27 Mayıs 2015 Çarşamba

"Chappie" Başka Bir Açıdan Yapay Zeka.


   
Yapay zekayı "Ex Machina"dan daha farklı bir açıdan yorumlayan filmdir.
   Yönetmen Bay Blomkamp'ın söyleyeceği şeyler var. Önce 9.Bölge'de fakirin dikkatini çekti. Bilimkurgular içinde müstesna bir yere kuruluvermişti. Şimdi ise Çapi'de, yapay zekayı irdeliyor. 
   Yohannesburg'da tamamen robotlaşan (bizdeki gibi değil efendim, mekanik olarak robotlaşan) emniyet güçlerinin, ıskarta bir dronuna yapay zeka yüklenir, konu gelişir.
   İkinci saatten itibaren holivut klişelerini fazlaca kullansa da, standart bilimkurgulardan farklı bir yerdedir. Başrolü üstlenen robotumuz Çapi, yüz olarak akıllı telefon büyüklüğünde göz pikselleri kullansa da, jest diliyle seyirciyi yakalayan bir cazibeye sahiptir. Diğer bütün roller yardımcı rollerdir. Hele ki Hügcekmının oynadığı köşeli zihinli silah manyağı karaktercik tam yancı roldür. 
   Senaryodaki kimi (ki bazısı ohannerburger dedirtmektedir mantıklı sinefile) hatalara kafayı takmazsanız şımşıkırdak iki saat geçirebilirsiniz. "Ohannesburger" diyen mantıklı sinefil ise filmimizin seyirlik bir bilimkurgudan ziyâde (ziyâde mi !) çocuk yetiştirme, tanrı, yaratmak kavramlarına dair yaptıkları göndermeleri yakalayacak ve beyin kıvrımlarını burum burum buruşturacaktır. 
   Nedir; tanrı eğer mümkün olsaydı bizi ölümsüz de yaratabilirdi ancak imkanlar şimdilik bu ölümlü bedene müsait.
   Nedir; çocuk yetiştirmek incelikli bir sanattır.
   Nedir; ........... (diye devam eder gider)
   Velhasıl; bilimkurgu sevenlere de hitap eder, düşünmek isteyen sinefile de. Yalnız robotların insanları ikiye böldüğü sahneler falan vardır. Robotumuz Wall-E'ye benziyor diye sabi sübyanla izleyeyim demeyin.

P.S. : Yalnız bu hafta ne yapay zeka yaptı ha !

24 Mayıs 2015 Pazar

"Oflu Hocayı Aramak" İzlediğim İlk Türk Melgeseli (Mocumentary)

 Bir grup belgeselci; zengin işadamı Ali Baltaoğlu'nun sporsorluğunda Karadeniz'in Modern Efsanelerini aramak üzere Karadeniz'e giderler, olaylar gelişir.
   Önce eksiler :
   Filmimizin sonu biraz havada, vermek istediği mesajın finalde daha vurgulu olmasını beklerdim, olmamış.
   Müzikler çoğu zaman kulağımı yordu.
   Bulgaristan'da yapılan çekimler ile Karadeniz'de yapılanlar arasında ciddi görüntü farkı vardı.
   Sonra artılar :
   Bu devirde sinema yapmak zor iş. Mizah yapmaksa daha zor (burada kastedilen incelikli mizahtır, yoksa Bay İvedik ve türevlerinin yaptığı mizahı yapmak kolay, böyle filmlerden de mahdut miktarda mevcut.). Muhalif mizah sinema yapmak ise üç okka kadar testis gerektiriyor. Bay Soyarslan, özel kesim pantalon diktiriyor olsa gerektir ki böyle bir projeye imza atmış (sponsorlar ise İnci ve Uludağ Sözlük !)
   İzlediğim ilk mocumentary (ki bu bağlantıda tanıtım web sayfasının bile mocumentary olduğu görülebilecektir) Türk filmi. Biraz açalım : filmimiz bir belgesel çekiminin belgeseli tadında veriliyor. Kendi hesabıma sıkılabilirim zannettim ancak (öyle yüksek bir tempo olmamasına karşın) ilgim hiç düşmedi.
   Görüntü yönetmeni, kurgucu, sanat yönetmeni iyi çalışmış.
   Senaryo ise orantısız zekanın bir ürünü. İlk izlemede çakılan çivilerin yerini kolaylıkla tespit edebiliyorsunuz. Misal : afişte Bay Baltaoğlu'nun önünde dikildiği binaların (ki projede alışveriş merkezi olarak geçmektedir) neye gönderme yaptığını anlamak için Ayzenştayn zekası falan gerekmiyor. Misal : halüsinojen mantarlı uzay kekini yiyen yüzbaşının bilinçaltının gösterildiği animasyon sahnelerini çözümlemek için Bay Sigmund olmaya hiç gerek yok. Amma : Bay Baltaoğlu'nun süpersonik Masseratisi ile İstanbul sokaklarında trafiğe takılıp kuzu kuzu gitmesinin verdiği mesajı alabilmek için vasatüstü mizah anlayışı gerekiyor. Keza; kendisine can sıkıcı sorular soran televizyon muhabirinin mikrofonunun üzerinde ne yazdığını ancak dikkatli sinefiller görebilir.
   Karadeniz'de yapılan çekimler ise hakikaten belgesele yakışacak netlik ve durulukta. Oyunculuklar yeterli (Karadenizlilerin doğal olarak verdiği konuşmaları tenzih ederim. Onlar çok iyi). 
   Yazılacak çok şey var. Halkın Olaylara Müdahale Aracının (H.O.M.A.) arkasındaki nazar boncuğundan, horonun hipnotik etkisine, Kaçkar'ın tepesine dikilecek kuleye, Bay Baltaoğlu'nun Bay Bakanla yaptığı telefon konuşmasından, Baltaoğlu Holdingin logosu ve sevgilisinin kaçtığı canlının korelasyonuna kadar yazılacak çok şey var. Lakin fazla ayrıntıya girip filmi mundar etmek istemiyorum. 
   Belki biliyorsunuzdur, vizyona birbuçuk iki ay önce girmesi gereken film, dağıtımcının (her nedense) geciktirmesinden 22 Mayıs'ta gösterime girdi. Sözkonusu dağıtımcı, iktidarın çektiği bir filmi (ki adını bile hafızadan sildiğimden yazamadım (ki kod adlı bişiydi)) yüzlerce kopya ile gösterime sokmuştur. Festivalde ödüller almış filmimizi ise nedensiz olarak iki aya varan bir gecikmeyle kısıtlı salonlarda göstermekte, bir iki sinema kritiği haricinde ise yazılı basında filmimizden söz edildiğini pek görememekteyiz. Belli ki filmin az gişe yapıp, üstünün örtülmesini istiyor birileri. Bugün koca salonda sevdiceğim ve ben ile bir çift daha vardı, toplamda dört kişi izlediğimize göre korkarım ki istenilen olacak.
   Benim hala umudum var. Yeni Türkiye'de (benim kafadakilerin) tek silahı mizah. İşte istediğim muhalif senaryo, işte mizah. Filmin eksileri olabilir. Ama bu kayıtsız kalmaya asla bir neden değildir. Asla ve kat'a internet üzerinden değil, sinema salonlarında izleyin. Bilet satışının bir şeyleri göstermesini sağlayalım (ki bu ülkede sadece üçüncü sınıf komedileri değil, muhalif mizahı izleyen bir kitlenin olduğunu gösterelim.). Çoluk çocukla da gidir, ana babayla da. Yakın duralım lütfen.

21 Mayıs 2015 Perşembe

"Ex Machina" Yapay Zeka Üzerine Varyasyonlar.

   Bilimkurgu deyinca aklına görsel efekt gelen tayfanın uzak durması gereken filmdir.
   Lâkin Asimov'un robot yasalarını bilen, Spielberg'in AI'na kafa yoran donanımlı bilimkurgu sevenler muhakkak ki çok şey bulacaklardır efektsiz bu pelikulada.
   Yazılım uzmanı Caleb, işyerinde kazandığı bir piyangoyla egzantrik patronunun bir haftalık misafiri olur. Burada; geliştirilen "yapay zeka" ile tanışacaktır.
   Caleb'in, yapay zekanın arabirimi Ava ile yaptığı oturumlardan oluşan kurgu, izleyeni hiç sıkmadan 108 dakikanın sular seller gibi akmasını sağlıyor. Hepi topu dört kişiden oluşan kast, minimalist (ve şahane) dekor, ekonomik müzik kullanımı ve elbette akıllıca yazılan senaryo, filmimizi sıradan bilimkurgulardan ayırmaktadır. 
   İkinciye izlediğimde eski ahidi biraz çalışırsam Caleb ve Nathan isimlerinin ilginç öykülerde kullanıldığından kıllanıyorum. Ava'nın isminin de manidar olduğundan kıllanıyorum. Konunun derinlerinde Tanrı kavramının sorgulandığından kıllanıyorum. Amma kıllı filmiş yav. 
    Neticede; yapay zekanın tıkıldığı cendereden kurtulabilmek için naif insanoğlunu nasıl da incelikli bir şekilde kullandığını görüyor, "Eyy insanoğlu (özellikle erkekler) ! sen sen ol, zekanı, yapay zekanın karşısında testetme (testetmek:yeni Türkiye fiilerinden muktedir hatipler tarafından çok kullanılanı. Örn : "Kimse testosteronumuzu testetmesin"), kör kuyularda merdivensiz kalırsın" diyoruz. 
   İçerdiği şiddet ve cinsellik yüzünden sabi sübyan ile izlenmese iyi olur, iyi bilimkurgusevenler kaçırmasın diyor ve huzurdan çekiliyorum.

10 Mayıs 2015 Pazar

"Maggie" Başka bir açıdan zombiler !...

   Little My Sunshine'daki Oliv'in ne kadar da değiştiğini idrak ettiğimiz zombi filmidir.
   Evet zombi filmidir ama bildiklerimizden değildir. Bir buçuk saatte sadece üç zombi görüyoruz, onların da o kadar zararı yok ! 
   Tümü gri filtreyle çekilen (sadece bir iki geri dönüşte normal filtre var) bu nedenle karamsar bir duygu veren görüntüler (afişten de belli oluyor), yakın planlar ve aktüel kamerayla iyice hafakanlar bastırıyor. 
   Konumuz standart, biyolojik bir salgın sonrası Amerika kırsalı. Enfekte olan kızcağızının gün be gün değişimini çaresizlikle izleyen bir baba. Kaçınılmaz son, devlet eliyle acımasız bir şekilde mi gelecek yoksa kendi elinden mi ? 
   Her hâlukarda pek depresif bir konu. Çekimler, müzikler, artalan bu defresifliği hayınca arttırıyor. Kendimizi kaçınılmaz sona doğru hazırlıyoruz (ki pek iç açıcı bir son olmadığını biliyoruz) ancak sonun nasıl olacağı sorusu, filmi sonuna kadar ilgiyle izlememize yol açıyor. 
   Bay Arnold (ki soyadını yazmayı beceremediğimgillerdendir), steroidli kaslarını göstere göstere kötü adamları tepiklediği onca filmden sonra bu filmin finalinde (üstelik sadece oturarak) bence en kahraman rolünü çıkarmıştır. Dört milyon USD gibi mütevazı bir bütçeyle çekilmesine karşın, zombi filmleri arasında rahatlıkla iki numaraya girer (birincisi Warm Bodies ve Shaun of Dead elbette (birincilik iki film arasında paylaşılıyor)). Bunun ilk subjektif nedeni bir kızımın (Dünyanın En Kıymetli Hazinesi) olması tabiy ki. 
   Yazmama gerek yok, sabi sübyanla izlenilmez. Hoşça vakit geçirilmek için de izlenilmez (her nedense böyle filmleri bugünlerde sıklıkla izliyorum). Zombi literatürüne ve filmolojisine ilginiz varsa izlenir. Kızınız varsa da izlenir.

"İnce Donanma" Salah Usta'dan ince fakat ağır şiir.

   Korsan Yayınlarından çıkan kapağın ancak bu küçüminnacık fotografisini bulabildiğim için (mahdut miktardaki) okurdan peşinen özür dilerim.
   "İnce Donanma" vardır. Yani adıyla sanıyla vardır. Osmanlı'nın nehir yoluyla yapacağı seferlerde kullanılmak üzere altı düz olarak omurga çattığı teknelerden oluşan bir donanmaymış. Amma Salah Usta burada bunu kastetmemiş kanımca. Nereden bakarsanız bakın, kendi içinde bir ahengi olan bir tamlamadır her şeyden evvel. (nedense aklıma eski büyük istanbul konaklarında bulunan "ince kiler" geliyor (kaldı ki bunu da Salah Ustanın kitaplarından öğrenmiş idim)). 
   Donanıyoruz ama "inceden". Neyse bırakalım kitabın ismiyle uğraşmayı...
   Dört bölümlük kitaba (İnce Donanma, Tango, Alayname, Dokuzuncu Kapı) Bay Birsel tam kırk inci kondurmuş. Okuduğum Korsan Yayınlarındaki kitap, pek akıllıca bir dizgi yöntemi ile tam beş boş sayfa ile bizleri karşılıyor, bitimde ise doğrudan karton kapakla yüzyüze kalakalıyoruz. 
   Donanmasız başlarsanız sıkılırsınız. Nedir : Salah Birsel şiirini taam edebilmek için önce, öykülerini ve muhakkak denemelerini okumanız, o üslûba ısınmanız gerektir. Ancak, herhangi bir metni okuduğunuzda "aa bu Salah Birsel'in" diyebiliyorsanız, o zaman açın "İnce Donanma"nın herhangi bir sayfasını, artık kısmetinize ne gelirse. 
   Atatürk için "terbiyeli bir çığ gibi sardı sarmaladı yurdu" demesini mi güzellersiniz, kullandığı "şapalaklar, gıdıgıdılar, hoflayanlar, nennolamalar, vıngıl vıngıllamalar, kıpışıkçıklar" gibi kelimeleri, "öpyer etmek, laleş kalmak" gibi fiilleri anlamlandırmaya mı çalışırsınız, bilmem. Ama berrak zihinle okuduğunuzda, şiirlerin ağır şiirler olduğunu idrak edeceksiniz. 
   Fakir şiir sevmez ama az sayıda sevdiği şiirler sıklıkla Salah Usta'nın yazdıklarıdır.
   Aşağıdakilerden hazzettiyseniz, devamını da okuyabilirsiniz.
Çıngırağın tınları

Biz ilericiyiz
Canımızın dokuzu da, ufku kucaklar
Toplumun kitabını sayfa sayfa yazarız.

Dara heybetli İskender ayarlı
Gözü bağlı şehbaz kılığındayız
Çakmayan hiçbir ateş yakmayız

Çıngırağın tınları bizdedir (bu mısraya kesildim)
Başımızı döndürüp geriye bakmayız
Gizlilerde buluştuklarımız düdükçülerdir.

Biz ilericiyiz aşırma-teyelliyiz.
Ötesinde dururuz kendimizin bile
İlerici şairleri ise tefe koyup çalarız.

Aynalı pembe

Siz zemheride mehtabiye fırlatırsınız.
Türlü fisklere arka çıkarsınız
Emirle demiri kestirirsiniz

Fil tufanısınız
Herkesten uyanık herkesten yarım sağ
Para babası tut-kapçı ve tarzan

Lengerendazsınız noktalı sözsünüz
Politikacısınız kültüre sırt dönersiniz
Şiirleri puflar ozanlara burun kıvırırsınız

Aynalı pembe gölgede büyümüş top fesleğen
Tramvayda sinemada van-vun edersiniz
Yoksulları çöpe sayar, pula saymazsınız

Bir havasınız ki kapalı ve bulutlu
Demokrasiye bile sabah akşam
Yağmur yağdırırsınız

9 Mayıs 2015 Cumartesi

"Foxcatcher" Güreşten Ötesi.

   Güreşten çok daha fazla şey içeren filmdir.
   Oldukça geç izledim. İzlemeden önce yorumlara baktım. Çok sıkıcı, pek ağır ilerliyor, aşırı karamsar, izlemesi güç gibi bir sürü yorumdan sonra elbette ki bir önyargıyla oturdum karşısına. Çişe götürtmedi, o derece.
   Ya bende var bir arıza, ya da arızalıyım sinema konusunda, bilemiyorum artık.
   İki saati aşan (134 dk.) bir süreyi aslında nasıl ekonomik kullanmışsa yönetmen, hiç bir sahneye "bu olmasaymış olurmuş" diyemedim. Sporun sponsora teslim olmasından çok daha fazla şeyler var filmimizde. Stivkerıl'dan oldum olası hazzetmem ama bu filmdeki rolüyle (aşırı makyajdan tanıyamasam da) benden bir alkış aldı. Çeningtetum dan da hazzetmezdim, yine hazzetmiyorum. Markrufalo iyi ama. 
   Aklıma benzer bir konu geldi. 
   Efendim Ankara'da bir sürü amatör TSM korosu var. (ne alakası var demeyip okumaya sebat ediniz efendim !) Bunlar kendi yağlarında kavrulup gidiyorlar. İçlerinden birinin (bildiğim kadarıyla) ekonomik sorunları yok. Çalışma yapacak yerleri, konser verecek salonları, çalıştırma yapan değerli hocaları, yeterli ve yetenekli sazları, afili davetiyeleri var. Ekonomik sorunlarının olmayışının nedeni : koroyu oluşturan halk eden nedenin; bir holdingin (ki zeytin ağaçları kestirir, madencilerin öldüğü madenleri işletir falan) sahibinin eşinin müziğe duyduğu ilgidir. Hanfendi (biz de biliriz Hanımefendi yazmayı, ama hakkedenlere), koronun tüm giderlerini üstlendiğinden, konserlerde spotu üzerine yansıtarak şarkılar söyler, ego tatmin edilir falan. Bu gün koroda söyleyen (üstelik yetenekli) bir koristle iki satır konuştuk. İşte o konuşma; aynen filmdeki bir konuşmayı çağrıştırdı. Filmdeki güreş takımının fiili kaptanı, sponsor hakkında çekilen bir belgeselde manyak sponsoru hakkında konuşurken (ki o da savaş satmaktadır) ne kadar da zorlanıyordu. İnanmadığı ve düpedüz yalan olduğu bir şeyi temelde dürüst bir insanın söylemesi, çok zor (Tanrı, dürüst hükümet sözcülerine sabır versin). 
   Gerim gerim gerildiğim, durağan, ağır akan (ki iki sıfat da aslında aynıdır) ve fakat asla sıkmayan filmin kreşendosunu görünce "yav olum nooluyoruz" dedim. Yazılar çıktıktan sonra gugıl amcadan araştırıp, tüm hikayenin gerçek olduğunu gördük ve filmi bir müddet arşivde tuttuktan sonra bir kez daha izlemeye karar verdik.
   Kontrollü deliliğin güçle olan tehlikeli birleşiminden ne sonuçlar çıkabileceğini görmek isteyenler, sporla ve sanatla uğraşanlar, psikiyatri konusunda düşünenler, eğlenceli bir iki saat geçirmek istemeyenlere hararetle öneririm.

"Çıt Yok" Bir İOA Değil.

   "Değil Efendinin Renk ve Korku Meselleri"ni okumaya hallenince yazarımızın önceki kitaplarına bir girizgah yapalım dedik ve başladık "Çıt Yok"u okumaya.
   Helbet, kitap ve yazar hakkındaki bir iki tanıtım ve eleştiriyi okuduktan sonra kitabın yapraklarını çevirmeye başladık. 
   İkinci Dünya Savaşı sırasında İstanbul, konsolos memuru Sohrap, torunu İskender, konsolos katibi Perizat ve Eyüp Vampiri arz-ı endam ettiler. Anlatıcı; kâh bir dış ses oluyor, kâh kitaptan biri. Her bölüm kendine özgü bir incelik içeren başlıkla takdim ediliyor. Dönemin İstanbul'u (Asla İOA kitaplarında görülmeyen bir sadelikle) tasvir edilirken, olaylar ilginç bir sarmala doğru ilerliyor. Birbiriyle ilintisiz görülen sorular öyle bir raddeye geliyor ki gittikçe azalan sayfalarda bu düğümün nasıl çözüleceğine dair soru işaretleri beliriyor zihinde. 
   Bunu çözmek için sonuna kadar gelmelisiniz. Arada kimi diyaloglarda zihin şenlendiren cümleler bulmak mümkün. Misal : "Şark edebiyatının büyük ustası Şeyh İspir'e (yok böyle bir usta !) göre aşk deliliğin tam tersiymiş. Deliler kendilerini iki kişi zannederken aşıklar iki kişiyi tek bir varlık zannedermiş." 
   Fakir, kitabı üç çalışma gününde sadece akşamları bitirdi. (yani hızlı akıyor) Bitirdi bitirmesine amma içinde bir tamamlanamamışlık hissi çöreklendi kaldı. Mecbur, yazarımızı daha iyi anlamak için son kitabını da okuyacağız. Ancak o zaman üslup hakkında daha iyi yazacak kıvama geliriz diye ümid ediyorum. 
   Velhasıl ilk başlanacak bir İsmail Güzelsoy kitabı değildir. Diğerlerini okuyalım hangisiyle başlamak (yahut başlamamak) gerektiğine daha iyi karar verebilirim der ve huzurlarınızdan çekilirim değerli kâri.


6 Mayıs 2015 Çarşamba

"Leviafan" Zavallı Kolya !

   Kolya sisteme karşı koymaya çalışır.
   Alın konuyu, tüm geliş(eme)mekte olan ülkelere (misal "uzun boylu, seyrek bıyıklı asabi şahsiyet"in memleketi) uyarlayın hiç sırıtmaz.
   Birkaç katmanlı ilginç bir film Leviathan. Aklımda (bilmem önemli midir, değil midir ?) nedense bir replik kaldı "- Leviathan'ı oltayla yakalayabilir misin ?". 
   Soyadızorokunanyönetmengillerden Bay Andrey, güzel iş yapmış. Görüntüler, mekanlar, müzikler (ki pek ekonomik kullanılmış (ama ana tema mükemmel)), oyunculuklar hepsi de vasatın çok üstündedir.
   Kesin olan şey şudur ki : mutlu olmak için izlenecek filmlerden asla değildir. Çok güzel mesajlar verip pırıl pırıl gülümsetmiyor, daha ziyade masaya yumruğu vurup ayağa kalkma isteği uyandırıyor. Belediye Başkanına kızıyor, köpürüyorsunuz (çevrenizde o kadar çoklar ki). Hobbs'un leviatanı mı, mitolojideki leviatan mı ? hangisi olursa olsun "kahrolsun leviatanlar" diye bağırasınız geliyor. 
   Din, iktidar, yozlaşma, hayat üzerine düşünmek isterseniz pırıl pırıl bir filmdir ama. 

3 Mayıs 2015 Pazar

"Inherent Vice" Ayık Kafayla İzlemeyiniz !

   Dedektif Sportello, eski kız arkadaşının gaybiyetini araştırırken işler çatallanır.
   Konuyu böyle yazınca sanki doğru dürüst bir polisiye izleyecekmişsiniz gibi duruyor. Fena halde yanılıyoruz. 
   Önceki işlerinden nasıl çalıştığını bildiğimiz Poltamısendırsın, edebiyattan zorlu bir eseri yine anlaşılması zor bir şekilde çekmiş. 
   Film bittikten sonra konuyu şöyle bir aklımdan geçirdim : hımm evet, uyuşturucu kartelinin önemli bir bölümü çöktü mü ? Çöktü. Muhbir evine kavuştu mu ? Kız zuhur etti mi ? Çözülmeyen düğüm var mı ? Yok ! 
   Öyleyse beynim niye Gordiyon düğümü gibi ? Filmdeki atmosfer, yönetmenin diğer filmlerinin aksine pek gaydırıgubbak; renkler görüntüler ise halusinojen mantar yemişiz gibi renkahenk, kadro acaip iddialı (üstelik rolüm kısa, uzun demeden (ki uzun zamandır görmediğim Martinşort bile) iyi oynamaktadır), müzikler şükela, başroldeki Cekinfiniks sportelloyu bildiğin hayata geçirmiş, sanat yönetmenleri canla başla çalışıp dönemin dekorunu kostümlerini (ki bilhassa sportellonun kahverengi takımı fakirin aklını başından almıştır) süpersonik yapmışlardır. 
   Peki neden böyle hissediyorum.
   Uzunca bir süre (11 dakika) düşündükten sonra bunun kanımdaki uçucu maddelerin azlığına bağladım. 
Son yemek (pizza version)
   Evet ! tüm filmimiz "çift kağıt bir palamut" tüttürürkenki ruh haliyle çevrilmiş ve anlamak için de o kafada olmak gerek. 
   Bunları yazarken aklıma gelen bir sürü detay ise filmi ikinciye izlersem mutlaka daha çok ayrıntı ve gag ayrımsayabileceğimi söylüyor amma 60 yaşından sonra bir üstteki fiili yapacağımdan şimdilik "gizli kusur" bir on yıl kadar daha arşivde kuzu kuzu yatacak. 
   Zihniniz berrakken izlenilmemesi gereken filmdir.