25 Kasım 2015 Çarşamba

"Yaşamın Kökeni" Daha çok kimyasal açıdan.

 
   Yaşamın kökeni nedir ?
   İlk canlılar nasıl ortaya çıkmışlardır ?
   Canlı ile cansız arasındaki ayrım nedir ?
   Laboratuvarlarda yaşamla ilgili araştırmalarda neler bulunmuştur ?
   Bu sorular; insanoğlunun temel hayatta kalma becerileri artıp gaile derdi dışında bir şeyler düşünmeye başladığından beri kendine sorduğu sorular. 
   Günümüzde büyük çoğunluğun bu soruları sormadığının acı acı farkında olarak, Osman Hoca'nın kitabını aldık elimize, bir haftasonunda hakkından geldik. 
    Kitap "canlılık sorununa giriş"ten başlıyor, yaratılış teorilerinin tarihsel ve güncel açıklamalarından girizgah yaparak yaratılışçılık'a bir göz atıyor, yeni yaratılışçılık'ın ağzını burnunu kırıyor, kökene ilişkin yaklaşımlara toplu bir bakış fırlatıyor, hücrenin yapısal ve kimyasal özelliklerini açıklıyor, bu konudaki deneyleri, bilimsel gerçekleri, tümdengelimleri değil tümevarımları sadece kuru kimyasal olmayan bir üslupla okura aktarıyor. Sıkılmaya başladığınızda ortaya bir yanardönerli meyve bırakıyor (misal S.8 Antoon van Leeuwenhoek'in gördüğü ilk bakterileri "cehennem kaçkını iblisler" olarak adlandırması), hoop okurun ilgisi yükseliyor. Elbette bu formülün geçerli olmadığı kimi bölümler de mevcut. Misal : DNA ve RNA'nın kimyasal açıklamasında bu tarz trükler yapılamıyor. Fakir de bu bölümlerin teknik çözümlemesini, kimya ile hemhal kârilere bırakıp yazılı metne odaklanmıştır. 
   Yazının başında sorduğumuz soruların cevapları, en son bilimsel deneyler ışığında okura aktarılıyor. Yetmedi : sormadığımız ancak zihnimizi kurcalayan kimi soruların da muhtemel cevapları var. "Uzayda hayat var mı ?" gibi sorular ancak tümevarımla yanıtlanabiliyor ancak yanıtlar akla yakın. 
   Yazarımızın derslerine girdiğimden (ki dinlemesi büyük zevktir) kitabı özellikle edinip okudum. Ancak işbu derslere girmeseniz de kitabın alınıp okunması bir faniyi eski halinden daha fazla bir hale getirir. Kadim sorulara güncel cevaplar verir. Bilgilenmenin tadı alınır. Hülasa; kimyacılar ve bilim insanları için okuması elzem, düz okur için ise : ihtiyari ancak faydalıdır. 

23 Kasım 2015 Pazartesi

"Ant Man" En Mütevazı Marvel Kahramanı.

   Marvel kahramanları sinemada iyi ekmek buldu. Ha babam devamları çekiliyor. Dizi film mantığıyla çekilen sinema filmlerine de alışamadım gitti. Hâl böyle olunca, kafa boşaltmak için izliyor, buraya da yazmaya değer bulmuyorum. 
   Ama karınca adamı sevdim.
   Bir kere esas oğlan öyle aman aman yakışıklı, zengin, bol kaslı, kariyer sahibi biri değil. Onu farklı yapan sistemde suçlu olarak damgalansa da temelde iyi bir insan olması (tabiy ki de kızı ile olan çok samimi ilişkisini de gözardı etmemek gerek). 
   Standart holivut klişelerinin tümü kullanılıyor. Kazara kahraman, etkisiz fakat bilge biliminsanı (ki Maykıldaglısın gençlik halini nasıl çekmişler bilmiyorum, ama oldukça başarılı), esas oğlana aşık olacak biliminsanının kızı (Lost'daki Keyt), antipatik ve yarıdeli bir kötü adam (tersi nasıl olur bilmiyurum !), mutluson.
   Her nedense Evıncırsları izlerken nasıl efektten aksiyondan kafam pırıl pırıl oluyorsa, bu filmi de izlerken onlardan ayrı bir keyif aldım. Skatleng'in hödük naifliği mi, kızıyla olan rabıtası mı, en şükela aksiyon sahnelerinin pik anlarının nasıl küçüminnacık tesirler yarattığı mı (tren sahneleri yardı fakiri), karıncalarla ilgili okuduğum iki romanın bende yarattığı etki mi bilmiyorum ama kifayetsiz yancılardan (ki Maykılpena bombastik rol kesmiş), öndişsiz sevimli Megi'ye kadar karakterler pek bir hoşuma gitti.
   Patlak mısır (yağsıztuzsuz) ve sade soda (şekere karşıyız !) ile haftaiçi yoğun çalışma saatlerinden sonra gideri vardır.

19 Kasım 2015 Perşembe

"Göksel Kürelerin Devinimleri Üzerine" Bir devrin kapanışı.


    Kaynakçası ve önsözleriyle toplam 539 sayfa süren bu ytong, şu patetik (patetikle ne işim olur ?) sefil okuma serüvenimde gördüğüm en kuru, sıkıcı, anlaşılması zor bilim kitaplarından biridir.
   Ama du bakalım Arakolpa ! Sor bir "neden bu kadar kuru ve çetrefilli ve okuması zahmetli ?". İşte bu minvalde eşelediğim tarih, karşıma çok ilginç ve çarpıcı gerçekleri serdi.
   Örneklesem daha kolay olacak. Şöyle ki : diyelim iktidar partisi milletvekilisiniz. Uzun boylu sevgi insanının aslında göründüğü gibi olmadığını, çıkar ilişkilerini, karanlık taraflarını konu alan, kanıtlara, belgelere dayalı bir kitap hazırlıyorsunuz. Sonra da bunu yayımlıyorsunuz.
   İşte Mikolaj Kopernik (Lehçe böyle okunuyormuş), tam da bunu yapmış. Merhum, aslında o kadar da cesur değilmiş, zira (zira mı ? !.. (iyice tekaüde bağladım)) kitap yayımlandığı yıl, kalıbı dinlendirmiş. Bir de diyolla ki : kitap; aslında çok geniş çevrelere yayılmasın, çok fazla kişi bilmesin, herkeşler tarafından anlaşılmasın (hülasa : fincancı katırları ürkütülmesin) diye kasıtlı olarak bu kadar kuru/yavan/çapraşık kaleme alınmış (ben diyenlerin yalancısıyım). 
   Şimdi biraz açalım.
   Aristo ve Batlamyus'un "yer merkezli evren" modeli taa M.Ö.350'li yıllardan itibaren astronomide değiştirilmemiş bir (o zamanın) kuramıdır. O zamandan 1850 yıl sonraya kadar da bu kuram, kırkyama yorgan gibi eklenmiş, değiştirilmiş ama kuramın temel niteliği ile oynanmamıştır (hala yorgandır yani). Bu meyanda hristiyanlık oluşmuş, gelişmiş, taraftar bulmuş, daha da tehlikelisi kurumsallaşmış ve kural koyar hale gelmiştir. Hristiyanlık, dönemin "bilgi"siyle çelişmemek adına geçerli astronomik kuramlarla bir paralellik getirmiştir. Zamanla hristiyanlık, güçlenmiş ve bu aşamaya gelinceye kadar uzlaştığı bilimsel kuramlarla teolojik kuramları içiçe geçirmiş ve bilim ilerleyip, kulp taktığı bilimsel gerçekler sorgulanmaya başladıkça, "engizisyon" denilen makine devreye sokulup, muhalif sesler susturulmuştur.
   Bu ahval ve şerait altında "yer merkezli evren" modelinden "güneş merkezli evren" modeline geçişi kanıtlayan kişinin de Polonyalı bir din adamı olması ironiktir. Demek neymiş : mızrak çuvala sığmıyormuş. 
   Konu uzar. 
   Evet kitap sıkıcı, fakirin beyninde mavi ekran yaratan bölümler üst üste. Lâkin, sayısal bölümleri atlayarak geçtiğinizde usunuzda hoş bir tortu bırakacaktır. Özellikle takvimler ve ayın hareketleri bölümü bende çok kolay aktı.
   Bilime, dine ve astronomiye ilgi duyan kâri kaçırmasın.   

15 Kasım 2015 Pazar

"Youth" Sanat Filmi değil Sanat !

   Napoli doğumlu, hırsız çingene görünümlü bir İtalyanın filmlerinden bu denli etkileneceğim kimin aklına gelirdi ki ? (bu minvalde bu film tanıtımıma gözünüze bir görünsün diye ilk kez bir yönetmen fotografisi iliştiriyorum.)
Bay Sorrentino
   İsviçre'de kalburüstü bir otel (geceliği 1400 TL.). Emekli bir orkestra şefi (pek o kadar parlak değil, entellektüeller tarafından avam olarak nitelendiriliyor), başarılı filmler çekmiş fakat pırıltısı geride kalmış bir yönetmen, kaliforniyalı başarılı bir aktör, diyegoarmandomaradona, kainat güzeli, görmelere seza bir senaryo yazma timi, çoğunlukla 70'in üzerinde konuklar, dilsiz ! bir çift (hanım olanın sesi yüksek perdelerde iyi ama). Bir sezonda yaşananları görürüz, film biter, yazılar çıkar.
   Şimdi Maykılkeyn ile Harvikaytıl karşı karşıya oturup geyik yapsalar, iki saat sıkılmadan izlerim gibime geliyor. Ki ilaveten (yenilerden sevdiğim) Poldeno var, gözlerinin hastası olduğum reyçılvayz var, ne zamandır göremediğim (elleri ne yaşlanmış yalnız) Bay Piitırfonda'nın kızı ceynfonda var, Tanrı'nın sol eline ikizi kadar benzeyen roliserrano var. Böyleyken kaçırmak olmaz. Elbette memleketimde sadece festivallerde falan gösterildiğinden kelli, malum ortamlardan izlemek zorunda kaldım. (iyi de yapmışım, sinema salonlarında singılmalt viskiye izin yok çünkü) 
   İlk yarım saatten sonra, müskirat istihkakımı (ve hatta yarınki müskirat istihkakımı da) filmi izlerken tüketmeye karar verdim. İyi de yapmışım.
   Söylemesi benden elli yaşına gelmeden izlememek gerekiyor. Yönetmen (ve aynı zamanda senarist) bey henüz 46 yaşında ama bazı şeyleri iyi gözlemlemiş. Bu yaşa gelmeden anlaşılmayacak trükler, replikler (küçüğe çıkma !), hâl-u zâr vaziyetler gırla gitmektedir (kainat güzeliyle aynı havuz içinde çıplakken erekte olamama hali gibi !). 
   Kurgu, sıradan sinefile çok kopuk gelecek kadar başına buyruk ilerliyor. Genellikle diyaloglar halinde ilerleyen pelikulamızda; bağlantılar seyirciye bırakılmış. Paşa keyfinize göre diyalogları bağlayabilir yahut olduğu gibi bırakabilirsiniz. Ben ikinciyi seçtim, daha güzel oldu. Mekanlar, tablo gibi. Kostümler şımşıkırdak. Renkler, gerçek hayatta olmadığı kadar parlak (yönetmen bey, yıllar geçtikçe soluklaşan renk alma duyumunu tersine kullanmış sanki). Oyunculuklar için ise : görmek gerek. Bay Keyn'in yevmiyeyi hakketmediği film görmedim (Betmenlerde bile). Şimdiye dek gördüğüm en yapmacıksız intihar sahnesi (sahnenin devamında bay keyn'in sıklaşan nefesleri). Her rüya sekansının, hakikaten rûya (dikkat buyurunuz rüya değil rûya) gibi olması. Satır aralarındaki inciler (misal : -Dünyanın en adi işini yapıyor. - Orospu mu ? -Hayır pop müzik şarkıcısı. (bu değerlendirme bir orkestra şefinden geldiğinde yerine oturuyor ancak)).
   Mesaj verme kaygısı olan bir film değil. Ama almasını bilene : yaşlılığın halleri (bakınız erdemleri demiyorum), holivut'un içyüzü ve işleyişi, uçmanın sırları, ebeveyn olmanın çeşitli halleri, sanat, oyunculuk, önyargılar, prostat ve daha neler neler veriyor. 
   Velhasıl : uzun zamandır her dakikasından keyif aldığım nadir filmlerdendir. Arşive attım. İkinciye de izlerim, üçüncüye de. 

"Ali Baba ve 7 Cüceler" CMYLMZ'dan Ajan Komedisi.

   Açılış jeneriğinden ve müziğinden, bir ajan komedisi ile karşı karşıya olduğumuzu idrak ettiren filmdir.
   Şenay "Cüccaciye"; "kurumsal" ve "inovatif" bir yaklaşımla Sofya Bahçe Fuarına katılır. Günümüzde bulunması zor (ancak ısmarlama olur) kahverengi/pileli takım elbise ve karikatürize kayınço İlber eşliğinde Şenay (help you ?); kötülüğün vücut bulmuş hali Boris Mancov'a gününü gösterecektir.
    Bulgaristan'da film çekmek, memleketime nazaran ucuz ve kolay. Ekipman ve teknik altyapı sağlam. Türkiye'de bulunamayacak (en azından zor bulunacak) balistik füze, rus askeri üniforması, gömülü sığınak, katedralli meydan gibi dekorları bulmak kolay. Eh post prodüksiyonu da güzel yapmışlar. Bay Yılmaz da niye faydalanmasın bu güzelliklerden. Çekmiş filmi. Olmuş da. 
   Filmde "hayatta olduğu" kadar küfür var diyolla ama fakirin hayatında o kadar küfür yok mesela. Kapalıçarşı'da dövizci esnafı olsam belki ama benim durgun hayatımda filmdeki kesafette bir argo kullanımım (.mına koyayım, s.kerim türü argo) yok. O yüzden birazcık rahatsız oldum. Rahatsız olmamın nedeni argonun kullanılması değil, argonun belli bir amaçla kullanılması oldu. Nedir : Bay Yılmaz, önceki işlerinde bu kadar yoğun kullanmadığı argoyu, seyirciyi manipüle etmek amaçlı kullanmıştır. 
   Tiyatrocular bilir : seyirci düşüyorsa repliğe bir iki küfür eklerler, seyirci yükselir. Aynı trük.
   Daha önceki CMYLMZ filmlerinde çıta nasıl yükseldiyse artık (favorim "Her Şey Çok Güzel Olacak" ve "Hokkabaz"dır) bu filmde hayalkırıklığına uğradım. Hayır daha sonraki işler; favorilerim gibi olmasa da, mizahi açıdan üzerinde ince ince çalışılmış işlerdi (GORA, Yahşi Batı). "Pek Yakında" bile sinematik açıdan gizli hazlar içeriyordu. Ama bu iş öyle değil. 
   Ajan komedisinin içine karaorman zombisi montajlamak (ki vardır ona benzer bir şey) nedir hocam yav ? 
   Hoşuma giden şeyler olmadı mı ? Oldu tabiy ki. Barış Manço şarkıları. Açlık Oyunları ve gore filmlere yapılan göndermeler. Yosimizrahi'nin beyaztürk tiplemesi. Bay Yılmaz ve Algöz'ün düeti süpersonikti mesela. Eski filmlere yapılan mesaflar da, belli bir algı yüksekliği gerektirdiğinden iyiydi. Bay Yılmaz'ın filmlerinde "gülmeyi" asla bir kriter olarak kabul etmediğimden, o fasıla hiç girmiyorum. 
   Hülasa : "birbuçuk saati şöyle güzelce ezeyim, kafam boşalsın" diyenler gitsin, görsün, ama "iyi bir CMYLMZ filmi seyredeyim" diyorsanız açın "Her Şey Çok Güzel Olacak"ı tekrar izleyin.

12 Kasım 2015 Perşembe

"Kimya Güzeldir" Evet ve hatta fizik de, biyoloji de...

   Necip milletimiz bilime uzak. 
   Son beyin fırtınasında "Yeni-Platonculuğun doğu toplumlarınca sadece mistik yönünün incelenmesi, matematiğin ilgi dışı kalması mı bu toplumu sayısal bilimlere ilgisiz yaptı" diye bir çıkarımda bulunduk. Allahtan hocamız "bu bir yumaktır, bu düşünce de bu yumaktaki bir iptir." diyerek noktayı koydu. Yoksa kimbilir nerelere varacaktı konu ! 
   Geyik kâfidir, kitaba gelelim.
   Ömer Kuleli ve Osman Gürel, şahane bilim insanları. Her ikisi de bir şekilde 12 Eylül'den darbeli. Her ikisi de bilimin, sokaktaki insanlara ulaşması için çabalıyor. Bu ikilinin Cumhuriyet Bilim Teknikte çıkan yazılarından derlenen "Kimya Güzeldir" kitabı; yedi bölümde anlaşılır ve eğlenceli bir dille, günlük hayatımıza ne şekillerde sirayet ettiğini bilmediğimiz "bilim" hakkında malumat veriyor. 
   Şenlikli kalem oynatan yazarlarımızın kimi zaman teknik konularda kendilerinden geçip, kimya bilmeyen okurun kafasını karıştıracak bilgiler de verdiği oluyor, ancak yazıların her biri kendi içinde okuma dinamiğini düşürmeyecek bir canlılığa sahip. Kitabımızın iki ayrı yayınevi tarafından altı (6) baskı yapması ise, fakiri çocuk gibi sevindirmektedir (umutsuzluğa yer yok !).
   Kitapta yer alan konular sadece bilimsel değil, teolojik spekülasyonlar (Torino Kefeni), "Dök Zülfünü Meydane Gel" tarzı tüy/saç konulu keratinel bilgiler, ışığın hızı, kuantum mekaniği, etkili karate vuruşunun sırrı (vallahi de var), GAP'taki bilinmeyen tehlike (salyangoz ateşi) gibi kuntastik yazılar da gırla gitmektedir.
   Her halûkarda okunur kitaptır. Hem bilgilenir, hem malutfuruşluğunuza malumat katar, hem eğlenirsiniz. Bakarsınız (Mahmut Fazıl Coşkun'un filmine selam olsun) bilime ilgi bile duyabilirsiniz.
 

8 Kasım 2015 Pazar

"Spectre" Son Bond Filmi.

   Son zamanlarda izlediğim aksiyon filmlerindeki açılış sahneleri pik adrenalinle başlıyor, herhalde yeni bir moda (misal : en son görevimiz tehlike). 
   Son Bond filmi de öyle gulguleli bir açılış yapıyor. Tıklımtıkış bir meydanın üstünde helikopterle looping yapmalar (yapabiliyor mu helikopter öyle ?), yıkılan binalardan sıyrık almadan kurtulmalar, damlarda zarifçe (kedi gibi) süzülmeler, "Ölüler Günü" kostümleri, işlevinin ne olduğunu bilmediğim Mesikalı bir damme. Ama olsun ! açılış güzeldi. Sonra açılış jeneriği geldi (ben eski jenerikleri daha seviyorum, yeni dünya fazla "cesur" değil, neticede : denyılkreygin vücudunu fazla merak etmeyen bir insanım)
   Film uzun (2 buçuk saat), bütçe kallavi (300 milyon USD), kast fena değil (dudaklarını büzerek oynayan denyılkreyg var, hernedense pek üzgün bir monikabellucci var (evet, yine iç çamaşırlarıyla yatağın üstünde oturma sahnesi var), her bond vileyninde olduğu gibi yüzü sonradan deforme olan bir kristofırvoltz (herhalde yevmiye iyi diye girdi bu işe çünkü gördüğüm en zayıf antogonist) var, pek yeniyetme bir Q, pek üstünkörü oynamış bir M (ralffiinesin en zayıf rollerinden biri) var. Patlayan saatler, kurşungeçirmez arabalar, uçaklar, helikopterler, Meksika, Roma, Tanca, Londra, şık takımlar, SIG'ler, walther'lar var. 
   Ben sevmedim. Denyılkreyg de sevmemiş olacak herhalde "bundan sonra yoğum" demiş. İyi demiş. Bundan önceki Skyfall  da pek iyi sayılmazdı ama spektre ona rahmet okutur.
   Senaryo ve kurgu oldukça arızalı. Liyaseydu'nun "ayrılmalıyız artık" demek için Fas'tan Londra'ya gelmesi, Ceymz'in Tanca'da uykudan kalkıp duvarları yıkması, gözçıkaran yarma tetikçiyi araba kazasının ardından bayılmış bir halde yerde bırakması, 7.65 walther ppk ile helikopter düşürmesi ve daha neler.
   Bu filmi paramıza kıyıp sinemada izledik, pişman olduk mu ? Ziyadesiyle. Bundan sonrakileri (çıtayı yükseltmezlerse) malum ortamlarda izlerim. Malzemesi tamam, tadı olmamış aşureye benzemiş.

7 Kasım 2015 Cumartesi

"Mr.Holmes" Hayat Bazen Tatlıdır.

   Film bitince arkama yaslanıp "Allahım ! yaşlanmadan öleyim." dedim.
   Şerlokolms 93 yaşındadır. Sözün ortasında sözünü unutur. 30 yıldır neden vaka almadığına neden olan vakayı unutur. Tanıştığı kişilerin adını unutur. Belli bir yaşı geçip, bakıma muhtaç kalan kişilerin yediği azarları yer. Vücudu kendisini dinlememekte, zihni kendine ihanet etmekte olan jilet zekalı eski Şerlokolms'ün silik bir gölgesidir. Bunamaya iyi geldiği söylenen "çinbiberini" bulmak için, o yaşta Japonya'ya bile gider. 
   Üç kanallı ilerleyen, ağır, oturaklı, iyi sinefili asla sıkmayan, popcorn (ne işim olur popcornla ?) patlak mısır sineması izleyen kitleye işkence gelen tempoda filmdir. Sör Ayenmekkelin (ki patlakmısırcılar "aa Gandalf !" diyecektir.) beklenen frekansta azıcık bir makiyaj ile Bay Holms'ü kana cana büründürüyor. Bay Holms'ün 60 ve 93 yaşlarında canlandırdığı iki karakteri, vücut diliyle farklılaştırdığını görebilir, dönemin İngiltere'sinin nasıl gösterildiğini izleyebilir, insanın kimi zaman 93 yaşından sonra bile olgunlaşabileceğini idrak edebilir, savaşın korkunçluğuna uzaktan bakabilir, (tabiyki S.H. hayranıysanız) bir efsanenin zamana nasıl yenik düşebildiğini (ya da yenebildiğini) temaşa edebilirsiniz. (görmeye ilişkin kelime dağarcığım tükendiğinden örnekleri kesiyorum).
   Ben arşivime attım, sevdiceğim uyumadan sonunu getirdi. Bunlar benim için önemli kriterler. Sherlock Holmes karakterini Sir A.C.Doyle'un hayat hikayesini ve S.Holmes'ün Bay Doyle'a ettiklerini inceleyecek kadar iyi okudum. Haliyle beni ziyadesiyle tatmin eden bir filmdi. Ama Gayriçi'nin şerlokolms serilerini izleyerek tanıdıysanız bu ziyadesiyle egosantrik kişiliği, bu film sizi tatmin etmeyecektir. 
   Nedir; sabırlı ve sebatlı sinefil mutlu, memnun olacak, diğerleri ayazda kalmış erik olacaklardır.Yani siz bilirsiniz.

4 Kasım 2015 Çarşamba

"Agora" Alehandroamenabar'dan "Din Bu !"

   Ne zamandır arşivde yatar durur da izlemeyi geciktiririm.
   Nedir : sonunu bildiğim filmleri (hele de hüzünlü sonsa) izlemeyi sevmiyorum.
   İskenderiyeli Hipatiya'nın hikayesini Alehandroamenabar çekmiş. Yönetmen iyi, başrol iyi, öykü iyi (senaryo tartışılır). Daha fazla erteleyemedim, izledim.
   Felsefe ve astronomi dersleri veren Hipatiya, geçmişin mazlumu bugünün zalimi hristiyanların gazabına uğrar. Olaylar gelişir.
   Sinemasal yönden fazlaca bir beklentiniz olmadığı takdirde, idrak merceğinizi tarihe yönlendirirseniz daha kolay izlenecek filmdir. Son bir aydır adını film öncesinde de duyduğum Hypatia'nın nasıl canlandırıldığını, İskenderiye'nin nasıl olup da bilim ve felsefedeki sayılı merkezlerden biri olduğunu, M.S.300'lü yılların sonunu, Roma (doğrusu Doğu Roma'nın) ve İskenderiye ikilisinin nasıl olup da beraber yaşadığını, dinin bilimi baskılamaya çalışmasını, gücün insanları nasıl yozlaştırdığını (bakın buralarda günümüze atıflar yapılabilir) görmek isteyen buyursun izlesin.
   Göreceğimiz şey nihayetinde bir sinema filmidir. Gerçekleri yansıtmasını beklemek bönlüktür. Azıcık kitap karıştırdığınızda zaten yazılanların, izlediklerinizden farklı olduğunu anlarsınız. Yönetmen bey de kendi şapkasını taktığında haklıdır. Netçede belgesel değil "adventure, drama, history" janrında bir holivut pelikulası çekmektedir (ahh bu hasılatın gözü kör olsun). Araya; olmayan bir tutku hikayesi sokulmaz, tarihdışı gelişmeler eklenmezse film gişe yapmaz. Bir daha da film çekemez.  Ancak yönetmen beyin iyi yaptığı bir trük vardır ki, yazmasam şişerim.
   Bir güç mücadelesi yaşanmakta, bilim ve din karşı karşıya gelmekte (aslında bilimin dinin karşısına geldiği falan yoktur. Din, iktidarın bilime yakınlığını sindiremeyerek fitnefücürat yapmaktadır), gulgulenin volümü yükseldikçe yükselmekteyken; dünyamızı (o zamanlar şüphesiz ki daha mavi) uzayçekim görmekteyiz. Bu güzel, mavi küre; üstündeki çekişmelerden azade, dönüp durmaktadır. Nasıl döndüğüne, yörüngesinin eliptik mi dairesel mi olduğuna aldırmaksızın dönüp durmakta ve yaşananlar gözümüze nasıl da anlamsız gözükmektedir. 
   Neyse ne ! Bilime, sanata, siyasete, elbette ki tarihe ilgi duyanlar izleyebilirler.

"Kafes" Yeni Nesil Korku Romanı.

   Okumada züppelik mi yoksa başka bir şey mi bilmiyorum ama çok satanları okumamayı (en azından hemen okumamayı) tercih ediyorum.
   Bu bir istisna.
   Peter Straub gibi fikirlerine değer verdiğim bir yazar ve daha bir çok saygın kurumdan olumlu eleştiriler almış bir korku romanına kayıtsız kalamadım ve Coşmelermın'ın "Kuş Kutusu" ya da "mükemmel" kitap ismi tercümesiyle "Kafes"ine daldım.
   Korku romanlarının bir olmazsa olmazı "korkulacak nesne"yi bulma işidir. Bu : vampir olur, cin olur, kurtadam olur, (en güzeli) insan olur. Bay Melermın burada kurnazca bir hile yaparak, korkulan nesneyi bilinmeyen birşeyler yapmış. Öyle ki; gördüğünüz anda, ayarlar alt üst olup intihar ve cinayete varan kötü sonuçlarla karşılaşılıyor.
    İki kanallı ilerleyen bir olay örgüsünde, Melori'nin (esas kız) dört yıl öncesinden başlayıp o ana devam eden öyküsünü okuyoruz. Bayan Melermın'ın kurnaz oğlu bir cinlik yapıp paralel öykülerden birini olay örgüsünün en gerilimli yerinden başlatıyor. Melori'nin anabasisinde dört yıl önceki olayları da görüp, kişileri ve gelişmeleri bir çerçeveye oturtabiliyoruz.
   Ben iş çıkışı okumalarla (ki araya bir film falan da girdi (ki birlikte hoş vakit geçirdiğim ve buna zaman ayırdığım bir ailem de var)) iki günde bitirdim. Öyle merak ettiğimden, sonunu beklediğimden falan değil. Kitap hızlı okunuyor.
   Hoşuma gitmedi. 
   İkinciye okuduğumda belki başka tatlar alabileceğim. Kim bilir yazar belki de sosyolojik bir tespit, eleştiri de yapmıştır ? Ama bana Hosesaramago'nun "Körlük" kitabının tam tersine işlenmesi gibi geldi. Üstelik onda bilinmeyen kortutuculuklar olmadığı gibi bu kitabın aksine daha fazla gerilim vardı. Neyse ne. Moda kitaplar okumayı sevenler okumuşlardır zaten. Önerim : Saramago'nun kitabını okumadıysanız onu okuyun daha iyi.