaşımla Sofya Bahçe Fuarına katılır. Günümüzde bulunması zor (ancak ısmarlama olur) kahverengi/pileli takım elbise ve karikatürize kayınço İlber eşliğinde Şenay (help you ?); kötülüğün vücut bulmuş hali Boris Mancov'a gününü gösterecektir.
    Bulgaristan'da film çekmek, memleketime nazaran ucuz ve kolay. Ekipman ve teknik altyapı sağlam. Türkiye'de bulunamayacak (en azından zor bulunacak) balistik füze, rus askeri üniforması, gömülü sığınak, katedralli meydan gibi dekorları bulmak kolay. Eh post prodüksiyonu da güzel yapmışlar. Bay Yılmaz da niye faydalanmasın bu güzelliklerden. Çekmiş filmi. Olmuş da. 
   Filmde "hayatta olduğu" kadar küfür var diyolla ama fakirin hayatında o kadar küfür yok mesela. Kapalıçarşı'da dövizci esnafı olsam belki ama benim durgun hayatımda filmdeki kesafette bir argo kullanımım (.mına koyayım, s.kerim türü argo) yok. O yüzden birazcık rahatsız oldum. Rahatsız olmamın nedeni argonun kullanılması değil, argonun belli bir amaçla kullanılması oldu. Nedir : Bay Yılmaz, önceki işlerinde bu kadar yoğun kullanmadığı argoyu, seyirciyi manipüle etmek amaçlı kullanmıştır. 
   Tiyatrocular bilir : seyirci düşüyorsa repliğe bir iki küfür eklerler, seyirci yükselir. Aynı trük.
   Daha önceki CMYLMZ filmlerinde çıta nasıl yükseldiyse artık (favorim "Her Şey Çok Güzel Olacak" ve "Hokkabaz"dır) bu filmde hayalkırıklığına uğradım. Hayır daha sonraki işler; favorilerim gibi olmasa da, mizahi açıdan üzerinde ince ince çalışılmış işlerdi (GORA, Yahşi Batı). "Pek Yakında" bile sinematik açıdan gizli hazlar içeriyordu. Ama bu iş öyle değil. 
   Ajan komedisinin içine karaorman zombisi montajlamak (ki vardır ona benzer bir şey) nedir hocam yav ? 
   Hoşuma giden şeyler olmadı mı ? Oldu tabiy ki. Barış Manço şarkıları. Açlık Oyunları ve gore filmlere yapılan göndermeler. Yosimizrahi'nin beyaztürk tiplemesi. Bay Yılmaz ve Algöz'ün düeti süpersonikti mesela. Eski filmlere yapılan mesaflar da, belli bir algı yüksekliği gerektirdiğinden iyiydi. Bay Yılmaz'ın filmlerinde "gülmeyi" asla bir kriter olarak kabul etmediğimden, o fasıla hiç girmiyorum. 
   Hülasa : "birbuçuk saati şöyle güzelce ezeyim, kafam boşalsın" diyenler gitsin, görsün, ama "iyi bir CMYLMZ filmi seyredeyim" diyorsanız açın "Her Şey Çok Güzel Olacak"ı tekrar izleyin.

12 Kasım 2015 Perşembe

"Kimya Güzeldir" Evet ve hatta fizik de, biyoloji de...

   Necip milletimiz bilime uzak. 
   Son beyin fırtınasında "Yeni-Platonculuğun doğu toplumlarınca sadece mistik yönünün incelenmesi, matematiğin ilgi dışı kalması mı bu toplumu sayısal bilimlere ilgisiz yaptı" diye bir çıkarımda bulunduk. Allahtan hocamız "bu bir yumaktır, bu düşünce de bu yumaktaki bir iptir." diyerek noktayı koydu. Yoksa kimbilir nerelere varacaktı konu ! 
   Geyik kâfidir, kitaba gelelim.
   Ömer Kuleli ve Osman Gürel, şahane bilim insanları. Her ikisi de bir şekilde 12 Eylül'den darbeli. Her ikisi de bilimin, sokaktaki insanlara ulaşması için çabalıyor. Bu ikilinin Cumhuriyet Bilim Teknikte çıkan yazılarından derlenen "Kimya Güzeldir" kitabı; yedi bölümde anlaşılır ve eğlenceli bir dille, günlük hayatımıza ne şekillerde sirayet ettiğini bilmediğimiz "bilim" hakkında malumat veriyor. 
   Şenlikli kalem oynatan yazarlarımızın kimi zaman teknik konularda kendilerinden geçip, kimya bilmeyen okurun kafasını karıştıracak bilgiler de verdiği oluyor, ancak yazıların her biri kendi içinde okuma dinamiğini düşürmeyecek bir canlılığa sahip. Kitabımızın iki ayrı yayınevi tarafından altı (6) baskı yapması ise, fakiri çocuk gibi sevindirmektedir (umutsuzluğa yer yok !).
   Kitapta yer alan konular sadece bilimsel değil, teolojik spekülasyonlar (Torino Kefeni), "Dök Zülfünü Meydane Gel" tarzı tüy/saç konulu keratinel bilgiler, ışığın hızı, kuantum mekaniği, etkili karate vuruşunun sırrı (vallahi de var), GAP'taki bilinmeyen tehlike (salyangoz ateşi) gibi kuntastik yazılar da gırla gitmektedir.
   Her halûkarda okunur kitaptır. Hem bilgilenir, hem malutfuruşluğunuza malumat katar, hem eğlenirsiniz. Bakarsınız (Mahmut Fazıl Coşkun'un filmine selam olsun) bilime ilgi bile duyabilirsiniz.
 

8 Kasım 2015 Pazar

"Spectre" Son Bond Filmi.

   Son zamanlarda izlediğim aksiyon filmlerindeki açılış sahneleri pik adrenalinle başlıyor, herhalde yeni bir moda (misal : en son görevimiz tehlike). 
   Son Bond filmi de öyle gulguleli bir açılış yapıyor. Tıklımtıkış bir meydanın üstünde helikopterle looping yapmalar (yapabiliyor mu helikopter öyle ?), yıkılan binalardan sıyrık almadan kurtulmalar, damlarda zarifçe (kedi gibi) süzülmeler, "Ölüler Günü" kostümleri, işlevinin ne olduğunu bilmediğim Mesikalı bir damme. Ama olsun ! açılış güzeldi. Sonra açılış jeneriği geldi (ben eski jenerikleri daha seviyorum, yeni dünya fazla "cesur" değil, neticede : denyılkreygin vücudunu fazla merak etmeyen bir insanım)
   Film uzun (2 buçuk saat), bütçe kallavi (300 milyon USD), kast fena değil (dudaklarını büzerek oynayan denyılkreyg var, hernedense pek üzgün bir monikabellucci var (evet, yine iç çamaşırlarıyla yatağın üstünde oturma sahnesi var), her bond vileyninde olduğu gibi yüzü sonradan deforme olan bir kristofırvoltz (herhalde yevmiye iyi diye girdi bu işe çünkü gördüğüm en zayıf antogonist) var, pek yeniyetme bir Q, pek üstünkörü oynamış bir M (ralffiinesin en zayıf rollerinden biri) var. Patlayan saatler, kurşungeçirmez arabalar, uçaklar, helikopterler, Meksika, Roma, Tanca, Londra, şık takımlar, SIG'ler, walther'lar var. 
   Ben sevmedim. Denyılkreyg de sevmemiş olacak herhalde "bundan sonra yoğum" demiş. İyi demiş. Bundan önceki Skyfall  da pek iyi sayılmazdı ama spektre ona rahmet okutur.
   Senaryo ve kurgu oldukça arızalı. Liyaseydu'nun "ayrılmalıyız artık" demek için Fas'tan Londra'ya gelmesi, Ceymz'in Tanca'da uykudan kalkıp duvarları yıkması, gözçıkaran yarma tetikçiyi araba kazasının ardından bayılmış bir halde yerde bırakması, 7.65 walther ppk ile helikopter düşürmesi ve daha neler.
   Bu filmi paramıza kıyıp sinemada izledik, pişman olduk mu ? Ziyadesiyle. Bundan sonrakileri (çıtayı yükseltmezlerse) malum ortamlarda izlerim. Malzemesi tamam, tadı olmamış aşureye benzemiş.

7 Kasım 2015 Cumartesi

"Mr.Holmes" Hayat Bazen Tatlıdır.

   Film bitince arkama yaslanıp "Allahım ! yaşlanmadan öleyim." dedim.
   Şerlokolms 93 yaşındadır. Sözün ortasında sözünü unutur. 30 yıldır neden vaka almadığına neden olan vakayı unutur. Tanıştığı kişilerin adını unutur. Belli bir yaşı geçip, bakıma muhtaç kalan kişilerin yediği azarları yer. Vücudu kendisini dinlememekte, zihni kendine ihanet etmekte olan jilet zekalı eski Şerlokolms'ün silik bir gölgesidir. Bunamaya iyi geldiği söylenen "çinbiberini" bulmak için, o yaşta Japonya'ya bile gider. 
   Üç kanallı ilerleyen, ağır, oturaklı, iyi sinefili asla sıkmayan, popcorn (ne işim olur popcornla ?) patlak mısır sineması izleyen kitleye işkence gelen tempoda filmdir. Sör Ayenmekkelin (ki patlakmısırcılar "aa Gandalf !" diyecektir.) beklenen frekansta azıcık bir makiyaj ile Bay Holms'ü kana cana büründürüyor. Bay Holms'ün 60 ve 93 yaşlarında canlandırdığı iki karakteri, vücut diliyle farklılaştırdığını görebilir, dönemin İngiltere'sinin nasıl gösterildiğini izleyebilir, insanın kimi zaman 93 yaşından sonra bile olgunlaşabileceğini idrak edebilir, savaşın korkunçluğuna uzaktan bakabilir, (tabiyki S.H. hayranıysanız) bir efsanenin zamana nasıl yenik düşebildiğini (ya da yenebildiğini) temaşa edebilirsiniz. (görmeye ilişkin kelime dağarcığım tükendiğinden örnekleri kesiyorum).
   Ben arşivime attım, sevdiceğim uyumadan sonunu getirdi. Bunlar benim için önemli kriterler. Sherlock Holmes karakterini Sir A.C.Doyle'un hayat hikayesini ve S.Holmes'ün Bay Doyle'a ettiklerini inceleyecek kadar iyi okudum. Haliyle beni ziyadesiyle tatmin eden bir filmdi. Ama Gayriçi'nin şerlokolms serilerini izleyerek tanıdıysanız bu ziyadesiyle egosantrik kişiliği, bu film sizi tatmin etmeyecektir. 
   Nedir; sabırlı ve sebatlı sinefil mutlu, memnun olacak, diğerleri ayazda kalmış erik olacaklardır.Yani siz bilirsiniz.

4 Kasım 2015 Çarşamba

"Agora" Alehandroamenabar'dan "Din Bu !"

   Ne zamandır arşivde yatar durur da izlemeyi geciktiririm.
   Nedir : sonunu bildiğim filmleri (hele de hüzünlü sonsa) izlemeyi sevmiyorum.
   İskenderiyeli Hipatiya'nın hikayesini Alehandroamenabar çekmiş. Yönetmen iyi, başrol iyi, öykü iyi (senaryo tartışılır). Daha fazla erteleyemedim, izledim.
   Felsefe ve astronomi dersleri veren Hipatiya, geçmişin mazlumu bugünün zalimi hristiyanların gazabına uğrar. Olaylar gelişir.
   Sinemasal yönden fazlaca bir beklentiniz olmadığı takdirde, idrak merceğinizi tarihe yönlendirirseniz daha kolay izlenecek filmdir. Son bir aydır adını film öncesinde de duyduğum Hypatia'nın nasıl canlandırıldığını, İskenderiye'nin nasıl olup da bilim ve felsefedeki sayılı merkezlerden biri olduğunu, M.S.300'lü yılların sonunu, Roma (doğrusu Doğu Roma'nın) ve İskenderiye ikilisinin nasıl olup da beraber yaşadığını, dinin bilimi baskılamaya çalışmasını, gücün insanları nasıl yozlaştırdığını (bakın buralarda günümüze atıflar yapılabilir) görmek isteyen buyursun izlesin.
   Göreceğimiz şey nihayetinde bir sinema filmidir. Gerçekleri yansıtmasını beklemek bönlüktür. Azıcık kitap karıştırdığınızda zaten yazılanların, izlediklerinizden farklı olduğunu anlarsınız. Yönetmen bey de kendi şapkasını taktığında haklıdır. Netçede belgesel değil "adventure, drama, history" janrında bir holivut pelikulası çekmektedir (ahh bu hasılatın gözü kör olsun). Araya; olmayan bir tutku hikayesi sokulmaz, tarihdışı gelişmeler eklenmezse film gişe yapmaz. Bir daha da film çekemez.  Ancak yönetmen beyin iyi yaptığı bir trük vardır ki, yazmasam şişerim.
   Bir güç mücadelesi yaşanmakta, bilim ve din karşı karşıya gelmekte (aslında bilimin dinin karşısına geldiği falan yoktur. Din, iktidarın bilime yakınlığını sindiremeyerek fitnefücürat yapmaktadır), gulgulenin volümü yükseldikçe yükselmekteyken; dünyamızı (o zamanlar şüphesiz ki daha mavi) uzayçekim görmekteyiz. Bu güzel, mavi küre; üstündeki çekişmelerden azade, dönüp durmaktadır. Nasıl döndüğüne, yörüngesinin eliptik mi dairesel mi olduğuna aldırmaksızın dönüp durmakta ve yaşananlar gözümüze nasıl da anlamsız gözükmektedir. 
   Neyse ne ! Bilime, sanata, siyasete, elbette ki tarihe ilgi duyanlar izleyebilirler.

"Kafes" Yeni Nesil Korku Romanı.

   Okumada züppelik mi yoksa başka bir şey mi bilmiyorum ama çok satanları okumamayı (en azından hemen okumamayı) tercih ediyorum.
   Bu bir istisna.
   Peter Straub gibi fikirlerine değer verdiğim bir yazar ve daha bir çok saygın kurumdan olumlu eleştiriler almış bir korku romanına kayıtsız kalamadım ve Coşmelermın'ın "Kuş Kutusu" ya da "mükemmel" kitap ismi tercümesiyle "Kafes"ine daldım.
   Korku romanlarının bir olmazsa olmazı "korkulacak nesne"yi bulma işidir. Bu : vampir olur, cin olur, kurtadam olur, (en güzeli) insan olur. Bay Melermın burada kurnazca bir hile yaparak, korkulan nesneyi bilinmeyen birşeyler yapmış. Öyle ki; gördüğünüz anda, ayarlar alt üst olup intihar ve cinayete varan kötü sonuçlarla karşılaşılıyor.
    İki kanallı ilerleyen bir olay örgüsünde, Melori'nin (esas kız) dört yıl öncesinden başlayıp o ana devam eden öyküsünü okuyoruz. Bayan Melermın'ın kurnaz oğlu bir cinlik yapıp paralel öykülerden birini olay örgüsünün en gerilimli yerinden başlatıyor. Melori'nin anabasisinde dört yıl önceki olayları da görüp, kişileri ve gelişmeleri bir çerçeveye oturtabiliyoruz.
   Ben iş çıkışı okumalarla (ki araya bir film falan da girdi (ki birlikte hoş vakit geçirdiğim ve buna zaman ayırdığım bir ailem de var)) iki günde bitirdim. Öyle merak ettiğimden, sonunu beklediğimden falan değil. Kitap hızlı okunuyor.
   Hoşuma gitmedi. 
   İkinciye okuduğumda belki başka tatlar alabileceğim. Kim bilir yazar belki de sosyolojik bir tespit, eleştiri de yapmıştır ? Ama bana Hosesaramago'nun "Körlük" kitabının tam tersine işlenmesi gibi geldi. Üstelik onda bilinmeyen kortutuculuklar olmadığı gibi bu kitabın aksine daha fazla gerilim vardı. Neyse ne. Moda kitaplar okumayı sevenler okumuşlardır zaten. Önerim : Saramago'nun kitabını okumadıysanız onu okuyun daha iyi.

30 Ekim 2015 Cuma

"Fizik" Aristoteles'den çook geç bir çeviri ile.


Muallim-i Evvel (bizde böyle de bilinir) İ.Ö.384-322 yılları arasında yaşamış. Fizik'i de bu yıllar arasında yazmış olduğu çıkarımını yapabiliriz. Rodoslu Andronikos İ.Ö.60 yıllarında, muallimin "varlık" konusundaki görüşlerini "Fizik"ten sonraki kitabına koymuş ve süpersonik bir yaratıcılıkla kitabın adını "Fizik'ten Sonra Gelen" koymuştur. Böyle yaparak "metafizik" olgusunun isim babası olmuştur "Ta Meta Physika". Ama konumuz bu değil.
   "Fizik"; sonra latinceye, arapçaya, sonra tekrar çeşitli dillere çevrilen, günümüz fiziğinin temelini taa 16.yüzyıla kadar oluşturan (bu batı dünyası için böyle, bizdeki etkisi ondan sonraya da sirayet eder), bilim ve felsefe işbirliğinin apaçık bir göstergesi olan, (yalnız özneyi betimleme uzadıkça uzuyor, en iyisi keseyim bari ben) bu kitap; günümüz Türkçesine ancak 1997 yılında Saffet Babür'ün çevirisiyle teşrif etti. Arada yalnızca yirmiüç (23) (YİRMİÜÇ) asır olması yine iyi, hiç çevrilmeyebilirdi de.  
   Benim okumaya çalıştığım nüshası 2014 tarihli beşinci baskısı. Kitap 437 sayfa. Aristoteles'in yedi kitabından mürekkep. Yunanca aslı sol, günümüz Türkçesi ile meali sağ tarafta yazılı. Her kitapta bazı olgular irdeleniyor. 23 asır önce yazılmış metnin, nasıl olup da fakiri tefekküre sardırdığı, kara kara düşündürdüğünden bahis etmeyeceğim. 
   Şöyle bir örnek verebilirim : 1.Kitap "İlkeleri, nedenleri ya da temel ögeleri olan her araştırma alanında bilmek ve kavramak bunları anlamakla söz konusu olduğuna göre (çünkü ilk ilkeleri, ilk nedenleri, temel ögeleri bildiğimizde her bir nesneyi bildiğimizi düşünürüz) şu açık : doğa biliminde de ilk olarak ilkeler üzerine belirleme yapmaya çalışmak gerekiyor." diye başlıyor ve 7.kitabın sonu : "İmdi şu açık: nitelik değiştirmeye özgü olan şey, duyulur nesnelerde ve ruhun duyu ile ilgili kısmındadır, ilineksel olması dışında başka hiçbir şeyde değildir."
   Yani hiç mola yok ! Örnekleme çok nadiren yapılmış ve genel olarak soyut ilerlenmiş. Böyle olması belki de güzel zira dönemin örnekleme anlayışı günümüze çok uzak. Lakin soyut ilerleme konusunda okuyucunun felsefi metinlere aşina olması gerekiyor. Bendeniz beşinci kitaptan itibaren mavi ekran verdim ve maalesef son iki kitabı da,  bitiriyor olmam gerektiği için zorlayarak okudum. 
   Her kitapta değişik konular inceleniyor. 4.Kitapta mesela : yer var mıdır ? madde midir, form mudur ? boşluk nedir ? gibi olgular sorgulanıyor. Vallahi, gözümüzün önünde olan ancak hiç o gözle bakmadığımız önemli gerçekler. Bitişik, ardışık, yanyana gibi bildiğimizi sandığımız sözcüklerin aslında nasıl derinlemesine betimlenebileceği var. Var oğlu var !
   7.Kitapta devinim inceleniyor. Şöyle bir cümle var "devindirenin, devindirildiği için devindirdiği", devindirilenin devinimi ile devindirenin devinimi aynı anda birlikte olacaktır (çünkü aynı anda devindiren devindirir, devindirilen de devinir devindirilir). Öyleyse açık ki, A'nın, B'nin, C'nin devindirenlerin ve devindirilenlerin herbirinin devinimi aynı olacak."
   Fakirin zaten üç tane beyin hücresi var. Böyle bir cümleyle karşılaşınca hepsi birden duraduruyor (bu fiili Sayın Babür sıklıkla kullanmış, sözlükte yok ama bu cümleye cuk oturuyor). Bilim Tarihi Metinleri hocamıza söyleyince bu cümlenin şıpınişi tercümesini yaptı ama o üç hücre an itibarıyla fonksiyonel olmadığından, mealini idrak ambarıma atamadım tabiy ki. Yalnız şunu söyleyeyim. Devinme fiilinden ikrah geldi. 
   Bu kitabın okunması için rehber bir kitap varmış. Ümidim ondadır. 
   Önemli bir kitap, okunması da gerekir, attım kütüphaneme. Uzun, pek uzun ve üzerinde yoğunlaşabileceğim bir dönemde okunmak üzere.
   Fiziğin abc sini anlamak üzere bir (ya da daha çok kere) okuyacağım. Bilim ve felsefeye ilgi duyan kâri için okuması elzemdir.

25 Ekim 2015 Pazar

"Modern Bilimin Doğuşunda Bizans'ın Etkisi Var mıdır ?" Var mıdır hakkaten ?

 Belki inanmayacaksınız ama böylesine "zahiren" sıkıcı görünen ama gerçekte bugünümüzü belirleyecek önemli bilgilerle dolu bir kitabın ilk baskısı tükenmiş ve ancak "Nadir Kitap"ta bulunur olunca, Hocanın öğrencilerinden Tulga Ocak ikinci basımını yaptırmış. 
   1975'de yazılmış önsözün okunması dahi, akademik olmayan okurun bir çok şeyi kavramasına yardımcı olacak niteliktedir. Tarih ve tarih yazmanın önemiyle birlikte tarihi okurken karşımıza çıkacak şaşırtmacalar, yanılgılar ve kurmacalar (ki zamanın "tarihsel" televizyon serileri ile önümüze çıkmaktadır) ile bunlara nelerin yol açtığı çok temiz ve anlaşılır bir biçimde aktarılıyor.
   Kitabımızın içeriği ise oldukça detay içeren kimi tespitlerle dolu. Tekeli Hoca Bizans tarihini incelerken bilim konusunda yoğunlaştığından ve dönemin bilimi, yenilikten ziyade aktarmaya dayalı olduğundan kültürlerarası çevirilere oldukça fazla yer ayırmış (çünkü konu olunan çağda bilimin gelişmesini anlamanın yegane yolu, çeviri faaliyetlerine bakmak). Bu fasıllar ilgiyi biraz düşürse de, genel olarak (dönemin siyasal paradigması da gözönüne alındığında) yorum bölümleri ilgiyle okunacak içeriğe sahip.
   Velhasıl; tarih, bilim ve Bizans'la ilgilenenlerin okuması gereken bir eserdir.

"Marslı" Az bilimkurgu, az gerilim.

    Metdeymın'ın kaslıdan sıskaya evrildiği bir filmle daha karşınızdayız iflah olmaz sinefiller. Üç boyut olayını sinemada sevemediğimden ilk haftalarda gitmedim, belki iki buutlusu (eskiden öyle derlerdi) çıkar onu izlerim diye düşündüm. Sinemalarda gösterimleri azalıp iki buutlusu çıkmayınca sinemaksimumlardan gözlük üstüne iliştirilen klipsli gözlüklerden bir tane edinip (6.5 TL.) izledim mecburen.
   Raydlisıkat, temiz iş çıkarmış. Disko müzikleri, iyi oyunculuklar, kastırmayan özel efektler, (elbette ki) fizik kurallarına tamamen aykırı bir senaryo, düşmeyen bir tempo ile derli toplu bir film olmuş. Filmde, asıl işlenen tema ise insanın (iyice) izole ve çaresiz bir haldeyken hayatta kalabilme çabası. 
   Bay Deymın, yevmiyeyi hakketmiş, çoğunlukla tek başına arz-ı endam ettiği sahneleri (takdire şayan bir şekilde) doldurmuş. Nasa takımı ise Boromir ve Aksel Heni gibi hoş sürprizlerle, elinden geleni yapıyor. (Filmden bir küçük sahneyi çok hoşuma gittiği için yazmasam olmaz. Nasa ekibi bir projeye "Elrond" adı veriyor. Boromir'in "Elrond'u bilmiyor musun ?" diye PR müdürüne çıkışması ve zavallı PR Müdürünün Yüzüklerin Efendisi'ni bilmemesi nedeniyle (ki onun dışında herkeşler bilmektedir) kezban durumuna düşmesi; fakiri gülümsetmiştir.)
   İki saat 15 dakika sular seller gibi akmış, zihin güzelce boşaltılmış, sonlara doğru nefesler tutulmuş (ve koyverilmiş), biletin karşılığı alınmıştır. Sinefillere duyurulur.

20 Ekim 2015 Salı

"The Act Of Killing" İnsanlıktan Utandıran Belgesel.

   İnsana ve insanlığa dair küçük (küçücük de olsa) bir umudunuz varsa, insan olmakla övünüyorsanız; uzak durun, yanına bile yaklaşmayın bu filmin. Ruhunuzda hala ince bir sırça kaldıysa sırra kadem basın, ayarlarınızı bozmayın.
   Önceden birşeyler duymuştum belgesel hakkında. Önyargılı yaklaşmayayım diye hiç bir ön hazırlık yapmadan izlemeye giriştim. Olağanüstü kiç bir çekim sahnesiyle açılan girişten sonra sempatik görünüşlü beyaz saçlı bir dede birşeyler anlatmaya başladı. Aktüel kamerayla yapılan çekimlerde yavaştan dikkatimi çeken bir şeyler oldu. Birtakım insanlar (ki Herman Koto kadar iticisi çok az görülür) ülkelerinin yakın tarihini konu alan bir film çekerken "bir zamanlar maziye bak, ne kadar şendik" havasında öldürdükleri insanları anlatıyorlar. O ak saçlı sevimli dede (!), etraf fazla kirlenmesin diye buldukları pratik bir öldürme yöntemini canlandırıyor : "işte kabloyu şuraya bağlayacaksın, ucunu çekmek için bir tahta bulacaksın, adamı şöyle oturtacak, kabloyu boynuna böyle dolayacak ve sonra da şöyle çekeceksin. Bak ! ne kadar temiz oluyor" falan diye. O an yemin ediyorum içim dondu.
   Endonezya'da 1965 yılında bir askeri darbe olur. Çinlilerin çoğunlukta olduğu ve komünist görüşte oldukları düşünülen bir milyonu (1.000.000) aşkın kişi öldürülür. Bu cesametteki cinayetler sadece polis ve asker tarafından yapılamayacağından yerel çeteler de öldürme eylemine katılır ve olaylar gelişir.
   Enver Kongo (ki gerçek ismi olmadığını düşünüyorum) ve saz arkadaşları bu meyanda, karaborsa sinema bileti satıcılığından, devletin kolladığı resmi katiller sınıfına terfi ederler. Yaptıkları işte o denli başarılıdırlar ki, bir süre sonra (halen de faal olan) yarı milis bir topluluğa rol modeli olurlar. Aradan yıllar geçer. Enver, Herman ve saz arkadaşları müreffeh, ferahfeza, şıngırmıngır bir hayat sürüyorken 38 yaşında bir teksaslı (üstelik üşenmemiş yerel dili de öğrenmiş) Caşuaopenhaymır gelir "Dede gel seni bir filme çekelim" der. Holivut hayranı kıdemli katil Enverkongo balıklama atlar. Kendi paradigmasına göre bir kahraman olan Enver Dede (dedeliği batsın) yaptıklarını gurur duyarak anlatır. Bin (1000) (BİN)'i aşkın insanın bilâistisna katilidir. Bu öldürme eylemlerini ne bir mahkeme ne de akıl/iz'an/ahlak/mantık/vicdan belirlememiş, enverkongo ve takımı kafalarına göre takılmışlardır. 
   Bay openhaymır, belgeseli önceleri bu katliamdan sağ kurtulanlara odaklanarak çekmeyi düşünmüş ancak toplumsal ve siyasi baskı öylesine kuvvetliymiş ki kameranın yönünü diğer tarafa çevirmiş ve katliamı yapanlara yöneltmiş merceği.
   Böyle yapmak ciddi risk. İzleyici bir süre sonra kendini izlediğinin merkezine koyar çünkü. Burada öyle yapan izleyici varsa, koşarak uzaklaşın. Sıradan olmayan bir kurgu, belgesellerde pek görmediğimiz teatral anlatım, insanların kameraya değil de mahalle arkadaşlarına konuşurmuşçasına (ki bay caşua yıllarını harcamış bu güveni kazanmak için) itiraf ettikleri suçlar (misal : "o adamın kafasını kestikten sonra gözlerini kapatmam gerekiyordu, o bakışlar beni bir süre rahatsız etti !"), ekonomik bir müzik kullanımı, çok az dış ses; belgeselimizi farklı bir yere oturtuyor zaten. Ama asıl çarpıcı olan : koskoca bir ülkenin, kocaman bir halkın nasıl olup da çarpık bir bakış açısına sahip oldukları. 
   Evet, belgeselimizin baş aktörleri kongo ve avanesi bu suçları işlemişlerdir. Ama hesap vermedikleri gibi rol modeli olarak günümüzde yaşamaktadırlar. Üstelik gayet de organize bir şekilde zuhur eden, gençliğin oluşturduğu milislerin kahramanı olarak (biri osmanlıoğlanları mı dedi ?). Üstelik devletle pek haşır neşir olarak. 
   Neticede filmin sonunda çıkan yazılarda, yapımda emeği geçen tüm endonezyalılar "anonim" olarak geçiyor. Üstte de yazdığım gibi dış ses neredeyse hiç yok (türkçesi : yönetmen izleyiciyi yönlendirmiyor). Buna mukabil; bünyede oluşan reaksiyon malum : dehşet. (Allahım, insanı bu belgeseli izleyince dehşet duymayan kullarından eyleme !)
   Gece uzun, yazılacak çok şey var. Ama aklımda kalan bir iki sahneyi yazayım da bitireyim. Çünkü yazacaklarım fincancı katırlarını ürkütebilir.
   Enverkongo belgeselin sonlarına doğru en çok can aldığı meşum terasa çıkar. Yaptıklarını yad eder. Kendi bakış açısına göre son derece haklıdır çünkü cezalandırılmamış ödüllendirilmiştir. İçinde kalan son insanlık kırıntısı, son vicdan zerresi yapacağını yapar. Enverkongo dakikalarca öğürür, kusmaya çalışır, içindeki kötülüğü atmaya çalışır. İzleyici bir "beter ol" der içinden. 
   Endonezyalı osmanlıoğlanları yaptıkları bir toplu yemekte sohbet eder, başlarından geçen bir olayı anlatırlar. Konu kısaca şudur : bir kız bir grup erkeğe oral seks yaptığında bir sperm damlası dahi yere düşmemiştir, kız spermlerin tümünü yutmuştur. bu nasıl olmuştur ?" derken yemeğin başlangıç duası ve Kuran okunur herkes ellerini açar, dua eder.
   Enverkongonun işkenceye ezan okunurken ara vermesi.
   Ve daha yazmaya üşendiğim bir çok sahne.
   Bir toplum nasıl akıl tutulmasına maruz kalır, kelimelerin içi nasıl boşaltılır ve başka anlamlarla nasıl doldurulur, insanın kötülüğünün sonu var mı gibi acımasız soruları cevaplama iddiasında olmayan ama bunu yapmaya yaklaşan,
   İnsanı (gerçek insanı) tirtirtitreten, içini buz kestiren, haşyete düşüren, bir belgesel izleyeyim diyenler buyursunlar efem.
   Yok güzel vakit geçireyim diyorsanız, yemek tarifi izleyin.