29 Nisan 2021 Perşembe

"Nasipse Adayız" Bu Kez Sinema Filmi.

   İki ay önce kitabının tanıtımını yazmış, filmini de pek bir merakla beklediğimi söylemiştim. Stream kanallar sağolsun, en yaygın olanında yenilerde yayınlandı. Oturduk sakin bir akşam, sehpamızda içine su katılınca beyazlayan sıvı, beyaz leblebi, 1s44d "aday adayımızın" hal-i pür melalini izledik.
   Kitapta oldukça uzun bir süreçte geçen olayları bir güne sığdırmak elbette zor. Bunun ceremesini izleyici de çekiyor hayli. Kemal Güner'in adaylığının açıklanmasını beklediği o günü anlatıyor filmimiz. Ses hayli kötü (altyazılı izlemek zorunda kaldım). Buna mukabil renkler, planlar, kadraj, kurgu (gereğinden fazla içerik olmasına karşın), oyunculuklar çizgi üstü. Güvercinim sonunda "aa oldu mu yav, böyle mi bitecekti?" serzenişlerinde bulundu ama fakire göre tam da öyle bitmeliydi (bayrakları bayrak yapan, bayrak atölyeleridir (aslında kitaptaki sanayi versiyonu daha iyiydi)).
   Düz sinema filmi olarak izlerseniz pek bir haz alamazsınız, sinemayı okur gibi izliyorsanız zevkten 4köşe olmanız işten bile değildir. Sağlık taramalarında Kemal'in kucağındaki bebeyi annesine fırlatıvermesi, o çok konuşulan asansör sahnesi, sökülen ceketin dikilme sahnesi (o ne gizli bir oral seks göndermesidir o öyle!), "geçici" melek dövmesi ve daha neler.
   Bay Kesal'ın politikada durduğu yer belli, yaşadıklarını da aktarmış olabilir. Kültür Bakanlığı desteğini de almış (haşa eleştirmiyorum, gayet de iyi yapmış). Ancak kurtlu zihnim, bunun bir de muktedir versiyonunu çekebilecek babayiğit var mıdır diye meraklanıyor. Anladığımız kadarıyla iktidar (hele ki belediye iktidarı) oldukça yağlı kapı. Öyle filmimizde yapıldığı gibi "almadan vermeye geldik" gibi şeyler pek görülmüyor (belediyede çalışan herkesin (ve dahi yakınlarının) göreve başlamadan önce ve bitirdikten sonraki mal beyanlarının açık olması gerekiyor zannımda). Neyse kısa keselim, Aydın abası olsun. Ben keyifle izledim ama kafa boşaltmak için izlenecek film değil.

28 Nisan 2021 Çarşamba

"Türkiye Tatları" Edouard Roditi'nin Öyküleri.

 
   Edouard Roditi, ilginç bir adam. Amerikalı ama Paris doğumlu, Kadiz ölümlü. Babası memleketimizin sefaradlarından. İnce Memed'in çevirisini o yapmış. İyi eğitimli, entellektüel, hayli eserleri var. 

   120 sayfalık, 16 öykülük bu kitabı nereden önerildiğini hatırlamıyorum ama ya Engin Ergönültaş ya da Vedat Özdemiroğlu yazılarından birindeydi. Piyasada yok, nadir kitaplar satan bir siteden iyi durumda bir edisyonunu aldık, oturduk başına. 

   Bir kere öykülerdeki betimlemeler, tasvirler (aslında bu iki kelime birbirinin aynı, sadece laf kalabalığı yapıyorum) mükemmel. İhsan Oktay Anar'ın kitaplarındaki İstanbul canlandırmalarına pek benziyor (kronolojik yaklaşımda tam tersi). Lâkin öykülerin hem tahkir edici bir yönü var (bilmem Osmanlı'yı tahkirden tahrik olur muyum?) hem de omurgası yok. Şöyle anlatmaya çalışayım: öyküyü gözünüzde canlandırabiliyorsunuz ama bittiği zaman bunu niye canlandırdığınıza anlam veremiyorsunuz. Bir yere bağlanmıyor, içinizde bir duygu uyandırmıyor, sorular sordurmuyor. Belki de sadece havsalanızda bir resim oluşturmak için yazılan öyküler bunlar. Orası benim irfanımı aşar! Sadece meraklılarına öneririm...

22 Nisan 2021 Perşembe

"The Father" Herrn Alzheimer'ın Acımasız Yüzü!

   Yaşlanmayla, Alzheimerla, demansla, unutmayla, yaşlanan ebeveynlerin bakımı ile ilgili birçok sinema filmi yapıldı. Bunun konusu aynı olsa da onlardan değil!
   83 yaşında emekli mühendis Entıni; kızının ve damadının birtakım dolaplar çevirerek evini elinden alacakları zehabındadır. Olaylar gelişir.
   Yaşlılıkla beraber hızlıca ilerleyen zihin tökezlemelerinin nasıl olduğunu anlamak için yapılmış, izlediğim en iyi film olduğunu kolaylıkla söyleyebilirim. İlk paragrafta bahsettiğim işler hep sizin bakış açınızla işlenmiş. Bu ise karşı tarafın şapkasını takıyor, haliyle ilk dakikalarda "neler oluyor yahu?" diyebilirsiniz. Filmimiz ilerleyip (hele ki son dakikalarda) kişiler yerli yerine oturunca "Haaa!" diyor ve Entıni'ye digerkâmlık ediyorsunuz. 
   Filmin bir yerinde söylediği gibi 1938 doğumlu olan "Sör" Entınihapkins (filmdeki yaşı ve ismi senaryo değil gerçektir), bu az karakterli (hepi topu 6 karakter var (üstelik biri tek sahnede görünen (Londra'daki bu meslek grubunun çoğunluğunu oluşturan) Hintli bir doktor)), bombastik bir sanat yönetmenliği ve iyi bir müzik kullanımı olan filmi alıp götürüyor. Genelde kraliyet üyesi yahut kraliyetin ta kendisi rollerinde görmeye alıştığımız Olivyakolmın da (Yaradanın gücüne gitmesin çirkin kadın!) altta kalmıyor. Babasına yönelttiği bakışlar, kardeşinden bahsederkenki halleri çok doğal. 
   Velhasıl, bitince içinizde bir hafiflik olmayacak ama buna benzer hikayeniz varsa ya da namzetseniz (yaşlı ebeveynleriniz varsa) meseleye bir de başka pencereden bakmak için muhakkak izlenmeli (hatta ben ikinciye izleyip, daha iyi anlamayı planlıyorum (ancak zaman lazım, hazmı biraz zor)).

20 Nisan 2021 Salı

"Dündeste" Ferhan Şensoy'un Şiirleri.

   Gündeste'yi sekiz yıl önce, Gecedeste'yi ise 2020'de yazmışım. Bestami Bey sağolsun! Bu kez iki kitap birden muştuladı. 
   Yukarıda bahsedilen ikisinden birine bulaşanlar için sürprizsiz bir kitap Dündeste. Büyük harf, noktalama işareti ve dur durak olmaksızın açık bilinç akışıyla yazılmış dizeler. 90'lı yılların bitişi 2000'lerin başlangıcı aralığında defterlere yazılmış, Bay Şensoy'un hâl-i pür melali. Yine Türkçemize attırılan hoş taklalar, yine turneler, aramızdan ayrılanlar ve daha neler.
   Okuma ışığında, yanınızda yörenizde kimseler olmadan, cep telefonları kapatılarak, ruh halinize uygun müskirat eşliğinde okunası...
Bu arada en insaflı fiyatı Kırmızı Kedi Yayınları veriyor. Diğer online satış mecraları hayrete mucip daha yüksek fiyatlarla satıyorlar. 

"Floransa Büyücüsü" Rüşti'nin Bitiremediklerimden.

 
   Bir gezgin (dürüstlüğü ile pek de öne çıkmayan biri), Ekber Şah'ın sarayına gelir. Olaylar gelişir. 
   Pek severim Bay Rüşti'nin büyülü gerçekliğini. Daha önce okuduğum tüm kitaplarını usulünce kurulmuş bir çilingir masasındaymışçasına ağır ağır eğlenerek, tadını çıkara çıkara okudum. Ancak adeta bir masal (ya da efsane mi demeliyim?) anlatımıyla ilerleyen 342 sayfalık kitabımızın 120. sayfasında pes ederek yarım bıraktım. Her detayın etraflıca detaylandırılması mı, akışı takip etmenin zorluğu mu, gerçekliğin büyüsünün fazlaca olması mı bilemedim. Bir çok edebiyat eleştirmeni pek bir övmüşler. Onlardan iyi bilecek halim yok. Ama olmadı işte! Aşı zamanımın yaklaştığı yaşa geldiğim bu yıllara kadar başladığım hiçbir kitabı bitirmemişliğim, yarıda bırakmışlığım yok (J.Joyce'un Ullyses'ini bile bitirmişliğim vardır afedersiniz!) ama herşeyin bir ilki vardır. Bunu bitiremedim. Ama daha geniş zamanlarda, daha güneşli ikindilerde bitireceğim. Böyle yani...

14 Nisan 2021 Çarşamba

"Vasatlığa Giriş Dersleri" Taylan Kara'dan Veryansın.

   2013'den 2021'e dört baskı yapmış olması hasebiyle, bir önce okuduğum üçlemesinden daha fazla sattığını tahmin ettiğim kitaptır. 

   Zaten neşriyatın başında kendisi için: "tahakküm aracıdır, okurun bilincine hitap etmektedir, imgelerle/olgularla değil gerçeklerle ilgilenmektedir, tepeden inmecidir, yüzlere doğru fırlatılmış bol balgamlı bir tükürüktür, ahlaka yönelik bir sabotaj denemesidir, sözcüklerle uygulanan bir şiddettir, halkı kin ve düşmanlığa teşvik etmektedir, insan türünün kültürel genetiğine zorla girmeye çalışan bir mutasyondur ve nihayet "aseton"dur." tanımlamalarıyla açılıyor. 

   Sonrası da bu minvalde akıp gidiyor. 29 deneme, 141 sayfadan oluşan bol resimli kitabımız, fakirin bünyesine ağır geldi. Tek tek okunduğunda belki de hak vereceğim denemeler, acımasız bir itham ve aşağılama içeriyordu. Gerçeklikleri yerli yerinde olsa da okuru böyle amansızca kırbaçlayan metinler bana itici geliyor. Ayrıca bölümlerin bir tematik sıralaması olmadığını da belirtmem gerekir. Verdun savaşından Beckett'ın yazmadığı ilk oyununa sıçraması her zihinde aynı etkiyi yapmayabilir! 
   Fakir; talihin bir cilvesi olarak bilim tarihinin tüm, sosyolojinin kimi yüksek lisans derslerini aldı. Bunun yanında okuyup yazmayı da seviyor. Bilginin insanı tamamladığına inanıyor. Böyleyken; kitaptaki bilgi kırıntılarının neredeyse tümüne de vakıf olduğunu hicap ederek belirtmeliyim. Ancak bu bilgiye sahip olmayanlara böylesine coşkunca taarruz edemeyeceğimi de biliyorum. Belki de yanlış yapıyorum ama bu böyle!
   Ben sevemedim ama bu, daha önce okuduğum üçlemeyi kitaplığımın en gözönündeki bir rafa yerleştirdiğim (sonra da okunacaktır) gerçeğini değiştirmez.

"Riders of Justice" Anders Thomas Jensen'in Bekleneni!

 En sonunda uzun zamandır ağ güncemde şuursuzca övebileceğim bir film çıktı. Daha önce Adem'in Elmaları ve Blinkende Lygter işlerini yazdığım Anders Thoman Jensen'in en son filmi. Yine başrollerin birinde Madsmikkelsen, yine altları iyice doldurulmuş sorunlu karakterler, yine hayatın insanları olur olmaz yerlere sürüklemeleri, iki saate yakın olmasına karşın izleyiciyi hiç dikkatini düşürmeden içene çeken bir kurgu. Filmimiz böyle.
   Litvanya'da küçük bir kız amcasından mavi bisiklet ister, amcası da "kısmet artık!" der. Danimarka'da üç geçkin nerd (ne işim olur nerd'le) bilgisayar delisi inek ortak çalıştıkları bir projeden şutlanır. Olaylar gelişir.
   Hayatın nedensellikleri, intikamın dibacesi, dine inanmanın nelere iyi geldiği, psikoterapiye ve psikanalize atılan goller (hemi de ne acımasız şutlarla), çok üfürmenin insanı nasıl olup da çuvallatabilmesi (Emmenthaler'in tetik elde far görmüş tavşan gibi kalıvermesi), baba-kız ilişkileri, İskandinav insanının rasyonel bakışı ve daha neler.
   Madsmikkelsen, duygularını ancak şiddetle ifade edebilen askeri, Nikolaj Lie Kaas, yıllarca tacize uğramanın getirdiği kişilik bozuklukları ile boğuşan (4000 saat terapi ve konulan binbir teşhis) Otto'yu ve burada yazmaya üşendiğim diğer başroller (böyle demekte bir beis yoktur, star isim bir de olsa olayın merkezindeki herkesler bence başroldür (içoğlanı Bodashka bile)) şükela bir şekilde resmedilmiş. 
   Anders, iyi bir yönetmen ve senarist. Marcus'un eşinin cesedini görürken yansıttığı yüz ifadesi ve uzaklaşan kamera ile (ki sinefil alacağını alıyordur o duygudan) en son sahnelerin birinde Ementhaler'in tutmadığı silah ile, sonlara doğru İskandinav yemeklerini beğenmeyen Mısır'lı diş teknisyeni aracılığıyla yaptığı müthiş twist (ne işim olur twistle) şaşırtmaca ile ve çok ince gördüğü ayrıntılar ile zihnimizi şımşıkırdak yapıyor. Kendi adıma Chateau Nuzun 2018 şişesini diplermişçesine (ama iki saatte) bir deneyim yaşadım. Her yudumda derinleşen bir tat, her katmanda farklı bir lezzet, bitirince zihinde bir hoşluk. Kendi adıma bir kaç yılda bir izleyeceğim bir filmdir.
   Öneririm hararetle!

11 Nisan 2021 Pazar

"Edebiyatla Ahmaklaştırma, Felsefeyle Çökertme" Muhakkak!

   Heisenberg, Schrödinger, Bohr gibi isimler kuantumun kapıları açtılar. Bir de gördük ki; ışık hem partikül hem dalgaboyu özellikleri gösterebiliyordu. Schrödinger bunu kedisiyle çok iyi açıkladı. Kutuyu açmadan kedi ölü mü diri mi bilemiyorduk. Sonuç tamamen belirsizdi ve bu belirsizlik (ki pozitif bilim hiç sevmez) tamamen bilimseldi. 
   Bunun felsefedeki yansıması muhakkak bir karşılık bulacaktı. Öyle de oldu. Popper, Feyerabend, Kuhn ve daha niceleri "postmodernizmi" buldular. Bu postmodernizm denilen şey liberal kapitalizmin işine öyle yarayan bir enstrümandı ki hemen sonuna kadar kullanmaya başladılar. Her alanda kullandılar: bilimde, sanatta, sosyolojide, psikolojide, siyasette, mikro toplum mühendisliğinde. Hala da kullanıyorlar. Farkında olmasanız da bu kullanımın hedeflerisiniz. 
   Bay Kara, postmodernizmin edebiyat ve felsefede kullanımını ele alan bir üçleme yazmış. Pek bilinmeyen bir yayınevinden çıkan üçlemenin, ilk kitabı Şubat 2019'da, ikinci ve üçüncü kitapları ise Şubat 2020'de yayımlanmış. Üçüncü kitapta 600 (ALTIYÜZ) adet basıldığını görüyoruz. Edebiyat piyasalarını faş eden, g.te g.t diyen bir kitap. Böyle olduğu için çok satmamasını, gözönüne çıkarılmamasını, hakkında yazılıp çizilmemesini anlayabiliyoruz. Sadece Özdemir İnce şöyle (Bkz.) birşeyler yazmış (o da yürek yemiş olsa gerek zira kitapta Cumhuriyet'e de adamakıllı giydiriliyor). 
   Kerameti kendinden menkul yazarları hiç sevmiyorum. Eğer ki bilimsel bir konuda yazacaksa bilimsel bir eğitimi, makul bir titri olması gerek diye düşünürüm. Bu minvalde yazarımız Taylan Kara hakkında bir araştırma yaptım. Yazdığı eserlerin yazarı olması haricinde hiç bir bilgiye ulaşamadım. Ne eğitim, ne iş, ne de kişisel hiç bir bilgi yok. Oysa hem web sitesi hem de youtube kanalı var. Bu bana garip geldi ve yazdıklarını negatif bir önyargıyla okudum. Ancak şöyle bir pozitif durum var ki yazılarda: her yazıda alıntılanan veriye ait titiz alıntı ve dipnotları var. Üşenmedim, yazılardan cımbızla seçtiğim dipnotları araştırdım (sayfası sayfasına). Evet alıntılanan ifadeler, dipnotlarda olduğu gibi geçiyor. Öyleyse yazılanlara itimat etmek zorundayız. Bay Kara, çeşitli alıntıları alt alta yerleştirerek görüşünü ileri sürüyor. Görüş, zaten alıntıları okuyunca ortaya çıkıyor (eğer okuyucu aşırı ebleh değilse (Bkz.ben (hep az ebleh olduğumu düşünmüşümdür))), yazarın da bunu pekiştirmekten başka bir şey yaptığı söylenemez. Ancak bu (kimi zaman birbiriyle ilgisiz gibi görünen) alıntıları derlemek kolay bir iş değil. Üçüncü kitabın ortalarında pek bir müteessir oldum zira, ele alınan kitlenin tarifi aynen zatıma eski bir eldiven gibi oluyordu. Tespitler dimdik öküzgözü (bulls eye) isabetliydi.
   Genel olarak herkese, tüm odaklara eleştiri yönelten bir metin. Liberallere, solculara, sağcılara, dincilere, sekülerlere, sözde bilimcilere ve daha neler nelere. Bu ağır negatif tespit silsilesinden kurtulabilen pek azdır. Ama bilmek bilmemekten iyidir. Edebiyatla hemhalseniz, okumayı seviyorsanız; neler olup bittiğini öğrenmek için alın okuyun efendim.
   Altta; kitaptan aklımda kalan bazı konu başlıklarından seçmeler var. Belki ilginizi çeker.
  • H.A.Toptaş'ın en çok kazanan edebiyatçılardan olduğunu bilmiyordum. (şahsen ilk iki sayfadan sonra tahammül edememiş, hiç başlamamıştım)
  • C.Şengör ve İ.Ortaylı'nın bir kesimin aydınları olarak biçilen role uygunlukları.
  • Edebiyatta Orhan Pamuk'u eleştirmenin yasak olması
  • Onat Kutlar'ı kimin öldürdüğünün nasıl gizlendiği (gizlendiği demeyelim de nasıl üstünün örtüldüğü)
  • Parsiyel Agonizm
  • Sivil Toplum Kuruluşlarının cemaziyülevveli
  • Ot, Kafa, Bavul vb. dergilerin işlevi
  • Edebiyat sevicileri, sanat piyasaları
  • Ilımlı Kemalistlerin, aydınsız Cumhuriyetçilerin iflah olmaz eblehliği ve daha neler.

7 Nisan 2021 Çarşamba

"Perisiz Köşk" Yıldız Alatan'ın Son Macerası.

   En nihayet edindim ve iki günde (sadece gece okumalarıyla) bitiverdi. Kitaplık sağolsun, yoksa haberim bile olmayacaktı. Oysa zihin farkında olmadan Yıldız Alatan polisiyelerine bir iptila geliştirmiş bile! 
   Artık menopozun derin sularında yüzmekte olan, dört dörtlük ev kadını, mükemmel terzi ve amatör hafiye Yıldız Alatan, sevgili kocası Ziya ile mutedil bir hayat sürmektedir. Olaylar gelişir.
   Her seferinde mantıklı, rasyonel tahminler yürütmeme karşın beni son otuz sayfada hep taklaya getiren bir tarzı var Bayan Öz'ün. Ben bir yana (zaten müptelasıyım polisiyenin (çantada keklik okur)), güvercinim de bekler oldu bu seriyi. Bir kere dili pek akıcı, olayların geçtiği dönemi bombastik şekilde iyi ögelerle hatırlatıyor (siyasi gelişmeler, müzikler, güncel olaylar vs.), karakterlerin ve yan karakterlerin içi iyi dolduruluyor, akla yatmayan bir olay akışı yok ve sonunu tahmin etmek oldukça zor. Daha ne olsun!
   Gündemden uzaklaşmak ve iyi vakit geçirmek için birebir kitaptır. Polisiye sevenler kaçırmasın.

"Medarı Maişet Motoru" Sait Faik'in İlk Romanı.

   Sait Faik 1940-41 yıllarında bu romanı tefrika eder. Zinde kuvvetler sakıncalı bulur, basacak yayıncı bulunamaz. Anacığı kendi parasıyla bastırır, piyasaya sürülmeden toplatılır. 1952'de sansürlü, kısaltılmış hali ve başka bir isimle (Birtakım İnsanlar) ancak yayımlanabilir.  
   Adada yaşayan birtakım insanların romanı. İlk olarak yeniyetmeliğimde okumuş, içimi baymıştı. Sonra değiştim (iyi mi oldu kötü mü bilemiyorum) yine okudum yine sıkıldım (pek kasavet basmıştı). Yine okudum, bu kez iyi geldi. Elbette ki yazarımızın kısa öyküleri gibi içinizde ani duygular uyandırmıyor (kısa öykü zor, roman kolay) ancak kimi satırlar var ki içinizde bilmediğiniz yerlere dokunuyor. Zannediyorum ki yazarımızın resmettiği İstanbul'un son devirlerini görme şansım oldu. O yüzden tüm roman boyunca sağlam bir nostalji duygusuyla hemhal olduğumdan objektif değerlendirme yapmam çok zor (İçses "-Bre gafil! sen kim oluyorsun da SFA'ı değerlendirebiliyorsun"). Ne diyeyim: (şimdi kim hatırlamıyorum ama gayet popüler ve başarılı bir yazar demişti "-Kalem başına oturmadan muhakkak Sait Faik açar okurum.") ben de azıcık kelimenin ruhumda yarattığı etkileri görmek için okuyorum üstadı. Ara sıra sizlere de öneririm.

"İnsanın en fenasında bir iyi tarafın bulunduğunu biliyoruz. Biz o iyi tarafı bulmaya, ondan istifade etmeye mahkûmuz, mecburuz."

5 Nisan 2021 Pazartesi

"Quo Vadis Aida?" Çok Acı Ama Görmek Gerekli!

   Bitirdikten sonra güvercinimle fakirin başına ağrılar girdi. Uzunca bir süre kendimize gelemedik, uykularımız kaçtı. Baştan uyarayım: güzelce bir vakit geçireyim, sıkıcı hayatımdan uzaklaşayım diyorsanız hiç yaklaşmayın! 
   Temmuz 1995. Aida, Srebrenika'daki Hollanda kontrollü BM üssünde tercüman. Sırplar BM'nin verdiği teminatlara karşın kente giriyor, güzelce katliama başlıyor. Ahali; bir ümit, BM kampına koşuyor, belki ölmeyiz diyerek. Aida'nın kocası ve iki oğlu üsse giremiyorlar, telin dışındalar. Aida pürtelaş tüm imkanlarını zorlayarak ailesini içeri alıyor. Olaylar gelişiyor. 
   Avrupa'nın göbeğinde bir katliam yaşandı, 2.Dünya Savaşından beri yaşanan en büyük katliam. Sırplar BM'nin kontrolündeki bölgeye girerek 8 bin küsur insanı çatır çatır öldürdüler. İçlerinde kadınlar ve çocuklar da vardı. Filmimiz bu facia içindeki bir aileye odaklanıyor. Hiç ajitasyon yapmıyor, duygu sömürüsü kolaylığına kaçmıyor, yaşanan şiddeti fazla yansıtmıyor. Buna karşın yaşananların haşyeti iliklerinize kadar işliyor, gözünüzün önünde olan bir trafik kazası gibi gözlerinizi kaçıramıyorsunuz. 
   Bir süredir Avrupa patronlu bir işyerinde çalışıyorum. Patronun devlet olması, bu büyük makinenin nasıl çalıştığını anlamamı sağladı. Nasıl düşünür, nasıl hareket eder, nasıl eylem yapar, neyi planlar; az çok öngörebiliyorum. BM ve Hollandalı askerler aynı o şekilde hareket ettiler. Albay Karremans'ın Kasap General Ratko'nun (meşe odunlarında yanası!) sigarasını çakmağıyla yakmaya uzanışı ve Aida'nın ailesini kurtarma çabalarına sırt dönüşünü hiç yadırgamadım. Silahlı Sırp askerlerinin üsse girişini kurallara kesinlikle uymasa dahi kabullenişi ve benzer kuralları hayatını kurtarmaya çalışan insanlara karşı hiç esnetmeyişleri; güce karşı duramama halini çok iyi anladım.  
   Filmimizin sinema sanatına yaptığı katkılardan bahsedecek kadar iyi film okuyamıyorum. Ancak oyunculuklar, senaryo (bu konuda senaristin eli oldukça kuvvetli), müzik, renkler, çekimler konusunda "gözüme battı" diyebileceğim bir şey yok. Başroldeki Jasna ve Kasap Ratko'yu oynayan aktörlerin karı koca olmaları ve ikisinin de Sırp olması şaşırtıcı. Filmin gösteriminden sonra ölüm tehditleri almaları ise hiç şaşırtıcı değil.  Filmin IMDb sayfasındaki puanlamasına 1 çakanların milliyetlerini de şıpınişi çözüyorum ve neden 1 çaktıklarına hiç şaşırmıyorum (buna karşın puanı yüksek (film iyi ve senaryo uydurulmamış adeta belgesel dramatizasyonu çekmişler)).
   Yapımcılar çok çeşitli (içlerinde TRT de var ki pek sevindim). Yabancı dilde en iyi film oskarlarında ilk beşte (alabileceğini hiç zannetmiyorum ama olsun, ne kadar insan görürse o kadar iyi!). Hiç alışkın olmadığınız biçimde açılıştan önce kocaman bir Pirate Bay ambleminin altında "Hiçbirşey teliflenmemiştir, Herşey serbesttir" sloganını okuyunca şaşırdım ama pek de bir sevindim. Bu kenarda köşede (kasıtlı olarak) tozlanmaya bırakılan trajediden mümkün olduğunca çok kişi haberdar olsun ki savaşın (hele de içsavaşın) ne menem bir b.k olduğunu herkes görsün. Zannımca bir süre sonra TRT2'de yayınlanır (en azından o zaman kayıtsız kalmayın).
   İzledikten sonra sevgi kelebeği olmayacaksınız, muhtemelen sarsılacak ve üzüleceksiniz oldukça ama görmeyin diyemem (insan olan demez). Ataları o topraklardan gelen biri olarak muhakkak bulmalı ve izlemelisiniz diyebilirim.

"The Boys" Acaip Bir Dizi.

   Bu güncede dizi güzellemesi yapmıyorum. Şimdiye kadar sadece Black Mirror vardı yamulmuyorsam. Ama bunu yazmasam içim şişer.
   İki sezonu, 23 bölümü var. IMDb notu gereksiz yüksek (8.7). Aşırı şiddet, küfür, cinsellik içeriyor (aman diyim küçüklerden ırak!). Ancak kapitalizmi, reklam dünyasını, ABD'yi, "kahramanlık müessesesini" (var mı böyle bir müessese? (DC, Marvel vs.)) eşeğin karanlık bölgelerine mütemadiyen batırıp çıkaran mümtaz bir televizyon serisidir. (Barakobama'nın da en sevdiği diziymiş (söyleyenlerin yalancısıyım)). İki günde iki sezonu bitirdim. Elbette ki televizyon dizisi olmak; mütemadiyen sündürme, anlamsız uzatmalar demek. Bu da onlardan azade değil ama izlerken keçiboynuzu değil de iğde yemiş gibi oluyorsunuz (seven çok sever, sevmeyen hiç sevmez). 
   Fakirin durduğu yer belli (ABD'nin tam karşısında duruyorum), uzun yıllardır da bu değişmedi. O yüzden bayıla bayıla izledim. Körlemesine önermiyorum ama bir bakmanızda çeşitli faideler olabilir.

4 Nisan 2021 Pazar

"Nuh Tepesi" En nihayet...

 
   Şuradaki yazıda; bu yıl aklımdaki iki sinema filminden biri olduğunu ifade ettiğim işi, Netfliks'te gördüğüm gibi başına oturdum. 1s49d süren filmi, güvercinimle birlikte ilgimiz hiç düşmeden sonuna kadar izledik. 
   Köyüne ölmeye gelen bir babanın, oğluyla olan sancılı ilişkisi. Köy hayatı ve daha neler.
   İlk uzun metrajını çeken genç bir yönetmen için çok iyi bir ilk film. Ben ne bilirim ki? 20 Adaylığı, 11 ödülü var (üstelik üçü de pek havalı Tribeca Film Festivali'nden) Demek ki, bilenler de benim gördüklerimi görmüşler (yahut tam tersi!). 
   Birçok sahnede NBC etkisi hissediliyor, diyaloglar da buna keza. Ama bu sadece bir his, yoksa kordelamız NBC filmlerinden daha farklı, daha başka şeyler görüyor. Sadece bir baba-oğul ilişkisi değil, köy yaşamının sınırları, kapalı periferdeki gençlerin sınır tanımaz denyoluğu, inanç/umut/rant ilişkisi ve daha neler.
   Oyunculuklar, müzikler, renkler, çekimler ve seslendirme (ilk kez bir memleket filmini altyazısız izleyebildik) gayet güzel. Tecrübeli yönetmenlerin fecaatlerini izlemektense (9xLeyla), bu özenli işe odaklanın, bitince (eğer kafa denginiz ise) zihninizdeki soruları münazara edin (münazara!), farklılıkların işletim sistemiyle olan (Bkz.zihnin çalışma yöntemi) ilişkisini tartın. Velhasıl: sorular sorduruyor, cevaplar verdiriyor ama bunu önünüze hazır koymuyor. Öneririm yani.
PS. Aklımdaki diğer film de 23 Nisan'da Netfliks'te imiş. Nasipse Adayız'ı sabırsızlıkla beklemedeyiz.

"Karadul Bulmacaları" Asimov'dan Bilimkurgu Dışı Öyküler.

 
   Kapağına ve yazarına bakıp bilimkurgu zannedilmemesi gereken öykü kitabıdır. Asimov bu öyküleri ilk kez Ellery Queen'in Gizemli Hikayeler Dergisi'nde yayımlamış, tutunca devamı gelmiş ve nihayet kitap haline dönüşmüştür. 
   Fazlasıyla kişisel ögeler içeren hikayelerin tümü de birbirine benzemektedir. Hali vakti yerinde bir grup erkeğin "Karadul" titri ile toplandıkları yemekte bir konuklarını "sıkıştırmaları", bunun sonucunda esrarlı bir sorunun zuhur etmesi, hep birlikte kafa yormalar ve nihayetinde garson Henry'nin çözümü şıpınişi bulması. Bilimkurgu ve gizemle ilgisi olmayan hikayeler yalnızca hayalgücünüzü tetiklememekle kalmıyor, içinizdeki sıkıntı canavarını da besliyor. Yazar, arkadaşlarından bir grubu betimlediği açık olan bu topluluğun sohbetlerine kendini de dahil etmekle (üçüncü tekil şahıs olarak) bir beis görmüyor. 
   Kendi adıma hızlı okuma yaptım (bir günde bitti!). Bir daha okur muyum? Asla. Kitapta tek hoşuma giden şey: konuğu sıkıştırırlarken sordukları ilk soru oldu (-Varlığınızın amacını nasıl açıklıyorsunuz? (birini tanımaya başlamak için kesinlikle iyi bir soru!)) bir de kitapla ilgili olarak bir kitap satıcısının yaptığı açıklamalar. (Bkz."Üçlü Şeytan" adlı öykü). 
    Haydi şöyle özetleyeyim de öyküyü okumaktan kurtulalım. "Şeytanın avukatı -Sinema ve televizyon çok popüler ve daha çok para kazandırıyor, kitabı kim okur. Kitapçı - Hızlı yiyecek restoranları da popüler ve çok kazandırıyorlar ama iyi bir fine dining'in (ne işim olur fine diningle) şık bir restoranda yenilen iyi bir yemeğin yerine geçemezler." Nokta!

3 Nisan 2021 Cumartesi

"Hayalet Tugay" Değişik Bilinç Uygulamaları.

 
   Yaşlı Adamın Savaşı ile başlayan serinin ikinci romanıdır. 336 sayfa çabucak bitiyor. İlk romanda aşina olduğumuz hayalet tugayları ile aşina oluyoruz. Yine eğlenceli bir dil, meraklandırıcı bir kurgu, araya serpiştirilen bilimsel bilgiler ve finiş.
   Romanda aklıma adamakıllı yatan bir benzetme var. Mutad tanıtımlarımızın dışına çıkarak onu yazmak isterim. Bilgisayara aşina olanlar bilirler, bu aletlerde mantıklı sonuç almanın elementleri bellidir. Yazılım, donanım ve veri. Bunların biri olmazsa ya da olur ama uyumlu olmazsa netice çıkmaz. Bay Scalzi (bilmiyorum kendi fikri midir? (hiç sanmıyorum (çünkü bununla ilgili çok çalışma var))) bunu organik yapımıza şöyle uyarlıyor. Donanım: fiziksel beyin, veri/data: yaşadıklarımız, yazılım ise: (bakın burası çokomelli) bu yaşa kadar yaşadıklarımız/öğrendiklerimiz /hazmettiklerimiz. 
   Şimdi şöyle bir arkaya yaslanıp düşünelim. Donanım, tüm insanoğlunda (kazara/genetik/hastalık sonucu oluşan kusurlar hariç) aynı. Hepimizin neredeyse aynı ağırlığa sahip beyinlerimiz var. Eğer aynı coğrafyada yaşıyorsanız bazı üst bileşenler de veriyi tamamlıyor. Öyleyse farklılıklarımız genelde yazılımdan kaynaklanıyor. Sizlerle benzeşen bir çok tanıdığınızın, şeyler karşısında sizlerle aynı tepkiyi vermemelerindeki sorun, yazılımdan kaynaklanıyor. Böyle düşününce birçok şeyde aydınlanma yaşadım. Yazılıma önem vermek lazım.
   Bu arada yazarımızın Zoe'nin Öyküsü'ne başladım lakin fakiri baştan hayalkırıklığına uğrattığı için içine iyice girmeden bırakmayı tercih ettim. Serinin ilk kitabı belli bir kıvılcım taşıyordu, ikincisi ise kül altındaki köz kıvamındaydı, üçüncüde daha küllü bir koku gelince tadında bırakmayı tercih ettim. Bir de Kırmızı Üniformalılar'ı arada derede okudum ve hayal kırıklığım büyüdü (ilk kez okuduğum bir kitabın yazısını yazmaktan imtina ediyorum (varın siz hesabını yapın)). Yine de siz bilirsiniz.