Hayattan hiç şikayetçi olmamam gerek. Orta yaşların sonuna doğru geliyorum. Ciddi bir sağlık sorunum yok. Sevdiceğim ile aramda sıcacık bir sevgi var. Yüreği yüzünde, vicdan sahibi, merhametli, günümüz standartının çok üstünde digemkâr bir kızım; güleryüzlü, günümüz standartının üstünde saygılı bir damat adayı oğlum var.
Karım da, fakir de emekli. Can sıkıntısından başladığım, ancak şimdi (arada yanıp yakınmalarıma karşın) severek yaptığım bir işim, iyi iş arkadaşlarım var. İstediğimi alabiliyor, istediğimi yiyebiliyorum. Üstüne pipirikleneceğim hiç bir gayrimenkulum yok.
Öyleyse niye, akşam yürüyüşlerinde ferahfeza taksim dinlerken gözlerim yaşarıyor ?
Mesele çok önceleri başladı. 90'lı yılların sonunda, beslendiğim, içinde yaşadığım toplum inceden değişmeye hallendi. Köşe dönmenin ayıp olmamaya başladığı, işini bilen memurun köşesini döndüğü yıllardı. Normal insanlar gibi, işten eve gelince ajanslara bakıyor, gazetelere göz gezdiriyor, kitabımı okuyordum.
İkibinli yılların başından itibaren ise değişim hızlandı. İçinde bulunduğum düşünsel, siyasal topluluk artık başörtülülere ciddi bir horgörüyle yaklaşıyordu. İnancının samimi olduğunu hissettiğim hiç kimseye önyargıyla yaklaşmadım, karşımdaki hiç kimseyi inancıyla, cinsel tercihiyle, siyasi düşüncesiyle değerlendirmedim.
2009'da emekli olduktan sonra, evlerin başköşesindeki bomba olarak nitelendirdiğim televizyonu kestim. Ajanslar dahil hiç bir şey izlememeye başladım (iyi de oldu). Çevremde, toplumda olan biteni sadece yazılı basından ve internetten izlemeye başladım. Gitgide kamplaşmaya başladık. İnsanların birbirlerinden uzaklaşmakta olduğunu üzülerek görüyor, kendime ördüğüm kozanın sanal emniyetinde, resmin büyüğünü görmemi sağlayan kitapları okumaya çalışarak, zihnimi resetleyen filmleri izleyerek, nihavent şarkılar, hüseyni türküler öğrenerek ömür tükettim.
Elimizde kalan en ciddi silah olan mizahı ihmal etmeyerek, hayata dalgacı bakan bir tarafımın olmasına çok çaba sarfettim. Aksatmadan her hafta mizah dergilerimi didik didik ettim.
Altı ay içinde hem Babacığımı, hem Anacığımı kaybettim. Kayıplar devam etti. Sırasız ölümler de yaşadım. Bir şekilde benliğimi sağlam tutmayı başardım.
Bu günlere geldim.
Son bir aydır; son yıllarda yaptığım her türlü zihinsel tecridi uygulamaya çalışıyorum. Televizyon zaten yok, gazetenin sadece 3.sayfalarını okuyorum. Polisiyeler, bilimkurgular okuyorum. Son hafta iyiden kaçışa bağlayarak her gece; yok Star Wars serisi, yok Riddick Günlükleri falan bilimkurguya vurdum (ki önceden hep işe yaramıştı).
İş dönüşü yaptığım mutad yürüyüşlerde kâh şarkîler dinliyorum, kâh türkîler. Bu gün; önce Ali Ekber Çiçek'ten "Haydar Haydar" vardı sonra "Ferahfezâ Taksim" geldi. Baktım sokakta yürüyenler bana bakıyor, farkettim ki şakır şakır ağlıyorum.
Koza, tecrit falan bir yere kadar demek ki. Zihin ister istemez etkileniyor. Şöyle bir içime döndüm, korku gördüm, endişe gördüm, acı gördüm. "Sorun"un ne olduğunu bilmediğim "çözüm süreci"ni gördüm. Aklıma Kosova'da "Oğullar, damatlar hep öldü. Gelinler, torunlar elime bakar. 79 yaşındayım. Devlet yok. Ne yapayım ?" diyen ihtiyar geliyor. Kulaklarımı tıkamama karşın, kulaklarıma takılan "Çolaklı'da 15 kürdün işyerini yakmışlar" haberi geliyor. Aklıma arnavut, kürt, yörük, laz, çerkes, alevi, mevlevî, nakşî, deist, sosyalist, faşist (evet onlardan da var) dostlarım geliyor.
Günde 10 dakikamı harcadığım, fotoğraflara bakmadığım sosyal paylaşım sitesinde gözüme takılan fotoğraf geliyor. Yaşlı bir anacık, bir elinde bastonu, bir elinde bayrak, boynu bükük oturuyor. Karşısında oğlu. Tabutun içinde. Başka yerlerde başka analar da var boynu bükük, fotoğraflarını görmediğimiz. Ne olursa olsun, büyükler küçüklerini gömmemeli.
İşte yine gözlerim doluyor.
Lümpen proleteryadan nefret ettiğim halde (ki müsebbibi onlardır bu halin) ülkemi ve insanlarını seviyorum. İvme bu şekilde gittiği takdirde bir iç savaşa sürükleneceğimizi seziyorum. Suriyeli de değilim ki başka memleketlere kaçayım. Böyle bir gidişatta, tarafımı seçip, kalkışacağım elbette. Ama kalkışma çözüm değil.
Bu memleket güzel memleket. Şarkılarını, türkülerini dinleyin. Hakikaten güzel. Şehir varoşlarında yozlaşmış lümpeni ayırın bir tarafa, insanları güzel.
Akçakoca'da "bu sabah tuttum" dediği kıraçaları öven ergeni seviyorum ben. Sokaktaki mültecileri her görüşünde muhakkak bir bozukluk veren apartman görevlimizi seviyorum. Hayatla, insanla temasını para ekseninde tutmayan insanları seviyorum.
Biliyorum ki; bu düzen kırılgan bir düzen. Her kışkırtmaya açığız. Din ile yaklaşır, kamplaştırırsın. Etnik kökenden girer, düşmanlaştırırsın. Siyaseten ayrıştırırsın. Bunların hepsi acımasızca, vandalca yapılıyor. Üstelik bu kışkırtmalara karşı koyabilecek ne toplumsal hafızamız, ne de bilgi birikimimiz var. Sadece bir içgüdü. O içgüdüye güveniyordum. Ama olanlar vahim. Şarkîleri, türkîleri dinlerken ağlamaktan başka da bir şey yapamıyorum.
Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil. Ben de yazıyorum işte böyle.
Karım da, fakir de emekli. Can sıkıntısından başladığım, ancak şimdi (arada yanıp yakınmalarıma karşın) severek yaptığım bir işim, iyi iş arkadaşlarım var. İstediğimi alabiliyor, istediğimi yiyebiliyorum. Üstüne pipirikleneceğim hiç bir gayrimenkulum yok.
Öyleyse niye, akşam yürüyüşlerinde ferahfeza taksim dinlerken gözlerim yaşarıyor ?
Mesele çok önceleri başladı. 90'lı yılların sonunda, beslendiğim, içinde yaşadığım toplum inceden değişmeye hallendi. Köşe dönmenin ayıp olmamaya başladığı, işini bilen memurun köşesini döndüğü yıllardı. Normal insanlar gibi, işten eve gelince ajanslara bakıyor, gazetelere göz gezdiriyor, kitabımı okuyordum.
İkibinli yılların başından itibaren ise değişim hızlandı. İçinde bulunduğum düşünsel, siyasal topluluk artık başörtülülere ciddi bir horgörüyle yaklaşıyordu. İnancının samimi olduğunu hissettiğim hiç kimseye önyargıyla yaklaşmadım, karşımdaki hiç kimseyi inancıyla, cinsel tercihiyle, siyasi düşüncesiyle değerlendirmedim.
2009'da emekli olduktan sonra, evlerin başköşesindeki bomba olarak nitelendirdiğim televizyonu kestim. Ajanslar dahil hiç bir şey izlememeye başladım (iyi de oldu). Çevremde, toplumda olan biteni sadece yazılı basından ve internetten izlemeye başladım. Gitgide kamplaşmaya başladık. İnsanların birbirlerinden uzaklaşmakta olduğunu üzülerek görüyor, kendime ördüğüm kozanın sanal emniyetinde, resmin büyüğünü görmemi sağlayan kitapları okumaya çalışarak, zihnimi resetleyen filmleri izleyerek, nihavent şarkılar, hüseyni türküler öğrenerek ömür tükettim.
Elimizde kalan en ciddi silah olan mizahı ihmal etmeyerek, hayata dalgacı bakan bir tarafımın olmasına çok çaba sarfettim. Aksatmadan her hafta mizah dergilerimi didik didik ettim.
Altı ay içinde hem Babacığımı, hem Anacığımı kaybettim. Kayıplar devam etti. Sırasız ölümler de yaşadım. Bir şekilde benliğimi sağlam tutmayı başardım.
Bu günlere geldim.
Son bir aydır; son yıllarda yaptığım her türlü zihinsel tecridi uygulamaya çalışıyorum. Televizyon zaten yok, gazetenin sadece 3.sayfalarını okuyorum. Polisiyeler, bilimkurgular okuyorum. Son hafta iyiden kaçışa bağlayarak her gece; yok Star Wars serisi, yok Riddick Günlükleri falan bilimkurguya vurdum (ki önceden hep işe yaramıştı).
İş dönüşü yaptığım mutad yürüyüşlerde kâh şarkîler dinliyorum, kâh türkîler. Bu gün; önce Ali Ekber Çiçek'ten "Haydar Haydar" vardı sonra "Ferahfezâ Taksim" geldi. Baktım sokakta yürüyenler bana bakıyor, farkettim ki şakır şakır ağlıyorum.
Koza, tecrit falan bir yere kadar demek ki. Zihin ister istemez etkileniyor. Şöyle bir içime döndüm, korku gördüm, endişe gördüm, acı gördüm. "Sorun"un ne olduğunu bilmediğim "çözüm süreci"ni gördüm. Aklıma Kosova'da "Oğullar, damatlar hep öldü. Gelinler, torunlar elime bakar. 79 yaşındayım. Devlet yok. Ne yapayım ?" diyen ihtiyar geliyor. Kulaklarımı tıkamama karşın, kulaklarıma takılan "Çolaklı'da 15 kürdün işyerini yakmışlar" haberi geliyor. Aklıma arnavut, kürt, yörük, laz, çerkes, alevi, mevlevî, nakşî, deist, sosyalist, faşist (evet onlardan da var) dostlarım geliyor.
Günde 10 dakikamı harcadığım, fotoğraflara bakmadığım sosyal paylaşım sitesinde gözüme takılan fotoğraf geliyor. Yaşlı bir anacık, bir elinde bastonu, bir elinde bayrak, boynu bükük oturuyor. Karşısında oğlu. Tabutun içinde. Başka yerlerde başka analar da var boynu bükük, fotoğraflarını görmediğimiz. Ne olursa olsun, büyükler küçüklerini gömmemeli.
İşte yine gözlerim doluyor.
Lümpen proleteryadan nefret ettiğim halde (ki müsebbibi onlardır bu halin) ülkemi ve insanlarını seviyorum. İvme bu şekilde gittiği takdirde bir iç savaşa sürükleneceğimizi seziyorum. Suriyeli de değilim ki başka memleketlere kaçayım. Böyle bir gidişatta, tarafımı seçip, kalkışacağım elbette. Ama kalkışma çözüm değil.
Bu memleket güzel memleket. Şarkılarını, türkülerini dinleyin. Hakikaten güzel. Şehir varoşlarında yozlaşmış lümpeni ayırın bir tarafa, insanları güzel.
Akçakoca'da "bu sabah tuttum" dediği kıraçaları öven ergeni seviyorum ben. Sokaktaki mültecileri her görüşünde muhakkak bir bozukluk veren apartman görevlimizi seviyorum. Hayatla, insanla temasını para ekseninde tutmayan insanları seviyorum.
Biliyorum ki; bu düzen kırılgan bir düzen. Her kışkırtmaya açığız. Din ile yaklaşır, kamplaştırırsın. Etnik kökenden girer, düşmanlaştırırsın. Siyaseten ayrıştırırsın. Bunların hepsi acımasızca, vandalca yapılıyor. Üstelik bu kışkırtmalara karşı koyabilecek ne toplumsal hafızamız, ne de bilgi birikimimiz var. Sadece bir içgüdü. O içgüdüye güveniyordum. Ama olanlar vahim. Şarkîleri, türkîleri dinlerken ağlamaktan başka da bir şey yapamıyorum.
Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil. Ben de yazıyorum işte böyle.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder