27 Aralık 2016 Salı

"Hayvanlardan Tanrılara - Sapiens İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi" Dikkatlice Okunmalı

   Kitap katmanlı bir kitap. 
   Kültürel birikim seviyenize göre farklı izlenimler edinebilirsiniz.
   Tarih, antropoloji, bilim falan size gereksiz geliyorsa muhtemelen okumayacak ve pek bir şey kaybetmeyeceksiniz.
   Bu konulara yakınlık duyuyor ve fazla bilgi sahibi değilseniz, okuyacak, çok beğenecek ve nirengi noktası olarak benimseyeceksiniz (ki tehlikelidir bu).
   Bu konulardan herhangi birinde bir uzmanlık (merak ederek derinlemesine inceleyerek okumalar yapma, mukayeseler, analizler vs.) geliştirdiyseniz, bilmediğiniz konularda şüpheci, bildiğiniz konuda ise muhalif olabileceksiniz.
   Okumanın şöyle bir yan etkisi (oldukça da tehlikeli) var. Okuduğunuz satırlardaki ham bilgi ötesindeki yorumların mutlak doğru olduğu zannına kapılıyorsunuz (bkz. tüm kutsal kitaplar). 
   Bunca yıllık malumatfuruşluğun da etkisiyle; kitapta, daha önce okumadığım çok az şey olduğunu söyleyebilirim (bir tek misisipi balonunu çok uzun yıllar önce okuduğumdan detaylarını hatırlayamadım. Ha bir de  Göbeklitepe'nin yorumlanmasına ilk kez rast geliyorum). Haliyle; pek çok popüler bilim kitabında olduğu gibi eleştirilerim var. Eleştirilerim tarihsel bazda değil (çünkü onlar sabit), yorum bazında (ve saklı kalmasını tercih ediyorum). Ancak nedir : bu eleştiriler kitabın okunmasına engel değildir.
   Açılış cümlesiyle okuru avuçlarının içine alan kitap (ki ilk yarım sayfada aklımda kalan en yalın ve akılda kalan fizik, kimya, biyoloji tanımlarını yapmaktadır) bu tarz kitaplarda yaptığım paralel okumaların ikinci ayağını (Bay Vonnegut'un öyküleri) aksatıp (nihayetinde terke doğru gitmesi) birincil okuma rolünü kapmış ve geceleri ikişer saatlik okumalarla dört günde bitirilivermiştir (böyle mi yazılıyor ?).  
   13.5 milyar yıl kısaca geçilip (!), iki buçuk milyon yıl da özetlendikten sonra son 70 bin yıl da draje şeklinde okura sunulmaktadır. 
   Tehlikesi şudur : her bölüm bittikten sonra bir fikriniz vardır ama yeteri kadar bilgiyle donanmamışsınızdır. Altını üstünü çizdiğim çok yer vardır. Ama nedir : bu çizilen yerler daha sonra tekrar okunacak, bu konuda başka kaynaklara başvurulacak, altı üstü sağı solu güzelce incelendikten sonra fakir kendi görüşünü oluşturmaya çalışacaktır. 
   Özellikle son bölümlerde adı geçen mutluluk kavramının incelenmesi didiklenecektir. 
   Bunlar elbette ki arızalı bibliyofillere mahsus arızalardır. Popüler bilime ve tarihe yakınsanız, alın okuyun ama fikirlerinizi belirlemesine izin vermeyin. 
   Bir de : yazar hakkında bilgi edinmek için yaptığım küçük gugıl araştırmasında aşağıdaki satıra rastladığımda hiç şaşırmadığımı (ve hatta "hımm haklıymışım" diye iç geçirdiğimi) yazmasam şişerim (Hayır ! homofobik değilim).
Harari met his husband in 2002 and lives in moshav (a type of cooperative agricultural community of individual farms) Mesilat Zion near Jerusalem.[19][20][21] He is a vegan.[2]

26 Aralık 2016 Pazartesi

"The Magnificent Seven" Gelen Gideni Aratıyormuş.

En birinci budur.
İkincisi bu olur.

Dördüncüsü çekilene kadar da bu sonuncuyu hakeder. Dördüncüyü ömrümüz yeterse görür, sonuncu kim olacak o zaman bakarız.

Kısacası : zamanınıza yazık. 

"Rogue One" Bu Pilav Daha Çok Su Kaldırır.

   Tavşanın suyunun suyu.
   Filmimiz; muhteşem dilimizin bu sıfat tamlamasıyla özetlenebilir.
   Yetmişli yılların sonunda izlediğimiz "Star Wars" bilimkurgu maceramızın görsel eksenini kaydırmıştı. Bu yüzden yeri ayrıdır. Haliyle, 22 yıl sonra öykünün başlangıcını da izledik, geçen yıl izlediğimiz bitimin sonrasını da (karışık mı oldu ne ?). İlk gösterildiği gün geceyarısı matinesine girerek (hani belki az reklam verirler, tenha olur ümidiyle (heyhat tabiy ki AVM sinemaları dayadıkça dayadı reklamı (fenalık geldi), tenha da değildi))) izledik, tembellikten yazmak bugüne kaldı.
   Hani Prenses Leia'nın gemisini Darth Vader kovalıyordu ya ilk filmde.  Bu film tam orada bitiyor. Bir nevi yan öykü. 
   Büyü bitmiş. Nedir : Starvors filmine gidiyorum diye değil de, "görsel olarak iyi işlenmiş bir bilimkurgu filmine gidiyorum" niyetiyle izlenirse gideri vardır. Medsmikelsen, Forıstvitikır, Daniyen, Rizahmet gibi başarılı oyuncular arzı endam etmektedir. Maketler, kostümler (nöbet kulelerinin üstündeki direniş nöbetçileri falan) eskiye bir selam çakmaktadır. Prenses Leia'nın bilgisayar canlandırmasına aydım da (aymayacak gibi değil), Piitırkaşing'in efekt olduğunu resmen gözden kaçırmışım (diyorum kendime bu adam ölmemiş miydi ?).  
   Senaryo iyi kurgulanmış, kurgu aksatılmamış, efektler göze batırılmamış, kısacası efendi gibi çekilmiş bilimkurgudur. Mantık aramak gibi uçluklar yapmazsanız (misal : - başlangıç sahnesindeki küçümen kız koşarak nasıl uzay gemilerinden önce evine vardı ? - Uzaygemisi yapacak teknolojinin termal kamera yapamaması nasıl olabilir ? (çünkü kızımızı bulamıyorlar bir türlü)) pırıl pırıl izlersiniz iki saat onüç dakika. 
   Ama büyü bitmiş azizim. Bir daha Starvors izlediğimiz gibi bilimkurgu filmi izleyemeyeceğiz (kesin bilgi yayalım).
   

25 Aralık 2016 Pazar

"Ölümlüler Uyurken" Vonnegut'dan Öyküler

 
   Kurt Vonnegut'un "fare kapanı öyküleri". Ben demiyorum, şükela önsözü yazan Dave Eggers diyor. Yoksa ben kendi adıma fare kapanına düşüyormuş gibi bir şey yaşamadım okurken. 16 Öykü var. 312 sayfa. Üslup akıcı. Öykülerin pek azının içine girebildim. Zira, anlatılanlar bana uzak bir coğrafyanın kendine özgü gaile telaşelerini anlatır. Okumalarım içinde ayrı bir locaya sahip bay Vonnegut bu kez öncekiler gibi okurken sarıp sarmalamadı fakiri.
   Ancak önsöz başka. Önsözde yazılanları, öykü yazmaya hallenen her kalem tutan elin okuması gerektir. Ha bu arada öğreniyoruz ki : Kurt Bey, bu öyküleri medarı maişet motorunu yüzdürmeye çalışırken velveleli bir vaheyla içinde yazmış (Salah Usta'ya bin selam !). Ki bu da öykülerin (rahat zamanlarda yazılan romanlardan azade) daha ticari bir üslupla yazılmasını haklı gösterebilir.
   Ne diyim siz bilirsiniz. Vonnegut hayranıysanız okumayın. Daha önceki romanlarını okuduysanız okumayın. Ama ilk kez müşerref olacaksanız da okumaya bundan başlayın.

12 Aralık 2016 Pazartesi

"Frygtelig Lykkelig" Sen ne kötüsün Kasaba !

   Dilimize "Korkunç Mutlu" olarak çevrilebilen orijinal dilinde bence okunması imkansız olan filmimiz, fakiri hayal kırıklığına uğratmamıştır.
   Danimarka sinemasında bir damar buldum ve ilerlemeye devam ediyorum. Şimdiye kadar izlediklerim içinde beni hayal kırıklığına uğratan olmadı. Bu sefer; içinde öncekiler gibi kuzey mizahı barındırmayan, aksine izleyiciyi şakır şukur tokatlayan bir kordela çıktı karşıma.
   Başkentte geçirdiği bir sinir krizinin ardından, uzak ve ıssız bir kasabaya gönderilen polis memurumuz, kasabaya uyum sağlamaya çalışır.
   Süresi fazla uzun değil. Kim Bodnia haricinde kimseyi tanımıyorum. Fon, iç karartacak kadar sersefil (o damlayan tavanlar, aşınmış yer halıları, ucuz mobilyalar, derme çatma kapılar,pencereler neydi öyle). 
   Buna mukabil (dar çerçeveden bakacak olursak); halının içinden ayakkabıya hallenen kanlarda ciddi bir gerilim yaratmayı, hazzı yüksek sesle dillendirmenin nelere mal olacağı konusunda dersler vermeyi, son ana kadar izleyiciyi ters köşeye yatırmayı (batağa dördüncü aranıyor ! (yalnız final şükela ötesiydi)) beceren bir iştir.
   Geniş açıdan bakınca ise (filmimiz her açıdan izlenebilir); kasaba denilen (ne köy ne de kent olmayı başaramamış evrensel başarısız yerleşim) küçük dünyanın ne menem bir b.k olduğunu çok güzel aktaran bir yapımdır. 
   Çoluk çocukla izlenmez. Kafa boşaltmak için de izlenmez. Kasabada yaşanılıyor ve sinemaya ilgi duyuluyorsa kesinlikle kaçırılmaz.

"Zacharius Usta ve Olağanüstü Öyküleri" Buram Buram Gericilik.

   Fakir, Jülvern kitaplarıyla büyüdü. Denizler altında 50 bin fersah gitti (Nemo idolümdü), aya seyahat etti, dünyanın çevresini 80 günde devrialem yaptı (ve böylece uzar gider). Ergenliğe geçince vudielına geçiş yaptı ve jülvern defterini dürdü.
   Elliyi geçtikten sonra biraz bilim tarihine sardı ve aklına yine jülvern düştü. Kopernik Devrimi'nden sonra kafayı boşaltmak için Zakaryus Ustanın Olağanüstü Öykülerine giriş yaptı. Yapmaz olaydı.
   Üç öyküden müteşekkil kitabımız. Zacharius ustanın garip öyküsüyle başlıyor, Raton ailesinin serüvenleri (ki kuntastik bir bombastikliktedir (var böyle bir sıfat (kullanıyorum yıllardır, ondan yani))) ile sürüyor ve nihayet Mösyö Re Diyez ile Matmazel Mi Bemol'le nihayete eriyor. 
   İlki haricinde diğer ikisini resmen hızlı okuma ile bitirdim (hızlıca ileri sarmanın okuma versiyonu (ki sonuncusu İsviçre'de geçiyor (aklımda kalana bak !))). Tahammül edilecek eziyet değil. Ama konumuz bu değil.
   Birinci öyküde Bayan Verne'nin oğlu; ciddi olarak bilim düşmanlığı yapıyor (hem de ekmeğini yediği halde). Nedir : şaşmaz saatler üreten saatçinin "Tanrı sonsuzluğu yarattı, ben zamanı" kibirlenmesinin temeline bilimi yerleştiriyor ve bilimin şeytan işi olduğunu, salâhın hidayette yattığını dikte ediyor. Hiç yakıştıramadım.
   Elbette ki kendisinin diğer eserlerini okuyacağız (eskiden varlıktan çıkan küçük cep boyu ve karınca duası gibi yazılmış versiyonlarından okurdum, herhalde yeni basımları daha normal insanlar içindir). Sonuçta o dönem hayalgücü ve sıçrayan bilimin etkileşimini görmek önemli. Ama sonraki eserlerinde de bu düşünce devam ediyorsa, ciddi hayalkırıklığı yaşayacağım. 
   Bilmem ki ne yapsam ?

9 Aralık 2016 Cuma

"Blinkende lygter" Neye niyet, neye kısmet !

   Endırrstamıscensın'a başladık ya "Adem'in Elmaları"ndan sonra bu pelikulayı izledim.
   Siz izlemeyin. Ya da önce bunu izleyin sonra onu.
   O, bundan iyi o yüzden yani.
   Filme gelelim : dört kifayetsiz suçlu, bir zulayı patlatıp kaçarlar. Başlarına türlü iş gelir. Konu bu. Elbette ki işleniş evlere şenlik. İskandinav mizahı (ingilizlerinkinden başka bunun da hastası olduk) buram buram tütüyor. Yok elma saplantılı baba (üç elma için 18 sene beklemek nedir allahaşkına !), av manyağı bir köylü (ne istediniz o ineklerden zalımlar), alkolik bir doktor (ki doktora diyecek yok, ideal bira soğutma derinliğinin peşinde o, amacı var), düşündüm şimdi ilginç karakterleri yazacak olsam, rahat bir yarım saat daha yazarım. O yüzden kestim.
   Hayatın kişileri sürüklemesi, arkadaşlık, çocukluk travmaları (ancak travmalardaki ortak yan : dörde bölünmüş yuvarlak pencerelerdir (ki zor algılanan metafordur), evliliğin hikmetleri (ve elbette sıkıntıları) gibi dip göndermeler vardır. Anlayana.
   Oyunculuklar muhteşemdir. Bir tek Madsmikelsen'i tanırdım Danimarka'dan (ha Kim Bodnia'yı unutmayalım), diğer oyuncular da yevmiyeyi sonuna kadar hakketmişlerdir (dikkat buyurunuz : haketmişlerdir değil hakketmişlerdir). Bir tek rol kesen oyuncu yoktur (acemi soygunculara kadar), hepsi de güzelce oynamıştır.
   Torkild'in yumurtayı üfle(yeme)mesi, "su sıcak" deyip "soğukmuş" deyip denize dalmaları, ineğe atarlanan (Romanyalı kamyon şoförünün üstüne (hırsını alamayıp) kasaya çıkıp atlayan) Arne, buzluktan çıktıktan sonra pırıl pırıl olan Peter, (bu da uzayacak) yine keseyim ben.
   Kendi adıma bir saat 49 dakikayı, filmin başında geçirdiğime hiç pişman değilim. Hele holivuttan sonra gripli bünyeye ballı ıhlamur gibi gelir.
   Yine de gözönünde bulunduralım ki magnumdur ama bir Opus Magnum değildir. Böyle yani.

"Kopernik Devrimi" Batı Düşüncesinin Gelişiminde Gezegen Astronomisi yahut Bilim, Felsefe ve Astronomi Mecburi Ders Kitabı

   Kitap hakkında iki satır karalamadan önce önsöz hakkında birşeyler yazmak farzdır. Aslen kimyacı olmasına karşın eğitimci kimliğiyle öne çıkan James B.Conant; öyle bir önsöz yazmış ki, eğitimle ilgilenen herkes okumalı. "Eğitimli" olmanın yapısı ile başlayan Conant, hem eski ve yeninin karşılaştırmasını yaparken coğrafi farklılıkların da hakkını veriyor (buradaki coğrafi farklılıklar "eski dünya" ile "yeni dünya" arasındaki farktır (kısacası Avrupa ve Amerika)). Konuyu; bilimin popülerleşmesinin günümüzdeki zorluklarına getirip, Kuhn'un kitabının bu döngüde önemli bir boşluğu tamamlamasında bağlamış. Yani, kitaba yapılacak en büyük iyiliği yapmış ve "neden ? niçin ?" sorularının karşılığını peşinen vermiş.
   Okudukça üzülüyor insan ! 1957 Yılında eğitim konusunda ciddi kafa yoran birilerinin olması ve dua ile büyüyen fasulyenin bilimsel değerine, Allah rızası için yapılan işletim sistemi (Bkz.Pardus) arasındaki farklara üzülüyor. Elimde değil.
   Kitaba gelecek olursak :
   Bay Kuhn, astronom falan değil. Aslen fizikçi olmasına karşın bilim felsefesi konusunda pırıldamıştır. Buna karşın Kopernik'in çizdiği kapının başkaları tarafından kilidinin açılması, tokmağının takılması, aralanmaya çalışılması ve nihayet açılmasını süpersonik bir biçimde açıklamıştır. Astronomi eğitimi almıyorsanız, teknik açıklamalarda hafakanlar basabilir, normaldir. Oraları hızlıca geçiniz. Dikkat kesileceğimiz satırlar, insanlığın neden yüzyıllar boyunca yanlışa biat ettikleri ve bunun (yavaştan çürütülmesine karşın (nedir : ilerleme hep ileriye doğrudur)) neden sürdürüldüğüdür. Evet, Aristo ve Batlamyus bir sistem oluşturmuş, toplum, devlet ve kurumsal diğer yapılar (başta din) bu sistemi benimsemiş ve hatta ona göre şekillendirilmiş. Hepsinin üstünde şekillendiği yapının yanlış olması elbette olmaz. Ya ne olacak ? Yanlışa devam. Hem de uzun ve çok yüzyıllarca. 
   Kopernik (tam olmasa da) "Kralın giysileri nâtamam olabilir belki de" diyor. Ve arkası (çorap söküğü gibi olmasa da) geliyor. Mızrak çuvala sığmıyor ve ardılları nihayet kapıyı açıyorlar. Maymunun gözü açılıyor (başka karanlıklara (ama olsun karanlık gitgide azalmakta (Allaam ne çok atasözü kullandım))). Karanlığın azalması, karanlığı kullanıp güçlenenlerin işine gelmiyor tabiy ki. Gelsin engizisyonlar, gitsin diri diri yakmalar (bu arada hep bilim şehidi denilen Giordano Bruno için Bay Kuhn, aynı düşünceyi paylaşmıyor (S.268)). 
   Okumak biraz zorlu olabilir, fakat değer. Onbeş sayfa ilerlemiyor ilerlemiyor sonra bir damar buluyor ve giriyorsunuz. Bir de bakıyorsunuz sabahın üçü. Olm sabah işe gidilecek ne işin var Kopernik'le, Brahe ile; git dolarını bozdur (olmayınca ne güzel !).
   Hülasa; astronomi, bilim tarihi, felsefe ve tarih ile hemhalseniz, ıskalamamanız gerekir. Yok yatmadan okuyayım da kafa dağıtayım düşüncesindeyseniz yanına bile yaklaşmayın.
Bilimin, felsefe ve dini olguları nasıl etkilediğinin ilginç bir yansıması da kitapta bilimin sıçramasıyla 17.YY.'da Yaradancılık (Deism) düşüncesini oluşturmasıyla açıklanıyor (S.349).
Bu arada Mısırlıların güneş takviminin mevsimlerle uymunu sağlamak için kendi yıllarına beş gün bir tatil dönemi etkilemişler ve Krismıs'ın ilk mucitleri olmuşlar (S.28)

6 Aralık 2016 Salı

"Adams æbler" Çılgın İvan


   Beş ana, bir yan karakter (ki doktora hasta oldum (bahçeye ne güzel çövdürüyordu öyle)) ve bir minibüs figüran; sıfıra yakın özel efekt ve iki mekanda çekilen, izlemeye başladıktan on dakika sonra arşive katmaya karar verdiğim, yarım saat sonra, yönetmenin diğer filmlerini izleme isteğine neden olan, bittikten sonra ise "bunu her iki yılda bir izlesem iyi olur" dediğim filmdir.
   Filmimizin dini yerdiğini mi, övdüğünü mü tam anlayamadım. Metaforlar bariz ama mesajlar net değildi. Neticede kolaya kaçıp "adam bela olarak girdiği kiliseden, örnek aile babası olarak çıkıyor" deyip kilise propagandası olarak nitelendirebilirsiniz. Ancak kazın ayağı öyle değil. Eminim gece uyuduktan sonra ve muhtemelen ikinci seyirin hitamında daha net çıkarımlar yapabilirim (içimden bir ses o kadar basit olmadığını söylüyor). 
   Yemişim çıkarımını. Süper kahramanlardan, holivuttan ve bazı ağır filmlerden sonra zihnimi şenlendiren şımşıkırdak bir maden buldum. Bu günden kelli dalıyorum Danimarka sinemasına. 
   Şükela Medsmikkelsen siluetini her eylemde çarpıtan Edım'a nalet olsun dedim.
   Önce kargaları sonra neonazileri vuran ve politik soygun peşindeki Halit'e pek bir güldüm.
   Doktor'a diyecek yok, doktor bizdendir.
   Fırtınada kilisenin açılan kapısı, hafiften ürpertti bünyeyi.
   Gunnar'ın öksürük şurubu markası beni benden aldı.

   Böyle çok yazılır ama yazmak bozuntu içeriyor, iyisi mi kısa keseyim, bulun bir yerden izleyin, izlettirin,  ıskalamayın. İyi film az çünkü.

4 Aralık 2016 Pazar

"Evet Ama Bir Lokomotif Bunu Yapabilir mi Bakalım ?" 30 küsur yıl sonra yeniden.

 Yeniyetmelikte okumuştum (kemiksiz otuz yıldan fazla oluyor yani). Kuhn'dan daral gelince kafa açmak için paralel okudum. Sarınca okumayı tamamen ona verdim (bir günde bitti). Absürt komedi seviyorsanız zaten okumuşsunuzdur, sadece komedi seviyorsanız ve zihinsel birikiminiz (malumatfuruşluğunuz) yeterliyse alın okuyun, seveceksiniz. Zaten 95 sayfacık. En uzun hikaye de beş sayfa vardır, yoktur.  Resimlemelerini de Kemal Gökhan Gürses yapmış (iyi de yapmış).
   Kumarda herşeyini kaybeden ölümden, Hitler'in berberine, Hiemlich manevrasının keşfinden, Ernest Hewingway tarafından ısrarla burnu kırılan sinir tipe kadar herşey var. Düşünüyorum da : 95 sayfaya nasıl sığmış bunlar ?
   İstanbul Ankara otobüs yolculuğunda rahat biter. Azıcık felsefe ve sanatla ilgiliyseniz iki misli keyif alırsınız.

"El abrazo de la serpiente" Derin çok Derin !

   Bu film eş dostla falan seyredilmez.
   Sinefil değilseniz yine seyredilmez.
   Belgesel izlemiyorsanız seyredilmez.
   Diyalog, espri, CGI, aksiyon seviyorsanız seyredilmez.
   Uyarılarımı da güzelce yaptıktan sonra şöyle bir özet geçmeye çalışayım.
   40 yıl arayla Amazon deltasına gelen iki bilim insanının aynı kişiyle yaptıkları yolculuk. Yolculuğun amacı belli : her derde deva bir nebatı bulmak (kudret narı olabilir mi acaba ?).
   Adamımız Karamakate (ki uyduruk kaydırık çizgi roman karakterlerinden çok daha sahici ve derindir); 40 yıl arayla aynı rotayı izleyip, noktayı koyuyor.
   Film siyah beyaz. Yönetmen çok akıllıca bir iş yapıp böyle çekmiş, diğer türlü mekan o kadar olağanüstü ki öykünün önüne geçerdi muhakkak.
   Efem : "uygar" dünyanın bakış açısıyla, yerelin bakış açısından doğayı görüyoruz. Alman ve Amerikan ekolünün farklılıklarını görüyoruz. 
   Din, uygarlık, kapitalizm ve emperyalizm (kauçuk ekseninde !), doğa insan ilişkisi, yozlaşma (misyondaki 40 yılın hesabını yapın !) gibi olguları izliyoruz.
   Burada bir girdi yapmak isterim. Theo, tanış olduğu kabile şefine pusulasını vermeyip arıza çıkarınca "ne pinti Alman" yorumu yaptım. Hatalıymışım. İşte sonraki sahnede bu sığlığımı anlayıp hicap duydum. Theo diyor ki : "o pusulayı verirsem, yüzyıllardır nesilden nesile geçen yıldızlara bakarak yön bulma bilgisi kaybolacak, bunu nasıl yaparım ?". İşte antropolog bilim insanının bakış açısı. 
   Kendi hesabıma Theo'yu Evan'dan daha fazla tuttum ama sizi bilemem tabi.
   Ama bu kadar iyi görüntüler, bu kadar iyi müzikler (Haydn "Creation" vs.), bu kadar iyi oyunculuklar (Nilbio Torres ve Antonio Bolivar'ın başka kayıtlı başka filmi yok) da olsa zor film. 
   Son söz : Yaradan kimseyi chullachaqui yapmasın.

29 Kasım 2016 Salı

"Captain Fantastic" İyi film.


  • Ne zamandır bekliyordum, sinemalarda saçma sapan saatlerde sadece bir hafta oynadı, kaçırdım. Mecburen malum kaynaklardan edinip, şöyle sakin sessiz bir akşam ayarlayıp, telefonları kapayıp izledim.
  • Son yazacağımı ilk yazayım : fikir, filmin önüne geçmiş.
  • Kaptan Fantastik'in karısı ölür, çocuklarıyla cenazeye giderler. Konu bu. 
  • Kaptan ve kadını, çocukları öyle bir sistemde yetiştiriyorlar ki hem fantastik hem kuntastik. 
  • Fantazyası şöyledir : çocuklar "dış dünyadan" kuzenleriyle yemek masasında Nike'ın Yunan Savaş Tanrıçası mı yoksa ayakkabı markası mı olduğu konusunda fikir ayrılığına düşerler. Hiçbiri diğer kavramdan haberdar değildir. Bu perspektifle Kaptan'ın çocuklarının "Kyodontas"ın tersine ufuklarının anormal şekilde açıldığını varsayabiliriz. Yurdum entellektüelinin çok daha üzerine çıkmışlardır, önyargı, ayıp, günah gibi kısıtlayıcı kavramlardan azadedirler. Zihinsel ve fiziksel kapasiteleri en üst düzeydedir.
  • Kuntazyası ise şöyledir : en büyük oğlan; karavanparkta tanışıp öpüştüğü tipik amerikan motoruna (çok da şairane bir şekilde (gayet de ciddi olarak)) evlilik önermektedir. Hayattan (Ah o tüketimin peşinde solan hayat !) bu kadar uzaktır. "Kitaplarda yazıyorsa, herşeyi biliyorlardır" ama yazmazsa (ki hayatımızın büyük bölümünde yaşadıklarımızı kitaplardan öğrenmiyoruz) durum kötüdür.
  • Kaptan (kadınını da yitirdikten sonra) oluşturduğu sistem hakkında biraz ikirciklenir. Bu ikirciklenmesi saç kadar ince bir kırıktan sonra çatırdamaya dönüşecek ve pes edecektir ancak iş orada bitmeyecektir.
  • Neyse filmi anlatmayayım da izleyin.
  • Aklımda kalanları yazmaya çalışayım.
  • Kaptan'ın; çocukların "seni de kaybedemeyiz" dedikten sonra frene basması. Çekilen sifon (ki hayatın bittikten sonraki hiçliğin bombastik metaforudur). Kiremitin kırılmasının hayatta yarattığı kırılmalar. Sarı kopilin aldığı "tecavüz nedir ?" sorusunun cevabı (şükela ötesidir). Kardeşler arasındaki ayrıkotunun "neden noel'i kutlamıyoruz ?" sorusuna aldığı cevap (bu da aynı kalibrededir). 
  • Kaptan'ın 1 doları. (seri numarasını göremediğimden Fetöcü olup olmadığını anlayamadım (bkz.aşağıdaki lamba)) kırmızı takımı da atlamamak gerek.
  • İnzivada nüdizmi anlarım da kampingde nüdizm biraz garip kaçmış.(yine aşağıdaki lamba (bu arada : eskiden sinemaların girişlerinde, filmlerdeki sahnelerin fotoğrafları olurdu, onlara lamba denirdi))
  • Film olarak ortalama, fikir olarak çok başarılı bir yapımdır. Yine seyredeceğim, hatta üçüncüye bile seyredeceğim (Noam Chomsky'nin de bir iki kitabını bulup okuyacağım)
  • Ne zamandır çizgi roman kahramanlarını izliyorum, CGI'a boğuldum. Bu; can simidi gibi geldi. Çocuk yetiştiriyor ve sistemi sevmiyorsanız, ıskalamayın.


28 Kasım 2016 Pazartesi

"Fantastic Beasts and Where to Find Them" Bizde niye yok diyor ?


   Yok ! yeniyetmelikten beri özel efekt olayının (o zamanlar maketti, kuklaydı. (bkz.Dünyayı Kurtaran Adam) CGI'ın daha hastasıyız ama (bkz.Ayhan Sicimoğlu)) peşinde koşan bir insanım. Ondan dolayı üç buutlu izlemek için gittim üç saatimi harcadım. Yoksa senaryoda falan öyle kafa yoracak bişiy yok.
   Heripotır'ın ekmeğini (daha da) yemek isteyen bir ceykeyravlings, "bizde niye yok diyor" diyen Amerikalıların gönlünü hoş etmiş, (olmazsa olmaz) tarihi niyork atmosferinde "alohomora"lı "dambıldor"lu bir film çekmiş.
   Görsellik olarak diyecek bir şey yok. Üç saatin sonunda başım bile ağrımadı ve perdeden dışarı fırlayan hayvanat öyle fazla CGI kokmuyordu. Lakin sündürüldükçe sündürülen filmimiz, senaryo dünyasının en klişe işlerinden biri olan iyi ile kötünün hikayesini iyi kötü anlatan Heripotır serisinin bile altında bir iş çıkarmış. Kötünün kim olduğunu filmin ortalarına kadar anlamadım. Karşısındakiyle konuşurken hep sağ omzunun altına bakan bir Ediredmeyn (bu adamı Yılmaz Morgül'e benzeten bir ben miyim ?), yüzü asla akılda kalmayacak bir sıradanlık içeren Ketrinvootırstın (hani oyun gücü de aman aman diyil), her daim kumarhane krupiyesi gibi giyinen bir Kolinferıl, ve en son sahnede arzı endam eden Canidep (ki yaşlandırma makyajında fazla çalışmalarına gerek kalmamış) filmin artıları sayılmaz. 
   Ha ! fakir gibi CGI manyağıysanız gidebilirsiniz ama izlerken bir türlü kendimi veremedim, hikayenin içine giremedim, sonraki sahneyi merak edemedim. Siz bilirsiniz yani.

27 Kasım 2016 Pazar

"Alafrangalığın Tarihi" Ercüment Menemen !

   Şiir pek sevmiyorum (duygusal kadüklük başka birşey değil), üslubundan haz aldığım, bana birşeyler hissettiren şairler pek az. Sayın Yavuz da onlardan biri değil. Kendisinin hiç bir kitabını okumadım. "Hüzün ki en çok yakışandır bize" dizelerinin sahibiymiş. İnternetten "İnançsızlar" şiirini buldum, okudum, fazla da hoşuma gitmedi. Neyse; konumuz kendisinin şiirleri değil zaten "Alafrangalığın Tarihi".
   "Peki, neydi yapılması gereken ? Size garip ve belki de "uçuk" gelecek birşey söyleyeyim : Köy Enstitüleri yerine Kent Enstitüleri kurulmalıydı." Bu cümle kitaptan, başlıktaki Ercüment Menemen'i ise bilen bilir (mühim olan hadise şudur : hadise çok mühimdir !). 
   Kitabımız; bilimsel bir üslupla yazıldığı zannıyla çok sayıda dipnot ve alıntıyla yazılmaya çalışılmış. Öyle ki bir çok bölümde okura "bitse de kurtulsak" hissi vererek hızlı okumaya geçiş yapma isteği verir (var böyle bir istek (yok hissettim, biliyorum)). Kendisini eleştirmek haddim değil ama fakir aşırı sıkıldı kitabı okurken. Hayır, konu gıllıgışlı, velveleli bir konu. Yazarımız da Keçecizade'nin "Bihakkı Hazret-i Mecnun izale eyleye Hak, Serimde derd-i hıretten biraz eser kaldı" beyitini de bilmektedir (bilip okura açık etmemektedir ama (ben burada yazayım da belki okuyan çıkar : "Deliler Sultanı'nın yüzüsuyu hürmetine Hak'tan şifa diliyorum; zira akıl belasından tamamiyle kurtulabilmiş değilim" (aynı beyit "Saatleri Ayarlama Enstitüsü"nde de kullanılmıştır)))
   Çoğu zaman kim ne demiş, dipnotlarda ne yazıyor diye altını üstünü çizmekten yazarın ne dediğini pek çıkaramasam da kısaca şunu anladım : Hayatta en gerçek yol gösterici bilim değil akıl olmalıdır. Bilimin siyah beyaz tanımlamaları hayatı çekilmez hale getirmektedir. Yaşasın inanç, yaşasın bilimden azade akıl. 
   Buyursunlar karanlık çağlara. Bilimsiz akılın insanı nerelere götürdüğünü, nerelere getirdiğini (tarih bilimine şükür olsun ki) bilebiliyoruz. Hal böyleyken "Yepyeni Bambaşka Memleketim"de gideri olması gerektir ama muharririn malum bir gazetede yazmasından dolayı nezarethane koridorlarını arşınladığını okuyunca, onun görüşlerinin de "fincancı katırlarını ürküteceği" zannında olanların olduğunu idrak ettim (hah ! bir Ercüment Menemen de burada yazıyor). 
   Hilmi Yavuz; fakirin kalibresinin çok üstünde. Ama yazdıklarına hiç aklım yatmıyor, katılmıyorum. "O taraftan nasıl görünüyor ?" diye merak ettim, aldım, okudum ama gördüklerim hoşuma gitmedi (Kadınlara Seçme ve Seçilme Hakkı veren kanunu görmezlikten gelmesi gibi). Cumhuriyete nasıl menfi bakılır ? Bilim nasıl kötülenir ?  gibi sorularınız ve heba edecek zamanınız varsa öneririm, yoksa yaklaşmayın !   
hah fontun altını da yanlışlıkla beyaza boyadım ki, yazı tam olsun !

24 Kasım 2016 Perşembe

"Müptezeller" Emrah Serbes Çağrışım !


  • Öyle düz bir tanıtım yazısı olmaz bu novellaya.
  • Çünkü düz bir roman değil (zaten içinde de roman olduğu yazmıyor) !
  • 163 sayfalık esere novella diyebilirsiniz belki ama standart serim-düğüm-çözüm örgüsünde olmadığından belki de diyemezsiniz.
  • Bay Serbes'in başta yazılan kısa yaşamöyküsü ile kitap apaçık parallellikler taşıyor. Zaman, mekan ve kurgu olarak gözden kaçmayacak (kaçamayacak) bu parallellikler; insanda acaba "Emrah, o kafayı yaşadı mı ?" sorularını düşündürüyor.
  • Deliduman'daki protagoniste (ne işim olur protagonistle !) esas oğlana benzer Bakır Arslan'ın ağzından anlatılanlar mebzul miktarda argo ve mümbit miktarda küfür içerir. Ama o mekan ve zamanda yaşananlar belki de aynen böyleydi, bilemeyiz.
  • Kendi adıma esas oğlana zerre yakınlık duymadım, karakteri içselleştiremedim, Deliduman'da aldığım zevki alamadım ama,
  • İşte bu ama, leş gibi bir iş günü akşamı aldığım kitabı gecenin yarısına doğru başlayıp, sabahın üçüne kadar (ki üçbuçuk saat sonra kalkıp yine işe seğirttim) elimden bırakamayıp bitirmeme neden olmuştur.
  • Öyle edebi bir şaheser falan değil, şanjanlı betimlemeler, dağdağalı replikler, olağanüstü bir kurgu falan yok. Yazar, 163 sayfa boyunca okuru pata küte tokatlıyor. Zank diye köpeklerin zehirlenmesinden başlıyoruz, Beşiktaş iskelenin Beşiktaş iskele olduğu zamanlarda o mekanda içilen biralarla bitiriyoruz. Bitince de ağızda kekremsi, acı (gereğinden fazla içilmiş kötü rakının sabah ağızda ve nefeste kalan etkisi) bir tat kalıyor. Arka kapakta yazdığı gibi "Yaz biter, güz biter, hep kış gelir".
  • Bay Serbes "Bit Kuşağı"  yazarlarına mı öykündü, yoksa gerçekten yaşandı mı bunlar; bilemiyoruz. Aklıma Ankara'daki "Hoca" (ki eserdeki en bombastik karakterlerden biridir) ve afyondan ağrısını unutan "amca" geliyor (bu ikisi bile bir filme yeter).
  • Diyeceğim odur ki : bir Deliduman değil ama bir Emrah Serbes çalışması. Her halûkarda okunur. Ben sevdim, sizi bilemem.

21 Kasım 2016 Pazartesi

"Köşe Yazıları" Bizim Mahalleden değil ama Komşu Mahalle.

murat menteş köşe yazıları ile ilgili görsel sonucu



   Yok ! bu, kitap değil. Birileri toplamış Murat Menteş'in yazılarını (Yeni Şafak olsun, afilifilintalar olsun her türlü) tutmuş e-kitap yapmış. Romanlarını zaten severim, dedim "yazıları niye okumiyim ?". 
   Bay Menteş'in mahallesinden çok uzakta ama kendisine çok yakındayım. Hayata farklı açılardan bakıp aynı şeyi gördüğüm bir zattır kendileri. Yazdığı yazıların (neredeyse tümünün) altına imzamı rahatlıkla atabilirim (tabi o kadar kalem bizde nerde ?). Malumatfuruşluğu bir nebze arttırması kanımca isabetli olur (neticede politikanın etimolojisi "polite"dan değil "çok yüzlülük"ten gelmekte (polytica)). 
   Böyle ahkam kesmek kolay. Yazılanları okuyorum, genellikle hoşuma gidiyor ama yazar için ciddi risk. Pek hoşgörülü bir toplumda yaşamıyoruz. Kaldı ki onun mahalle "adamın ekmeğiyle oynar" (nitekim oynamış da). Üzüldüm. Netçede aynı şeyleri sevip, diğer şeyleri sevmiyoruz. Böyle olunca Bay Menteş mateessüf "iki cami arasında beynamaz" durumunda kalıyor. Olsun ben seviyorum. Bulabilirseniz bir bakın, siz de seveceksiniz. Keşfettiğiniz parallelliklere şaşıracaksınız.

15 Kasım 2016 Salı

"Stepançikovo Köyü" Sanki Küçük Memleket !..

  stepançikovo köyü ile ilgili görsel sonucu
    Neden klasiktir Mihal'in oğlu Fyodor'un kitapları ?
   En son kitabını okuduğumdan bu güne rahat 20 yıl olmuştur. Aradan geçmiş iki çocukluk zamanı, üslubunu unutmuşum, konuları bile zar zor aklımda. Tek hatırladığım : içime akan ılık portakal şurubu gibi bir tat (bu benzetmeyi de Salah Usta'dan intihal ettim (yattığı yerde dinlensindir şımşıkırdak şiirlerin müsebbibi)). Atladığım kitapları varmış. Vedat Özdemiroğlu'nun bir yazısında okudum, bir yerlere not ettim, araştırdım "meritokrasi" veritabanında da varmış. Kıydım parama aldım. Meğerse; yeni baskısı yapılmadan önce bibliyofiller arar bulamazlar, gaddar sahaflar da insafsız pahalar biçerlermiş. Sanalı da tamam da, insan böylesinin sayfalarını çevirmek istiyor. 
   İlk paragraftan okuru kafesliyor, arada sarkıyor ama hemen toparlıyor. 
   Senpetersburg'dan dayısını ziyarete gelen bir münevverin gözünden yaşananlar, hepi topu bir kaç günlük hikaye. 
   Sibirya döneminde (kentlerden uzakta) yazılan novellamız, ustanın daha önceki eserlerine bakıldığında ciddi bir mizah içeriyor (bakmayın aşağıdaki karamsar canlandırmaya). Kahraman isimlerinden (Foma Fomiç (ah Foma Fomiç), Falaley, Vidoplyasof, Smerdyakof vs.), karakter betimlemelerine, diyaloglara, yaşanan olaylara; hep ölçülü bir mizah sinmiş. Okurken gülümsemekten kendini alamıyor kâri. Bu kadar gülmecenin arasında Bay Fyodor kendi imzasını da atmış elbette. İnsan tümüyle kötü yahut iyi olabilir mi ? Hayatın gelişlerine voleyi patlatmak mı, pas geçmek mi gerektir ? Bunun gibi şeyler işte !
   Nihal Yalaza Taluy, ne güzel bir iş yapmış. Türkçe yazılsaydı roman, okuduğumun aynısı gibi yazılırdı. Çevirmene bir alkış.
   Foma Fomiç eskimez yalnız. Bir de kitap bittikten kelli rüyamda bir kaç gece üstüste beyaz öküz görmüşlüğüm var.

8 Kasım 2016 Salı

"Pigme" Elementary Engrish by North Korean Pygme.

 
   Üstüste Palahniuk okuyunca bünye nevrotiğe bağlıyor. Kesinlikle önermem. 
   Hah ! insani uyarımı yaptım, gelelim kitaba.
   Açıp okumaya başlayınca, diyorsunuz "bu ne !". Çevirmenimiz Gökçe Çiçek Çetin balataları mı sıyırttı ? diyor, malum kaynaklardan ingilizce PDF'ine bir göz atıyorsunuz. Yok hayır çevirmenimiz gayet özenli (hatta aslından daha özenli) bir iş yapmış. İlk yirmi sayfadan sonra üsluba alışıyor dalıyorsunuz kitaba.
   Değişim programı ile cesur yeni dünyaya gelen bir öğrencinin (pigme) (kitapta açık edilmiyor ama benim zihnimde nedense Kuzey Kore canlandı) izlenimleri. Her yere tekme atan bir kitap bu. Durmadan uçan, dönen, yakan tekmeler atıyor. İlk sayfalardan başlayarak amerikan rüyasını zangır zangır titreterek sarsıyor, bu sarsıntıyı dili hoplatıp zıplatarak yapıyor üstelik (gözlerin su kanaması, tavuk pençeli anne, kapıların duvara iyileşmesi gibi tanımlamaları zihninizden bir kez daha geçirmeniz gerekecek). Anlatıcının gözünden eleştirilen kapitalizm olsa da, anlatıcının perspektifi ve yaşadıkları totaliter devletçiliği de pataküteliyor. Adeta hergele meydanında herkese saran bir apaçi yahut ayarı tutmamış arapaşı çorbası (benzetmelere gel !)
   Hop ! biraz kişisele kayıyorum. Fakir son bir ayda hem işini hem evini değiştirdi (bilinçaltında onulmaz travmalar). Okumalar, yazmalar, rutin falan hep şaftı kaydı (evin neresinde ne var bilmiyorum (hani benim yakın gözlüklerim ?)). Gereksizce gecenin üçünde kalkmalar, uyuyamamalar falan. Tam düzelmeye başlamıştım ki, (kaşındım zaar) Palahniuk kitaplarına sardım (hah iyice !). Yavaştan uykuyu düzeltiyorduk ki, gecenin bir yarısı uyanmalar ikiye çıktı. Aklıma Pigmedeki akıllara zarar vaftiz törenleri, market alışverişleri, okul münazaraları falan geliyor. Allahtan şimdi Stepançikova Köyündeyim de uykular düzeliyor (seviyorum Bay Fyodor'u).  
   Diyeceğim : rutinden sıkılma dönemlerindeyseniz; iyi kitap, alın okuyun. Mebzul miktarda huzursuzluğunuz olacak. 
   Heyheyli dönemler yaşıyorsanız, zinhar yaklaşmayın. 
Hep de tipsiz fotoğraflarını koyuyorum ki yazı altlarına Çaki Bey'i sevmediğim bilinsin.

6 Kasım 2016 Pazar

"Black Mirror" Üçüncü Sezon Başlamış da Bitmiş.

black mirror ile ilgili görsel sonucu
   Burada dizi yazmıyorum, ama bu başka birşeydi. (Bkz.Bağlantı)
   Bitmişti ama üçüncü sezonu başlamış ve yayınlanmış bile.
   İlk bölüm beni benden aldı ("Nosedive" "burunüstü çakılış"). Uzak gelecek mi ? Hayır belki beş yıl falan sonrası olabilir (o derece). İkinci ve üçüncü bölümler birincisinden düşük profilde ama yine de hafiften titretiyor.
   İzleyiniz, izlettiriniz (hâl-i pür melâlimize titreyiniz). 

"Görünmez Canavarlar" Yorucu, çok yorucu.

 
   Zor okunuyor, yorucu.
   Son sahneden açılış yapıyor. Biteviye geri dönüşler. Kendisinden hiç hazzetmediğim romanlarını ise pek sevdiğim (aramızda garip bir rabıta var) Bay Palahniuk, satır aralarına aforizmaları boca etmiş mebzul miktarda. 
  Geri dönüşler ise öyle uzun boylu değil. Geriye bir dönüyor, iki değil bir kelam ediyor hop şimdiki zamandan ileriye zıplıyor orada iki satır yazıyor derken pattadanak ilk geri dönüşün de gerisine dönüyor. Böyle tamgaz sürüyor. Kaptırdınızmı gidersiniz, kaptıramadınızsa kapatırsınız. 
   Meş'um bir kaza sonucu façayı bozmuş bir (pek de süper olmayan) model, assolist yürüyüşlü (hastırı hastırı) bir transvestit ve partneri (argoda tokmakçısı derler) bir ahlak polisi eskisi; W.Barogs vari bir yola düşerler (Bkz.Bit (frenkçe "beat") kuşağı yolculukları). Hah ! filmi de çekiliyormuş (Cesikabiyelli, Volkilmırlı falan (ki o role gider)) tam olmuş.
   Yazarımız gitgelli fülfürüşlü ve tamgaz akışın içinde, resmin gizli kapaklı yerlerini açık ederek, sebatsız okurun merakını diri tutmayı başarıyor ama asıl sürpriz son bir iki sayfada açığa çıkıyor. Nebliyim kafa açmak için okunabilir ama bittikten sonra kendinizi rahatlamış ve dinlenmiş hissetmeyeceğiniz garanti.

"Dr.Strange" Marvel'in Son Numarası.

 
   Geçirdiği trafik kazasından sonra elleri titremeye başlayan, süperegosu tavan yapmış çok başarılı bir beyin cerrahı; iyileşmeyi spiritüel alternatiflerde arar, sonra dünyayı kurtarır.
   Marvıl'ın filmleri güzel, izlemelik işler. Senaryoya kafayı takmazsanız kafayı boşaltıyor. Arada espri falan da patlatıyorlar, gülümsüyor insan. Bir de; yamulmuyorsam serinin yedinci filmi bu. Yani arada eski karakterleri görünce, bir dizi havası da veriyor. Her bölümde Stenlii küçücük bir sahnede zuhur ediyor (kah kargo teslim elemanı, kâh otobüste kitap okuyan adam (Hiçkok'a özenme !)), hoş tabi. 
   Genellikle korku filmlerinde çalışan Skatderiksın'a emanet edilen film, standart marvıl işlerinden biri gibi görünse de (evet senaryo havsala dışıdır) görsel efektleriyle fakiri kendinden geçirmiştir. Sanki halisünojen (öyle mi yazılıyordu o) mantar yemişsin yahut LSD çakmışsın gibi özel efektler var. İlk sahneden itibaren bir Inception intihali havası var ama geliştirmişler (hem de iyiden iyiye). "Bir Garip Doktor"un başka evrenlerde gezdiği sahneler ise tam "nal" kafası (norodol, akineton, largactil kombosu (bkz.akıl hastaneleri)). 
   Özel efektlerin haricinde ise tam bir sabun köpüğü. Ben yanarım yanarım : androjen keltoş rolünde harcanan Tildasvintın'a, panda makyajlı vilın Madsmikelsen'e yanarım. Ya Benedikkambırbeç role uymuş da, böyle klas oyuncuları böyle karikatürize rollerde harcamamış olaydılar iyiydi (neylersin ekmek parası). 
   Dediğim gibi kafa boşaltmak için gidilir.