29 Kasım 2013 Cuma

"Beynine Bir Kez Hava Değmeye Görsün" İçeriği de adı gibi ilginç !...

   "Beyin cerrahisi öyküleri, birçoğumuzun okumayı tercih ettiği türlerden oldukça farklıdır. Hatta böyle bir konunun üzerine yazılmış öykülerin olabileceği düşüncesi bile şaşırtıcı gelebilir. Ancak gerçek yaşamdan alınmış birçok dramı ve bunlarda rol alan -ister doktor ister hasta olsun- tüm kahramanların yaşadıklarını, bir beyin cerrahı lan ama bir hasta gibi acı çekip, hasta yakını gibi üzülen bir uzmanın bakış açısıyla okumak, öyküleri hepimizin yaşamının tam ortasına oturtacaktır."
   Kitabımızın arkasında yazan ibare budur.
   Evet ! yazarımız bir beyin cerrahıdır. Kitapta da; kendisinin bu mesleğe yönelirken neleri yaşadığını, mesleğinin ilk yıllarını (bazen fazla detaya girerek) anlatmıştır. Kullandığı dil akıcı, anlattığı öyküler zihin çekicidir. Yazılan olayların kişisel detaylarını bir kenara bırakıp satır aralarında verilen hap gibi bilgiler ve hinoğluhinkârilerin (var böyle bir insan grubu, işkembeden sallamıyorum) sezebileceği detaylar ise tam bonustur. Dikkatinizi buralara verirseniz kitaptan %120 civarında bir verim alabilirsiniz. 
   Zirâ (hah ! emekli olduğum anlaşıldı böyle başlayınca) yaş kemale ermeye başlayınca ister istemez sağlık konularına da bir aşinalık, bir merak peydahlanıyor. Bu meyanda (iyice !) tıbbın, biz ölümlüler için sıkı bir giriftzenlik yaptığını yavaş yavaş idrak ediyoruz. İnceden seziyoruz ki, doktorlar arasında bir jargon (hem de bizim anlayamadığımız türden) var (burada teknik teknik terimleri kastetmiyorum). Her şey televizyonlardaki sağlık programlarında yansıtıldığı, gazetelerin sağlık sayfalarında yazdığı gibi değil. Bendeniz bu ayrıma; kansere yakalanan bir dostumun kilosunu soran bir doktorun (normalin üstünde olmasına rağmen) "hımm biraz daha fazla olaydı, iyiydi" demesinden sonra aydım (merak edenler olursa, o dostum şimdi gayet iyi).  Neyse bırakalım kişiseli, gelelim kitabımıza. Evet; sağlık, beyin, acı, hastalık konularına ilginiz varsa (siz ne patetik vakasınız öyle !), doktorların kendilerine özgü dünyasını merak ediyorsanız alıp okumanızda fayda var. Umarım hiç ihtiyacınız olmaz ama ihtiyacınız olursa da bir Nöroşirurji uzmanının karşısına daha donanımlı çıkabilirsiniz. 
   Aşağıda da kitapta ilgimi çeken hap gibi bilgiler vardır. Vakti olan okuyup bilgilensin diye yazıldı.

Cerrahi asistanının mottoları : "oturabiliyorsan ayakta durma, yatabiliyorsan oturma, asansör varken merdiven çıkma, uyuyabileceksen uyanık durma ve her zaman ilk uygun anda yemek ye ve tuvalete git" 

Resüsitasyon girişimlerinin yüzde 95'inden fazlası başarısız kalmaya mahkumdur. Bunların içinden hayata döndürülmesi gerçekleştirilmiş az sayıdaki vakanın büyük bölümü  gene bir hafta içinde ölür. (bu arada resüsitasyon demek kalp masajı ve suni solunum demek oluyor.)(işte doğru bildiğimiz bir yanlış)

İki kuvvetli kokuyu birden koklamada güçlük çekeriz. Birçok ticari ürün gating ilkesini temel alarak çalışır. Tuvalet deodorantları kötü kokuyu ortadan kaldırmazlar, onun üstüne daha güçlü ve hoş bir kokuyu yükleyerek, beynimizde, kötü kokuyu kapı ardında gizlerler. Havayolu yolcuları için uçak motorları gürültüsünün maskeleme cihazları, motorların rahatsız edici sesinin, kulağa daha hoş gelen başka bir "beyaz" ses tarafından bastırılması ilkesiyle çalışır.

Ağrıyla ıstırap arasında derin bir fark vardır. Bütün hayvanlar ağrı duyar, ancak ıstırap çekmek insanlara hastır. Ağrı fiziksel bir olgudur, ıstırap ise ağrı tarafından oluşturulmuş duygusal bir ruh halidir. Istırap, ağrı ile birlikte algılanan belirsizlik, depresyon, çaresizlik, kızgınlık, korku ve umutsuzluk duygularının karışımıdır. 

Basit yaratıklarda beyin o kadar ilkeldir ki karmaşık motor davranışlar zorunluluktan, omurilikten kaynaklanır. Primatların dışındaki zayıf beyinlerde, bütün yüzgeçleri, kanatları ve ayakları işletecek olan "yazılımları" yükleyecek yeterince nöron yoktur. Nörofizyoloji bölümümüz bir vizyon çalışmasını, beyinsiz duruma getirilmiş birkaç kedi üzerinde yürütmüş ve sonra bu beyinsiz kedileri olaydan habersiz kedi severlere vermişti. Kedileri besleyenler bunların normal kedilerden farkını anlayamadığı gibi onların çok da zeki olduklarını bile iddia etmişlerdir. ("Benim minnoşum çok akıllı. Hınzır adını çok iyi biliyor ama bağımsızlığına çok düşkün, çağırınca gelmiyor!...")

26 Kasım 2013 Salı

"Çok Geç Olmadan" Nefffis Korku, hem de bilimsel...

   Bir aydır okuyorum, yeminle Stephen King'den korkunç.
   Okudukça tüylerim diken diken ve hatta tiken tiken oluyor. 
   Tübitak'tan yayımlanmış, yani aslında korku türü değil, bilimsel bir eser. 
   Bernard L.Cohen, fizikçi. Nükleer fizik ilgisini çekince araştırmalarını bu yönde ilerletmiş, gördüğü gerçekleri tarafsız bir şekilde ele alarak kitabı bu şekilde yazmış. Kitabımızın ana fikri "kırk katır mı ? kırk satır mı ?" şeklinde özetlenebilir. 
   Cohen, insanlığın önündeki enerji temini sorununa odaklanıp, hangi enerji kaynağının daha uygun olduğunu inceliyor. Görüyoruz ki önümüzdeki seçenekler çok kıllıkışlı. Halen enerji sağlanması için yürütülen belli başlı bir iki seçenek var. Termik santraller, hidrolik santraller, nükleer santraller, güneş ve rüzgar santralleri. Kaynağına göre bir ayrıma gidersek, tükenmeyen kaynağa sahip olan bir tek güneş ve rüzgar santralleri ile nükleer santraller var. Su kıtlığı benim kuşak rahmetli olmadan karşı karşıya geleceğimiz bir gerçek (yani hidrolik santraller hem doğanın düzenini bozduğundan hem kaynak tükenebileceğinden önümüzdeki yıllar veya yüzyıllarda kullanım dışı olacak). Kömür ve doğalgazın tükenmesi de yakındır. Geriye rüzgar/güneş ve gelgit santralleri kalıyor (ki kitabı inceleyince bu kaynakların kurulumu ve idamesi için harcanan enerjinin sağladığından kat kat fazla olduğunu dehşetle görüyoruz). Geriye ne kalıyor ? Nükleer santraller.
   Çevreye verilen zarar olarak sınıflandırdığımızda ise hidrolik ve termik santrallerin çevreye verdiği zararın sandığımızdan daha ciddi olduğunu anlıyoruz. (kitabın yalancısıyım). Geriye ne kalıyor ? Nükleer santraller.
   Şimdi biliyorum ki "nükleer santral" lafzı zikredildiğinde (bendeniz de dahil) her aklı başında insan kişisinin tüyleri diken diken oluyor. Prof.Cohen bu noktada "Dikkat !" diyor "konu ile ilgili olarak kamuoyunun yıllardır bir negatif algı seçiciliği yaratılmaktadır, bunu medya "dehşet sattırır" mottosu ışığında yıllardır yapmaktadır." Ve sonra tüm akademik, bilimsel, istatistiksel veriler ışığında nükleerin nasıl güvenilir olduğu konusunda verileri aktarmaktadır. 
   Profesör bunları açıklarken tamamen bilimsel yaklaşım sergilediğinden insani veriler konusunda bir hayli yabancılaşmış bir üslup kullanıyor. Misal "termik santrallerin yaptığı hava kirliliğinden %3'lük bir ölüm beklenirken, nükleer santrallerin neden olduğu hava kirliliğinden beklenen ölüm oranı sadece % 0.2'dir." diyebiliyor. Benim gibi bilimsel olmayan bir insan için ise tüm bu oranlar anası, babası, bacısı, karısı, kocası, çocuğu olan insan gruplarını temsil ettiğinden dehşete düşüyorum. 
   Misal : 2.Dünya Savaşı sonrası toplama kamplarında insanları kimyasal gazlarla boğan kamp sorumlularına soruyorlar. "- Bu insanları nasıl öldürdünüz ?". Cevap hayli ürkütücü. "- 1 insanı öldürmek için şu kadar gaz gerekli. 300.000 insanı öldürmek için gerekli olan gaz miktarı da bu kadar. Gazın imalatı şu teknik süreçleri gerektiriyor... bla bla bla". Anlayacağınız bu korkunç eylemin müsebbibleri kendilerini yaptıkları eylemden insani olarak tamamen soyutlamışlar. Cohen'in de yazdıkları bunu andırıyor. 
   Buraya kadar yazdıklarımı bıkmadan okuduysanız. Aşağıdaki dipnotlarda kitaptan alıntıladığım, günlük hayatta geçerli bilimsel bazı gerçekleri de okumanızı öneririm. 
   Velhasıl; istatistiki verileri ve çok teknik detayları hızlıca geçerek, anafikrinin sizleri rahatsız edeceği kesin olan bu kitabı okumanızı hararetle tavsiye ederim.
1 milirem radyasyona maruz kalmak insan ömrünü ortalama 1.2 dakika kısaltır.  Ortalama ömrümüzü kısaltan diğer etkinlikler şöyledir :
Sokakta üç kez karşıdan karşıya geçmek.
Bir sigaradan yaklaşık üç nefes almak (her sigara ömrü ortalama ömrü on dakika kısaltır) (ÇOK KORKUNÇ)
4.5 km.fazla otomobil kullanmak

Radyasyon, gama ışınları, nötronlar, elektronlar ve benzerleri gibi uzayda saniyede 200.000 km. gibi çok yüksek hızlarda hareket eden, birkaç tip atom altı parçacık içerir. Bunlar kolaylıkla insan vücuduna nüfuz edebilir  ve vücudu oluşturan biyolojik hücrelere hasar verebilir. Bu parçacık ya da ışınlardan biri madde içinde hızla yol alırken karşısına çıkan atom ya da moleküllerle çok şiddetli bir şekilde çarpışır... Bu ani bozulma, hücrenin hassas bir dengeye sahip yapısı için felaket olabilir. Hücre ölebilir ya da iyileşebilir. Eğer iyileşirse... haftalar, aylaro, yıllar sonra kanser dediğimiz kontrol edilemeyen büyüme içinde üremeye başlar. 

Bir insan hayatının her saniyesinde 15.000 radyasyon parçacığının çarpmasına maruz kalmaktadır. Bu, yaşamış ve yaşayacak her insan için geçerlidir. Yıllık toplamları 500 milyarı, tüm ömür boyu sayıları ise 40 trilyonu bulan bu parçacıklar doğal kaynaklardan gelir; ancak teknolojimiz yeni radyasyon kaynakları üretmiştir. Hepsinin ötesinde, bunların en önemlisi röntgen ışınlarıdır. Tipik bir röntgen ışını bizi trilyonlarca parçacıklık bir bombardımana tutar. Burada bir girdi yapmak istiyorum. Radyasyonun büyük bir çoğunluğunu hiç aklımıza gelmeyen şeylerden alıyoruz. Televizyon izlerken, cep telefonuyla konuşurken, pilli kol saati kullanırken, beton evlerde otururken, boyanmış (haliyle) kumaş pantalon giyerken, kentlerde yaşarken, hep radyasyon alıyoruz, hep. 

Radyoaktivite radon gazını açığa çıkarır. Betonarme evlerde yaşıyorsak muhakkak (özellikle zemin katlarda) radon gazına maruz kalırız. Isı yalıtımı radon birikimini tetikleyeceği için kanser riskini arttırır. Evi havalandırmak elzemdir. (vallahi daha fazla yazmaya üşeniyorum, merak eden açıp okusun !)

17 Kasım 2013 Pazar

"Escape From Tomorrow" Amman Diyim !...

   Ömrümden ömür çalan filmdir.
   Disneyland'da izinsiz çekilmiş, endüstri haline gelmiş eğlence dünyasını tiiye alan, siyah beyaz düzenlenmiş, Dizniiy karakterlerini öcü olarak gösteren, düşük bütçeli, yönetmenin ilk filmi gibi sıfatlarını önüne alınca; hadi bakalım bir izleyelim dedim. Belki ilginç bir bağımsız filmle tanışırım...
   Heyhat !.. Tüm beklentilerimi yerle yeksan ettiği yetmezmiş gibi bitince ağzımda paslı teneke gibi bir tat da bırakmış, algılarımı zedelemiştir. 
   İşini kaybeden Jim, ailesiyle birlikte bir Disneyland turuna çıkar. Olaylar gelişir.
   Gelişen olaylar zıvanadan çıkıp sinefilin beyin kıvrımlarını ütüler, hafakanlar bastırır, sonlara doğru iyice pik yapan kuntastizm, "bitsede kurtulsak" moduna geçiş yaptırır ve nihayet filmin adına yakışır bir sonla biten filmimiz, bünyede "çok şükür" nidaları yankılattırır.
   Amman diyim uzak durun...

"Tetikçi" Nazi Almanyasında Polisiye !:..

 
   Cefridiivır kitaplarına devam...
   Yine polisiye. Ancak bu kez zaman ve mekan oldukça civcivli. 1936 Berlin Olimpiyatları. Üçüncü Reich'ın biti kanlanmış, alicengiz oyunlarıyla ordusunu büyütmüş, arkasına tüm milletin desteğini (akıllı azınlık hariç) almış, dünyaya hava atmak amacıyla olimpiyatlara evsahipliği yapıyor. (Zenci kardeşlerim bu havasını söndürecektir, ne gam !) Göring, Himmler, Heidrich, Göebbels ve diğerleriyle birlikte assolistimiz Führer kitabımızda arz-ı endam etmekte olup, bunlara ilaveten  Jesse Owens bile kimi zaman kadroya duhul etmektedir. Bu da bir polisiye için hiç de sık rastlanan bir durum değildir. 
   İşte bu ahval ve şerait içinde dünyanın içine yuvarlanacağı savaşı çaresizce önlemek için çırpınıp duran zavallı birleşik devletler ne yapsın ? Mecburen bir mafya tetikçisi bulup, savaşı organize eden adamcağıza olimpiyatlarda sanatını icra etmesini rica ediyor, olaylar gelişiyor.
   Konu pek heyecanlı, ancak kitap akmıyor.  Özensiz çevirmen ve acemi dizgicilerin ellerinden gelen tüm hataları yapmalarına karşın anlamadığım bir sebepten ötürü bir haftadır sürüklenip duruyor. Elimden geleni ardıma komadım, ısrarla okudum okudum hala bitiremedim. Son 100 sayfada bir mucize olmazsa brokoli salatası gibi bir şey olacak.
    Evvet ! Bu satırlar bir önceki satırdan dört gün sonra yazıldığından kitabımız bitti.  Yazarımız bir ters köşe yapıyor ama konu öylesine sündürülüp gereksizce uzamış ki okurda sonundan haz alacak okuma keyfi kalmıyor. 
   İkinci dünya savaşı öncesini merak edenlere, elinde okuyacak kitabı kalmayanlara, ıssız adaya düşüp tesadüfen bu kitabı bulanlara öneririm (fazla da önermem)..

13 Kasım 2013 Çarşamba

"Just Another Love Story" ya da Erkekler Aptal Allahım !...

   Banliyöde yeni bir ev (ama yakınından raylı geçen), arada bağrışan iki sevimli çocuk, aşkın kaybolduğu geriye silik sevgi tortusunun kaldığı bir eş, standart cumartesi konukları, düzenli seks, sıkıcı bir iş, ütopik hayaller. İşte; orta yaşa yaklaşan ve beklenen frekansı gerçekleştirmiş günümüz erkeklerini bekleyen hayat döngüsü. 

   Bu dönemde; uyaranlar zayıflayınca, içgüdüler devreye giriyor ve andropozun habercisi değişiklik istekleri bünyeyi vuruyor. Esas adamımız Jonas, işte tam bu evrede... Vee karşısına kuntastik bir fırsat çıkınca, kendini olayların akışına bırakıyor, olaylar gelişiyor. Hem de nasıl !...
   Bir önceki filmimizin; kadın denen süpersonik canlının değer yargılarını, zihninin işleyişini incelerken, bir sonraki filmimizin erkek denen tek hücreli (beyinsel olarak) organizmanın tepkileri üzerinde kamera oynatması pek ilginç bir tesadüf oldu. Üstelik filmlerimiz hayli farklı coğrafyalarda geçmekte. Bir önceki İspanya-Kolombiya yapımı, bu ise Danimarka. Biri sıcak, diğeri soğuk ülkenin insanları benzer hallerle karşı karşıya kalıyorlar.  Tresenteresan yahut velminelgaraib...
   Standart holivut sinefiliyseniz kordelamızı takipte güçlük çekebilirsiniz. Zira filmimiz sık sık yapılan plan kaymaları, ileri sıçramalar, geriye hoplamalarla pek bir doludur. Lakin standart filmler sizi sıkıyorsa, tam yerine geldiniz. Çünkileyin; izleyiciye  "- Kafanı dağıtma, patlamış mısır yeme, telefonunu kapat, dikkat et çocuum, ilgini düşürmeee!" diye basbasbağıran bir filmimiz vardır. İlk yirmi dakikalık prologu bilhakkın çözebildiyseniz, gerisi de ılık portakal şurubu kıvamında akacaktır. Diyeceksiniz ki : ilk 20 saniyede başrolün öldüğünü bilerek nasıl ilgimi canlı tutabilirim ? Derim ki : izleyin görün !... 
   Başta yazdığım girizgah yapılıp, karakterler yerli yerine oturup, olaylar akmaya başlayınca, filmin tarzı sosyolojik eleştiriden gerilime doğru hafif kayıyor.  Ancak, fakiri son zamanlarda cezbeden İskandinav havası, ikeavi (hah bu sıfatı da şimdi uydurdum, zannederim yeterince açık) dekorasyon, çiğ ışıklar, stilize şiddet, sekanslarla kurufasulyepilavturşu uyumu gösteren özenli müzik, sade ve aynı zamanda şıkır şıkır oyunculuklar, kontrolsüz kan akışı, ankor vat tapınağı (ne ilgisi var demeyin, oradaki çekimler ayrı güzeldir), filmin türü ne olursa olsun izlememizi sağlıyor. 
   2007 yapımı imiş. Bugüne dek nasıl kaçırmışım bilmem. 
   Evlenecek olan çiftlerin, evli olan çiftlerin, evlilikleri yıllanmış çiftlerin, kızlı-erkekli çiftlerin, kızlı-erkekli tekil bireylerin izlemelerini ve sonra çıkarımları konusunda alçak sesle fikir alışverişinde bulunmalarını öneririm.
   Şiddet ve çıplaklık sahneleri (hele ilk 20 saniyede olanlar yetişkin çocuklarıyla filmi izleyenlerin yüzünü kızartabilecektir (ebeveynlerin yüzünü)) biraz bolca olduğundan geç vakitte izlemek daha hayırlı olacaktır (bu son cümleyle zeitgeistı yakaladığımı hissediyorum, yakında belediyeden bir ihale alasım var. hadi hayırlısı !)

11 Kasım 2013 Pazartesi

"La Cara Oculta" ya da Kadınlar Korkunç Allahım !...

 İntikamları da pek pis oluyor.
  "İspanyol-Kolombiya ortak yapımı filmimiz, ilk yarım saatine katlanabilirseniz gittikçe ilginçleşen bir yapıya büründü, ilk yarıdan sonra yükselen gerilim, sonlara doğru pik yapmakta ve konunun ortalarına geldiğimizde ise yazılar çıkmakta oluyordur. "
   İşte; cümleyi toparlayamayıp çarşafa dolanınca, arakolpa da suçu hemmen edebi hocasına atmaktadır (evet Bay Menemen benim edebiyat idolümdür). Makara yeter, filmimize dönelim.
   Sıradan bir gerilim olarak başlayıp, iç dünyalara ve fıtratlara yönelik tespitlere yöneldikçe daha da ilginçleşen filmimiz, sonuna kadar kendini bıkmadan izlettirmektedir. Çok iddiasız bir kast ve minimum bütçeyle çekilen bir filmin bu başarıyı göstermesi etkileyicidir.
   İspanya'dan Nazi yatağı Kolombiya'ya tayini çıkan orkestra şefi, aniden kaybolan kız arkadaşının arkasından ıssız adamlık oynar. Kayıp kız arkadaş ise lojmanda (lojman da lojmandır hani) kaybolmuştur. (ipucu vermeyeceğim diye, ne maymunluk yapıyorum arkadaş !)
   Başlarda (türü de gizem ve korku olarak geçtiğinden olsa gerek) sıradan gerilim tadı veren filmimiz, sırlar açığa çıkınca, kişilerin sonraki hamlelerinin ne olduğunu merak ettirerek (kendi adıma söyleyeyim : bütün tahminlerim tuttu) ilgiyi canlı tutuyor. Sonu ve yorumlaması ise her sinefile hatta cinsiyete göre değişir. Bu yüzden dominant gruplar (8 erkek, 2 kız yahut 1 erkek, 3 kız)  için izlenmesi makbul değildir. İçerdiği cinsellik gerçek hayattakinden abartılı olmadığından geç saatte uyumayı reddeden çocuklarla da izlenebilir. Yorgun bir iş günü gecesi kafa boşaltmak için de izlenebilir. Her türlü izlenebilir... 

10 Kasım 2013 Pazar

"The World's End" Bilimkurgusal Shaun of the Dead...

   Edgırrayt yönetmiş, Saymınpeg var, Nikfrost var,  Martinfriimın (Hobbitlerin sonuncusu) var, Piersbrosnın (eski ceymzbondlardan) var, Deyvidbredliy (hogvırdsın hademesi) var, Edimersın (Şerlok'un komiseri) var, bira var, şükela ingiliz aksanı var, pub var, uzaylılar var, makara var, İMDB'de 7.3 reyting var...
   Hal böyle olunca bünyede heyecan yaratan filmdir.
   "90'lı yıllardan beri olduğu yerde sayan Gary King, yeniyetmelik arkadaşlarını toplar ve yirmi yıl önce bitiremediği "barathon"u bitirmeye çalışırlar, ancak kasabayı uzaylılar istila etmiştir."
   Konu bu.
   Bu takımın yaptığı diğer işlere aşinaysanız, az çok tarzı biliyorsunuzdur. İngiliz tarzı mizahın seçkin örneklerini izleyiciye ulaştıran bir çetedir bunlar. Shaun of the Dead'le başlayıp Hot Fuzz'la devamını getirmişler, ara ara başka yönetmenlerle çalıştıysalar da aynı havayı vermediğinden nihayet bu yıl bu kadroyu sevenleri, bu film ile meraklar içinde bırakmışlardır. Film dağıtım şirketlerinin mükemmel öngörüleri netçesinde ülkemizde gösterime girip giremeyeceğini dahi bilemediğimizden, bluray ve dvd'leri çoktan satışa sunulmuş olduğundan, malum ortamlara düşeli çok olduğundan, maalesef sinema salonlarında izleyememişizdir. (aslında iyi de olmuştur, çünkü filmimiz bünyede aşırı bir malt hülasası (ama mayalanmışı) tüketim isteği uyandırmakta, bunun da sinema salonlarında gerçekleşmesi oldukça zor olmaktadır)
   Kurgu ve senaryo zaman zaman "Shaun of the Dead" ı çağrıştırsa da, sonlara doğru verilen mesajlar sinefili bazen baysa da, görsellerde ciddi arak (intihal) sezilse de, türün meraklılarının kaçırmaması gerekir. Ekip elinden geleni yapmış, iyi de yapmışlar. Yalnız yazmasam şişerim. Bir Shaun of the Dead ya da (hatta) Hot Fuzz değildir. Neden böyle hissettiğimi bilmiyorum ama öyledir.


"Beasts Of The Southern Wild" Bağımsız olmak isteyip beceremeyen film...

   Herkesin "akım" dediğine "b.kum" diyeceğim bir film ile daha karşıyayızdır sevgili sinefiller. 
   Adetimdir : filmi izledikten sonra (belki kaçırdığım şeyleri yakalarım diye) hakkında yazılanları okurum. Filmimizi izledikten sonra da mutad üzre yazılanlara şöyle bir göz attım. Tüm eleştiriler olumluydu. Haşpapinin oyunculuğu, simgelerin mükemmelliği, senaryonun akıcılığı, kurgunun oturaklılığı vs.vs.
   Bendeniz fazla bir haz alamadım. Oysa bağımsız ve düşük bütçeli filmler, değerlendirmede kafadan 1-0 önde başlar fakirde. Bence holivutun "bakınız bağımsız filmlere de şans veriyoruz, 1.8 milyon dolar yatırıp 12 küsur milyon dolar kaldırabilirsiniz" mesajını vermek için gereksizce şişirdiği filmler kategorisine (varsa böyle bir kategori) dahil edilebilir bir pelikuladır. 
   Şimdiye kadar izlemediyseniz ve izlemeye niyetiniz varsa izlemeseniz de olurdur. 

6 Kasım 2013 Çarşamba

"The Master" - As you wish master !... ya da - Emret Sahip !...

   Uzun filmdir (144 dk.).
   Alkolik, amaçsız, umarsız savaş gazisi fredikıvel, avara kasnaklığı ve sersefilliğine son vereceği umuduyla "The Cause" gibi kuntastik bir hareketin (tarikatın) lideri lencıstırdad'ın müridi/kobayı/maymunu olur. Olaylar gelişir. (nedense aklıma "Takva" geliyor)
   Poltamısendırsın, ilginç bir yönetmen. "Kan Çıkacak"ı izleyip sevdiyseniz, bunu da seversiniz. Genel olarak durağan ve eylemsiz devam eden film, sinematik açıdan hiç bir zayıflık barındırmıyor. Sanat, görüntü yönetmenleri, kostümcüler, ışıkçılar velhasıl tüm ekip canla başla çalışmışlar. İkinciye izleyince gereksiz bir sahne göremiyoruz. 
   Oyunculuklar : çizgi üstü. Filipseymırhofmın; abartısızca, kendinden güzelce nefret ettiriyor. Cekuyinfiiniks'e inanamadım. Birsürü adaylığı olmuş ancak pek hakettiğini alamamış. Oysa filmi izlediğinizde gözlerinize inanamıyorsunuz. Oyunculuklarda aksayan bir şey (illa ki) olur. Burada fiiniks için olmuyor. İlk dakikalarda postürüne dikkat edince aklıma "The Jerk" geldi. İçimden "du bakalım nerede fire verecek !" didiydim. Adamın oyunculuğuna dikkat etmekten filme odaklanamadım. Taa sonlara kadar o postürü, aksanı, mimikleri korudu ve filmde geçen yılların hakkını verdi. Özellikle son yarım saat o kadar başarılıydı ki, oskarlarda hakkının ciddi ciddi yendiğine inanıyorum. Neyse bırakalım fiiniks güzellemesini filmimize dönelim.
   Efendim. Fakir filmi pek şıkırdaklı bir günün sonunda kafa boşaltmak için izlemiş ve fena halde hata yapmıştır. Bu amaçla seyredildiğinde vasat sinefile "lahavleler" çektirecek bir pelikuladır yazımızın konusu. "Bu ne a.m.k. film" diye bir güzelleme yapabilirsiniz. Düz olarak izlerseniz olacağı budur. (a.m.k. = açık, mert, korkusuz (evet öyle gazetesi bile var (mış)))
   Fakaaat olayın başka bir yüzü de vardır.
   - Aidiyet ihtiyacı insanları nerelere sürükler ?
   - Efendilik, kölelik.
   - Din
   - İnanç
   - Dogmalar, devrimler.
   -  İçgüdülerin iflah olmaz doğası.
   - Ego, alter ego.
   gibi olguların filmimizde birer (ve hatta birçok) yansıması vardır. Ve fakat bunların irdelenmesi ancak vasatüstü sinefile hitap eder. Sinema sanatına sabrınız ve ilginiz patetikse, yukarıdaki olgular hakkında düşünmek ve başka açıdan görmek istiyorsanız, cekuyinfiiniks ve filipseymırhofmın'a hayransanız (çok düşük ihtimal), ıskalamayınız. Yok bu kadar iddialı değilseniz hiç yaklaşmayın.
   Haaa bir de biraz nüdizm ve tensel temaslar gösterilirken hiç cimrilik yapılmamış, "anne/baba oralarda niye tüyler var ?" tipi sorular üretecek sabi sübyanla izlemezseniz, başınız ağrımaz. 

2 Kasım 2013 Cumartesi

"Kemik Koleksiyoncusu" Filminden daha iyi...

   Sevdiğimiz bir dostumuz "Epsilon"da işe başlayınca bize de buradan çıkan romanları okumak düştü. Mecburen önümüzdeki yazılarda bu yayınevimizden çıkanları biraz daha sıklıkla yorumlayacağız.
   Cefridiivır, birleşik devletlerde pek tutulan bir yazar. Bu kitabı dilimize bir hayli geç çevrilmiş (onbeş yıl kadar). Bu arada sinefiller filmini çooktan görmüşler, denzılvaşingtın ancelinacoli'li film, polisiye sevenleri mutlu etmişti. 
   Bu gün burada bir kez daha (nasıl aynı miting konuşması gibi değil mi ?) kitap ve film ayrımının nasıl da insanı etkileyebildiğini idrak ediyoruz değerli Çemişgezekliler...
    Film güzeldi, kitap daha güzel...
   Linkılnraym; kuadriplejiden muazzep (omurilikfelcinden azap çeken) zehir gibi akıllı bir olay yeri inceleme uzmanıdır. Haliyle emeklidir. Ancak olay yerinde sadece onun anlayabileceği ipucu kırıntıları bırakan bir seri katil, onu tekrar polisiye dünyanın içine çeker. Konumuz budur. Gayet de klişe olan hikayemizi, yazarın inanılmaz detaycılığı ve gerçekçiliği okunabilir kılıyor. Karakter çözümlemeleri ve olay örgüsü biraz zayıf kalsa da, uykuya geçmeden önce uykunun gelmesi için okunabilir kitaplardandır. 
   Eleştirim yayınevine : madem ki (kendi janrında) iddialı bir kitap yayımlıyorsunuz, madem ki bu kitaplardan para kazanacaksınız, madem ki editör, dizgici ihdas ediyorsunuz. O halde bu işi bihakkın yapacaksınız. Sonuna gelinceye kadar saçbaş yolduran harf hataları, yanlış kelime dizilimleri, anlam kaymaları polisiyesever bibliyofili bezdirmektedir. 
   Lütfen ama, ayarlayın bunları...

"The East" Ekoterorizm ve Acemi Holivutçuluk...

   Filmimiz klişeler ve mantık hatalarıyla dolu, Elınpeyc ve Aleksandırsıkarsgard'ı seviyoruz ama burada pek bir numaraları yok, başrol kızımız Britmerling evlerden ırak bir oyunculuk yapmış, birçok yönden Holivut filminden bir farkı var mıdır ? yoktur !.. Tüm bu olumsuzluklarına karşın seyretmeli miyiz ? Bence evet. 
   Çünkü filmimiz ekoterorizm denen olguyu inceliyor. Bu; yeni moda bir terorizm. Bundan 20 yıl önce sorsanız gülerdi terorizm uzmanları. Ancak bu günlerde pek de öyle değil. Grinpiisin balina gemilerinin önüne atlamalı şıklıklarından daha ağır eylemler koymakta çevreciler. Terörün her türlüsü kabul edilemez. Ancak digerkamlık yaptığınızda ve mecbur kalınırsa; eylem koyulacak tek yolun da bu olduğunu ister istemez kabulleniyoruz.
   Filmimiz de, "bağımsız olucam", "klişe olmaycam" diye feryat figan ederken klişelere saplanmasına (yemek sahnesi vs) rağmen sadece bu düşünceye dikkat çektiği için vakit ayırmaya değer.
   Çevreciliğe yakınsanız ıskalamayınız...