31 Mart 2013 Pazar

"Monsieur Lazhar" Daha Dün Annemizin ...

   Mart ayının son filmiyle karşınızdayız sinefiller.
   Bu kez Kanada'dan bir okul filmi izliyoruz. 
   "Cezayir'den Kanada'ya iltica aşamasında olan Mösyö Beşir, öğretmenlerinin yeni intihar ettiği bir sınıfın öğretmenliğini üstlenir." konumuz budur. 
   Daha önce seyrettiğiniz okul filmlerine benzemez. Ne bir Ölü Ozanlar Derneği, ne de bir Wonder Boys'tur. Yani o fantastik hocaların o şükela kabına sığmaz pörfekt öğrenci grubu ile hemhal olma görüntüleri yoktur. 
    Beşir Lazar'ın yegane olağanüstü yanı, yaşayakalma becerisidir. Öyle Kel Mahmut tarzı bir hoca değildir. Bilakis gitgide yenileşen eğitim tekniklerine bir hayli uzaktır. (bu arada filmde yeni eğitim sistemiyle ilgili bir tespit beni benden almıştır. İçerik vermeden geçemeyeceğim : öğrencilerle fiziksel temasın yasaklanması üzerine spor öğretmeni "- öğrencilere radyoaktif atık muamelesi yapıyoruz, siz hiç fiziki temas olmadan atlama beygiri çalıştırmayı denediniz mi ?" deyince fakirin zihni şenlenmiştir.) 
   Eğitim sisteminde aşmış bir Kanada'nın bunu nasıl yapabildiğini merak ediyorsanız,
   Ölüm ve çocuk, suçluluk, kefaret gibi hayatın içindeki gerçekleri farklı bir açıdan görmek istiyorsanız,
   Terörün insana ettikleri ilginizi çekiyorsa, (hiç bir terör görüntüsü olmadan da bu konuda güzel film yapılabileceğinin örneğidir.)
   Holivuttan sıkıldıysanız,
   Bu gece de şöyle iyi bir film izleyeyim diyorsanız,
   Şiddetle ne işim olur, hararetle öneririm.
Filmden aklımda kalanlardan bir demet :
   Çocuklar bu kadar mı güzel olur ?
   Muhammed Fellag (Mösyö Beşir) negzel abartısız oynamış. (hafiften yeşeren meslektaşıyla kadük bıraktığı akşam yemeğinden sonra gözyaşlarını tutamaması, fakiri ziyadesiyle hüzünlendirmiştir (o ne bastırılmış hüzündür o öyle !))
   Müzikler şükeladır.
   Son sahne, ahh o son sahne...

25 Mart 2013 Pazartesi

"The Sessions" Seksin İnsan Yaşamındaki Önemi !..

   Libido önemli.
   Seks de öyle...
   Dörtbuçuk milyon yıldır şekillenen içgüdülerimizin (ÜRE ! (kandaki değil ama)) bir şekilde zuhuru.
   Ergenlikten itibaren her erkeğin zihninde spermlerini mümkün olan en çok ve en çeşitli yelpazeye dağıtma, her kadının zihninde ise yumurtası için en mükemmel sperme ulaşma isteği yatar. Elbette son yüzyıllarda bu istekler çeşitli sosyal ve yasal kurallarla hayli törpülenmiştir. Yine de önemlidir libido.
   Filmimiz, kuadripleji illetinde ömür geçiren (ama bir çoğumuzdan daha üretken bir şekilde) şair, yazar ve avukat Markobrayn'ın hayatından bir kesiti alıyor, gözlerimizin önümüze seriyor. Bu süreçte Mark'ın bakirlik sorunsalına getirdiği çözümler (bir takım zorlu fiziksel engelleri aşarak) hayli mahrem bir şekilde izleyiciye yansıtılıyor. 
   Helınhant; seks terapisti rolünde, nüdizmi cinsellik içermeden ve çok doğal bir şekilde yansıtıyor (yalnız botoksu çok mu abartmış nedir ? mimiklerde aşırı bir donukluk vardı. sanıyorum sesine de botoks yaptırmış). Markobrayn'ı canlandıran Canhovks'u ise ayrıca alkışlamak gerekir zira beden dilini hiç kullanmadan tüm duygularını gözlerinde canlandırması takdire değer. Vilyımmeysi "kafa peder" rolünde (ellerinde biraları görünce (zihin muzır ya !) aklım "Shameless"e kaydı) "mükemmel saç kesimiyle" pek şükela.
   Öyle fazla önerilecek bir başyapıt falan değildir. Arada geçen bir iki diyalog ve (pek dokunaklı bir şiir) sahne dışında akılda kalan fazla bir şey yoktur. Lakin engellerin insan hayatında ne gibi rol oynadığına dair fikriniz olsun ve cinselliğin değişik boyutları konusunda bilgilenmek istiyorum derseniz, gideri vardır. Çoluk çocukla izlenmez. Cinsellik konusunda tutucuysanız yine izlenmez. Ama bunların dışında gayet güzel izlenir. 

23 Mart 2013 Cumartesi

"Beyaz Elmalar" Jonathan Carroll'un überkuntastik imgelemi...

   Ölünce hiç üzülmeyeceğim bir yazar varsa o da Jonathan Carroll'dur. Zira bu kadar ölüme takmış bir yazarın, hep düşündüğü merak ettiği yere varmasında üzülecek bir şey yoktur.
   Daha önce bu güncede, yazarın başka bir kitabını tanıtmışlığımız vardır. (Bkz."Aşık Hayalet")
   Kendisiyle müşerref olmamız ise "Kahkahalar Ülkesi"yledir.
   Beyaz Elmalar, Aşık Hayalet'ten bir altı yıl kadar önce yazılmış olmasına rağmen Bay Canıtın, ölüm, sevgi, ilişkiler, hayat, kader, aşk, köpekler konusundaki takıntılı hayalgücünü 12+1'nci viteste bağırtarak kullanmaktadır. (Etenşın ! Malumatfuruşluk = böyle bir vites yok diyen sürücü kırkayak kullansın bakalım da görür 12nci takviyeyi)
   "Başarılı bir reklamcı ve kadın avcısı olan başkahramanımız Vincent Ettrich kansere yenildikten sonra, uğruna karısı ve çocuklarını terk ettiği tek aşkı Isabelle Neukor tarafından, doğmamış oğulları Anjo'nun ruhu yardımıyla, yeniden hayata döndürüldüğünü öğrenir. Anjo'ya aktarmak üzere, ölüm tecrübesi sırasında öğrendiklerini hatırlama çabasıyla olayların içinde sürüklenirken onu yeniden Araf'a çekmeye çalışan, insan bedenine bürünmüş kaosla başa çıkmak zorunda kalır. Isabelle, Anjo ve koruyucu meleği Coco Hallis'in yardımlarıyla her seferinde ondan kaçmayı başarır." konumuz budur.
   Konunun işlenişi de konunun kendisi kadar kuntastiktir. Yusuf sabrı, sedefkar dikkati, serçeye yaklaşan kedi hassasiyeti gerektirir. Fantazya ve gerçeküstüne bendeniz kadar meftun değilseniz emniyetli uzaklıktan seyrediniz. Zira yakınlaşınca alttaki gibi cevap verilmeyen sorularla karşılaşır ve balatayı boş yere kızdırırsınız (benimkiler sonlara doğru iyice kızıllaştı).
" mum taşıyan çocuğa sordum: - nereden geliyor bu ışık? 
çocuk aniden üfleyip söndürdü mumu ve sonra seslendi : 
- peki şimdi nereye gitti? sen cevap verirsen ben de vereceğim."

22 Mart 2013 Cuma

"On The Road" Beat Kuşağının İzinde...

   Ağ güncemde; sefil sinema altyapım elverdiğince, film tanıtımları yapıyorum. 
   Bu kez filmimizi tanıtamayacağım (hepsini izlemedim) sadece bir anekdot aktaracağım. 
   Dün gece filmimizi başlattık. Sevdiceğimle birlikte bir elli dakika kadar seyrettik. (arada birbirimize kaçamak bakışlar atarak). Sonra biriciğim dedi ki : "- bitirsek mi ?" hemmen atıldım "-son on dakikadır bunu söylemeni bekliyordum.". Kumandaya kim önce varacak yarışı yaptık. Ben kazandım. 
   Kristen Stewart, Kristen Dunst, Amy Adams, Elizabeth Moss gibi ünlü kadın simaların yanında Viggo Mortensen gibi bir usta ve Garrett Hedlund, Sam Riley gibi yükselen yıldızları kadrosunda barındıran, "beat" kuşağını konu alan bir filmin, iyi olmasını bekliyor sinefil. Lakin sonuç (bence) hüsran.
   Benim gördüğüm kadarıyla : pot kafasına müptela, edebiyat düşkünü gençler avara kasnak geziyorlar, geziyorlar. Elli dakika sabredebildim, kapattığımda hala geziyorlardı. Hani Vilyım Barogs, Elın Cinsbörg okumuşluğumuz ve hatta zevk almışlığımız da vardır. (Etenşın Malumatfuruşluk Çıkabilir : okuması da zevkalması da zorludur bu abilerin) Neymiş = edebiyat başka, sinema başkaymış. 
   Diyeceğim odur ki = sabi sübyanla asla ve kat'a gitmez, ayık kafayla da gitmez, ve hatta sallanmadan yürüyebiliyorsanız yine gitmesi zor, sızmadan az önce izlenirse belki bir şansı olabilen filmdir.
   Siz bilirsiniz. 

"Black Mirror" "Be right back" Can man regenerate ?


   Bu güncede dizi olmaz ama bu, başka türlü bir şey...
   İlk sezonu izlemiş ve gerektiği kadar sersemlemiştim. 
   Dün itibarıyla yeni sezona başladım. İlk bölümü ("Be right back") daha öncekilerinden daha fazla sersemletti. (sen nebçim sersemsin arakolpa !)
   Naçizane görüşüm : bilimkurgu ikiye ayrılır. Birinci grup : herkesin aklına gelen tarzda bilimkurgulardır. Efekt bombardımanı ile azıcık özgün düşünceyi birleştirir, hayalgücünü besler, beynin kıvrımlarına fazla bir etkisi yoktur (misal : Yıldız Savaşları) (daha ziyade omurilik soğanına etki eder) (Etenşın !.. Malumatfuruşluk : soğan demişken : papaz yahnisinde kullanılan soğanlar zinhar arpacık olanlardan seçilmelidir). 
   İkinci grup ise daha zoru tercih eder. Öyle efekt falan yoktur, doğrudan beyne hitap eder, sorular sorar, bir takım cevaplar verir ama yorumu size bırakır. (misal : "Mülksüzler". Evet sayın çokbilmiş okur, bu bir kitaptır ama ikinci grubu tam simgeliyor. Film isterseniz buyrun : "Never Let Me Go")
    Kara Ayna, geniş açıdan bilimkurgu olarak nitelendirilebilir. Günümüzden ileride geçtiği kesin. Ama öyle uçan otomobiller falan yok. Yani uçuk bir gelecek değil, aslında günümüzdeki teknolojik ivme düşünüldüğünde rahat bir on yıl falan sonrası olabilir. Tabiy ki bu değerlendirme bölüm bölüm yapılsa daha iyi olur.
   Be right back'e dönecek olursak. Günümüzden sadece bir kaç yıl sonrası olabilir diyorum. 
   Bu bölümde; gerçekliğin ve teknolojinin ilişkilerdeki rolü hakkında çok esaslı sorular var. 
   "Martha, partneri Ash aniden öldüğünde yıkılır. Bir arkadaşı Ash'in daha önce sosyal medyadaki paylaşım/bildirimlerine bakarak onun gibi davranan (mimics) bir bilgisayar programına Martha'yı habersizce kaydeder. İlk başlarda ölü sevgilisiyle mesajlaşmayı (ve hatta konuşmayı) garipseyen Martha duruma alışır. Martha Ash'den bebek beklediğini öğrenir." konumuz budur.
   Dizinin müptelasıysanız iyi kötü zihinde uyandırılan sorulara cevapların da verilmeyeceğini biliyorsunuzdur. Bu bölümde aynı şekilde kurgulanmış. Şükela bir zihin hazırlama safhası, soruların oluşma safhası ve genellikle kafa karıştıran / ohhh dedirtmeyen ilginç bir son...
   Bilimkurguya (ama ikinci gruba) meraklıysanız, teknolojiyle, sosyal medyayla aranız iyiyse kaçırmayınız. Hararetle öneririm (o derece !)


19 Mart 2013 Salı

"Büyük Kasaba" Lawrence Block'tan House of Cards....

   Sayın Bay Block'u hep cep kitaplarıyla tanıdık, okuduk, sevdik. Scudder ve Rhodenbarr'ın dışında yarattığı karakterlerden Tetikçi John Keller, iki kitabıyla sahne aldı ve diğerleri kadar alkış toplayamadı...
   Bay Lourıns bu kez 567 sayfalık bir tuğlamsıyla dikkatimizi celbediyor. "Small Town", 14x20 ebatlarıyla bir cep kitabına benzemesine rağmen kalınlığıyla gözümüzü korkutuyor.
   Hiç gözümüzün korkmasına gerek yoktur. Zira yazarımız eski tarzında devam etmiş, yalnız bu kere karakterleri daha bir çeşitlendirmiş, daha ayrıntılı tasvirlere ve olay kurgusuna girmiştir. Özünde polisiyedir. 
   Bilmem yazarın daha önceki düz, akıcı üslubuna olan aşinalığımdan mıdır nedir : kitap beni fazla çekmedi. Hayır karakterler dantel dantel işlenmiş, üsluptaki mizah korunmuş, anlatılanlar olmayacak şeyler değil. Ama yok işte. Belki de bu 11/9 travması, bünyede temcit pilavı çağrışımı yaptığından, belki de eski karakterlerin olmaması. Neticede, eskiler kadar cezbetmedi fakiri. 
   Arada yapılan bir sanat tanımlaması fakirin aklında kalmıştır ama.
   Sanat, incidir.
   Asude ruhlar kimi zaman rahatsızlık hisseder ve bunu bir şekilde dışa vurur. Aynen istridyenin içine kaçan kum tanesinin etrafının, rahatsızlık vermemesi için sedefle kaplanarak incinin zuhur etmesi gibi. Van Gogh'u düşününce doğru gibi geliyor.
   Kitaba dönelim. Sadece yolculuklarda gideri vardır. Tefekküre niyetliyseniz yaklaşmayınız...


18 Mart 2013 Pazartesi

"Heaven" I'm in Heaven...

   Ben bu gece güzel bir film izledim. Yazmasam olmaz !...
   Sayın Bay Tikver'i koşlolakoş'dan biliyoruz (hem de iyi biliyoruz), prenses ve savaşçı da şükeladır. Ama Alman sinemasının bu parlak yönetmenini Bay Kieslowski ile birlikte görünce aldırmamazlık edemedim. İyi ki de edememişim.
   Filmimizin ilk sekansından itibaren görüntü yönetmenine, filmin yönetmenine, senaristine, kurgucusuna içimden bir teşekkür ettim. Alakasız gibi görünen ilk sekansın son cümlesi beni benden aldı : "-Gerçek bir helikopterde sürekli yükselemezsin. - Ne kadar yükselebilirim ?"
   Filmimizin konusu aslında hayli civcivli. Holivut alsa (yüksek gişeyi de garantileyerek) pespaye bir maceraya anında çeviriverir, ruhunuz duymaz. 
   Yanlış bir sabotajdan muazzep sanığımız, eski bir polis amirinin stajyer polis oğlunun yardımıyla kanundan kaçar (lar). 
   İlk yarım saatte beş kişinin ölmesine rağmen bu ölümleri yönetmen beyin kuntastik çekimleri sayesinde görmemekle kalmaz (bir damla bile kan görememekteyiz), içimizde (her nasılsa) hissederiz.
   Covanni ribizi'de nasıl bir geç ergen/erken genç libidosu yükselmektedir (var böyle bir libido), keytblençıt üstünde leydi galadriyel kostümleri yokken ve hatta saçları bile yokken nasıl olur da elf ışığı yaymaktadır bilemezsiniz. 
   Her çekim (özellikle dış planlar) bu kadar mı tablo gibi olur ?
   İnsanda bu kadarmı Toskana'da yaşama isteği uyandırır ?
   Müzik (kimi zaman sadece Bay Tikver'in piyanosu olsa da) görüntülerle bu kadar mı hemhal olur ?
    Cennet nedir ? 
(etrafında daralan bir çember olsa dahi sevdiceğinle taam edeceğin bir lokma ekmek, bir bardak şaraptır)
(gerçek hayattta yükselemeyeceğin yüksekliklere ulaşmaktır)
(önündeki garantili geleceğe, bir el teması için tekmeyi fırlatabilmektir)
(bir ağaç altıdır (gönderme de adem ve havva'yadır))

   şeklinde cevaplar üretilebilesi filmdir.
   Filippa'nın Filippo'yu sevdiğini söylemek için duraksadığı sahne gördüğüm en iyi duraksama sahnelerindendir.
   Bunları okuyorsanız, sinema virüsü immün sistemine sızmış bir insankişisisinizdir, belli.
   O halde, onbir yıllık da olsa bu aşk temalı kordelayı bulunuz ve izleyiniz.
   Memnun kalmayan bu yazının yorum bölümlerinden bana istediği kadar çemkirebilir. 
   

15 Mart 2013 Cuma

"Hitchcock" Her Başarılı Erkeğin Arkasında Bir Alma Reville Durur.

   Bay Ed, yıllardır aradığı ideal sarışının aslında otuz yıllık eşi Alma olduğunu ancak açmazda kalınca anlar. Konumuz budur...
   Saykoyu ilk seyrettiğimde tek kanallı, çok sansürlü, ancak akşamları yayın yapan Türk TRT'sinde afallamıştım. Lakin o dönemde sinema altyapım bugünkü gibi olmadığından niye afalladığımı da anlamamıştım. Devir değişti, arakolpa da değişti. Bugün izlediğimde kurgu, müzik, çekim, ışık gibi konulara kafa yorabildiğimden filmin beni neden çarptığını anlayabiliyorum. 
   Filmimiz birazcık zayıf. Filmin çekim öyküsü, Hiçkok ve Alma'nın ilişkisi, dönemin film çekmedeki güçlükleri gibi topu değişik köşelerde sektiriyor ama bir türlü gol olmuyor.
   Olsun...
   Entıni Hopkins, Helın Mirın gibi güçlü oyuncular yevmiyeyi hakketmekte (ama holivut makyaj işini beceremedi gitti, Bay Hopkins Hiçkoktan ziyade eski cumhurbaşkanlarımızdan birine benzemiş.) Sıkarletyohansın ve Cesikabiyel de eh işte zevahiri kurtarmaktadırlar. 
 
   Kendi adıma 98 dakika boyunca filmi durdurmadan, dikkatim düşmeden izledim, güzel vakit geçirdim. Netçede filmimiz Bay Alfredin yaşamını değil, sadece bir filmin yapım sürecini aktarmaktadır. Bunda da bir dereceye kadar başarılı olmaktadır. Lakin holivutun ustaya (ki bugün bile ekmeğini yemektedir) böyle BİM sütlacı gibi bir filmi reva görmesi de hicap vericidir. 
   Filmin sonlarındaki bir diyalog da fakiri gülümsetmeyi başarmıştır. Şöyle ki : 
  A.H. - Yıllardır aradığım sarışın yanıbaşımdaymış aslında (Alma'ya hitaben)
  Alma - Bunu söylemeni otuz yıldır bekliyordum.
   A.H. - İşte bana bu yüzden "gerilimin ustası" diyorlar şekerim...

   Bir de filmin girizgahı ve finalinin eski pazar gecelerini çağrıştırması da hoştur yani...
   Arşive katılmasa da olur ancak film sanatına ilgi duyanların izlemelerinde fayda vardır.

12 Mart 2013 Salı

"Gambit" Ama Yenisi !..

   Hafta arası, hava yağmurlu, sıkıcı bir iş günü daha bitmiş.
   Olsun ! Ne yapıyoruz ? Gambit'in yeni çevrimini izliyoruz. Böylelikle sıkıcı günün tortularını bir nebze de olsa atıyoruz bünyeden...
   Gelelim filme.
  1966 yapımı ilk çevrimde, gencecik bir Şörlimekleyn ile İngiliz züppeliğinin insan halindeki zuhuru Maykılkeyn döktürmektedir. Temaşası keyifli, hatırda kalan sahneleri mebzul, üstü nar gibi kızarmış fırın sütlaç tadında bir filmdir.
   Coen biraderler (dikkat buyurunuz) senaryoyu yazmış, Michael Hoffman yönetmiş, Colin Firth, Cameron Diaz, Alan Rickman ve Stanley Tucci de oynamışlardır (iyi de oynamışlardır (yalnız içim şu Kemırındiaz'a ısınamadı çok dar kalçaları ve kalın beli ile "fıstık" rolü kesmesi bana Barbrastrayzınt'ın "güzeller güzeli" rolü kesmesi (Bkz."Prince of Tides") gibi geliyor (hah yine cümleyi parantezlere boğdun arakolpa !)))
   Filmimizde, sonlara doğru güme giden küçüminnacık bir meşaz olsa da, zaten meşaz kaygısı taşıyan bir film falan değildir. Hoşça vakit geçirmeye yarar.
   Amerikan kültürü (bkz.oksimoron kullandım) ile İngiliz kültürü arasındaki derin farkları ilk sahneden itibaren (rodeo karşılaşması izleyen ingilizler) pattadanak verir, gülümsemeler "Savoy"daki sahnelerde pik yapar (lpg'li hanımefendi bizi bizden almıştır), Elınrikmın'ın şahane sesi ve aksanıyla Kolinfört'ün çekici sakarlığı, Stenlitukki'nin alman aksanı ve hotkotür gözlüklerinin tadı çıkarılır, finalde de şık bir fake attırılır ve çıkan yazılar (japonların şükela karaokesi eşliğinde) gülümseyerek izlenir.
   Fırın sütlaç kesafetinde olmasa da keşkül tadında eğlenceliktir.
   Kafa boşaltmaya niyetlenenlere duyurulur...


11 Mart 2013 Pazartesi

"Ruhun Uzun Karanlık Çay Saati" İkinci bir Dirk Gently Vakası...

   Şimdi geçen gün serinin ilk kitabını yazdım, sonrasında DNA'ın 61.yaşgünü logosunu gugılda gördüm. Bir hoş oldum. 

   Kitap ne hoş bir icat.

   Neyse gelelim kitabımıza.
   Daglısedıms bu seriyi üçleme olarak tasarlamış. Kutsal Dedektiflik Bürosundan sonra bunu yazmış, ama üçüncüye ömrü vefa etmemiş.
   DNA'nın iflah olmaz okurları olarak bize düşen , bu kitabı da dudağımızın kenarına kondurduğumuz gülümsemelerle bir güzel hatmetmektir.
   Aşırı kirli buzdolabı travmasını halletmeye çalışan "bütünsel dedektifimiz" Dirk Gently, bu kez kah Valhalla sakinleriyle hemhal oluyor, kah agresif kartalları bertaraf etmeye çalışıyor, kah atarlı bir yeniyetme tarafından burnu kırılıyor, kurye bisikletininin altında kaldığında ise "eylemin sonunun stabil olması" nedeniyle memnunluk duyuyor. Bu ve buna benzer aklazarar gelişmeler, Daglısedımsın her sayfada kendine hayranlıkla gülümsediğimiz şıkırdaklı kalemiyle çiftetelli oynuyorlar. 
   Bu kitap, serinin ilk kitabından daha oturmuş. Olay örgüsü daha anlaşılır, karakterler daha kanlı canlı. Galaksi Rehberi kalibresinde değilse de ona yakın bir ölçüde. Ben neden uzatmaya çalışıyorum bilmem. Meraklıları nasıl olsa çoktan alıp bitirmişlerdir.  Haydi iyi okumalar...

"Kutsal Dedektiflik Bürosu" Douglas Adams'tan...

   Bilimkurguya merakınız varsa "Otostopçunun Galaksi Rehberi"ni kaçırmış olamazsınız. Bu kallavi eserde Daglıs Edıms kendine özgü kemikleşmiş bir okur kitlesi yaratmıştı. Arturdent ve galaksilerarası seyahatlerde yanından ayırmadığı havlusu ile birlikte (havlu bağlantısına tıklarsanız ilginç bir günü tanımış olursunuz) nice maceralar yaşamış, farkına varmadan bilimkurgunun günümüzdeki dayanak noktaları hakkında bir güzel de bilgilendirilmiş, arada çokça da gülümselemeler sarfetmişizdir. Bir romanın bu etkisi yaratmasıysa oldukça şükeladır tabiy ki.
   Ne yazık ki Daglıs Edıms çok erken yaşlarda (49) hayat defterini dürerek aramızdan ayrılmıştı. Bu durum sadık okuyucuyu üzmüş, fakir gibi sonra keşfedenleri ise düpedüz hayal kırıklığına uğratmıştı.
   Kutsal Dedektiflik Bürosu, (bütünselci dedektiflik bürosu denilmesi daha uygun olacaktır) daglısedımsın kaleminden çıktığı apaşikar olan, her paragrafı nükte dolu, ani ve ilgisiz geri dönüşler, ileri çıkışlar, ilgisiz bilgilendirmeler içeren; kendisine aşina tüm okurların yazarını bilmese de iki paragraf okuduktan kelli "bunu daglısedıms yazmış abi yav" diyebilecekleri ilginç bir cep romanı. Kabalcı basmış, 279 sayfa, artık kitapçılarda nette falan bulunabiliyor (zira ilk çıktığında bulunamama gibi bir sorunu vardı), pire kukusu gibi harflerle yazıldığından yakın gözlük gerektirebilir, içinde Schrodinger'in kedisi de vardır, kuantum mekaniği de, dörtmilyar yaşındaki bir hayalet de, zaman makinesi de. Velhasıl aşure gibi kitaptır.
   Bilimkurgu meraklıları kaçırmayacaklardır ama yine de uyarımı yapmak isterim. Kitap ilk başlarda biraz yavaş ilerlemekte, motoru körelmiş bir dizel fargo hissi yaratmakta ancak ilk 100 sayfadan sonra motor ısınmaktadır. Kendi açımdan bir "Otostopçunun Galaksi Rehberi" tadı alamadığımı söylemeliyim (ki o A4 boyutunda, 700 sayfalık, yine pirekukusu puntolarla yazılmış bir ateştuğlasıdır). Ha bir de bütünselci dedektifimiz Dirk Gently, asla arturdent kadar sıcak ve (kırmızı bir şapka ve ayaklarına kadar uzanan deri bir pardesü giyse de) kanlıcanlı değildir.
   Siz bilirsiniz...

10 Mart 2013 Pazar

"Zero Dark Thirty" God Save America...

DİKKAT ! AĞIR İÇERİK İÇERİR..
   Kusura bakmayın direkt sonundan başlayacağım.
   İki helikopter dolusu tepeden tırnağa silahlı bir grup tecrübeli komando. Arkalarına modern bilimin en güncel teknolojisini de alarak Pakistan'ın orta yerinde etrafında duvarlar olan bir eve gece baskını düzenlerler. Evde yaşayan üç ailenin büyüklerini çocukların gözü önünde öldürürler (öldürülenlerden sadece biri silahla mukabele etmiştir). 12 yıldır siayeyde sadece bu amaçla yanan yakılan kızımız da devletin sırf ona tahsis ettiği askeri kargo uçağının arkasında gözyaşı döker. 
   Bu evin keşfedilmesi için çok paralar harcanır, çok insanlar ölür, çok insanlar işkence görür, çok hukuk ve ahlak kuralları çiğnenir.
   Öldürülenler teroristtir (kadınları bilemem). Ama canlı ele geçirilebilmeleri de mümkündür. (yok mudur bayıltan, uyku veren gaz ?) TDK'da eskiden terörün geniş bir tanımı vardı. Bugün baktım "yıldırıcılık" diyor. Kendi adıma 11 Eylülden ne kadar yıldıysam, bu gece harekatından da o kadar yıldım. İki yanlış bir doğru eder mi ? Sen devlet misin, mafya mısın Amerika ? sorularını sordurur filmdir.
   Haa film sağlam filmdir ona diyecek bir şey yok. Oyunculuklar, çekimler, kurgu (ilk saatlerde biraz yavaş akıyor (157 dk.sürüyor da)) iyidir. İşkence sahneleri hassas bünyelere dokunabilir. Lakin "The Hurt Locker"dan sonra ona benzer bir şey bekliyorsanız uzak durunuz. 
   American way of life tarzı hamaset sevenlere öneririm. (Allah onları bildiği gibi yapsın)
Gerçek hayata dönersek : öldürülenin UBL olduğuna inanmıyorum. Neden ? 
JFK'nin öldürülmesinin anonim olduğuna inanmamamla aynı sebepden ötürü...

6 Mart 2013 Çarşamba

"den brysomme mannen" "Bothersome Man" ya da "Gereksiz Adam"

    İşte : Norveç ve İzlanda'dan insanı gerim gerim geren, hindi gibi düşündüren bir filmle daha karşı karşıyayızdır sineperestler. (i'nin üzerine şapka koyunca anlam negzel değişiyor değil mi ? (El Çek Tabip Sinem Üstünden))
   Açılış sekansında filmimiz kendini pek güzel ifade etmektedir.
   Issız bir metro istasyonunda harıl harıl öpüşen genç bir çift.  Ama nasıl öpüşme, her biri diğerinin sindirim sistemine ulaşmaya çalışıyor sanki, çene faaliyetlerinin aksine gözler-bakışlar inanılmaz duygudan uzak. Herbiri sanki bu ateşli fiili uzaktan izleyen duygudan yoksun, iki yabancı... Esas oğlan Andreas bu evlerden ırak fiile dayanamaz ve metronun önüne atlar. (sonra yaşananlar ise ancak çizgi filmlerde olur denebilecek bir ahenkte seyreder)
   Konu hakkında daha fazla girdi yapıp izleme keyfinizi kaçırmak istemem. Lakin biliniz ki :
   - modern cesur dünya hakkında (haksli'ye selam olsun !) nefis bir eleştiridir.
   - "standart, cehennemdir" aforizmasını güzelce izah eder.
   - kapitalizmin tüm gerekleri karşılandığındaki hal-i pür melalimizi ortaya koyar.
   - Araf mı ? Cehennem mi ? sorunsalına farklı bir açıyla yaklaşır.
   - Filmin örgüsü içinde, tek turuncu yumuşak ışığın sadece açılan deliğin (o da bir anatomik figüre felaket benzemektedir ama yazmaya utanıyorum) sonundaki mutfakta zuhur etmesinin dikkatli sinefillerce hemmen tespitinin yapılması, dikkatli sinefilleri gülümsetir.
   - İMDB'deki janrı komedidramafantazi'dir ama fakiri tirtirtitretmiştir. Gülmelerim de olmuştur lakin sinirim bozulduğundan.
   - Sabi sübyan ile seyretmesi travmatik etkiler yaratabileceğinden, küçümenlerle seyretmek uygun değildir.
   - simgeler nasıl kullanılabilir ? sorularına cevap verir.
   - hoşça ve boşça vakit geçirtmez, bilakis uykuları kaçırır (demedi demeyin).

   Hasılı kelam : ezberbozandır, izlemeseniz de olur, ama izleseniz daha iyi olur...
sen ne gereksiz adamsın Andreas, otobüs bagajlarına giresicesin, aforoz edilesicesin, ölemeyesicesin... ama gereklisin de...

3 Mart 2013 Pazar

"los lunes al sol", "güneşli pazartesiler" yahut "mondays in the sun"

   Geceye "The Perks of Being a Wallflower"la başladım ve hayatla herhangi bir bağlantısını ilk yarım saatte bulamayınca Holivutu kapattım. "Ne varsa İspanyollarda var" diyerek oturdum güneşli pazartesilerin başına... Çok da iyi yapmışım.
   "İş bu film gerçek bir hikayeye değil, binlercesine dayanmaktadır" demiş, filmi yapan ekip. Holivuttan sonra nasıl iyi geldi bilemezsiniz.
   Konumuz öyle fazla olağandışı, süpersonik, hoplamalı zıplamalı değil, bilakis alabildiğince olağandır (hayat da öyle değil midir ?). Kapanan bir tersanenin işsiz kalan bir grup eski çalışanı hayatta kalmaya çalışırlar.  
   Sayıklamalarımı takip edenler; bir süredir Luis Tosar filmlerine, kedinin lazerpointır izine yaptığı muameleyi yaptığımı aymışlardır. Bu filme de o sayede ulaştım. Javier Bardem bonus oldu. Ama ne bonus... Şöyle hafiften göbekli, ağırdan arızalı, ördüğü kozanın çatlaması durumunda darmadağın olacak bir işsiz karakteri (hadi adı sanıyla söyleyelim de tam olsun) Santa'yı nasıl başarıyla canlandırmış, o kadar olur. İnsan son Bond filmindeki halini görüp "Holivut keşfetmeseydi iyiydi" diyor. 
   Luis Tosar da beklentilerimi boşa çıkarmamış, yevmiyesini sonuna kadar haketmiş, Hose'ye kan can vermiştir. Diğer aktör/artistler de şükela işler çıkarmıştır. Yönetmen ve diğer yönetmenler (sanat olsun, görüntü olsun) güzel çalışmışlardır. 
   Fakirin arızası : filmlerdeki üçüncül, dördüncül ve hatta beşincil karakterlere olan obsesif kompülsif takıntısıdır. Filmimizde de "Amador" bu takıntımdan nasibini almakta ve kocaman bir alkışı haketmektedir. Kafası her daim iskoçya kırları kadar sisli olan bu abimiz durup durup "önemli olan bizim tanrıya inanmamız değil, tanrının bize inanmasıdır. şunu biliyorum ki en azından bana inanmıyor" tarzında vecizeler yumurtlamakta ve fakirin zihnini şıngır mıngır ettirmektedir. 
   Ciddi sinefiller filmimizin kapitalizmi kıyasıya eleştirdiğini, sinematik açıdan çok sağlam kadrajlar kurduğunu, esaslı metaforlar kullandığını (misal = kırmızı geminin adı : Lady Espagna), insanlar arası ilişkiyi söze dayalı olmadan bombastik bir şekilde yansıttığını ve buna benzer birçok ayrıntıyı farkedeceklerdir.
   Alaylı sinemaperestler ise (fakir gibi) filmin sonunda şöyle bir yutkunacak, "hayat işte !" diyecekler ve neden bir garip olduklarını çıkarmaya çalışacaklardır.
   Hayatınızın bir döneminde işsiz kaldıysanız, iş aradıysanız bu hem gülümseten (acı acı ama), hem düşündüren bu kordelaya kayıtsız kalmayınız. Eğer hep çalışan biri olduysanız, durumu içselleştirmeniz biraz güç ama  "The Perks of Being a Wallflower" izlemekten daha iyi bir şey yapmış olmak için izleyiniz.
Şimdi de filmden aklımda kalan bir iki "zihinde kalıcı" sekans :
-Santa'nın Amador'un evinde gördüğü derbederlik karşısındaki sarsılması,
- Santa'nın o sokak lambasını yine kırması,
- Jose'nin karısının dizinde yattığı zaman, karısının valizinin üstünü örtmesi,
- İki eski komünist partisi arkadaş karşılaşır konuşur biri "Komünizm hakkında bize söylenen her şey yalanmış, en kötüsü ise kapitalizm hakkında söylenen her şey doğruymuş" anekdotu.
- Paulino Ribas'ın iş görüşmesinde aynaya bakması, akabinde çıkması,
- Siyamlı ikizler benzetmesi,
- ve elbette güneşli pazartesiler
Haydi iyi seyirler...