29 Aralık 2020 Salı

"The Assistant" ABD Çalışma Hayatına Kısa Bir Bakış Yahut Weinstein Fobisi.

 

   Yeni mezun, oldukça zeki, potansiyeli olan genç çalışanların izlemeleri gereken filmdir. Birbuçuk saatlik filmimizin sonunda başrolümüz bir kez dahi gülümsemiyor, deliler gibi çalışıyor (ilk gelir, son çıkar), istismarlara şahit oluyor (nedir ki: her iki taraf da mutlu!), sesini çıkarmaya çalıştığında yıldırılıyor (-Bak! kariyerini bitirme. O pozisyon için elimde 400 özgeçmiş var!). 
   Herneyse konumuz: büyük bir sinema filmi şirketinde bir ofis asistanının bir günü. Sabahın köründe başlıyor, gecenin ilerleyen saatlerinde bitiyor. IMDb puanı 6 küsurmuş, boşverin. Zaten düz sinefile gelmez. Ne yapacaksınız sıkıcı bir ofis gününü izleyip de. Ancak ABD'deki çalışma koşullarını (ki ülkemiz de hızla o yöne evriliyor), genç/zeki/donanımlı ve fakat deneyimsiz çalışanların ahvalini görmek isterseniz buyrunuz. 
PS : Filmde hiç görünmeyen istismarcı patronun Harvey Weinstein olduğundan huylanmıştım. Sonra kritikleri okuduğumda yanılmadığımı ve hatta yönetmen Kitigriin hanımın, Weinstein olayından sonra bu filmi çektiğini öğrenince, üç hücreli beynimden gurur duydum.

28 Aralık 2020 Pazartesi

"Düne Kadar Dünya" Geniş Zamanlarda Okunmalı!

 
   Evrimsel biyolog Bay Diamond'un "Tüfek, Mikrop, Çelik"inin hastasıyız. Daha sonra basılan (ve ekleri gitgide güncellenen) edisyonlarını bile okumuşluğumuz vardır. Son onbeş gündür de bu ytong ebatlarındaki (696 S.) kitabıyla hemhal oluyorum. 
   Eski toplumlardan neler öğrenebilir, neleri günümüze adapte edebiliriz diye bir sorunun cevabını arıyoruz. Cerıd Bey, mesleğini icra ettiği uzun yıllarda, dünyamızın kenarda köşede bulunan en ilkel (en az bozulmuş) toplumlarıyla haşır neşir olmuş. Yeni Gine'den Avustralya'ya, İnuitler'den (hayır eskimo değil İnuit) Kuzey Amerika Yerli halklarına kadar birçok sonra keşfedilmiş toplumlarla birlikte çalışmış, hayat tarzlarını gözlemlemiş. Bu gözlemleri de bir bilim insanı perspektifinden yapmış. Sonra da, bu toplumların ne tür özelliklerini, günümüz toplumlarına uyarlayabiliriz diye düşünmüş ve bu kitabı yazmış. 
   Çocuk yetiştirme, yaşlılara olan yaklaşım, anlaşmazlıkların çözümü, dini inanışlar, risk yönetimi, beslenme ve fiziksel sağlık gibi çeşitli bölümlerde hem eski toplumların yaklaşımlarını inceliyoruz hem de bölüm sonlarında yaşadığımız toplumdaki bu uygulamaları didikliyoruz. Sonunda neler yapılabilir, neleri kendimize uyarlayabiliriz sorularının cevabını alıyoruz. 
   İlk bölümlerin pek sarmadığını ancak ilerleyen bölümlerde (özellikle de din faslına girdiğimizde) elimden bırakamadığımı belirtmeliyim. Din bölümünden itibaren beslenme ve sağlık kısmında çok çıkarılacak dersler vardır. E-kitaptan okudum (pişmanım), basılı halini de edinip altını üstünü çizerek, fosforlayarak, sayfa ayraçları koyarak okunmalı. Kitabı bitirdikten sonra eski siz olmayacağınızı tahmin ediyorum. Muhakkak ki bazı yargılarınızı, dogmalarınızı değiştirebilecek bir metin. Öneririm.

26 Aralık 2020 Cumartesi

"Midnight Sky" Bilimkurgu ama değil de sanki!

   Uyarıcımız çalıştı, oturdum akşam izledim. Corckluuni, Sabörbikın'dan sonraki sinema filmi yönetmenliğinde bir Netfliks filmini kotarmış. 

   Dünyada bir şeyler ters gitmiş ve bildiğimiz yaşam sona ermiştir/ermek üzeredir. Elbette uzun zaman önce yaşanacak gezegen bulmaya gitmiş Aeter uzay gemisindekilerin bundan haberi yoktur. Kutup dairesindeki gözlemevinde bulunan huysuz bir bilim insanı; tahliyeyi reddeder ve gelen gemiyle irtibat kurmak için tek başına kalır (zaten ömrünün sonlarına gelmiştir). 

   Üç eksenli senaryo, uzay gemisindekiler, Dünyadakiler ve neden izlediğimizi filmin sonlarında idrak edeceğimiz geri dönüşlerle ilerliyor. Eğer tekerlekli ofis sandalyelerinden yönetilen kocaman bir uzay gemisi izlemek sizin mantığınıza ters düşmüyorsa (aynı şekilde kutuplarda buz gibi sudan çıkıp yola devam etmek gibi garabetler de cabası), bir şekilde kendini izletiyor filmimiz. CGI efektleri, evet göze batıyor ancak konusunun bilimkurgu olarak yazılmasına karşın pelikulamız bilimkurgu filmi değildir. Daha ziyade aile olgusunun didiklenmesi gibi algıladım (o fedakarlıklar, çekilen zorluklar, kuvvetli bağlar vs.). Bilimkurgu peşindeyseniz uzak durun, ama "ezecek iki saatim var, ne yapsam" diyorsanız başına oturabilirsiniz. 

24 Aralık 2020 Perşembe

"The Burnt Orange Heresy" Yanık Portakal Sapkınlığı, Sanat Piyasaları Üzerine.

   Coseppekapotondi Bey, En İyi Teklif'ten bugüne izlediğim en sağlam "sanat piyasaları" filmini yapmış. Sanat piyasaları; filmin geçtiği fon tabiy ki, aslolan insanın hırslarının peşinde ne kadar gidebileceğidir. 1s39d'lık filmimiz, öncelikle çekildiği yer (İtalya'nın bombastik bir gölü Garda mı Como mu bilemedim) itibarıyla insanı cezbediyor. Başrol olmasa da en önemli diğer iki rolde arz-ı endam eden Mikcegır ve Danıldsatırlend ise adeta ayva tatlısının üzerindeki kaymak. Yırtıcı sanat simsarı ve aşmış emekli ressam rolleri bir insana bu kadar mı yakışır? 
   Filmimiz ilk anından itibaren diyaloglardaki vasat üstü akış sayesinde düz sinema izleyicisini (bakın sinefil değil!) kendinden uzaklaştırır. Ancak diyalogları doğru okursanız tadından yenmez. Ayrıca metaforlar kutaforlar sinekler filmimiz boyunca uçuşur durur (en son sahnede ise (buzdolabının üzerindeki çizim (filmin adını aldığı tablodaki parmak izi)) resmen içinizin yağları erir). Zekice yazılmış ve ustaca çekilmiş bir kordelayı kaçırmak istemeyen sinefillere iyi seyirler...


15 Aralık 2020 Salı

"Rojo" Arjantin Kırmızısı.

 

   1970'li yılların ortası, Arjantin'deyiz, kasaba eşrafından avukat Kladyo; bölgenin şık restoranında eşini beklerken bir hödüğün tacizine uğrar. Bu tacizi bertaraf ettiği gibi, hödüğü köpek hayvanının mahrem bölgelerine giriş çıkışını sağlar (elbette sosyal olarak (Kladyo kibar adamdır)). İki saate yakın (1s49d) filmimiz bu sahnelerle açılınca "aha" dedim "beyine takla attıran bir filmle karşı karşıyayım". Yanılmamışım. 

    Genç yönetmen Bünyamin Naiştat (muhtemelen levanten), yaşının ötesinde bir tecrübe göstererek, şükela bir iş çıkarmış. Bir kere iş iyi kotarılmış. Kullanılan filtrelerden (bildiğiniz 70'li yıllarda çekilmiş film izliyorsunuz hissi veriyor), sekans açılarına, sünmeyen senaryodan, ekonomik (ama yerinde) müzik kullanımına, iyi oyunculuklardan (Dieguito'ya nasıl kıl oldum! (gerçek hayatta da adı aynıymış)) metaforlara; özenli bir iş var.

   Öte yandan filmimiz hem bir dönemi yansıtıyor (darbe öncesi gelişmemiş ülke aurası) hem de hep muteber olacak soruları sorduruyor. 

  • Mevcut düzeni korumak adına ne kadar ileri gidilebilir?
  • İlahi adalet diye bir şey mevcut mudur?
  • Karma bizi nasıl etkiliyor? (Karma var mı?)
  • Güneş tutulmaları sırasında hava kızarıyor mu?
  • Filler tepişince, çimenler ezilir mi? (soruya gel!)
ve daha neler.

   Geniş zamanlarda izlemediğim için (kafa boşaltmak için başına oturmuştum, yanlış yapmışım) bolca geçen metaforları çözümleyemedim (peruk, güntutulması, Şili'li meşhur dedektifin mütedeyyinliği (ve hatta fundamentalistliği)) ancak geniş zamanlarda bir kez daha izleyip, hem senaryoyu anlamlandırmaya (bir çok gönderme havada kalıyor) hem de metaforları çözmeye çalışıciim. Netfliks'te ve sinemalarda görülmeyecek filmdir. Politik sinemaya ilgi duyuyorsanız öneririm.

10 Aralık 2020 Perşembe

"Undine" Petzold'un Su Perisi.

 

   Mitolojiye göre undine, bir nevi doğa gücü olan su perisi (elemental). İnsan olabilmesi için bir insankişisiyle birlikte olması gerekiyor. Bu adamcağızın işi zor, sadakatsizlik ederse ölüyor. Karışık işler. 
   Kızımız başrolümüz Undine, tarihçi. Şehircilik müzesinde çalışıyor. İlk sahnede terk ediliyor (polabeer'in gözyaşları (kızcağızın gözleri o kadar güzel ki!) içime dokundu). 10 Dakika sonra da yeni sevgili buluyor (franzrogovski kadar çirkin ve çekici aktör de azdır herhalde (bu arada yönetmenin bir önceki filminde de aynı kast var (ninahoss yaşlandı zaar))). Olaylar gelişiyor. 
   Yönetmenimiz Petzold'un çizgisi belli. Büyülü gerçekliğe göz kırpan, zaman/zeminden azade, değişik işler yapıyor (merak eden varsa bu sefil ağ güncesinde petzolt diye aratın, önceki işlerinden yazmışlığım vardır). Bu da zihni (izlendiğinde) yormayan, daha sonra aklınıza soru işaretleri getiren, değişik kapılar açan, özenli sinema diliyle (renkler, diyaloglar, sekanslar, açılar, renkler, müzikler (bilhassa müzikler), kurgu, oyunculuklar) gözünüze/beyninize/kulağınıza hoş gelen bir kordela. Bakmayın IMDb'deki 6.4 reytinge, oylayan çoğunluğun sevdiği filmler avengers falan ("demokrasi cahil çoğunluğun tahakkümüdür" mü demişti Aristoteles?). Tek hoşuma gitmeyen şey: neredeyse bir 20 dakika falan Berlin şehrinin tarihi tanıtımının yapılmasıdır (niye öyle yapmışlar bilemedim).
   Ben sevdim, herkes sevemez, sinefil ıskalamaz! (seven ne yapmaz:))

"Rabbim Beni Doktorlardan Koru!" Beklediğim gibi değil...

 
   İsmail Hakkı Hoca iddialı bir bilim insanı. Biyografisine ve titrlerine (Tıp profesörü, Beyin cerrahı, Bilim Adamı, Düşünür, Teolog, Yazar, Şair, Güftekar) bakınca insan etkilenmeden edemiyor. He also works as the President of CNS 'INTERNATIONAL ASSOCIATION AND NERVOUS SYSTEM SURGERY ASSOCIATION in the USA." diye bir ibare var özgeçmişinde mesela. Buraya tıklayarak araştırdığınızda göremiyorsunuz (ben bütün alt komitelere dahi baktım) ama olsun! Sadece bilim insanı değil, rubailer yazıyor, güfteleri var, edebiyata meraklı, tam benim kafada (yalnızca din ve siyaset konularında ayrı (hem de oldukça ayrı) tonlarda çalıyoruz). 
   Kardeşcağızım bir televizyon programında görmüş, önerdi. Kitaplarını araştırdım, ismi ilgimi çektiğinden bu neşriyatı edindik, başladık okumaya.
   Dört bölümden mürekkep 255 sayfalık kitabımız, Hocanın medimagazin adlı bir sağlık portalında yazdığı makalelerden oluşuyor. Genel konularda kalem oynatan hocanın (akademik dünyanın içyüzünden tutun, mürekkepli kalem kullanımına, klasik Türk müziği makamlarından, "H" faktörüne (akademisyenler bileceklerdir)) okunması kolay bir üslubu olsa da bitirildiğinde akılda iz bırakan pek bir yazısı (bence) maalesef yok. Bunun yanında gerek önsözde, gerek biyografide, gerekse sonsözde (ki her nedense İngilizce bir versiyonu da eklenmiş sona) zahiren bir kendini beğenmişlik kokusu var. Kimi sayfaların sağ yanaklarına afili özlü sözler diklemesine konulmuş (buna benzer alametler rahmetli Yaşar Nuri Öztürk'te de vardı). Nebliyim oldukça havalı da olmuş ancak içindeki cevheri ve marifeti, iltifata tabi olacak şekilde tanıtmak bana itici geliyor. Misal: Gazi Yaşargil Hoca'nın yayınlarına bakınca (buradan) genellikle bilimsel eserler üzerine olduğunu, atıf sayısının pik yaptığını görüyorsunuz. Ancak kendisinin yazdığı kitapta böyle iddialı cümleler olduğunu hiç zannetmiyorum (okuma listeme aldım, karşılaştırma yapmak için onu da okuyiciim). 
   Ayrıca pozitif bilimlerle ilgilenen bir insanın, bilimsel gerçekleri birtakım dini kurallar/ayetlerle açıklamaya çalışması (bu ayetle ilgili de bir açıklama yaparsa seviniriz: tıklayınız) gerçekçi görünmüyor (yaratılışçılığa inanmayı değil bilmeyi tercih etmesi ve bilimsel olarak bunun imkansız olması) Hem suyun başındakilere temenna yağdırması hem de "kimseye müdanaam yoktur" demesi; fakire samimi gelmedi açıkçası. Bu tarzda kitapları bulunan Ahmet Rasim Küçükusta hocanın kitaplarının yanına bile yaklaşamaz. Yine de siz bilirsiniz.
PS: Empty can loudly sounds! (ben de bir ingilizce kelam bırakayım bari!)

5 Aralık 2020 Cumartesi

"Melekler Zamanı" Iris Murdock'tan Yüksek Edebiyat

 

   Roman türü ilk çıktığı zaman burun kıvırılıyordu (o zamanlar edebiyat, tiyatro oyunu ve şiir demekti) "hıh düşük edebiyat!" diye. Sonra devir değişti tabi. Roman yerini sağlamlaştırmakla kalmadı şiir ve tiyatroyu da yerinden etti. İlerleyen zamanla romanda da bir "yüksek edebiyat" snopluğu oluşması kaçınılmazdı, öyle de oldu. Kendi adıma yüksek edebiyat klasiklerle sınırlıdır ama öyle olmadığını da biliyorum. Bu minvalde mebzul miktarda felsefe içeren kitapları olduğunu bildiğim Iris Murdock'ı şimdiye kadar hep ihmal ettim. Ancak ilgiyle takip ettiğim ağ güncelerinden Okuma Günlüğüm Kitaplık'ın hatırnaz yazarıyla yaptığımız bir yazışmada kendisi işbu neşriyatı tavsiye edince daha fazla kayıtsız kalmayarak oturduk başına.

   Tanrıya inancını kaybetmiş, hizmetçisi ve kızıyla memnu yakınlaşmalar içinde, kendi zihninde kaybolmuş (kıçını kızılcık sopasıyla dövme isteği uyandıran), ancak gizemli bir etkisi olan bir peder: Carel. ABD'den İngiltere'ye atanıyor (orada protestanların işi biraz meşakkatli). Kilise, Carel'in acaipliklerini bildiğinden cemaatsiz (sadece kulesi ve lojmanı kalmış) bir kiliseye atıyor bu sıradışı pederi. Lojmanın apartman görevlisi Eugene (ne biçim Rus adı bu!), Eugene'in oğlu Leo, Carel'in emektarı Pattie, kızı Muriel ve (sözde) yeğeni Elisabeth; Londra'nın kalkmak bilmeyen sisleri arasında kendilerine bir hayat çizmeye çalışır, olaylar ilerler.

   285 sayfalık kitap, tahminlerimin ötesinde bir sürede bitebildi. Karakterler arızalı, atmosfer depresif, dil akıcı ancak bir türlü sirayet edemedim metne. Son okuduklarımın hep kaybedenlere/arızalılara odaklanmasından mıdır, yoksa romanımızın içinde çokça varoluşçu ögeler bulunduğundan mı bilmem, bitirmekte zorluk çektim. Ancak şurası muhakkak ki: Bayan Mördak "yüksek edebiyat"la hemhâl oluyormuş. Kendisinin polisiye eserleri de varmış "varoluşçu polisiye" okumak, kulağa oldukça ilginç geldiğinden bir de onlardan yana şansımı deneyeceğim. 

   Demem o ki: Bayan Mördak'ın yazdıklarına başlayacaksanız, bence bu romanla başlamayabilirsiniz.

30 Kasım 2020 Pazartesi

"İçeriden Ölmek" Karamsar...

 
   Gece Kanatları ve Dünyalı İstilacılar'dan tanışık olduğumuz Bay Silverberg'in nisbeten yeni (1972) yayımlanmış, 248 sayfalık bir romanıdır. 

   David Selig, insanların zihinlerine sızma, düşünceleri (ve hatta anıları, ruh halleri, niyetleri) ayan beyan görme yeteneğiyle doğmuş bir insankişisidir. Yaş aldıkça bu yetisi körelmeye başlar. Bölümler halinde geriye yapılan dönüşlerle hayatını daha iyi anladığımız başkahraman, bu yeteneğini kendisi için pek kullanmamış ve genellikle sızlanan, amaçsızca dolanan ve bir yere varamayan kişi olmuş. Olayların aktarıldığı süreç, Selig'in yeteneğinin iyiden azaldığı, karıştığı zamanlar. Oldukça karamsar ve depresif akan bir roman. 
   Bayan Tunç'un muhteşem kaybedeni Osman'dan sonra pek çekemedim doğrusu. O döneme (1970'li yıllar) dair ABD düşünsel ve sanatsal yaşantısına ilgi duyanlar alıp okuyabilirler ancak üst üste kaybeden romanları okumak bünyeyi yoruyor!

25 Kasım 2020 Çarşamba

"Osman" Ayfer Tunç'un Kaybedenler Kulübü!

 

   Öyle bir balık hafızam var ki "Kapak Kızı" ve "Yeşil Peri Gecesi"ni okumalara doyamadığım halde, bu romanın kahramanını daha önceki romanlarda hatırlayamadığımdan sıfırdan başlayarak okuduğum, 504 sayfalık en son Ayfer Tunç romanıdır.
   Romanlarda bir serim-düğüm-çözüm sıralaması olur şiarını yok edercesine çözümle başlayıp, muhtelif serim ve düğümlerle (birbirini rastgele takip ederek) ilerleyen, okudukça okurun elinden bırakmakta güçlük çektiği, baş karakter (ya da anti kahraman mı demeliyiz?) ile kesinlikle bir içsellik kuramayacağınız (ama bir şekilde anlayacağınız) şükela bir edebiyattır. 
   Profesör oğlu Osman, hevesleri olan ama çabası olmayan bir insankişisidir. Hem annesinden hem babasından kalan servet ona güzel günler yaşatmaktadır. Ancak hazıra dağ dayanmazken bir de Şebnem (Bkz. Kapak Kızı, Yeşil Peri Gecesi) faktörü çıkar karşısına. Olaylar, ilk okuduğumuz sona doğru ilerler. Ama nasıl ilerler? Burada bayan Tunç ilginç bir hinlik yapıp (hinliğin ilginç olmayanı mı var Arakolpa? (bu nasıl cümle?)) olayları Osman'ın bir sahaftan elde edilen günlük defterleri ve bağımsız yapılan ropörtajlara dayanarak anlatmış. Haliyle; şeylerin, kişilerin bakış açısına göre nasıl değiştiğini görüp hayret ediyor, ropörtajlarda anlatılanların büyük kısmının dedikodu olmasını içselleştirip merak ediyor ve nihayet yazılanların bir sentezini yapıp nelerin geçtiğini anlamaya çalışıyorsunuz. Her hâlükarda ilginç bir edebi çaba (hem yazarın yaptığı hem de sizin okudukça yapmaya çalıştığınız).
   Standart bir anlatım olmadığından karakterlerin betimlemesini ya Osman'ın yahut konuşulan kişilerin son derece sübjektif yorumlarından yapacaksınız. Böyle yaptığınız hâlde dahi okudukça tüm karakterler ete kemiğe bürünüyor. Uzunca bir sürece odaklandığından, hem eski Türkiye'yi özlüyorsunuz, hem de Osman'ı şöyle sağlam/esnekçe bir kızılcık sopasıyla adamakıllı ıslatmak isteği duyuyorsunuz (öyle böyle değil!). Ancak karakterlerin hepsini çok iyi anlıyorsunuz.
   Arka kapakta yazılanların tüm romanı özetlemesine karşın elinizden bırakmakta zorlanacağınız bu romanı, edebiyat tutkunlarına hararetle öneririm. Bu yıl okuduğum en iyi memleket romanı!

22 Kasım 2020 Pazar

"Bitmeyen Savaş" Joe Haldeman'dan Savaşın Anlamsızlığı Üzerine...

   Talihsiz yazarımız Co ne de güzel üniversiteden hem fizik hem de astronomi alanında mezun olmuşken pattadanak Vietnam'a savaşa gönderilir. Yaralanır, "Mor Kalp" madalyası falan alır. Bu arada ruhu da yaşadıklarından ötürü eskisi gibi değildir. Bundan sonra astrofizikçi olamam der ve yaratıcı yazarlık dalında da lisansüstünü tamamlar. Kendini yazmaya verir. 
   İlk romanı Bitmeyen Savaş, hem Hugo hem Nebula'yı toparlayarak bu yolda ilerlemesini sağlar. Fakir, İthaki'nin ilk basımını okudu. 300 sayfaya yakın romanımızda William Mandela adlı bir fizikçi, istememesine karşın ilk dünyalar arası savaşa gönderilir. Olaylar gelişir. 
   Herhangi bir derinlik iddiası olmamasına, karakterlerin ayrıntılı bir şekilde betimlenmemesine, okura "sanki gelişine vururcasına" yazıldığı gibi gelen romanımız; göründüğü gibi değildir. 
   Zahiren savaş romanı gibi gelişir, ama derinde savaşın anlamsızlığına, vahşiliğine, ekonomik rabıtalarına ve yönetenlerin nasıl işine geldiği konularında meşazlarını bir güzel verir. Görecelilik kuramını şükela bir şekilde işler, havsalanızın içine girmesini sağlar. Bu sayede 70 doğumlu kahramanımızın bir şekilde 23. yüzyıla ulaşmasını sağlar ve bu sürede olabilecekler konusunda tahminlerde bulunur (açıktır ki: Bayan Haldeman'ın sevgili oğlunun eşcinselliğe ve hiçcinselliğe ilişkin ilginç öngörüleri vardır (bunların büyük kısmına da katılmaktayımdır!))
   Her türlü müskiratla, her türlü zaman ve zeminde okunabilecek bir dile-kurguya sahiptir. Bakış açınızı genişletmek için daima okunur. 

18 Kasım 2020 Çarşamba

"Dune" En nihayet!

  Yıllar önce Lynch'in filmini izlemişim (sonra çekilen uyduruk dizilerinin de ilk bölümlerine tahammül ettim ama onlar sayılmaz). Sonra 486dx bilgisayarlarda oyununu uzunca oynamışım. Yıllar sonra Jodorowsky'nin bombastik kaybediş öyküsü üzerine çekilmiş şükela belgeseli izlemişim. Villeneuve'ün filminin çekildiğini de öğrendikten sonra Bilim ve Ütopya'ya Aralık sayısı için bir yazı yazmışım ("Dune ve Talihsiz Sinema Maceraları" Bkz.Aralık 2020 Bilim ve Ütopya). Ama buna karşın romanını okumamışım. 
   Ne ayıp!
   Sarmal Yayınlarının 2002 baskısını buldum ve okudum. Birazcık uzun (776 sayfa). Bay Hörbırt, Tolkien'in izinden gidip bir evren kurmuş ve bu evrenin içinde bir öykü anlatmış. Öyküden bahsetmeyeceğim. Meraklısı bulur okur. 
   Bilimkurgu üzerine aylık kalem oynatmama karşın fantastiğin de kıdemli bir takipçisiyim. Bu minvalde Yüzüklerin Efendisi serisini de memlekette zuhur ettiği tarihte bulup okumuştum. Arthur C.Clarke'ın "bilimkurgudaki Yüzüklerin Efendisi" olarak nitelendirdiği "Dune"un bu kalibreye yaklaşmadığını üzülerek gördüm. Sonraki serileri henüz okumadım ancak "Dune Çöl Gezegeni"nden aldığım haz, Tolkien'in YE ilk kitabından aldığım hazdan oldukça gerideydi. 
   Nedir: Dune'un sonraki devam kitaplarını da aldım. Motive olursam açıp okuyacağım ama hayli meşakkatli bir yol. Ayrıca şunu da yazmamak olmaz. Şimdiye kadar yapılmış hiçbir sinema uyarlaması kitapta yazılanları tam olarak aktarmamış. O halde bu sagaya bir merakınız varsa elbette ki bulup okuyunuz ama bir Yüzük Kardeşliği değil!

4 Kasım 2020 Çarşamba

"Deerskin" Dünyada Deri Ceket Giyen Tek Kişi Olmak İstiyorum. Hepsi Bu!

   Zavallı Jorj. Artık başına ne geldiyse (karısından ayrılıyor, banka hesabı donduruluyor (dımdızlak)) gerçekle bağlarını yavaştan kopartırayak bir dağ kasabasına, pek hoşlandığı bir deri ceketi almaya gidiyor (halis geyik derisi). Elindeki son parayı da (üstelik bir hayli para!) bu cekete verince hayallerindeki kendine ulaşmaya bir adım yaklaşıyor. Bir süre sonra ceket Jorj'la konuşmaya başlayacak ve neler neler olacaktır.
   Yönetmen Kuentindüpiyo ile taa Lastik'ten beri tanışıyoruz (karamizah sevenler başrolü bir otomobil lastiğinin oynadığı 
bu kuntastik filmi kaçırmasın). Nasıl absürt bir kara mizahla karşılaşacağımı tahmin ediyordum. Ancak Jandujardin ve Adelhanel'in bombastik oyunculukları, iskandinav filmlerini andıran sepya mavi ve yeşil filtreler, güzel müzik ve elbette senaryonun ivmelenen yapısı ve muhteşem finali ile fakiri kendinden geçirmiştir. Elbette ki filmde gördüklerimizin, gördüklerimiz dışında anlatmak istedikleri var (başkişinin yavaş yavaş zahiren olduğu kadar batınen de değişimi, egonun evrimi, ilahi adalet (geyik gibi vurulmak!) ve daha neler). Bu gözle izlerseniz ve metaforların kökenini anlamaya çalışırsanız daha fazla haz alırsınız. Süresi kısa (1s.17d.). Düz sinema izleyicisine gelmez ama gördüklerinizi anlamlandırmaya çalışarak izleyen sinefil keyif alacaktır.
 (Filmimizin afişi de son yıllarda gördüğüm en başarılı afişlerdendir)

"Geceyarısı Çocukları" Büyülü Gerçekliğin Dibi!

 
   Selim Sina, yaşadığı dağdağa bitince hayatını yazar. Bizler de okuruz. Selim, Hindistan'ın bağımsızlığını ilan ettiği saatte doğar. Hindistan'ın yaşını taşır. O saatte doğan 1001 çocuğun herbirinin olduğu gibi doğaüstü yetenekleri vardır. Yaşı ilerledikçe hayat onu çeşitli mecralara sürükleyecektir. Bunlara şahit olurken bir yandan genç Hindistan'ın tarihini (içeriden ama) öğreniriz, bir yandan Selim Sinai'nin yaşadıkları (ve hayal ettiklerine) şaşakalırız. 
   Büyülü gerçeklik diyeceğim, diyemiyorum. Çünkü kimi bölümlerin gerçeklikle rabıtası pek az! Daha ziyade "büyülü" faktörü öne çıkıyor. Romanımızın başları bu dengeyi yakalıyor yakalamasına ama sonlara doğru geldikçe fantastik (ve hatta bombastik (toplu kastrasyonlar falan)) bir atmosfer, okura kaldığı yerde miydi? yoksa neredeydi gibi sorular sorduruyor. Uzun zamanlarda okumak ve aceleye getirmemek daha iyi olur (bu nedenle ikinci bir okumayı hakketmektedir). Zira kimi bölümlerde ("Yılanlar ve Merdivenler" misal) anlatılan olayların arkasında anlaşılmayı bekleyen hikmetler vardır.
   Tek derdim: fakir Metis baskısını okudu (496 Sayfa), bir de ne göreyim Can Yayınlarının baskısı daha kalın (704 Sayfa (Metis'ten 208 sayfa daha kalın)). Bu kadar fark font farkından olamaz diye düşünüyorum, acaba içerik de mi daha zengin! Bilemiyorum ama tek derdimiz bu olsun. 

25 Ekim 2020 Pazar

"Le Couperet" "The Ax" Bugünlerde Bakmak Ufku Genişletir.

    Üst düzey yöneticisiniz, 15 yıldır büyük ve kurumsal bir firmada çalışıyorsunuz. Bir anda şirket "küçülüyor" ve tazminatınızla birlikte kapı önüne konuluyorsunuz. Yetenekleriniz ve çalışma hayatına ilişkin niteliklerinizde en küçük bir zayıflık yok. Nitelikli işsizsiniz. Evin taksidinin bitmesine 10 yıl var. Aşık olduğunuz bir eşiniz, şımşıkırdak iki evladınız var. Üst orta gelir tuzağında tutturmuş olduğunuz bir hayat standartınız var ve bunlardan ödün vermek istemiyorsunuz. Bir süre sonra sizinle aynı kaderi paylaşan ne kadar çok insan bulunduğunu öğreniyor ve nitelikli işsizlerin aslında en güçlü rakipleriniz olduğunu idrak ediyorsunuz. Eski durumunuza dönebilmek adına ne kadar ileri gidersiniz?
   Kosta Bey'den kapitalizme yönelik şükelâ bir yergi.
   İki saate yakın sürede Bruno'nun nasıl örnek vatandaşlıktan seri katilliğe geçişini gözlüyor ve yönetmenin araya yerleştirdiği subliminal mesajlarla (neydi o her daim gözümüzün ucuyla farkettiğimiz mücevherat&iç giyim reklamları, borsaya ilişkin pozitif veri analizleri!) filmimizin sonunu getiriyoruz. 
   2005'de Avrupa'daki fabrikaların kapanıp işgücünün ucuz olduğu yerlerde açılması gibi bir furya vardı (hala da var). Patron, sizin ne kadar nitelikli olduğunuza değil fayda/maliyet hesabına bakar. İnsan faktörü onun için üretilen mamul standartı tutturduğu sürece önemli değildir. 
   İşte, işsizliğin bu kadar arttığı günlerde memleketimin sinefilin kayıtsız kalmaması gereken bir kordela! Eğer etik değerleriniz "oha bu kadar da olmaz ki!" diyorsa homo economicus olmanıza daha var demektir ancak filmimizin ortalarından itibaren baş karakteri ve eylemlerini içselleştiriyorsanız durum vahim.
   Velhasıl; hem iyi film izlemek hem de kişisel bir test almak istiyorsanız, oyunculukların (Bruno o sevimsiz karakteri ete kemiğe büründürmesi nedeniyle Cesar'ı kapmış), kurgunun, senaryonun, müziğin çizginin üstü olduğu bu filmimizi öneririm.



"Ne le dis à personne" Tanıdık Bir Hikaye!

    Alex, seyisin oğlu. Margot, yerel polis şefinin kızı. Çocukluktan aşıklar. Alex yakışıklı, Margot perikızı. Evlenirler, Alex çocuk doktoru olur, Margot sosyal hizmetler görevlisi. Mutlulukları anlatılmaz! Derken olaylar gelişir.

   2s11d boyunca çişe kaldırtmadan izletti. Ortaların sonuna doğru "neler oluyor yahu! kim kimdi?" diye sorular soruyor insan, ama sabrediniz! Sonunda herşey bittamam açıklanacak.  Kurgusu kimi zaman çetrefilleşse de ilginizi hiç düşürmeden (uzunca süresine karşın) izleyebileceğinizi garanti ederim. Kısacası 14 yıldır izlemeyi ıskaladığım bu helecanlı (evet helecanlı) Fransız pelikulası şu film yokluğunda iyi geldi. Hararetle öneririm efendim.

PS : Bruno adamın dibiymiş ama. Bir de o ilegal ekipteki kız ne korkunç bir şeydi öyle!

22 Ekim 2020 Perşembe

"Antebellum" Koşarak Uzaklaşın!

 "Get Out" ve "Us"ın yapımcıları deyince pek de bir heveslenmiştim. Fragmanı da etkileyiciydi. Sinemalarda göremedim. Malum ortamlara düşünce dün akşam hazırlıklarımı yapıp başına oturdum. 
   Oturmaz olaydım! Neymiş sinema filmlerinde yapımcı değil yönetmen önemliymiş. Gerçi Get Out'un yönetmeni Cordınpiili en son işinde (Us) biraz çuvallamıştı. Büyülü gerçekliği eline yüzüne bulaştırmıştı ama olsun. Antebellum, Us'ı mumla arattırıyor. 
   Hiç konusunu falan anlatıp kendimi yormayacağım. Başından sonuna kadar başarısız bir film. Bu; klişeler, gereksiz diyaloglar, olmadık sahneler, altı doldurulmamış karakterlerle dolu şeyin hayatınızdan 1s45d'yı çalmasına izin vermeyiniz, verdirtmeyiniz!

"İşte Tanrılar" Zor Bilimkurgu!

 
   Niye zor? Çünkü üç büyüklerin en parlak ismi bu kez havsalamızı Dünya ve hatta evren dışı bir bilinçle uyarmaya çalışıyor!
   Yazıldığı zamana göre uzak bir gelecekte üzerinde yaşadığımız küçük mavi nokta (Carl Sagan'a selam olsun), enerji sorununu başka bir boyutla yaptığı madde değiş tokuşundan zahmetsizce, ucuz ve temiz olarak çözmüştür. Ancak bu işler bu kadar kolay mıdır?
   Üç bölümlük kitabımızın ilk bölümü Dünya'da geçiyor. Bu bölümde bilim denilen olgunun ilginç dehlizlerine dalıp, egoların çekememezliklerin ve bilimsel gerçekliklerin nasıl çatıştığını görüyoruz. 
   İkinci bölüm ise başka bir boyuttaki evrende geçiyor. Yumuşaklar ve Sertler olarak ikiye ayrılan hayat formlarının içine girmeye çalışıyoruz. İlk başta Odeen, Dua ve Tritt (ki Rusçada bir iki üç kelimelerinden türetilmiştir) üçlüsünün gailelerini temaşa ediyoruz. Sonra işler değişiyor. Bu bölümde Bay Asimov ustalığını ve hayalgücünün enginliğini kullanıp beynimizde olmadık kapılar açtırıyor. 
   Üçüncü bölüm ise artık üzerinde bir hayatın süregittiği Ay'da yaşananlar konu ediliyor. Kendi bakış açıma göre en gereksiz bölümün de bu olduğunu düşünüyorum. Evet yerküremizdeki atalet ve isteksizliğin yanında Ay'ın nüfus olarak küçük ancak hırslı ve istidatlı halkının karşılaştırması etkileyici ancak ikinci bölümden sonra biraz sönük kalıyor.
   Yazarının "en sevdiğim kitabım" dediği bu 343 sayfalık romanı artık kitapçılarda bulmak zor! Ancak sahaflar ve nadir kitap satan internet sitelerinde bulunabiliyor. Çeviriyi Gönül Suveren gayet güzel yapmış. Bilimkurgu ve beynine şaplak atılmasını seven kitap kurtları okuyabilir. Ama kafa boşaltmak için okunacak şey değil.

16 Ekim 2020 Cuma

"Cha no aji", "The Taste of Tea", "Çayın Tadı": Güzel Film.

   İki buçuk saate yakın (2s27d). Konusu; bildiğimiz serim-düğüm-çözüm klişesinden çok uzak. Japonya'nın kırlık banliyösünde yaşayan bir ailenin hayatının bir bölümünü izliyoruz.
   Balatalardan yanık kokusu gelen sanatçı bir büyükbaba, hipnozcu psikanalist baba, part-time manga çizeri anne, aylak dj amca, aşık go oyuncusu oğulları, kendi dev suretinin gözleri altında şirin bir kız çocuğu Sachiko. 
   Açılış sahnesinden (o ne sakuralı sahneydi o!) itibaren fantazyaya göz kırpmasından belliydi hoşlanacağım. Fantastik unsurlar; hayatınızda göremeyeceğiniz kadar fantastik değil. İzlerken "ne olacak?" değil "neler oluyor?" moduna geçiyorsunuz. Yönetmenin ustalığı ilk 15-20 dakikadan itibaren sizi bir "izleyici" konumuna ustalıkla geçiriyor çünkü. Arada nehirleri, bulutları, güneşi, ayı uzun uzun izliyor; kendi hayatınızda bunları amaçsızca seyrettiğiniz zamanları anımsıyorsunuz. İnsanı yoran değil dinlendiren bir film. Sorduracağı soruları, kör gözüm parmağına usulü gözünüze sokmuyor. Dikkatsizce izlenirse soru bile sordurmadığı söylenebilir. Ancak dikkatli ve rikkatli sinefiller soru sorabilirler, zihinlerinde birtakım zariflikler belirebilir, hoş duygular hissedebilirler. 
   Uzun süresine karşın hiç sıkmayan, sonuna kadar sükunetle izlenen (biraz Japon kültürel emperyalizmi var ama kadı kızında da olur o kadar kusur!), duygulandıran (o açık pencereye ailecek bakmalar falan) süpersonik bir filmdir. Bu sinema filmi kıtlığında iyi film izlemek isteyenlere hararetle öneririm.

12 Ekim 2020 Pazartesi

"Cumhuriyet Dönemi Türkiye'sinde Bilim" Bilim ve Yakın Tarihe İlgi Duyanlar İçin.

 

   Ağır aksak da olsa işleyen bir "Bilim Tarihi" disiplinimiz var. Burada genellikle Osmanlı döneminde yapılmaya çalışılan bilim konu edildiğinden Cumhuriyet dönemimiz biraz ihmal edilmiştir. 
   Aynı zamanda tez danışmanım olan İnan Hoca işte bu eksiği oldukça kapsamlı bir çalışmayla kapatıyor. Osmanlı'nın son döneminden genç Cumhuriyetin bugüne kadar temel bilimlerde yaptığı gelişmeleri ve gelişmemeleri hap gibi vermiş. Okunması kolay, (hele de ihtisasınızın olduğu bir bölüm de varsa) konuları ilgi çekici. Her bilimin (elbette ki bu topraklardaki durumu) kırılma noktaları, önemli isimleri ve biyografileri ve halihazırdaki durumu çok özenli bir dille okura aktarılıyor. 
   Tarih ve bilim meraklılarına hararetle öneririm... 

"Dünyalı İstilacılar" Halkla İlişkilerin Zayıf Toplumlarda Önemi!

   1983'de Baskan basmış. Bay Silverberg ise taa 1958'de yazmış. 
   Pek de uzak olmayan bir gelecekte insanevladı artık yakın gezegenlere ulaşmaya başlamıştır. Keyiften yapılmayan bu yolculukların elbette bir amacı vardır (demokrasi getirmek! (elbette ki şaka yapıyorumdur)). İnsanlığın aradığı fırsat Jüpiter uydusu Ganymede'de karşısına çıkar: değerli madenler ve mineraller. Bu uydunun ilkel ve çok barışçıl bir halkı, kimseye zarar vermeyen bir kültürel yapısı vardır. Ancak bu halk Dünyalıların orada bulunmasını istemiyordur. Olaylar gelişir...
   Yazılış, olay örgüsü ve kurgu olarak altın çağdan hemen sonra yazılmasının etkileri gayet aşikar olmasına karşın kitapta öne sürülen düşünce tarzı (yazıldığı yıllar düşünüldüğünde) insanı afallatıyor. 
   Tüm algısı tamamen medya tarafından yönetilen toplumlarda, kamuoyunun oluşması için nasıl algı operasyonları yürütüldüğüne, nelerin mümkün olabildiğine dair ilginç bir metin. Romanın kaleme alındığı dönemde bu enstrümanlar yalnızca radyo, gazete ve televizyondu. Artık herkes her an küresel ağa bağlı. Bu durumda muktedirlerin işi hem kolaylaşıyor, hem de zorlaşıyor. Biraz düşünülünce anlaşılır!
   Okunmazsa olmaz bir metin değil ancak bilimkurgunun geleceğe yönelik tahminlerinin ne kadar isabetli olduğunu görmek istiyorsanız buyrunuz (zati kısacık 167 sayfa!)... 

9 Ekim 2020 Cuma

"Yeraltı Demiryolu" Bilemiyorum Altan!

 
   Aldığı ödüllerin arasında "Arthur C. Clarke" ödülünü görünce, bir önce okuduğum kitabı (Bkz.Nickel Çocukları) şık bir çelmeyle sona erince alıp okuduğum ama hakkında ne yazacağımı bilemediğim kitaptır. 
   ABD'de köleliğin pik yaptığı dönemler, annesinin terkettiği babasını hiç bilmeyen (ki o dönemlerde zenci çocuklar için çok normal birşeymiş) Cora; plantasyondan kaçar. Olaylar gelişir.
   Hem kapak arkasında, hemi de (hemi!) uluslararası edebiyat eleştirmenleri arasında belirtildiği gibi Kalsınvaythed ABD edebiyatının parlayan yıldızı olarak lanse ediliyor (Vah ABD edebiyatına!). Bu roman da yayınlandığı andan itibaren başta Pulitzer olmak üzere bayağı bir ödüle layık görülmüş. Ancak Clarke ödülü genellikle bilimkurgulara verilir. Bu romana ise haydi haydi "büyülü gerçekliğe ucundan dokunmuş" diyebiliriz. 
   Bölümler arasında lineer bir geçiş yok. Kimi zaman akışın içindeki bir karakterin cemaziyülevvelini görüyorsunuz (Ester), kimi zaman da akıştan koptuğu zaman başına gelenleri okuyorsunuz. Romanın başkişisi Cora. Kızcağız biryerde uzun süre kalıp kalıcı bağlantılar edinemiyor. Bu uzun kaçışta çevresinde çok fazla değişen bir kadro var. Ve okuyucu tüm bu kadroyu zihninde oluşturmakta zorluk çekiyor (onlarca isim var!). 
   Herşeyden önce ele alınan konu sadece o coğrafyaya özgü, içselleştirmenize imkan yok. Kurgulanan olaylar akıcı değil, akışta istikrar yok (bir çatıda yaşanan süreç sündürüldükçe sündürülüyor ve tüm bu bölümden çıkış sadece bir paragrafta geçiştirilmiş), gereğinden fazla isim var ve bunların içi doldurulmamış, "büyülü gerçeklik" cazip bir düşünce ama aklınıza asla bir Gabo gelmesin,  yazacak daha fazlası var ancak fakirde enerji bitti. 
   Hülasa; okumasanız da olur, hatta daha iyi olur!

3 Ekim 2020 Cumartesi

Zaruri Açıklama

   Bu satırları okuyan bir avuç kitapsevere zaruri bir açıklama yapmak farzdır!

   Efendim uzunca bir süreden sonra 15 günlük bir tatile çıktım (doğrusu ihtiyacım da varmış). Bu sürede dokuz kitap okuyunca, yazdığım kitap tanıtımları da biraz tatsız tuzsuz oldu. Nedir: okumuşum, zihnimde-kalbimde birşeyler olmuş ama tutmuş bunları satıra dökemeden bir başkasına girişmişim, o da bitince bir diğerine. Böyle böyle dokuz (ve hatta yazmadığım birini de sayarsak on) kitap üstüste birikince, yazdıklarım da pek sevimsiz (evlat olsa sevilmez!) olmuş. Ama bu günceyi biraz da kendim için tuttuğumdan (o biri hariç) yazmamazlık edemedim. 

   Ancak bundan kelli (kelli!) okuduklarımda gerekli donanım yanımda olduğundan yine o fülfürüşlü üsluba dönüş yapılacaktır ümidindeyim.

   İyi okumalar, iyi seyirler.

NOT: bu metne nasıl bir kapak koyacağımı bilemedim. Sincap koydum. Sincap iyidir.