27 Aralık 2021 Pazartesi

"The Matrix Resurrections" Ben Yandım Siz Yanmayın!

   1999'da ilk izlediğimde zihnimi allak bullak etmişti. Devam filmlerini de izledim (2003). İlki kadar parlak olmasa da yine güzellerdi. Arşivimde durur, eskisi kadar olmasa da kimi yerlerini açar bakarım. 
   Siz siz olun eğer zihninizde oluşmuş bir Matrix kavramı varsa, o imajı yıkmamak için bu filmi izlemeyin. Üçlemenin çok ucuz bir kopyası (hem de kötü bir kopyası) olmuş. Ben yandım, siz yanmayın.

"Kaptanın Teknesi" Meet Joe Black Törkiş Verşın!

 
   Bugüne kadar okuduğum Sezgin Kaymaz kitapları arasında en beğenmediğimdir. 
   Zaten 331 sayfa ve hepi topu üç günü anlatıyor. Hızlı okuma tekniğiyle 1.5 günde bitiverdi. 
   Hacettepe'li zengin Selen ve yancısı Cavidan'ın Murat (Joe Black)'la olmadık yakınlaşmalarının hikayesi. Selen ve Cavidan o kadar şımarık, bencil ve geveze ki, kitabın ortalarından itibaren sararak okumak zorunda kaldım. Hani 100 sayfalık bir öykü de kotarılırmış bu kadar laf kalabalığı yapılmasaymış. Romanın büyük çoğunluğunu oluşturan diyaloglar da kanımca 22-26 yaşlarında üniversitelilerin edeceği laflar değil, daha ziyade aşırı enerjik ergenlere yakışıyor. Hiç beklemezdim ama ilk kez bir Sezgin Kaymaz kitabı için "pas geçerseniz iyi olur" diyorum. Bir de kitabın adının "imamın kayığı"na benzemesinin verdiği büyük spoyler! Hiç olmadı...

25 Aralık 2021 Cumartesi

"Don't Look Up" İdiokrasiye Doğru Tam Gaz!

   Abartmadan söylüyorum. 2021'de Netfliks'te izlediğim en iyi filmdir. Elbette herkesin en iyi değerlendirmeleri farklıdır. Benim istediğim, öykünün sarması, izlerken gülümsemem ve yazılar çıktığında eski halimden farklı olmam. Bu film, ilk iki kriterimi gayet güzel karşıladı, üçüncüsü ise eski halimi daha da güçlendirdiği için "en iyi" değerlendirmem farklı olabilir. Cuaron'un "Roma"sı, Amsterdam'lı "Ferry" bile bu kadar hoşuma gitmemişti. 
   Neyse filmimize dönelim. Bir bilimsel gerçek vardır. Bu gerçek insanlığın sonunu getirecektir. Bilim insanları da önlenebilecek bu tehlike için başta politikacılar olmak üzere ulaşabildikleri herkesi uyarmaya çalışır. Olaylar gelişir.
   Her ne kadar gözyüzündeki kuyruklu yıldız, yaşadığımız pandemiye yönelik bir metafor olsa da; izlediklerimiz hal-i pür melalimizi bir güzel faş ediyor. Olayın geçtiği coğrafya bizden çok uzak olsa da, memleket insanının hali güzel ve yalnız ülkemin vatandaşının yaşadıklarıyla pek benzer. Tehditin; "yahudi işadamlarının başının altından çıktığı", "milli birliğimizi bozmaya yönelik bir komplo olduğu", "aslında olmadığı" gibi teoriler gırla gidiyor. Bilim insanlarının yaptığı tek şey ise insanlara "yukarı bakın ve görün" demesi. 
   Galileo zamanında güçlü dürbünler vardı. Onun yaptığı bunları birazcık geliştirip gökyüzüne bakmaktı. O zamanlar gökyüzüne bakmayı kimse aklından bile geçirmemişti. Neticede Aristoteles, tüm gökyüzünü sınıflandırmıştı ve tüm gerçeklik bu safsatanın üzerine inşa edilmişti, herkes halinden memnundu. Oysa askeri rasatta kullanılan teleskopları gözyüzüne çevirseler adamakıllı bir değişim gerekecekti. Ne gerek vardı değişime? Ne güzel idare edip gidiyorduk "Ay altı evren" "Ay üstü evren" diye. Uzatmayalım.
   Oyunculuk (ki Keytvinslıt ve Merılstriip çizgi üstü, Kapriyo ve Jenifırlourıns beklenen frekansta, Conehhil yine muzip (eşyalara yaptığı dua ile pek güldürdü fakiri), cep telefoncu amca Markraylıns ise tahammül ötesi gıcıktı (yeminle kıçını kızılcık sopasıyla dövesim geldi)), müzikler (bir tek konser sahnesi gereğinden uzundu), senaryo (pek sarkma yok) pek kıvamındaydı. Tek eleştirim uzunca sayılabilecek süresine gelebilir (2s18d) ama o kadar hata kadı kızında da olur. İzleyiniz, izlettiriniz; insanevladının sınırsız eblehliğine, bilişimin bizi getirdiği noktalara gülüp geçiniz efendim.

"Sürü" Gaia Teoreminin Bilimsel Hali.

 
   Peru sahilinde bir balıkçı, pek çok meslektaşı gibi aniden kaybolur. Balinalar sebepsizce insanlara ve teknelere saldırmaya başlar. Mutasyon geçirmiş milyonlarca deniz solucanı metan serbest bırakmak için buzulları yemeye başlar. Katil denizanaları sahilleri istila eder. Agresif midyeler gemilerin dümen ve uskurlarına tutunarak deniz kazalarına neden olur. Olaylar gelişir.
   2015'de yayımlandığında büyük ses getirmesine karşın, okumak için yine bir sinefil dostumun önerisini beklemişim bugüne kadar. Bir kere önceden uyarayım: kitap bir tuğla kesafetinde (800 Sayfa). Bayan Schatzing'in oğlu Peter; adeta bir bilimsel makale yazıyormuşçasına (ancak o sıkıcı akademik üslup olmadan) bölüm aralarında bolca fizik-kimya-biyoloji-antropoloji-psikoloji-psikiatri-okyanusbilim-taksonomi-evrimsel biyoloji-meteoroloji-jeoloji ve bilumum pozitif bilim kuralları kaideleri veriyor okura. Bunca bilgi ve akışın arasına ise iki kişiyi eksene oturtarak bir holivut senaryosu aktarıyor. İlk 300 sayfada "Hımm bu bir Gaia!" diye bilmiş bilmiş kurumlanırken (fularımı da takmışım tabi), 500. sayfadan sonra kitap süratle bilimkurguya kaydı, derken 650.sayfalardan itibaren yine başka bir yere evrildi. Şahsen sonlara doğru artan aksiyon ve gerilimin de etkisi olmasına karşın "bitse de gidip yatsam" dediğim zamanlar oldu. Bu kadar bilimsel ayrıntı olmayıp biraz (bir 400 sayfa kadar) kısaltılabilse daha iyi bir macera/gerilim romanı olabilecek kitap; bu haliyle büyük kasede sunulan bir aşureye benziyor. Hani lezzetine diyecek bir şey yok ama 5 kaşıktan sonrası fazla geliyor. 
   Dünyamızın artık canına tak dediği yerlere geliyoruz. Bunu sokaktaki insana aktarmak için böyle uyarı tarzı eserlere ihtiyaç var ama daha kısalarına. Herneyse; kısa keselim Aydın abası olsun. Güzel kitap, mesajı da iyi (her ne kadar fakir sonunu muğlak bulsa da) ama uzun. Siz bilirsiniz yani.

19 Aralık 2021 Pazar

"The Hand of God" Sorrentino'nun Napoli'si!

   Alfonso Cuaron nasıl "Roma"yı çekip çocukluğunu izleyiciye aktardı (bu arada 3 oskar heykelini de zulaladı), Sorrentino "benim başım kel mi?" saikiyle "Tanrının Eli" ni çekip yine aynı kanalda yayınlamıştır. 

   Bay Paolo, tarzı olan bir yönetmen kişisi. Daha önce "This Must Be The Place", "La Grande Bellezza" ve en nihayet "Youth" adlı filmlerini bu mecrada yazmışım. Sezar'ın hakkı Sezar'a. Mukayese yapacaksak, Napoli Roma'yı havada karada döver. Gerek büyülü gerçekliği dozunda kullanması (o ürkütücü fiti fiti adımlarıyla "minik keşişler" falan), gerekse yan karakterlerin renkli sinemaskop halleri, Napoliliğin o snop şakacılığı Roma'nın tekdüze seyrinden evladır. 
   Filmimizin konusu basit. Yönetmen bey ilkgençliğini çekmiştir. Maradona'nın arkaplanda olduğu bir Napoli tablosu, yıl 1980'lerin sonu, bele takılı volkmenler, yüksek belli pantalonlar ve daha neler! İlk yarısında işlenen karakterler (o ne renkli karakterlerdir onlar (yazın ortasında kürk giyen ve ota b.ka küfreden yaşlı teyze)) ve yaşananlar (İtalya'nın kuzeyinden olmaları hasebiyle kendilerini prusyalı zanneden gıcık komşulara yapılan işletme, Fellini'nin seçmeleri, uzun masalardaki bombastik yemekler, insanların humoru (vallahi özledim humorlu ortamları!)) nedeniyle beklenti yükseliyor ama sanırım düğüm ve çözüm bölümleri tam olmadığından, yazılar çıkınca biraz hayal kırıklığına uğruyor insan. Hülasa; dönemin Napoli fotoğrafını görmek istiyorsanız izleyebilirsiniz ama yukarıda bahsettiğim üç film de arşivimde olmasına karşın Sorrentino'nun Napoli'si arşivimde olacak mı? Hayır!

4 Aralık 2021 Cumartesi

"Usta ile Margarita" Eski Tadını Bulamadım.

   Uzuun yıllar önce okumuştum. İş Bankası Yayınları bombastik bir kapak ve daha özenli bir çevirisiyle yeni edisyonunu çıkarmış. Aldım okudum.

   Şeytan ve avenesi Moskova'ya gelir. İsa Jericho (o zamanki adı o değildi galiba) tepesine çarmıha gerilmeye çıkar. Olaylar gelişir.

   Nereden bakılırsa bakılsın çok ilginç bir konu. Bulgakov'da ölene kadar bu oldukça hacimli (benim okuduğum edisyon 505 sayfa) roman üzerinde çalışmış. Yayım tarihi ilginç (1966-67 (soğuk savaş yılları)). Yeniyetmeyken elimden düşüremediğimi biliyorum. Öyleyse neden bu kez elimde iki haftayı süren bir şekilde sürüklendi bilmiyorum. Belki de ben değiştim. İlk gençliğimde okuduğum Tolstoyları, Dostoyevskileri okumaktan hala hazzediyorum ama bunda öyle olmadı. Belki çok fazla isim vardı (ama o diğerlerinde de var), akış çok farklı yerlere akıyor ve aktı mı güçlü akıyor bilemiyorum. 30 yıl önce olsaydı hararetle önerirdim, artık öyle hararetle öneremiyorum. Siz bilirsiniz!

"The Power of Dog" Son Anda Tersköşe!

   Netfliks kimi zaman kesenin ağzını açıp iyi yönetmenlere iyi filmler çektiriyor (misal : Kohen Biraderler). Yeni Zelanda'lı Ceynçempiyın 2009'dan beri sinema filmi yönetmiyor. Artık nasıl bir teklifle gittilerse, bu filmi çekmiş. İyi de yapmış.
   Biri uyumlu, diğeri maço iki erkek kardeş. Çiftlik patronları. Uyumlu kardeş şımşıkırdak bir dulla evlenince, maço olan kardeş servet avcısı olarak yaftaladığı kadıncağıza ve onun kibar ergen oğluna hayatı dar etmeye başlar. Zaman 1925, zemin (artık pek de vahşi olmayan) batıdır. Olaylar gelişir.
   Her ne kadar süresi uzun olsa da (2s6d), içinde vahşi batıya ilişkin bir klişe barındırmasa da, izleyicinin dikkatini düşürmeden, kaçırmadan kendini sonuna kadar (adeta roman okur gibi hissettim) izletiriyor kordelamız. İlk 20 dakikadan sonra fularımı sıkılayıp "hımm bu arkadaş çocukken bir travma yaşamış (Bkz. Bronco Henry'nin ettikleri! (tövbe yareppim porno artisti adı gibi!))" dedim ve de haklı çıktım ancak yönetmenimiz dantel gibi işleyerek sonuna kadar cinsel gerilim olarak nitelendirdiğim filmimizi bombastik bir şekilde cinayet filmine çevirdi ve ters köşelere pek seyrek düşen fakiri tongaya bastırdı. Efemine (yalnız içten içe nasıl sert ve güçlü bilemezsiniz) Kodisimitmekfii daha önce Slow West'de (bulabilirseniz izleyin o da çok değişiktir) kovboy şapkasını takıp ata binmişti, burada da iyi kotarmış rolünü (yalnız insan altı yılda hiç mi yaşlanmaz!).
   İzlemekten pek hazzettim. Metaforları (tavşanlar, köpekler), müzikleri (o yaylılar felan), oyunculukları (yalnız Kirstındanst ne yaşlanmış yav!) bildiğiniz netfliks işlerine benzemiyor. Pişmemiş yemek değil, pişireli bir gün olup tadını oturtmuş nefis kuzu etli kurufasulye gibidir (o mübareğin üstüne de kurutulmuş kırmızı arnavut biberi ne yakışır).

"The Last Duel" 14.Yüzyıl Fransa'sında Kadının Yeri.

 
   Yaşayan tüm film yönetmenlerinin önünde ceketini ilikledikleri Sörraydli Skat'ın yönettiği (şimdilik) son filmdir.
   Sör Jandekaruj evde yokken karısı tecavüze uğrar ve olaylar gelişir.
   İki saati aşkın sürede (2s32d) kısa bir girizgahtan sonra üç bölümde, üç farklı bakış açısından aynı süreci görür, kısa bir finalden sonra da yazılara bakakalırız. 
   Usta işi bir film, her bölümün izlenişinde aynı olayın bir önceki halinde farklı olarak (dikkatli) izleyicinin dikkatini çeken detaylar, çizginin oldukça üstünde dekor/kostüm/sanat yönetimi, iyi oyunculuklar (yalnız kastın afişteki isimlerinden başka selebriti yok! (Leydi Karuj'u oynayan kızcağız pek latif)), son sahnelerde görünen Edımdrayvırın pipisi, Krallıkta dahi yaşansa sorunların mahkemede çözülmesi (ki din ağırlıklı olmasına karşın yine de kurallar işlemektedir), din insanlarının yargılama usüllerinde dönemin bilimini kullanmaları neticesinde diyebiliriz ki. Bu iyi bir filmdir. 
   Ancak: 14.yüzyılın Fransa'sında kadının yerini (sanki başka yerlerde daha farklı mı?) idrak edebilmek için ayrı bir dikkati hakediyor. Savaş ve şiddet sahneleri çok gerçekçi olmasından dolayı sabi sübyanla kesin izlenmez. Ben keyifle izledim, öneririm.

1 Aralık 2021 Çarşamba

"1000 Yıl Önce Türkler ve Ötekiler" İbn Fadlan'dan İslamiyet Öncesi Kendi Açısından Türkler

   Zeki Velidi Togan 1923 yılında Meşhed kütüphanesindeki bir coğrafya dergisinin arkalarında, gerçekliği tartışılır bir metne ulaşır. İbn Fadlan'ın 922 yılında Arabistan yarımadasından taa Bulgaristan'a yaptığı bir seyahatin (ama sadece gidiş kısmının) seyahatnamesidir bu. Eserin gerçek olduğu taa 1814'de Rasmussen'in bu metne atıf yapmasından bellidir. Dönemin nisbeten gerçekçi bir tasvirini veren metin daha başka pek çok tarihsel çalışmaya kaynak&atıf olmuş ve hatta holivut bundan 13.Savaşçı diye bir film kotarıp İbn Fadlan'ı da Antonio Banderas'a canlandırtmıştır.
   Pek de uzun sayılmayacak seyahatname pek şenliklidir. Oğuzlar, Başkırtlar, Slavlar, Hazaralar, Çuvaşlar, Vikingler, Ruslar hakkındaki gözlemler kimi zaman kendi içinde çelişse de dönemin ilginç bir fotoğrafını vermektedir. Toplum yaşantısı, dini inançlar, ekonomik ve siyasal çerçeveye dair şaşırtıcı ipuçları okurun zihnini şenlendirir. Kimi zaman göklerde çarpışan cin ordularının (üstelik bu yılın belli dönemlerinde hep olmaktadır) yazıldığı bu seyahatname ne kadar gerçeği yansıtır bilinmez ama İslam öncesi bölge halklarının az sayıdaki tasvirlerinden olduğu için okumakla bir şey kaybetmezsiniz. Hepi topu 71 sayfa zaten (İstiklal Kitabevi 2005 edisyonu) çabucak biter.

27 Kasım 2021 Cumartesi

"Makine Yazı" Derin Bilimkurgu.

   İthaki, Bilimkurgu Klasikleri serisinde yayımlamış. Yazar hakkında itimat ettiğim bilimkurgu kulübünde şöyle bir yazı da var. Çeşitli kritiklerini okudum birçoğu da olumlu. Hal böyle olunca oturduk başına.

   Bildiğimiz uygarlık biteli bin yıldan fazla olmuş. Küçük Belaire komününde yaşayan Konuşan Saz (evet! bu kahramanımızın adı (böyle daha ne adlar var: "Günde Bir Kez", "Gözlerini Kırp" vs.)), bir melek ya da en azından bir aziz olabilmek uğruna bilinmeyen bir yola çıkar. Olaylar gelişir.

   Distopyaya bayılırım. Ancak bilimkurgu yazmanın bazı handikapları var. Öncelikle bir dünya kurgulayacak ve bunu okura içselleştireceksiniz. Yemin ediyorum onbeş gündür elimde sürünüyor, bitmek bilmedi. Bay Crowley, belki de mükemmel bir dünya yaratmış ama benim sığ dimağım bunu birtürlü içselleştiremedi. Kurgulanan dünyanın karmaşıklığı, benim idrakımın ötesindeki jargon ve deneysel olay örgüsü; 272 sayfalık kitabımızın "bu yıl en uzun sürede okunan kitabı" ödülünü aldı fakirden. Algınız yüksek, odaklanmanız kuvvetliyse bir şans verilebilir, yoksa okumasanız da olur.

15 Kasım 2021 Pazartesi

"Geber Anne!" Paralel Evrende Sezgin Kaymaz.

   Nesnel değerlendiğinde bilimkurgu denilebilecek bir roman olmasına karşın en hazzetmediğim Sezgin Kaymaz romanıdır. Kaldı ki fakir, bilimkurgunun müptelasıdır.
   Neyse romana dönelim. Ankara'da musmutlu bir hayat süren maderşahi İsmailoğlu ailesi. Vezir Melek, şah Şükran, kaleler Tufan ve Tayfun, piyon Sarı (ailenin köpeği (rolü değerlendirildiğinde pek de piyon değil, karşı hatta sızıp sonradan vezir olan piyon da denilebilir)) şımşıkırdak bir hayatı memnuniyetle yaşarlar. Bir gün sadece Tayfun'un şahit olduğu bir olay sonucu olaylar gelişir.
   Bay Kaymaz'ın bu 365 sayfalık romanı ilk kez elimde oyalandı. Nedir: 150 sayfada kotarılabilecek novella muhtevasına sahip bu romanı, 3yüz küsur sayfa okumak zoruma gitti. Kerem'in ne kadar bombastik bir karakter olduğu üzerine yapılan güzellemeleri çıkaracak olursak, roman otomatik olarak %20 kısalır. Kurguya öyle fazla bir katkısı olmayan Haşan (Hasan değil yalnız!) ve meslektaşını da çıkarırsak bir %20 daha gider, elimize makul uzunlukta meraklı bir novella kalır. Kâri de sıkılmaz. 
   Bilimkurguda paralel evrenler konusunu (hakkında bir dergi yazısı yazabilecek kadar. Bkz. Bilim ve Ütopya Mayıs 2020 sayısı) bilip sevdiğimden, sonunu taa en başta tahmin ettim. 
   Sezgin Kaymaz kitaplarına başlayacaksanız, bundan başlamayın derim. Hatta doğrudan pas geçebilirsiniz.

7 Kasım 2021 Pazar

"Finch" Soft Road.

   Başlığa geleceğiz.

   Fişi çekilmiş bir dünyada 15 yıldır hayatta kalabilen Finç, pek sevdiği köpeğine bakmak için bir robot yapar (Cef), bulundukları yerden Doğu Sahiline (Senfrensisko) gitmek zorunda kalırlar. Yolda çeşitli şeyler olur.

   Amazon işin kolayını bulmuş. Kastta sadece bir insankişisi var (gerçi Tomhenks'in oyunculuğu her zamanki gibi iyiydi). Özel efektler (ki gözü yoracak kadar CGI var) fazla yevmiye istemeyen bir ekibe yaptırılmış. Bir televizyon yönetmeni bulunmuş. Aile ile seyredilecek bütün kriterler karşılanmış (şiddet, kan yok). Holivutun tüm klişeleri bihakkın verilmiş. Ancak demek ki senaryo çok önemliymiş. 15 yıldır dibine kadar sömürülen bir dünyada o karavanın yakıtı nasıl bulunuyor? Hiperaktif (ve her nedense pek insani bir şekilde konuşan (mekanik görüntüyü çekici kılabilmek için tahta ve deri kullanılan eller falan)) bir robotun enerjisi nereden geliyor? gibi sorular sormazsanız iki saate yakın zamanı (1s55d) bir güzel ezersiniz. 
   Açılış sahnelerinde içimin yağları eridi (hımm bombastik bir distopya falan diyerek iyice yayıldım koltuğa (Wall-E'yi anımsatan kumullar, bomboş bir dünya, taşıt aracı olarak kullanılan sanayi kamyonu vs.), telefonu uçak moduna falan aldım). Ancak filmimiz ilerledikçe anlatacak pek fazla bir şeyi olmadığını anlamam 45 dk. sonra oldu. Hayır köpecik de iyi rol kesiyor, pek sevimli kerata! Asimov'un robotik kuralları falan da vardı ama pelikulamızın bende değiştirdiği bir şey olmadı. O yüzden bu konuda bildiğim en gerçekçi ve depresif ekolojik distopyayı "The Road (2009)" yılda bir kez falan izlemeye yine devam. Finç ise Road'ın çok softyumuşakevcil bir versiyonu olarak arşivime girmeyecek.

4 Kasım 2021 Perşembe

"Dune" Frank Herbert'a Denis Villeneuve Dokunuşu.

   Beklenen gün geldi ve ne zamandır ha bugün ha önümüzdeki ay yayınlanacak denilen Denisvilenöv'ün (böyle mi telaffuz ediliyordu) Dune versiyonunu da izleme fırsatı bulabildik.
   Tam bir yıl önce bu film hakkında şuradaki neşriyatta bir yazım yayımlanmıştı. Tam bir yıl önce gösterileceği vaadine kanarak üşenmemiş 11.075 vuruşluk bir risale kaleme almış ve çok yanılmıştım. Yanılmadığım (daha doğrusu Alejandro Jodorowksy'nin (onun da muhteşem yenilgisinin belgeselini şuraya bırakalım) yanılmadığı) şey: yazının sonunda geçen Jodorowsky'nin söylediği "herşey tahmin edilebilir" öngörüsüdür. Evet Denis Bey (soyadını telaffuza daha fazla nefes yettiremiyorum) yetenekli bir yönetmen (bunu Arrival'da gördük gayet güzelce), kitap zaten bilimkurgunun opus magnumlarından biri (Dünyada en çok satılan bilimkurgu kitabı) ama işin içine ne kadar da kitabın o ruhani yönü katılmaya çalışılırsa çalışılsın neticede bir holivut filmi (yabancı gezegene gayda çalarak inen bir ordudan bahsediyoruz). Elbette Linç'in (hiç kimsenin kendi yönetmeninin bile sevmediği ama benim pek hazzettiğim über kiç filmi) versiyonundan daha fazla sadıktır kitaba. Elbette her sahnesi özenle çekilmiş, ışık/açı/kadraj/ses/müzik (yalnız Hans Zimmer'in (en popüler holivut müzikçilerindendir kendisi) o Ederlezi çığlıklı müziği muazzep etmiştir fakiri)/kurgu/kast çok özenilmiştir. Ancak ne kitabın derinliğini verebilmiş (itiraf edelim ki bu da kolay iş değildir) ne de holivut filmi meraklısı zombileri tatmin edebilecek eğlenceyi yakalayabilmiştir (biz "iki cami arasında beynamaz" deriz, işte aynı bu şekil!). Birazcık bilime teşneyseniz akıllara garip sorular da getirir (niye gezegenlerarası yolculuklarda anti-kütleçekim gücünden yararlanan gemiler kullanıyorlar da, gezegen içinde yusufçuk tipli (işte bunlar hep Jodorowsky'den intihal) tortorlar kullanıyorlar?). Azıcık frontal lob kullanıyorsanız "filmde niye hiç transistör yok?" diyebilirsiniz (çünkü binyıllar önce insanlık teknolojiden az daha topu atıyormuş da ondan. Yaaa!). Hülasa 2s35d'mızı verip izledik mi izledik, ikinci bölümü de izleyeceğiz kısmetse (serde bilimkurgu iptilası var ne de olsa). 
   Yalnız başroldeki Timotikalamet holivutta yürür! (yanlış bir iş yapıp bağımsız filmlerde oynamazsa) Ben yinede Kyle MacLachlan'ı daha çok seviyorum (var bir varoşluk bünyede).

"Pembe Tütülü Amiral" Neoliberal Zamanlarda Orduya Vurmak Kolay!

   Anlı şanlı bir tümamiral, Abant'taki bir iş toplantısının akşamında balerin makyajı ve kostümüyle (pempe tütüsüne kadar bittamam), kendi topladığı kimileyin nezih jigololu izleyicilerinin önünde süitinde kalp krizi geçirerek ölür. Vaziyet pek b.ktandır. Olay jandarma bölgesidir ama askeri savcı ve adli savcı olayın üstüne atlar. Üstüne üstlük olay anından hemen sonrasının kısa da olsa alınan bir görüntü kaydı, haber kanallarına düşmüştür.
   181 sayfalık novella, kısa kısa bölümlerle okuru hiç sıkmadan hitama ulaşıveriyor. Romanımızın kahramanı yok. Hiç kimse sütten çıkmış ak kaşık değil (belki ağabeyi dincilikten memuriyetten atılan idealist adli savcımız). 
   Amma velakin romanımızın başlanıgıcındaki dört isimden ikisine dikkatim kaydı. Barbaros Altuğ'u tanımam etmem, Naim Dilmener'i severim. Perihan Mağden'in kimi romanlarını da öyle (kendisi fanatik bir neoliberaldir) ama İskender Pala denince tüylerim tiken tiken olur (nedeni bir çilingir sofrasında daha kolay anlatılır yazıya dökmesi zordur). Üstelik Nisan 2008'de Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'nı hedef alan ve sonrasında yine aynı kuvvete yönelik Ergenekon davaları dönemin korkusuz savcısı Zekeriya Öz (bu dünyada ve varsa öbür dünyada huzur bulmaz umarım) tarafından çoktan açılmıştır. Zeitgeist (ne işim olur zeitgeistla) zamanın ruhu; bir zamanların üstüne kalem oynatılması imkansız muktedirlerine saldırıyı emretmektedir. Yazarımız da bu ahval ve şerait altında elinden geleni yapmış ve ilginç bir kurguyla çok satma ihtimali olan bu novellayı kondurmuştur kitapçı raflarına. 
   Denizaltılarda ve donanma gemilerinde fiili livatayı hiç görmedim, üstüne üstlük duymadım. 29 Yıl bahriye üniformasıyla gezdim, bunun önemli kısmında denizin üstündeydim. Sayın Pala, bahriye hayatı boyunca değil denizaltıda cephe görevine çıkmak, herhangi bir deniz tatbikatına bile katılmış değildir (bahriye hayatındaki branşı öğretmendir). Öyleyken (üstelik de tarihindeki en savunmasız anlarında) denizcilere çamur atmak pek adilane gelmedi bana. Kitap akıcı, edebi olarak zayıf ancak neoliberal bayrağı dimdik tutuyor elinde ve vazifesini iyi yapıyor. Siz bilirsiniz yani!

3 Kasım 2021 Çarşamba

"The Green Knight" Ben Beğendim.

    Kral Arthur'un yeğeni ve ablası Hintli olur mu hiç demeyiniz yetenekli bir yönetmenin neler yapabileceğini bilmiyorsunuz.
   Amcasına hava atmaya niyetlenen kof Gawain, karşısında kafasını uzatan yeşil şovalyenin kafasını hiç tereddüt etmeden uçurur. Ancak bunun bir de rövanşı vardır. İşte iki saati aşkın (2s10d) süresiyle filmimiz bu rövanşa odaklanıyor. Bu yıl izlediğin en iyi filmlerdendir. Bir kere zenaat olarak diyecek hiç bir sözümüz olamaz. Her sahne (açılıştan kapanışa) ince ince hesaplanmış, renklenmiş, müziklenmiş. Konuyu bir kenara bırakıp resim sergisi niyetine izleseniz hiç sıkılmazsınız (azıcık resim sanatına teşneyseniz elbette ki). Bond ve Dune'dan sonra çok iyi geldi. Yalnız holivut sinemasını seviyorsanız uzak durunuz. Mesellere, metaforlara kutaforlara (yok efendim kırmızı tilkiler, aşılan ölüm korkuları (yeşil kuşaklar), ters portreler ve daha neler) teşneyseniz ıskalamayınız.

"No Time to Die" Bitti de Kurtulduk.

   Serinin son filmini salgın malgın demeden sinema salonunda izledik (herkeşler benim gibi düşünmüyordu herhalde salonda güvercinimle bir başımızaydık). En son Spectre'yi izlemiş ve hayıflanmıştım (hiç ders almıyorsun arakolpa!). Yine holivut çekimine karşı koyamayarak buna da güzel bir bilet parası verdik, yine hayıflandık.
   Filmimiz 2s43d'da; türünün gerektirdiği tüm klişelerin bihakkın üstesinden geliyor (araba takipleri, yıkılan duvarlar, akıllara zarar aksiyon sahneleri, sevimsiz villainler (ne işim olur villainle) kötüadamlar, duygusal konuşmalar vs. Ancak ne başrolü oynayan kahramanımızın yeni limon yemişçesine büzülmüş dudakları, ne de Rami Malek'in iticiliği, (üstelik prodüksüyona harcanan onca paraya rağmen (çok değişik ülkelerde pek masraflı çekimler var)) filmimizi kurtarmaya yetmiyor. Ya da holivuttan ikrah geldi, bilemiyorum artık. 
Bir tek Ana de Armas'ı pek seviyorum (zaafım var o büyük gözlere, elimden bir şey gelmiyor) onun olduğu sahneleri daha bir doğrularak izledim (o dövüş koreografisi o yüze hiç gitmemiş ama olsun). Nedir: üç saate yakın zamanı güzelce ezdik ama filmimizin fakire kattığı bir şey var mı? Zinhar! Öyleyse cansıkıntısında gider, ama vaktiniz kıymetliyse uzak durun.

"Kün" Konya Ağzının Dibi!

   Kün acaip bir roman. İlk bölümü yazar, ikincisini bir sperm, üçüncü bölümü ise bir ölü yazıyor, sonrakilerse nasıl denk gelirse. Ölemeyen ölüler, Konya ağzıyla konuşan köpekler, alavereci dinci muhtarlar, ölüm makinesi ilkokul çocukları, ezan tilavetiyle sokaktaki ateisti imana getiren ancak p.ştun önde gideni seyyar satıcıları, köpeklerle konuşan Hüdaiaa'ları, dişbudak tespihli (ama pek şeker) cami hocaları ve daha kimler kimler.
   Beş günlük bir yurtdışı gezisinde (o daha sonraki bir yazının konusu) okundu, bitti (ama sakin kafayla bir daha okunmak üzere görünür bir rafa konuldu). 
   Bugüne kadar okuduğum romanları ve öyküleriyle diyebilirim ki: Sezgin Kaymaz'ın köpeklerle ve ölümle bir hesabı var. Her okuduğum metinde bu iki ögeye rastlamamazlık etmedim (du bakalım şimdi de "Geber Anne"yi hatmediyoruz). Burada da hem ölüm var, hem itikat meseleleri (yazarımız o yolu yahut bu yolu göstermiyor ama inceden (ve hatta kalından) bir kadercilik var (ki bünyeye terstir, Libet Deneyine de katılmıyorum). Ve bütün bunların ötesinde okuru içine çeken adeta bir Ertem Eğilmez filmi var (sarhoş, kahhar ve tacizci babalı bir EE filmi). Ancak nedir: yazarımız finali bir Michael Haneke tarzıyla bitiriyor. Vallahi uçakta gözlerim nemlendi (kalabalıkta olmasam ağlayacaktım, o derece).  Üslup yine çekici, her bölümden sonra bir sonrakini merak ediyorsunuz, böyle böyle (yavaş okuyacağım telkinlerine karşın) çabucak bitiyor. Konya ağzı da pek acaipmiş yalnız. 

"Lucky" Sezgin Kaymaz'dan Sen Nelere Kadirsin Lucky!

    Daha küçücük bir enikken tilkinin gazabından sıradışı zekası ile girdiği kubur sayesinde kurtulan Laki'nin 493 sayfalık öyküsü. Aslında eksende Laki olmasına rağmen, hayatına bir şekilde girdiği insanların öyküsü. Kimler yok ki? Emekli milletvekilleri, genelev patronları, genelev çalışanları, taksi durağı emekçileri ve daha kimler. 
   Kaymaz'ın üslubu belli. İlk iki sayfadan sonra sizi çekiveriyor içine. Dur durak bilmeden sonu getiriyorsunuz. Sadece gece 11:00-01:00 arası üç günlük okumayla bitiverdi kitap. Dur bakalım sırada "Kün" var.


24 Ekim 2021 Pazar

"Medet" Sezgin Kaymaz'dan Daha Uzun Öyküler.

 

   242 Sayfa, beş öykü. Kimi karanlık, kimi pesimist öyküler. Ancak okurken hep dudağınızın kenarında bir gülümseme (yazarımızın kaleminden humor damlıyor). En çok son öykü "Tevzatde Kim?" gözümde canlandı. Kaymaz'ın bir önce okuduğum öykü kitabı gibi buradakiler de kimi biyografik ögeler taşıyor zannederim. Ancak şurası (zannımca elbette) kesin ki: Bayan Kaymaz'ın sevgili oğlunun ölümle ve köpeklerle bir meselesi var. Bunun için bu hafta itibarıyla "Lucky"ye de başladım. Bitince yine bu sayfalarda!

"Bakele" Sezgin Kaymaz'dan Öyküler.

 200 Sayfa, 34 Öykü. Öyküler fazla uzun değil. Hepsi dimağda bir tat, tende bir doku yaratıyor. Öykülerin tümü anlatan orijinli. Pek gözümü yaşartanlar olduğu gibi gülümsetenler de vardı. "Bakele" ve "Mücver" sinemi deldi. 200 sayfa gözünüze uzun gelmesin. İstanbul-Ankara arası rahat biter, yolun nasıl geçtiğini anlamazsınız.

21 Ekim 2021 Perşembe

"Uzunharmanlar'da Bir Davetsiz Misafir" Sezgin Kaymaz'ın İlk Romanı.

   Edebi zevkine güvendiğin bir dostumun önerdiği yazarımızın, okumaya ilk hangi kitabından başlayayım diye sorunca cevap: "Tabiy ki ilk romanından" oldu. Fakir de edinip oturdu başına. 323 Sayfalık romanımız iki günde (sadece akşam, gece, sabaha karşı okumalarında) bitti. 
   Musa, Uzunharmanlar'a yeni taşınır. Komşular, esnaf, bitmek bilmeyen mide bulantısı, demlenen çaylar, velhasıl herşey oldukça gariptir. Üstüne üstlük bir de evdeki hayaletle kafa barıştırınca olaylar gelişir.
   Yazarımızın dili akıcı, kalemi kıvrak, argo gırla, bölümler kısacık, takibi kolay. Son 30 sayfaya gelmeden fantastik bir roman okuduğunuzu anlamıyorsunuz. Gerçi anlamıştım birşeyler ama ne yalan söyleyeyim, sonlara doğru bitirme hevesim iyice arttı. 
   Öyle altını üstünü çizerek okuyacağınız fazla bölüm yok ama kimi kitaplardan yer eden sözler vardır insanın aklına. İşte böyle bir cümleyi burada Erzurumlu Teyze söylüyor: "nereye gidersen git, birşeylerden kaçmak için değil canın istediği  için git. Çünkü döndüğünde kaçtığın şeyler daha da büyümüş olarak seni bulacaktır. Ormanda kafa dinlemeye şehrin kaosundan kaçmak için değil, ormanda kafa dinlemek için git."
   Böyle olunca yazarımızın "Bakele", "Medet", "Lucky" ve "Kün"ünü de edindik. Demektir ki önümüzdeki günlerde bu mecrada Bayan Kaymaz'ın sevgili oğlunun kitapları arz-ı endam edecektir çokça!

18 Ekim 2021 Pazartesi

"Bilim Kurgu Tekniği" Bilimkurgu Risalesi.

   6.45 yayınları basmış, kapakta Verne, P.K. Dick, Tarkovsky, Kübrick ve W.Gibson gibi türün ağır abilerinin isimleri var ve "Öykü, Roman ve Senaryoda Bilim Kurgu Tekniği" gibi açıklayıcı ve iddialı bir ismi var. Böyle olunca, bu konu hakkında okuyan yazan biri olarak okumamız kaçınılmazdı, öyle de oldu.
   Bir kere kitabımızın ana metni 35 sayfa (bu nedenle başlıkta risale dedim), "metinler" bölümü de bir 15 sayfa (burada bilimkurgunun önemli isimlerinin tür hakkındaki kelamları var). Hepi topu 50 kitap sayfasında, okura kapakta vaadedilen tekniği açıklamak bence mümkün değil. Bunu öngördüğünden olacak Sayın Çeker metnin son paragrafında "Para verip bu kitabı okuyan insanların daha sonra kendilerini dolandırılmış hissetmemeleri için, Edebi Teknikler adlı kitapta yaptığım uyarıyı tekrarlamak istiyorum: Yazınsal yaratıcılık bir yetenek işidir." diyor. Meali: yeteneğiniz yoksa okuyacağınız hiçbir şey sizi yazar yapamaz. Böyle olunca roman yazmak isteyen kariye ister istemez Sai King'in "Yazma Sanatı" adlı eserini önereceğiz. Bilimkurgu romanı yazmak isteyenler de YÖK'ün tez merkezinde bilimkurgu ile ilgili yazılmış çok detaylı metinlere bir göz attıklarında türle ilgili daha fazla bilgiye sahip olacaklardır.

13 Ekim 2021 Çarşamba

"Kumarbaz" Dostoyevski Eskimiyor!

 
   Bay Dostoyevski'nin işbu romanını okuyalı bir 30 yıl kadar oluyor. O zaman bende bir etki bırakmıştı (hiç bir zaman kumara uzak durmayı gerektirecek kadar yakın olmadım). Şu aralar bilimkurguya pek dadandığımdan "du bakalım biraz da eskileri karıştıralım" saikiyle oturdum 177 sayfalık novellamızın başına.
   Aleksey İvanoviç pek dertli bir genç. Öğretmenlik yaptığı zengin ailenin evlatlığına aşık. Bir kumar sayfiyesinde (var böyle bir şehir Roulettenbourg) olaylar gelişir.
   Roman 1866 yılında yazılmış. İnsanevladının neredeyse tüm paradigması (ne işim olur paradigmayla) perspektifi, çevresel faktörleri, idraki değişmiş. Öyleyse neden romanımız insanı hiç bırakmadan peşinden sürüklüyor? Her ne kadar romanımızda çevresel faktörler oldukça eski olmasına karşın, insanevladının o haris, muhteris karakteri pek değişmiyor da ondan. Fakir yine yazarımızın genç Aleksey'i ortaya oturtarak kurduğu o bombastik resme daldı gitti. Tüm karakterler (ayrıntılı olarak betimlenmemesine karşın) gözünüzde canlanacak kadar gerçekçi, tüm hissettikleri son derece sahici, romanın en önemli özelliklerinden serim/düğüm/çözüm sıralamasında olmadığı halde (belki de bunun 25 günde yazılmasının bir etkisi vardır!) sürükleyici. Paralel okumalarda değil, asıl okumalarda okunası.