23 Eylül 2015 Çarşamba

"Sovyet Mutfak Sanatı" Mutfaktan Yakın Dönem Rusya Tarihinin Görünüşü

 
   Yapı Kredi Yayınları "Yaşantı" demiş eserin türüne. Bundan daha iyi tanımlanamazdı kitabımız.
   Yazarımız Bayan Bremzen, 1963 doğumlu bir Rus Yahudisi. Bir süre sonra göçtüğü batı dünyasında yemek kitaplarıyla tanınıyor. Asıl ününü ve mesleğini bulduğu batı dünyasından ziyade Rusya'dan daha çok etkilenmiş.
   Kitapta yakın dönem Rusya tarihi, mutfak aralığından gösteriliyor. Şüphesiz ki yemek alışkanlıları, mutfak kültürü insanın hayatında çok önemli. Yaşanılan dönem, iktidar ideolojisi, toplumun tüketim alışkanlıkları mutfağa doğrudan yansıyan ögeler. 1910'lardan başlayarak günümüz Putin dönemine kadar Rusya'nın siyasal, günlük hayatından kimi yürek burkan kimi gülümseten dönemleri görüyoruz. 
   İlk bölümleri okudukça kitabın, batı dünyasının komünizme yaptığı sığ bir propaganda olduğunu zannettim. Bayan Bremzen komünizme ve dayattığı yaşam sistemine veryansın ediyor, sistemli bir kıtlıktan dem vuruyor, inanmış komünistlerle (misal dedesi) dalga geçiyor ve kapağı bir an önce annesinin ütopyası olan batıya atmayı planlıyordu. 
   Bu minvalde ortalara doğru geldikçe, hayaller gerçekleşip batıya yerleşildikten sonra; söylem değişti. Anlaşılan amerikan rüyası, göçmen ruslara fazla kapitalist gelmişti. Orta bölümden itibaren, bu kez Rusya özlemini temaşa ediyoruz kitabımızda. Anlaşılan göçer insanlar için en güzeli henüz gidilmeyen ve terk ettiğimiz yerler. Asıl dramsa terk edilen yere dönüldüğünde, oraların da eski "oralar" olmadığını idrak etmek oluyor.
   Rus mutfağı bize uzak. Hayatlarında mutfağa enginar, bakla, bamya ve hatta şöyle kokulu kütür kütür bir domates sokmamış bir yemek kültüründen söz ediyoruz. İklim de sert olduğundan patates, lahana, turp, et ve yağ ağırlıklı, yüksek kalorili tarifler söz konusu. Bir de tabii votka. 
   Bu votka bâbı da ilginçtir doğrusu. Anlatılan anektoda göre sovyetler bir din seçeceği zaman; jeopolitik olarak islam daha doğru gözükse de, malum alkol kısıtlamasından ötürü ortodoksluğu tercih etmişler.
   Mutfak, yemek tarifleri, kişisel anılar bir kenara bırakıldığında "Sovyet Mutfak Sanatı", yanıbaşımızda duran koskocaman bir ülkenin siyasal ve toplumsal yaşantısını, düz vatandaşın gözünden yorumlanışını merak eden kâriye ilginç gelecektir. Yemek, mutfak, ülkeler tarihi, komşu kültürler ilginizi çekiyorsa yakın durunuz.

21 Eylül 2015 Pazartesi

"İyi ki Doğdun Türk" Başarısız Alman Polisiyesi

   Kapağını internette bulamadığım kitaptır. (böylece üste düdük kadar jpeg yapıştırdım)
Almanya'da çok satmış. Kitabın kahramanı Türkçe bilmeyen "Kemal Kayankaya"dır. Kemal bey fena halde Semspeyd, Filipmarlov kokan, rus gibi içen, çeçen gibi döğüşen, ingiliz gibi düşünen tipik bir dedektiftir.
   Konu klasik polisiyedir. Polisin çözemediği bir cinayet davasını, maktülün eşi Bay Kayankaya'ya getirir. Zehir hafiyemiz, polisin çözmekte fazla istekli olmadığı davaya sarar, olaylar gelişir.
   Sıkı polisiye okuru iseniz, ilk sayfalardan itibaren olayın örgüsünü hemen çözer ve sıkılarak sonunu getirirsiniz. Değilseniz, belirli bir ilgiyi koruyarak sonuna kadar gidersiniz. Fakir için kitabın tek ilginç yanı, olayın Almanya'da geçmesi idi. Konunun kendisinden azade olarak arkaplanını incelediğinizde Almanya hakkında değişik bilgiler alıyorsunuz. Nedir : iyi polisiye okuru için bu amel, keçiboynuzu çiğnemek gibidir : (bir dirhem bal almak için bir çeki odun çiğnemek).
   Ondan ötürü, iyi polisiye okurlarına önermem. Polisiyelere yeni başlayanlar içinse birazcık gideri vardır. 


"Good Kill" İnsan İnsana Bunu Yapar mı ?


   Beni Siz Delirttiniz Ajandasının 6 Eylül 2015 tarihindeki söz aynen şöyleydi : 
"Kim daha tehlikeli ?
Midesindeki hidrojen bombası taşıdığına inanan psikoz hastası mı, yoksa dünyaya mükemmelen uyum sağlamış olan ve emir geldiğinde gerçek hidrojen bombasını atmak için hazır bekleyen bir B-52 pilotu mu ?" R.D.Laing İskoç Psikiatrist
   Aforizmanın filmimizle bağıntısını sonra irdeleriz.
   "Uygar" uluslar savaşlarını artık silahlandırılmış insansız hava araçlarıyla yapıyor. Teksas'taki bir kutudan yönlendirilen dron, 14 bin km. uzaklıkta insanları seçiyor, hedefe alıyor ve imha ediyor (öldürüyor). 
   Gerçek savaş pilotluğundan dron pilotluğuna tenkis edilen Tamısiigın (İitkınhovk), mesai saatlerinde gerektiğinde sivilleri dahi öldürür, işinden çıktığında rakınrol dinleyerek, gayet amerikanvari otosuna atlar, sabörbdeki evinin arka bahçesinde barbekü yapar, çocukları okuldan alır (birtakım başka çocukları öldürdükten sonra). Bay Tamıs'ın iyi bir hristiyan olduğunu yatağının üstündeki ve boynundaki haçtan anlarız. 
   Bir süre sonra işler iyice zıvanadan çıkar. Yönetimi CIA devraldıktan kelli, hedef patlatıldıktan sonra kurtaran canlar da öldürülmeye başlanır. Yardımcı pilot bunu "bu yaptığımız terörizm." diye özetler. Filmin esaslı tespitlerinden biri budur.
   Bay Tamıs, aldığı eğitim, sistemin boynuna doladığı ağırlıklar (banliyödeki evin morgıçı, çocukların eğitim masrafı, kaybetmeyi göze alamayacağı hayat standartı vs.) ve cılız vicdanı arasında kalır.
   Filmimiz ağır ilerliyor, İitınhovk ve Cenyuricons yevmiyenin hakkını veriyor, ekranda gördüğümüz ölümlerin bir süre sonra piksel olmaktan çıkıp can olmaya başlaması yavaş yavaş izleyiciye yediriliyor. İki dünya arasındaki fark insanın yüzüne tokat gibi çarpıyor. 
   Bazı sahnelerde digerkâmlık yapmamanın imkanı yok. Kendinizi, o emri alan ve o yükü taşıyan insanın yerine koyuyor ve "ben olsaydım ne yapardım ?" diyorsunuz. Bol maaşlı ve rahat bir işi bırakıp, sistemin dışladığı bir insan olmayı göze alabilir misiniz ? Umarım alırsınızdır. Umarım bir çok insan ve hatta tüm insanlar alırdı ve dünyamız daha yaşanılabilir bir yer olurdu. 
   Savaş filmi değil, psikolojik gerilim de değil, dram değil. Nereye oturtacağımı bilemediğim bir film. Öyle pek başarılı olduğunu söylemek de mümkün değil ancak sorduğu sorular ve gösterdiği seçimler için izlemeye değer. Yakın durun derim.

12 Eylül 2015 Cumartesi

"The Man From U.N.C.L.E" Gayriçi'nin Son Filmi

   007'nin yeni filmi gösterime girmesine az zaman kalmışken, ajan komedisi Kingsman daha yılını devirmemişken; Gayriçi, risk alıp 1960'larda geçen soğuk savaş döneminin ajan filmini çekmiş.
   Hakkını yemeyelim yönetmenin kendine has bir üslubu var. Tek kadrajda çok sekanslar, aksiyonun çok olduğu sahnelerin sessiz çekilmesi, müzikle filmin şükela uyumu, çok özenli müzikler, şaşırtan senaryolar vs.vs. Kendisinin ilk dönem filmlerindeki kıvılcımı şimdi pek özlüyoruz. Genellemeyi kesip filme dönelim.
   Soğuk savaş dönemi. Bir şekilde bir arada çalışmaya mecbur kalmış Amerikan (Napolyon Solo (şaka gibi bir isim)) ve Rus ajanı (İlya (hah bu olmuş)), arada tamirci bir kızceyiz. Kötü adamların (ki "gizli naziler" oluyorlar bu filmde) peşine düşüyorlar. 
   İki saate yakın süre (116 dk.) fazla sıkılmadan akıp gidiyor. Senaryo güzel, oyunculuklar fena değil (Cerıdheris ve Hüügrend yancı rollerde harcanıyor (yalnız hüügrend ne yaşlanmış öyle !)). Müzikler bombastik. Yönetmenin dokunuşları hissediliyor (elbette ki bir "Lock, Stock and Two Smoking Barrels" değil). Ama benim filmdeki favorim : dönemin kostümler, araçlar, dekorlar olarak çok güzel bir şekilde canlandırılması oldu. Filmin geçtiği Berlin ve Roma'da güzel bir çalışma yapılarak 1960'lar aynen yansıtılmış. 
   İyi gişe yaparsa bir ikincisinin İstanbul'da geçeceği kılçığı atılan filmimiz; sıcaktan bunaldığımız bu günlerde serin ve tenha sinema salonlarında izlenecek güzel bir alternatif. 
   Haydi iyi seyirler.



9 Eylül 2015 Çarşamba

Ferahfeza Taksim Dinlerken Ağlamak !..

   Hayattan hiç şikayetçi olmamam gerek. Orta yaşların sonuna doğru geliyorum. Ciddi bir sağlık sorunum yok. Sevdiceğim ile aramda sıcacık bir sevgi var. Yüreği yüzünde, vicdan sahibi, merhametli, günümüz standartının çok üstünde digemkâr bir kızım; güleryüzlü, günümüz standartının üstünde saygılı bir damat adayı oğlum var. 
   Karım da, fakir de emekli. Can sıkıntısından başladığım, ancak şimdi (arada yanıp yakınmalarıma karşın) severek yaptığım bir işim, iyi iş arkadaşlarım var. İstediğimi alabiliyor, istediğimi yiyebiliyorum. Üstüne pipirikleneceğim hiç bir gayrimenkulum yok. 
   Öyleyse niye, akşam yürüyüşlerinde ferahfeza taksim dinlerken gözlerim yaşarıyor ?
   Mesele çok önceleri başladı.  90'lı yılların sonunda, beslendiğim, içinde yaşadığım toplum inceden değişmeye hallendi. Köşe dönmenin ayıp olmamaya başladığı, işini bilen memurun köşesini döndüğü yıllardı. Normal insanlar gibi, işten eve gelince ajanslara bakıyor, gazetelere göz gezdiriyor, kitabımı okuyordum. 
   İkibinli yılların başından itibaren ise değişim hızlandı. İçinde bulunduğum düşünsel, siyasal topluluk artık başörtülülere ciddi bir horgörüyle yaklaşıyordu. İnancının samimi olduğunu hissettiğim hiç kimseye önyargıyla yaklaşmadım, karşımdaki hiç kimseyi inancıyla, cinsel tercihiyle, siyasi düşüncesiyle değerlendirmedim. 
   2009'da emekli olduktan sonra, evlerin başköşesindeki bomba olarak nitelendirdiğim televizyonu kestim. Ajanslar dahil hiç bir şey izlememeye başladım (iyi de oldu). Çevremde, toplumda olan biteni sadece yazılı basından ve internetten izlemeye başladım. Gitgide kamplaşmaya başladık. İnsanların birbirlerinden uzaklaşmakta olduğunu üzülerek görüyor, kendime ördüğüm kozanın sanal emniyetinde, resmin büyüğünü görmemi sağlayan kitapları okumaya çalışarak, zihnimi resetleyen filmleri izleyerek, nihavent şarkılar, hüseyni türküler öğrenerek ömür tükettim. 
   Elimizde kalan en ciddi silah olan mizahı ihmal etmeyerek, hayata dalgacı bakan bir tarafımın olmasına çok çaba sarfettim. Aksatmadan her hafta mizah dergilerimi didik didik ettim. 
   Altı ay içinde hem Babacığımı, hem Anacığımı kaybettim. Kayıplar devam etti. Sırasız ölümler de yaşadım. Bir şekilde benliğimi sağlam tutmayı başardım.
   Bu günlere geldim.
   Son bir aydır; son yıllarda yaptığım her türlü zihinsel tecridi uygulamaya çalışıyorum. Televizyon zaten yok, gazetenin sadece 3.sayfalarını okuyorum. Polisiyeler, bilimkurgular okuyorum. Son hafta iyiden kaçışa bağlayarak her gece; yok Star Wars serisi, yok Riddick Günlükleri falan bilimkurguya vurdum (ki önceden hep işe yaramıştı). 
   İş dönüşü yaptığım mutad yürüyüşlerde kâh şarkîler dinliyorum, kâh türkîler. Bu gün; önce Ali Ekber Çiçek'ten "Haydar Haydar" vardı sonra "Ferahfezâ Taksim" geldi. Baktım sokakta yürüyenler bana bakıyor, farkettim ki şakır şakır ağlıyorum. 
   Koza, tecrit falan bir yere kadar demek ki. Zihin ister istemez etkileniyor. Şöyle bir içime döndüm, korku gördüm, endişe gördüm, acı gördüm. "Sorun"un ne olduğunu bilmediğim "çözüm süreci"ni gördüm. Aklıma Kosova'da "Oğullar, damatlar hep öldü. Gelinler, torunlar elime bakar. 79 yaşındayım. Devlet yok. Ne yapayım ?" diyen ihtiyar geliyor. Kulaklarımı tıkamama karşın, kulaklarıma takılan "Çolaklı'da 15 kürdün işyerini yakmışlar" haberi geliyor. Aklıma arnavut, kürt, yörük, laz, çerkes, alevi, mevlevî, nakşî,  deist, sosyalist, faşist (evet onlardan da var) dostlarım geliyor. 
   Günde 10 dakikamı harcadığım, fotoğraflara bakmadığım sosyal paylaşım sitesinde gözüme takılan fotoğraf geliyor. Yaşlı bir anacık, bir elinde bastonu, bir elinde bayrak, boynu bükük oturuyor. Karşısında oğlu. Tabutun içinde. Başka yerlerde başka analar da var boynu bükük, fotoğraflarını görmediğimiz. Ne olursa olsun, büyükler küçüklerini gömmemeli. 
   İşte yine gözlerim doluyor. 
   Lümpen proleteryadan nefret ettiğim halde (ki müsebbibi onlardır bu halin) ülkemi ve insanlarını seviyorum. İvme bu şekilde gittiği takdirde bir iç savaşa sürükleneceğimizi seziyorum. Suriyeli de değilim ki başka memleketlere kaçayım. Böyle bir gidişatta, tarafımı seçip, kalkışacağım elbette. Ama kalkışma çözüm değil. 
   Bu memleket güzel memleket. Şarkılarını, türkülerini dinleyin. Hakikaten güzel. Şehir varoşlarında yozlaşmış lümpeni ayırın bir tarafa, insanları güzel. 
   Akçakoca'da "bu sabah tuttum" dediği kıraçaları öven ergeni seviyorum ben. Sokaktaki mültecileri her görüşünde muhakkak bir bozukluk veren apartman görevlimizi seviyorum. Hayatla, insanla temasını para ekseninde tutmayan insanları seviyorum. 
   Biliyorum ki; bu düzen kırılgan bir düzen. Her kışkırtmaya açığız. Din ile yaklaşır, kamplaştırırsın. Etnik kökenden girer, düşmanlaştırırsın. Siyaseten ayrıştırırsın. Bunların hepsi acımasızca, vandalca yapılıyor. Üstelik bu kışkırtmalara karşı koyabilecek ne toplumsal hafızamız, ne de bilgi birikimimiz var. Sadece bir içgüdü. O içgüdüye güveniyordum. Ama olanlar vahim. Şarkîleri, türkîleri dinlerken ağlamaktan başka da bir şey yapamıyorum. 
   Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil. Ben de yazıyorum işte böyle.