31 Mart 2018 Cumartesi

Netflix'in Bilimkurgu ve Fantastik Filmleri.


   Her formül bittamam uygulanıyor. Senaryo, kurgu, star başroller, gözalıcı efektler ve daha neler. İtiraf edeyim senaryolar da ilgi çekici (hani romanı olsa okunur (bazılarının var aslında)) : hasbelkader kendi paradigmasında dünyayı işgal eden uzaylı gen (annihilation), insanlar/elfler/orkların olduğu bir dünya (bright), gen teknolojisi hakkında bir distopya (the titan). Üstelik filmler açık kaynaktan kolayca erişilebiliyor (çok az bir ücretle). 
   Öyleyse niye abur cubur (junk food) yiyormuş gibi  geliyor bana. Raydliskat'ın son çektiği ve kötü eleştiriler alan Alien Covenant bile bunların yanında bir Trabzon Pidesi gibi geliyor. Üç filmi de izledim, her nedense üzerinde birşeyler yazmak içimden gelmedi. Seyret, unut ! tarzı hissi verdi (üstelik hepsi de fikir olarak ilginçti). Bilmiyorum, bilemiyorum Altan ! İzlemesem de olurdu.

"Kelebekler" Gidin !

   30 yıldır bir araya gelmeyen üç kardeş, babalarından aldıkları bir çağrıya icabet ederek doğdukları yere giderler. Olaylar gelişir.
   Sandıns'ta hiç ödül almasa da, gösterime gireceği günü bekliyordum. Dün (ilk seanslar olamasa da) izledik. Tolga Karaçelik (ki "her türlü musibetten sonra sadece karafatmalar ve sinemacılar hayatta kalır" diyerek, filmlerine muktedirlerden alamadığı desteği sinefillerden toplayarak, 2-3 haftada film çekerek (kelebekler 19 günde çekilmiş) hoşuma giden bir yönetmen olmuştur)'in önceki işi "Sarmaşık"ı fazla sevememiştim (bu iş hakkında ahkam kesecek denli bilenlerin aksine) (parantezlerden uzak dur arakolpa ! (anlamı zorlaştırıyorlar (hah yine !))).
   Nereden bakarsanız güzel film ! Kimileri diyecektir ki "annelerinden intiharından sonra üçü de sorunlu üç kardeşin babalarının cenazesine gelmesinin neresi güzel ?". Olsun desinler. Film güzel film. Kısa kısa görünen karakterler, diyaloglar, olaylar, herşey. Şöyle söyleyeyim : son yıllarda en çok güldüğüm Türk filmidir (özellikle finalde, yazılar bitinceye kadar güldüm !). Yâd ellerde kuntastik bir ödül aldığına şaştım ! Çünkü bir çok bölüm ancak necip milletimiz tarafından anlaşılabilecek ayrıntılar. Yağmur duası, gizemli vasiyet, patlayan tavuk, muhtarın hikmetleri, kör çoban, 500 TL., müzikholdeki akşam yemeği, astronot ağabey ve daha onlarca ayrıntı. 
   Bazen diyorum ki : Bayan Karaçelik'in sevgili oğlu izleyiciyi bu kadar hem güldürüp hem ağlatmasa da sadece bir kanala yönelseydi daha mı iyi olurdu ? Misal : Anacığım; yalnızca, sessizce bu dünyadan göçtüğünde ben dünyanın öbür ucundaydım. Eve gelip eşyalarını karıştırdım, çok ağladım. Suzan da eşyaları karıştırırken ağlıyordum. Buna mukabil Muhtarın karısı Hatice'nin kahvedeki rahat tavırlarına gülümsüyor, Suzan'ın pavyondaki atarlarına ("- üstüne oturduğumun adamı !") gülüyordum.  Ama sinemadan çıkınca "böyle olması daha iyi" diyordum.
   Neyse : "Allah lükstür, lüks. Tövbe sizin hizmetkarınız mı Allah !", "Hz.İbrahim bile şüphe duymuş, benim duymam nasıl normal olmaz ?" diyen imam var (helbet devlet desteği alamaz, eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmeyelim muhterem ! (ki filmdeki en favori karakterimdir)), gasılhanede astronot var (ilk sahnede kendini yakıyor), ağır abinin başında rakı şişesi kıran naif kızcağız var, patlayan tavuklar var, 500 TL var (en çok ona güldüm (ki bu coğrafyadan olamayanın anlayamayacağı bir ayrıntıdır)), Erkut Taçkın/Barış Manço/Kahtalı Mıçı/Grup Gündoğarken'in müzikleri var. Gidin görün, sıkı grupla gidin filmden sonra sıkı geyik çevirin. 

28 Mart 2018 Çarşamba

"All the Money in the World" Parayla Saadet Olmaz !

   Raydliskat iyi yönetmen. İşleri bazen sanata ulaşsa da genellikle zanaat olarak adlandırılabilir kanımca. Burada da böyle bir iş yapmış (zanaat).
   Dünyanın en zengin adamının torunu kaçırılır. Hovarda kocası nedeniyle aileden bağlarını koparmış biçare anne; pintiliğin pikinde bir dedeye karşı çocuğunun fidye parasını ödettirmek için mücadele eder. 
   Sinema adına söylenecek hiç bir şey yok. Adam yapmış ! Tüm çekimler, senaryo, kurgu, ışık kullanımı, dramatik sahneler (o gazetelerin uçuştuğu sahne mesela (çok etkileyici değil miydi sevgili kari ?)), müzik, dekor, kostüm, oyunculuklar (Kristofırplamır iyi iş çıkarmış vesselam (hemi de Kevinsipeysi'nin yerine son anda yapılan değişiklikle)), müzik velhasıl hepsi iyi bir işçiliğin ürünü. İki saati aşkın bir süre (2s12d) sinefilin ilgisi düşmeden izlenebiliyor.
   Fikir adına ise : başlıkta verdiğim cümlenin hakkını veren bir pelikula. Ancak iyi adamın, türlü kirli işler çeviren bir ajan eskisi olması varılmak istenen düşünceyi pek desteklemiyor. Hülasa : para, kan bağı, paranın insana edebilecekleri, dönemin ruhu (1970'ler) gibi olguları gözden geçirmek için izlenebilir...

26 Mart 2018 Pazartesi

"Malafa" Turizmin İncelikleri !

 
   Kuyumcuya gittiğinizde parmağınızdaki yüzüğün ölçüsünü öğrenmek için bir (hafiften koniye benzer) bir sopaya geçirirler ya : işte onun adı malafa. Kitap da kuyum dünyasının dibinde geçiyor.
   Kozan; Antalya'nın en büyük "center"larının birinin gelecek vaat eden başarılı bir tezgahtarıdır. Bir gün kontratezgahla hayatının en büyük satışlarından birini yapmaya koyulur. Konu bu. Sabah başlıyor, akşama bitiyor. Bendenizin de okuma temposu bu oldu. Sabah başladığım 212 sayfalık kitap, gecenin üçünde bitti. 
   İlk satırdan başlayan kuyum jargonu (hatta Antalya'nın kuyum jargonu diyelim) kullandığı onlarca isim, sıfat ve yükleme yönelik herhangi bir açıklama yapmaksızın son sayfaya kadar doludizgin gidiyor. Jargon : Ermenice (ahçik, asparik vs.), İngilizce (camperleme vs.), ve Şoparca (meterleme vs.) karışımı ilginç bir fonetiğe sahip. Bu dillere bir aşinalığınız yoksa biraz zorlanılabilir. Bay Günday, her kitabında olduğu gibi kendinden menkul aforizmaları bolca kullanıyor, kimisi güzel kimisi değil. Misal : "elastikiyetin fazla geliştiği bir toplumda sosyal ve siyasi ahenk yok olduğu için söz konusu toplumu yönetenler zayıf düşerler ve mermer bir duvarı andıran kırık haçlı dünyaya çarpıp stratejik kazıklar yer. Tezgahtarlar bir bir tezgahla Avrupa Birliği'nin kurucu üye ülkelerinin vatandaşlarından tane tane yumoş indirirken, Türk hükümeti milyonlarca yumoşluk savaş uçaklarını tez tezgahta satın alır.". 
   Son sayfalara yaklaşırken dikkatli bir okur sürpriz sona kendini hazırlıyor (yazar sona doğru (özellikle Türk ailenin yaptığı alışverişte) sonu açık ediyor (bilmem kasıtlı, bilmem kasıtsız !). Ama yine sona varınca : insan kime üzülmeli, üzülmeli mi, üzülmemeli mi bilemiyor. 
   Kişilikler; hakkında bir dış gözlem verilmeksizin tüm karakterleri çok iyi betimleyen roman, ilk sayfadan başlayarak çok hızlı bir tempoda akıyor (zaten hepi topu bir günlük hikaye). Okur da kendini kaptırdığında başını kaldıramıyor kitaptan. Yazarı (eğer yazılanların onda biri dahi doğruysa yahut benzerlik gösteriyorsa) içtenlikle tebrik ediyorum. Böylesine kapalı bir dünyanın içine girip, kılcal damarlarına varacak kadar üç boyutlu bir MR'ını çekmek kolay iş değil. Bu vesile ile turizme ucundan bulaşmış, tatile giden (gitmesi ihtimali olan), pazarlama taktikleriyle ilgilenen, Antalya'yı merak eden her kişi okumalı. Düz kitap kurdu ise asla ıskalamamalıdır.

25 Mart 2018 Pazar

"Az" Bu Kadarı Romanda Olur !

   İlk sayfayı okuduktan sonra ara vermenin zor olduğu bir romandır. Hal böyleyken iki günde (akşam yapılan okumalarla) bitirildi. 
   İki adet Derda'nın hikayesi. Bir noktadan sonra birleşiyor. Zor hayatlar, sert satırlar (ama öyle böyle değil takır tukur, katır kutur), imkansız tesadüfler ("bu kadarı ancak romanda olur" dedirten cinsten (ancak, "roman okumaktayızdır azizim !")), her sayfada bir kötülük, her bölümde bir travma (yerli dizileri aratmayacak şiddette). Kendi adıma; bazı yerleri okuduktan sonra kitabı kapayıp, okuduklarımı hazmetmek için zihinsel molalar vermek zorunda kaldım. Şöyle diyeyim : ilk otuz sayfada; çocuk gelinler, uyuşturucu taciri din tüccarları, sado-mazo müptelaları, Güneydoğu Anadolu, İstanbul, Londra, pedofil, mobbing (ne işim olur mobbingle !) işyeri tacizi, gibi pek çok kavram zihnimizi kanırtmaya çalışıyor. Yorucu ama farklı bir akış olduğu kesin.
   Sayın Günday için zamanımızın Latife Tekin'i diyebilir miyiz bilemem ama "Berci Kristin Çöp Masalları" (başa isabet eden içi taşlı kartopu) gerçekçi sertlik ise, "Az" gerçeüstü sertlik (başa isabet eden meteor) gibime geliyor. Yine de her halûkarda okunur. "Kinyas ve Kayra"dan sonra daha iyi geldiğini söyleyebilirim. 
Bazı eleştirilecek noktalar var elbette. Misal : o bölgedeki evlerin tezekten değil kerpiçten yapıldığının gözden kaçması gibi ama sarfınazar ediyor insan o velveleli okumalar içinde.

"The Death Of Stalin" Bildiğiniz T.şak Geçme !

   Stalin ölür, olaylar gelişir.
   1 saat 47 dakikalık filmimize iki açıdan yaklaşabiliriz.
   Sinematik açıdan yaklaşırsak : başarılıdır. Her ne kadar dar bir bütçeyle çekildiği dikkatli gözlerden kaçmasa da (kalabalığı veren yakın plan çekimler, aynı mekanların kullanılması, ekonomik müzik, ekonomik dekor/kostüm  (nasıl kötü takım elbiseler) /efektler vs.) bir tiyatro oyunu havasında akıp gidiyor. Oyunculuklar karikatürize (kimbilir belki de özellikle öyle yapıldı). Senaryo; piyanist kız ekseninde başlasa da sonraları pek çok kez ray değiştiriyor (Kruşçev, Beria, Svetlana vs.). Buna karşın salon komedisi havası filmin sonuna kadar kendini izlettirmektedir.
   İdeolojik açıdan yaklaşırsak : tarihi gerçeklere yaslandığı iddiası yoktur ancak dönemin bu kadar pespaye bir şekilde aktarılması (şimdi örnekleyeyim de ne düşündüğüm anlaşılsın : on yaşını aşmamış kopiller arsada top oynuyorlar, iki iri yarı rakipten biri oynadığı zeminin kötülüğünden maçı kaybediyor, yere düşüyor. Diğeri bu düşen çocuğu tekmeliyor, bu da yetmiyormuş gibi karşısına geçip hayın hayın gülüyor. İşte bu film o gülme işini yapıyor) ne derece doğrudur bilemiyorum. Bana pek doğru gelmiyor.
   Yaşadığımız hayata yansımalarına gelecek olursak : mutlak gücün batıl olduğunda, güce tapanların nasıl da yozlaşıp, yeni duruma göre pozisyon almalarını gösterdiği için çok ders vericidir. 
   Bakınız : ikinci cümlede "iki açıdan yaklaşabiliriz" dediğim halde kendimi yalanlayarak üç açıdan yaklaştım (Hern Alzheimer ! Hoşgeldiniz !). 
   Ben sevmedim, sizi bilemem !

18 Mart 2018 Pazar

"Kuyucaklı Yusuf" Geç Olsun Güç Olmasın.

   Açılış ve kapanış çarpıcı bir trajedi. Dil; nasıl diyeyim bilmem hem eski (eski demeyelim de otantik) hem çok cezbedici. Kurgu, zaman zaman detaya inildiğinde genel örgüsünden uzaklaşıyor (ama konudan kopacak kadar uzun boylu değil). Gözlemler olağanüstü. Tespitler çarpıcı (taşradaki rakı alışkanlığı tespiti fakiri kendinden geçirmiştir). Tasvirler hemen göz önüne gelircesine canlı. Temelde insan hikayesi alınsa da; döneme ilişkin siyasi, sosyal; ruha ilişkin psikolojik (ve hatta psikoanalitik) gözlemler ilgi çekici. 
   Kuyucaklı Yusuf'un öyküsü...
   Sabahattin Ali, ilk romanında (220 sayfalık bir novella da diyebiliriz) öykücü şapkasını bir kenara bırakıp şık bir romancı şapkası takmış. Zamanında filmi de çevrilmiş (kast çok ilgi çekici Yusuf'u Talat Bulut, Muazzez'i Derya Arbaş, Selahattin Bey'i Ahmet Mekin canlandırmış. (ki çok isabetli tercihlerdir)). Bulabilirsem izlemeyi çok isterim. Dün başladım, bugün bitti. O kadar sürükleyici. Bu yaşıma dek okumadığım için hicap duyuyorum. E-kitap iktifa etmez, kağıt sureti kitaplığımda dursun isterim. Ve daha da çok isterdim ki : başlar gibi biten kitabın sonunun bir devamı gelebilseydi. Heyhat : ortayaşlı fotografilerini bulamadığımız Sabahattin Ali (41 yaşında ölmüş yahut (daha da mümkün) öldürülmüştür) Yusuf'un hikayesini ikmâl edememiştir. 
   Kitapseverler (neşirperverler mi demeli ? bilmem ki ?) okumalı, tarihle rabıtası olanlar ıskalamamalı ve hatta nadanlar bile es geçmemelidirler. 

17 Mart 2018 Cumartesi

"Good Time" Fakire Göre Değil !

   IMDB Notu yüksek (7.3). 6 Ödülü, 36 adaylığı var (Altın Palmiye falan ha, kıytırık değil yani). Eleştiriler hayli iyi. Senaryo ilgi çekici. Böyleyken oturup izleyelim bari dedik. 
   Geride acaip bir müzik (bir ara müziğe kulak vermekten filmi kaçırdım. O kadar rahatsız edici), hep yakın planlar ve durmadan hareket eden bir kamera, çiğ renkler, gerçek olamayacak kadar "oha" dedirten anlar. 
   Verdiği duygular, alt göndermeler, işlediği konu, oyunculuklar falan belki iyi. Lakin standart sinefile fazla gelebilir (misal : fakir). Yeni sinema anlayışı buysa, bendeniz yeni sinemaya mesafeli olduğumdan (tıpkı Yeni Türkiye'ye olduğum gibi) hazzetmedim. "Run Lola Run" ve Sidney Lumet klasikleriyle karşılaştırılmış. Ben olsam karşılaştırmazdım, çünkü onlar başka kulvarda. Yine de siz bilirsiniz tabii.    Arakolpa çekilir...

16 Mart 2018 Cuma

"Sızıntı" Barış'lardan Ünlü Türkler !

    Araştırmacı gazetecilik bitiyor. Aslında gazetecilik bitiyor ya, neyse... 
   Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan mahpuslukta yazmışlar kitabı. Yine başka bir mahpus meslektaşlarına Doğan Yurdakul'a da bir önsöz yazdırmışlar. 
   Wikileaks denilen bir şey var. Assange daha önce de buna benzer şeyler yapmıştı ama  28 Kasım 2010'da 251 bin 287 adet ABD Dışişlerine ait yazışma yayınlanmaya başladı. Washington'dan sonra 7 bin 918 kriptoyla Ankara ikinci sıradaydı. ABD Dışişleri Bakanlığı sızdırılan kriptoların gerçekliğini inkar etmedi. "Bunlar kişilerin kendi görüşleridir, kurumların değil" babında zevahiri dahi kurtarmayacak açıklamalar yaptılar. 
   Sızdırılan bilgi çok kapsamlıydı. Hazmedecek çok fazla içerik vardı. Maalesef araştırmacılarda bu içeriği araştıracak ne zaman ne de "siyasi rüzgar" vardı. Düz insanlar maalesef etraflarında olup bitene (eğer yemek pişirilmiyorsa, evlenilmiyorsa, yarışılmıyorsa, gıybete dalınmıyorsa) ilgisizdi. İşte bu şartlar altında bu iki deli adam bu yazışmaları incelemeye, son dönem siyasi gelişmelere eklemlemeye başladılar, tam kitap bitiyordu ki hapse tıkıldılar. Orada da pes etmeyip (bilgisayar ve daktilo kullanmalarına izin verilmediğinden) kitabı elle yazmak pahasına bitirdiler.  Tabiy ki de Barış Pehlivan kitap yayınlanır yayınlanmaz hemen aynı koğuşta yattığı Soner Yalçın'dan başka bir yere naklediliyor (al sana ceza gibi uygulama). Neyse yazmaya mecalim yok. Uzuyor gidiyor.
   Kitapta; necip medyamızın görmediği (görmezden geldiği) nice kripto, lineer siyasi gelişmelere eklemlenip okurun dikkatine sunuluyor. Neler yok ki ? ABD'nin gözünden Abdullah Gül, Cemaat, dönemin muktedir askerleri, Balyoz/Ergenekon davaları, PKK, çuval krizi, AB ilişkileri ve daha neler...
   Okuyun, okutun, aydınlanın. Böyle gazetecileri hep iş başında ve sevdikleriyle birlikte (aşağıdaki gibi) görmek isteriz...

10 Mart 2018 Cumartesi

"Phantom Thread" Tailored by Paul Thomas Anderson

 
   Reynıldvuudkok : terzi. Ama yaptığı işleri nasıl ciddiye alıyor, nasıl iyi yapmaya çalışıyor ? bilemezsiniz. İşinin hakkını da alıyor. Hep aristokrasiye çalışıyor. Annesi ölmüş. Hala ödip kompleksleriyle boğuşuyor. Kardeşi Siril ile Londra'da bir "terzi evi" işletiyorlar. Reynıld obsesif, narsist, egoist (bildiğiniz gıcık) bir adam. Derken, Alma ile tanışır, olaylar gelişir.
   2 saat 10 dakika boyunca hastalıklı bir aşkın seyrini izlerken aklımdan geçirdim "Alma ! niye bu ısrar ?". Filme diyecek bir şey yok. Ismarlama takım elbise giymek gibi bir şey. Kostümler (ki oskarı kaptı galiba o dalda), dekorlar, kurgu, senaryo (ki bu sette en zayıf olanı da oydu galiba), müzikler (gerilimli anları, tedirgin piyano vuruşlarıyla öyle bir farkettirmeden yükseltiyor ki) hepsi şükela.
   Burada Denyıldeyluvis'in oyunculuğuna bir kez daha şapka çıkartmamak elde değil. Dikkatli gözler, provalar sırasında Bay Luvis'in parmaklarının iğne saplamaktan nasır bağlamış olduğunu görecektir (usta bunun için altı ay kadar terzilik eğitimi almış). Saplantılı kişilikleri iyi hayata geçiriyor vesselam !
   Kolay bir film değil, kafa boşaltmaya, haftasonu izlemeye gelmez. Amma velakin sinemaya müptelalar ıskalamazlar gibi geliyor.
Yukarıdaki lambada filmin genel bir özeti var gibidir. Bir Reynılds'ın ifadesine, gözlerine; 
bir de Alma'nın aynadan yansıyan bakışlarına...

4 Mart 2018 Pazar

"Balkan Harbi Hatıraları" Ömer Seyfettin'den.

   216 Sayfa ama "hatırat" bölümü ancak sonlara doğru az bir yer kaplıyor. Bunun öncesinde kitabı yayıma hazırlayan Tahsin Yıldırım'ın yazara dair, balkan harplerine dair yazdığı uzun bir girizgahı okuyoruz. Tarih bilgim yazılanlar konusunda ahkam kesmeme mani ancak satır aralarında ciddi bir İttihat ve Terakki düşmanlığı seziliyor. Yazan, görüşlerinde haklı mıdır yoksa tersi midir bilmiyorum (bu konuda çok çeşitli fikirler çarpışıyor). Ancak meseleye her iki taraftan bakmak hasebiyle bu bilgiler de değerlendirmek üzere dağarcıkta bulundurulabilir.
   Hatırat ise öyle böyle değil : çok kötümser, çok karamsar. Akşamları okuduğumda uykularım kaçtı. Belli ki savaşın hengamesi içinde çok çalakalem notlar alınmış ancak genel hava uyku kaçıracak kesafette. Son bölümde yazarın yazdığı kişisel mektuplar da ayrı bir fasıldır. Burada görüyoruz ki : medarı maişet motorunu yürütebilmek, edebiyatçılar için her daim gündemde olmuştur.
   Bu arada; dönemde şeker hastalığı bilinmediği için (şekere yakalanmıştır) üzüm hoşafı, pekmez diyeti uygulanan ve bu yüzden sadece 36 yaşında yapayalnız ölen, öldükten sonra kimse tanımadığı için naaşı kadavra olarak kullanılan (ki fotoğrafı bile vardır (bakmayın ! içiniz kaldırmaz)), daha sonra edebiyatçı dostları tarafından cenazesi sahiplenip bir hazireye (Kuşdili Mahmut Baba Haziresi) defnedilen ancak 19 yıl sonra "yol geçecek" diye kemikleri Zincirlikuyu'ya nakledilen, ulusal vefasızlığımızın müstesna örneği Ömer Seyfettin'in (hangimiz onun öyküleriyle büyümedik ki) hayat hikayesini incelemenizi öneririm. 

"The Salesman" Yahut İran'dan "Satıcının Ölümü"

   Emad ve Rana, yanlarındaki bina kentsel dönüşüme girip kendilerinki titremeye başlanınca yeni bir eve taşınırlar. Aynı zamanda Bay Arturmillır'ın "Satıcının Ölümü"nü sahnelemektedirler. Olaylar gelişir.
   "Ayrılık"tan sonraki işini pek bayılarak izlediğim Sayın Aşgar Ferhadi, bu kez yine şaşırtmadı fakiri. Efekt kullanmadan, uluslararası starlar olmadan, kansız, kurşunsuz, aksiyonsuz, dizi maliyetine, çekilmiş bir film (süresi de uzun ha 124 dk.); bitinceye kadar güvericinimle beni başından kaldırtmadı. Hele finale doğru gerilim nasıl bir tırmandıysa, gözlerimi ekrandan alamadan çubuk tellendirdim (hiç adetim olmadığı üzre). 
   Filmin başından beri çeşitli sahnelerini temaşa ettiğimiz tiyatro oyunu ile benzerlikleri düşünürken, yaşlı adam "akşamları kamyonetin arkasında kıyafet satıyorum" dediğinde "hah" dedim "şimdi çıktı vehbi'nin kerrakesi". Oskarı var, altın küresi var, Cannes'da üç ödülü var. 2016 çevrimi, ancak bugünlerde izlemem benim ayıbım (demek vakti var imiş.). Yine ucundan İran'daki kültürel yapıya yönelik sistem eleştirilerini gösterir gibi oluyor (neydi o diyaloglar "üç düzeltme mi ? altı düzeltme mi ?"), yine intikam, adalet, haklılık/haksızlık, iyi/kötü gibi evrensel değerlere neşter atıyor, yine insanlar arası ilişkileri hallaca yatırıyor, yine film bittikten sonra sinefile "ne oluyor, nasıl oluyor" hissiyatı yaşatıyor. Velhasıl şiir okur gibi izlenecek film. Sinemayla ilgilenenlerin izlemesi mecburi, sinema izleyenlerin izlemesi ihtiyaridir. Ama âdeta mecburi bir ihtiyariyettir (amanın nasıl cümle bu ?).

2 Mart 2018 Cuma

"Yeryüzü Müzesi" Memleketimden Bilimkurgu

 
   Hep derim : "iyi bilimkurgu, iyi edebiyattır" (hımmm yoksa başkası mı öyle diyordu). 18 bilimkurgu öyküsü, 309 sayfa. Bilimkurgu Kulübü tarafından ince ince seçilmiş öyküler. Türün hemen hemen tüm alt türlerinden öyküler var. "Black Mirror"a göz kırpan da var, ütopya da, distopya da, siberpunk da (deli gönül isterdi ki İhsan Oktay Anar Bey bir steampunk öyküsü döktüreydi (kaymaklı tahinli cevizli kabak tatlısı)). Arka kapağı Ursula K.Le Guin yazmış (ölümünden önce yazdığı son arka kapak mıdır bilemedim). Önsözü yazan, Bülent Akkoç. Dünyaca bilinen bir bilimkurgu yazarının arka kapağı (üstelik de çok cesaretlendirici bir tarzda) yazması pek hoş. Öykülerin dili yalın, akıcı. İki günde (uyumadan önce yapılan "kafa boşaltma" okumalarıyla) bitiverdi (ama alelacâip rüyalar gördüm).
   Güzel ve yalnız memleketimde yazın türü olarak bilimkurgu oldukça kadük. Nedense türde daha önce yazılanlara pek bir şey ekleyemedik (belki de herşey daha önce düşünülmüş ve yazılmıştır (ne yanlış bir yaklaşım ! (oysa "her şey hiç bir zaman bitmez" (k.çımdan aforizma uyduruyorum bu gece !)))). 
   Öykülere de göz atınca beyinde şimşekler çaktıran satırlara pek rastlayamıyorsunuz. Ama olsun. Bu konuda kalem oynatan ve okuyan birileri olduğu sürece umut var. Nedir : bir yerlerden başlamak gerek. Bilimkurgu; muhayyileyi tıngırdatan, süjeye farklı perspektiflerden bakmayı sağlayan, ufku açan bir alan. Bilimkurgu kulübü de bu alanda güzel işler yapıyor. Romanımız bir yerlere geldi. Şu anda yazılanlar "Araba Sevdası"ndan farklı bir konumda. Başka dillere çevriliyor, ödüller alıyorlar. Neden aynısı bilimkurgu için olmasın ? Olur, olacak. Ama : "marifet iltifata tabidir". O zaman ne yapıyoruz. Yeryüzü Müzesi'ne bir şans verip satın alıyoruz (fiyatı da uygundur), bibliyofillere (ne işim olur bibliyofille ?) kitap kurtlarına öneriyoruz, kayıtsız kalmıyoruz, sohbetlerde bahsini açıyoruz (ki bu işe gönül vermiş bir avuç insanın ufuklarını daraltmayalım). Haydi iyi okumalar.