29 Ocak 2012 Pazar

"The Descendants" Sarı Battaniyeye Dikkat !..


   Aleksandır Peyn seviyor duygularla oynamayı. Bunu "Şimit Hakkında" da yaptı "Saydveys"te de..
   
   Önce Nikılsın, sonra Camatti, nihayet Kuluni.. Hep yapıyor bunu.....
   
  Bir kere standart Holivut filmi değil, öyle patlamış mısır yiyelim vakit geçirelim diye seyredilmez. Özel efekt, vurdu-kırdı, kar çeyzing falan aramayın.  Bütün bunlar olmadan da yüzonbeş dakika nasıl geçiyor anlamıyorsunuz. Bu, zenaatın yanında biraz sanatı da gerektiriyor.  Elbette "Turin Atı" değil ama (yani resme vuralım : Mondrian değil Pikasso diyelim)  Amerikan tarzı da olsa bir nevi sanat.  

   Plato Havai (turistik olanı değil ama, gerçek olanı, bulutu, yağmuru, homlısı, luzırı) , müzikler de öyle, Kar altında, güneş güzellemesi yaptırıyor ki, güzeldir. 


   Kuluni oskara oynamış, iyi de yapmış. Vedalaşmadaki performansı  herkesin dikkatini çeker de, komadaki karısının vahim durumunu arkadaşlarından gizlerkenki hali, kaynatasının denyolıklarına tahammül ederkenki durumu falan takdire şayandır. 

   Sid rolündeki Nik Krouz öylesine başarılı ki, başlarda içimden "tam sopalık ergen" diyordum. Sonrasında  iyi toparladı. Yönetmen burada "önyargılarınızdan kurtulun" demek istiyor. (şair burada sevgilisine sesleniyor !...)

  Favorim Skati'dir. Tabi yaşı küçük, mimikler tam oturmamış ama bu kadar mı doğal olunur ?  Beden dili bu kadar mı iyi kullanılır ? İkinci bir Dakota Fening vakasıyla mı karşı karşıyayız ? Küresel ısınma Havai'yi Antarktika mı yapacak ? Bilmiyorum...
 
  Peyn, son sekansta vereceği meşazı ööyle gözümüze sokmadan, sadece dikkatli izleyicilere son derece zerafetle veriyor.  (Sarı battaniyeyi daha önce nerede görmüştünüz ?)


   Yakın durun derim...

27 Ocak 2012 Cuma

"Latcho Drom" ya da "Laço Rota"



   Geçenlerde yine izledim, önümüzdeki aylarda/yıllarda tekrar tekrar izleyeceğim. Toni'yi başka bir yazıda tekrar ele almak zaruridir ama Laço Drom (buradaki laço bizdeki roman dilindeki laço ile aynıdır. "Laço Tayfa" yı hatırlayanınız var mı ?) ayrı bir kritiği hakediyor.

  Taa Hindistan'dan başlayıp, İspanya'da sona eren bir anabasisin öyküsü bu.  Tüm bu rota boyunca konakladıkları yerlerde kalagelen (var mı böyle bir fiil ?) ve bulunduğu coğrafyadaki kültürlerle etkileşen Roman'ların yaşantılarından kesitler görüyoruz.  Rajastan, Orta Doğu, İstanbul, Kuzey Avrupa ve nihayet İspanya'dan; Roman hayatları (hakikaten hepsinin hayatı roman aslında !) gözümüzün önünden geçiyor...


   Fazla bir konuşma yok , gerek de yok zaten (altyazısız da olur). İzleyerek dokunduğumuz hayatların hiçbiri öyle büyük bir zenginliğe sahip değiller hatta yoksulluğun etrafında pervaneler (materyalist anlamda), lakin dertlerini, öfkelerini, tutkularını, aşklarını, üzüntülerini aktarıp, paylaşabilecekleri büyük bir hazineye sahipler : müzik ve dans. Bu açıdan bakıldığında çok zenginler çoook. Bulundukları iklimler değişse de müziğe ve dansa olan tutkuları, gözlerindeki o ışıkhırsgölge değişmiyor.  


   Olur da izlerseniz :


   - Rajastan'daki düğün töreninde Kaman Garo Kanhaji'yi söyleyen Talab Khan Barna'nın vokal tekniğinin Ciguli ile olan benzerliğine (Ciguli de candır haa !..) (merak eden, eklediğim videodan baksın),  



   - Avusturyalı onbaşının temerküz kamplarından kurtulan ağır teyzenin kolundaki damgaya (böyle bir tamlamayı da ilk kez görüyorum), sesindeki acıya (o kamplarda Musevilerden çok  Çingeneler ölmüştür. De onların diaspora, lobi, medya gibi olgularla işi olmadığından, bundan bizim haberimiz olmamıştır),


   - İspanya'da flamenko (bunun etimolojisinde de "flame" vardır, alev yani. Negzel !..) yapan amcalara ve teyzelere, onları seyredenlerin gözlerindeki hayranlığa,


   - Meryem Ana heykelinin önünde kitara tıngırdatan abilerin ahengine (bir nevi Hispanik zikir), 


   - Nil nehrine karşı kıytırık kemençesini gıygıylatan kopilin gözlerindeki hırsa, 


ve fakirin burada yazmaya üşendiği daha bir çok hayata dair güzelliğe dikkat çekmek isterim.  


   Gatlif; o kadar çok inceliği o kadar çok hissettirmeden yansıtmış ki, ben yazmaya, siz okumaya sıkılırsınız. Bunun yerine bu aralar hepsibirörnekkarbonnüshanamütenahi dizilerhaberlersonugelmezpolemikleryarışmalartartışmalar'ı bir kenara koyun; Laço Drom'u seyredin, ara verin bir süre sonra bir daha seyredin, sonra yoksulluk, varsıllık, dirim, ölüm düşünün, yazın.... Ne de olsa sadece omurilik soğanlarımız yok, onların üstünde bu işe yarayan gri beyaz önemli bir kitle de var..





25 Ocak 2012 Çarşamba

"Wonder Boys" Ben arşive aldım valla !..

          
Film bittiğinde gülümsüyorsunuz. (gülümsetmezse para yok !) 

   Maykıl Daglısın adamakıllı oynadığı, Tobi Meguayr'ın örümcek adam, Keti Holms'ün sayntolojist papaz Tom Kruyz'un karısı, Rabırt Dovni Cunyırın demir adam olmadan önceki gerçek insan halleriyle, abartısız senaryoda, abartısız oyunlar sergilediği adamakıllı bir film.  Frensis Mekdormınd (ki zat-ı şahaneleri bendenizin sine-masal idollerimden biridir) hakkında zaten bir şey yazmayacağım. Kendisi ismiyle müsemmadır.


     Öğretme fiili (ama teaching'den ziyade tutoring), yaratma süreci, yazma ve okuma edimleri, evlilik, ot-mot, hayatta bazen verilmesi zor ama kaçınılmaz kararlar gibi; okuyan insanları ilgilendiren konuları gayette güzel işliyor. 


Kitap okuyan kişi, bu filmi seyretmeli arkadaş !...


   Haa bir de müzikler....  Seyredeli beş dakika kadar oluyor. Aklımda kalanların bazıları aşağıda. Herhalde fazla söze gerek yok.  Ama söylemeden de geçemeyeceğim.


Müzik dinleyen kişi de, bu filmi seyretmeli arkadaş !... (diye düşünüyorum).


"Buckets of Rain" -"Things Have Changed" Bob Dylan 
"Philosophers Stone" Van Morrison
"Watching The Wheels" John Lennon 

"Waiting for the Miracle"-"Not Dark Yet" Leonard Cohen

"Old Man" Neil Young




 














Haco Hanım Vay

Engin Ardıç'ın eski köşeyazılarını sevenlerden misiniz ? 
Eski derken "İslam Teksas'ta" dönemlerini kastediyorum elbette.
Eğer öyleyseniz hiç Ardıç Kuşu'na falan hayranlık duymayın.
O üslubun membaı işte bu kitaptadır. 




Osmanlı'nın son günleri, Şam ve İzmir, başrolde (yoksa yardımcı rol mü demek doğru olur ?) bikarar Osmanlı münevveri Doktor Feridun Hakkı Bey, yardımcı rollerde (yoksa başroller mi demek doğrudur ?) Arşaluys Mahçupyan, Haco Hanım, "Katır" Müzeyyen Hanım, Eczacı Fuad Bey ve daha niceleri.... 


Bu proto ve antogonistler (yorumu tamamen meşrebe bağlıdır) kaderin haşin rüzgarlarında kah oraya, kah buraya savrulup duracaklar,  okur hem o dönemin soluk bir fotografisini temaşa edecek, hem hazin olaylar karşısında üzülecek, komikli olaylar karşısında tebessüm edecek,  kırmızı noktalı sayfalarda da hicaptan yüzü kızaracaktır.  Ne de olsa karşımızda Osmanlı'nın adeta Sodom ve Gomorra'sı kalın perdelerini aralamaktadır. "Zurefalık" kavramı adese altına alınmaktadır.


Attila İlhan, (Yaşar Kemal'i tenzih ederim) bu güne dek okuduğum en çarpıcı tasvirleri bu eserinde adeta resmi geçit yaptırmaktadır. Kelimelerin, tamlamaların, renklerin, seslerin, kullanılışı ile günümüzde ancak İhsan Oktay Anar aşık atabilir ama muvaffakiyet sağlar mı ? 


Bu kitabı devirdikten sonra muhtemel "Fena Halde Leman"a saracaksınızdır. Üçüncü okumaya henüz başladım. Onu da bitirdikten sonra bir iki satır karalayacağım. 




Okuyanların tahayyülünde bir tasvir oluşturmak adına, geniş zamanlarda buraya "Haco Hanım"'dan bir kuplecik de ilave edeceğim.

Seeking Justice

Haydi bu akşam oturayım bir komplo teorisi senaryosu yazayım.
Zekam, ortalamanın altında olsun.
Kastı da şöyle çaptan düşmüş, (nerdee matchstick man'daki roy melır, nerde bundaki vil cerard) artık parasızlıktan mıdır nedir her proceye atlayan artistlerden uydurayım.
Pikasa'da onbeş dakikada bir afiş yapayım.
İnternetteki sintisayzır programlarından da müzik yapayım.
Sonra da oturup pizzamın arasındaki hamburgerlerle, kara gazozumu içerek bu şaheseri izleyeyim.


Şu kadar diyorum : hünkarbeğendi yemiş insan bu filmi izleyemez...

20 Ocak 2012 Cuma

Brendan Gleeson

   Önce "Brüj'de" (hani karakaşlı Colin Farrell ile, hani kara film, o işte !..), sonra  "28 gün sonra"da (hani fedakar ama sonra gözleri kızaran baba), daha sonra da "The Guard"'da (hakara makara polis) gördüm ve hafiften sevmeye başladım oyunculuğunu Brendan Gleeson'un.  Ağır İrlanda aksanı, her daim akşamdan kalma yüzü, heybetli cüssesi ve abartısız oyunculuğuyla sanki çocukluğumuzun "dükkanın önünde oynamayın keranacılar" diye bağıran mahalle bakkalı, yok yok kasabıydı...


   Geçen gün de sırf o ve Cillian Murphy ("Kesişme"deki yılık gözlü milyoner çocuk) oynuyor diye "Perier'in Ödülü"nü izledim. Film güzeldi, öyle "The Guard" gibi kalburüstü falan değil ama yine de güzeldi. Filmi anlatan Gabriel Byrne (bu adamın soyadı nasıl okunuyor acaba ?)'ın kimliğini filmin sonunda dikkatli izleyicilere açıklaması hoştu. 



   Buraya yazmaya karar verince de şöyle bir filmografisine baktım Brendan abimiz, 55 Dublin doğumlu, müstafi öğretmen, geç oyuncu (ilk rolu 34 yaşında) ve hemşehrisi Liam Neeson ile sıkı ahbapmış (sürpriz yok yani).


  Göründüğü filmlere bakınca da şaşırdım. Heri potırdaki "deligöz mudi"si, Cesuryürek'deki "vilyım vallasın adı hatırlanmayan sağ kolu iri yarı kişi"si gibi aslında gördüğümüz ama bilmediğimiz bir dolu rolü olmuş. Neyse herkesin kendine göre yorumu olur. Ama ilginizi çektiyse bendeniz "The Guard" ı öneririm. Pişman olmazsınız....



Frederik Pohl "Hiçi Üçlemesi"


    Taa 80'li yılların başında tesadüfen tanıştım Robinette Broadhead ile. Pohl'un 1977'de yazdığı, "Çıkış Kapısı", "Mavi Ufkun Ötesinde" ve "Hiçi ile Buluşma" adlı üçlemesinin anti-kahramanıydı. Soyadının mod o mod tercümesi "kalınkafa" olsa da, kendime yakın bulmuştum Bob'u. 


    Üçlemede; psikanaliz, kuantum fiziği, ışığın sürati, evrenin yaşı, biri karadeliğin içinde olduğu için zamansız boyutta yaşayan iki kadına duyulan samimi aşk, ölüm kavramı, insanın kötülüğü, insanın iyiliği, astro-fizik ve daha aklıma gelmeyen bir sürü ilginç konu ardarda sıralanmıştı. Üstelik bunları okurken sıkılmıyordum da. 

   Ortalama her beş yılda bir dönüp dönüp okudum. Acaip hızlı gelişen bir çağda olduğumuzdan, mesela Asimov otuz yıl önceki tadı vermese de garip bir şekilde Pohl eskimiyordu. Ustanın diğer yazdıkları (ödüllü falan olsalar da) "Pısırıklar Çağı" veya "Hukuk Gladyatörü" gibi; hafiften küf kokuyor ama Hiçiler hala heyecan uyardırıyordu/uyandırıyor. 

   Kitaplar (sağolsun) Kavram Yayınlarından çıkmış. Yeni baskıları olmadığından ancak ikinci el kitap satan sanal satıcılar ya da sahaflardan bulunabilir. Türün meraklılarına öneririm...

19 Ocak 2012 Perşembe

Başlarken..

60'ları sonundan, 70'leri ucundan, 80'leri taa böğürden, 90'ları çok ortasından, milenyumu ise başından beri idrak edegeldim. En başından beri hep okudum, hep izledim. Bir dostumun önerisiyle dedim ki "yazalım bakalım, belki birileri okur". İşte böyle...