27 Kasım 2021 Cumartesi

"Makine Yazı" Derin Bilimkurgu.

   İthaki, Bilimkurgu Klasikleri serisinde yayımlamış. Yazar hakkında itimat ettiğim bilimkurgu kulübünde şöyle bir yazı da var. Çeşitli kritiklerini okudum birçoğu da olumlu. Hal böyle olunca oturduk başına.

   Bildiğimiz uygarlık biteli bin yıldan fazla olmuş. Küçük Belaire komününde yaşayan Konuşan Saz (evet! bu kahramanımızın adı (böyle daha ne adlar var: "Günde Bir Kez", "Gözlerini Kırp" vs.)), bir melek ya da en azından bir aziz olabilmek uğruna bilinmeyen bir yola çıkar. Olaylar gelişir.

   Distopyaya bayılırım. Ancak bilimkurgu yazmanın bazı handikapları var. Öncelikle bir dünya kurgulayacak ve bunu okura içselleştireceksiniz. Yemin ediyorum onbeş gündür elimde sürünüyor, bitmek bilmedi. Bay Crowley, belki de mükemmel bir dünya yaratmış ama benim sığ dimağım bunu birtürlü içselleştiremedi. Kurgulanan dünyanın karmaşıklığı, benim idrakımın ötesindeki jargon ve deneysel olay örgüsü; 272 sayfalık kitabımızın "bu yıl en uzun sürede okunan kitabı" ödülünü aldı fakirden. Algınız yüksek, odaklanmanız kuvvetliyse bir şans verilebilir, yoksa okumasanız da olur.

15 Kasım 2021 Pazartesi

"Geber Anne!" Paralel Evrende Sezgin Kaymaz.

   Nesnel değerlendiğinde bilimkurgu denilebilecek bir roman olmasına karşın en hazzetmediğim Sezgin Kaymaz romanıdır. Kaldı ki fakir, bilimkurgunun müptelasıdır.
   Neyse romana dönelim. Ankara'da musmutlu bir hayat süren maderşahi İsmailoğlu ailesi. Vezir Melek, şah Şükran, kaleler Tufan ve Tayfun, piyon Sarı (ailenin köpeği (rolü değerlendirildiğinde pek de piyon değil, karşı hatta sızıp sonradan vezir olan piyon da denilebilir)) şımşıkırdak bir hayatı memnuniyetle yaşarlar. Bir gün sadece Tayfun'un şahit olduğu bir olay sonucu olaylar gelişir.
   Bay Kaymaz'ın bu 365 sayfalık romanı ilk kez elimde oyalandı. Nedir: 150 sayfada kotarılabilecek novella muhtevasına sahip bu romanı, 3yüz küsur sayfa okumak zoruma gitti. Kerem'in ne kadar bombastik bir karakter olduğu üzerine yapılan güzellemeleri çıkaracak olursak, roman otomatik olarak %20 kısalır. Kurguya öyle fazla bir katkısı olmayan Haşan (Hasan değil yalnız!) ve meslektaşını da çıkarırsak bir %20 daha gider, elimize makul uzunlukta meraklı bir novella kalır. Kâri de sıkılmaz. 
   Bilimkurguda paralel evrenler konusunu (hakkında bir dergi yazısı yazabilecek kadar. Bkz. Bilim ve Ütopya Mayıs 2020 sayısı) bilip sevdiğimden, sonunu taa en başta tahmin ettim. 
   Sezgin Kaymaz kitaplarına başlayacaksanız, bundan başlamayın derim. Hatta doğrudan pas geçebilirsiniz.

7 Kasım 2021 Pazar

"Finch" Soft Road.

   Başlığa geleceğiz.

   Fişi çekilmiş bir dünyada 15 yıldır hayatta kalabilen Finç, pek sevdiği köpeğine bakmak için bir robot yapar (Cef), bulundukları yerden Doğu Sahiline (Senfrensisko) gitmek zorunda kalırlar. Yolda çeşitli şeyler olur.

   Amazon işin kolayını bulmuş. Kastta sadece bir insankişisi var (gerçi Tomhenks'in oyunculuğu her zamanki gibi iyiydi). Özel efektler (ki gözü yoracak kadar CGI var) fazla yevmiye istemeyen bir ekibe yaptırılmış. Bir televizyon yönetmeni bulunmuş. Aile ile seyredilecek bütün kriterler karşılanmış (şiddet, kan yok). Holivutun tüm klişeleri bihakkın verilmiş. Ancak demek ki senaryo çok önemliymiş. 15 yıldır dibine kadar sömürülen bir dünyada o karavanın yakıtı nasıl bulunuyor? Hiperaktif (ve her nedense pek insani bir şekilde konuşan (mekanik görüntüyü çekici kılabilmek için tahta ve deri kullanılan eller falan)) bir robotun enerjisi nereden geliyor? gibi sorular sormazsanız iki saate yakın zamanı (1s55d) bir güzel ezersiniz. 
   Açılış sahnelerinde içimin yağları eridi (hımm bombastik bir distopya falan diyerek iyice yayıldım koltuğa (Wall-E'yi anımsatan kumullar, bomboş bir dünya, taşıt aracı olarak kullanılan sanayi kamyonu vs.), telefonu uçak moduna falan aldım). Ancak filmimiz ilerledikçe anlatacak pek fazla bir şeyi olmadığını anlamam 45 dk. sonra oldu. Hayır köpecik de iyi rol kesiyor, pek sevimli kerata! Asimov'un robotik kuralları falan da vardı ama pelikulamızın bende değiştirdiği bir şey olmadı. O yüzden bu konuda bildiğim en gerçekçi ve depresif ekolojik distopyayı "The Road (2009)" yılda bir kez falan izlemeye yine devam. Finç ise Road'ın çok softyumuşakevcil bir versiyonu olarak arşivime girmeyecek.

4 Kasım 2021 Perşembe

"Dune" Frank Herbert'a Denis Villeneuve Dokunuşu.

   Beklenen gün geldi ve ne zamandır ha bugün ha önümüzdeki ay yayınlanacak denilen Denisvilenöv'ün (böyle mi telaffuz ediliyordu) Dune versiyonunu da izleme fırsatı bulabildik.
   Tam bir yıl önce bu film hakkında şuradaki neşriyatta bir yazım yayımlanmıştı. Tam bir yıl önce gösterileceği vaadine kanarak üşenmemiş 11.075 vuruşluk bir risale kaleme almış ve çok yanılmıştım. Yanılmadığım (daha doğrusu Alejandro Jodorowksy'nin (onun da muhteşem yenilgisinin belgeselini şuraya bırakalım) yanılmadığı) şey: yazının sonunda geçen Jodorowsky'nin söylediği "herşey tahmin edilebilir" öngörüsüdür. Evet Denis Bey (soyadını telaffuza daha fazla nefes yettiremiyorum) yetenekli bir yönetmen (bunu Arrival'da gördük gayet güzelce), kitap zaten bilimkurgunun opus magnumlarından biri (Dünyada en çok satılan bilimkurgu kitabı) ama işin içine ne kadar da kitabın o ruhani yönü katılmaya çalışılırsa çalışılsın neticede bir holivut filmi (yabancı gezegene gayda çalarak inen bir ordudan bahsediyoruz). Elbette Linç'in (hiç kimsenin kendi yönetmeninin bile sevmediği ama benim pek hazzettiğim über kiç filmi) versiyonundan daha fazla sadıktır kitaba. Elbette her sahnesi özenle çekilmiş, ışık/açı/kadraj/ses/müzik (yalnız Hans Zimmer'in (en popüler holivut müzikçilerindendir kendisi) o Ederlezi çığlıklı müziği muazzep etmiştir fakiri)/kurgu/kast çok özenilmiştir. Ancak ne kitabın derinliğini verebilmiş (itiraf edelim ki bu da kolay iş değildir) ne de holivut filmi meraklısı zombileri tatmin edebilecek eğlenceyi yakalayabilmiştir (biz "iki cami arasında beynamaz" deriz, işte aynı bu şekil!). Birazcık bilime teşneyseniz akıllara garip sorular da getirir (niye gezegenlerarası yolculuklarda anti-kütleçekim gücünden yararlanan gemiler kullanıyorlar da, gezegen içinde yusufçuk tipli (işte bunlar hep Jodorowsky'den intihal) tortorlar kullanıyorlar?). Azıcık frontal lob kullanıyorsanız "filmde niye hiç transistör yok?" diyebilirsiniz (çünkü binyıllar önce insanlık teknolojiden az daha topu atıyormuş da ondan. Yaaa!). Hülasa 2s35d'mızı verip izledik mi izledik, ikinci bölümü de izleyeceğiz kısmetse (serde bilimkurgu iptilası var ne de olsa). 
   Yalnız başroldeki Timotikalamet holivutta yürür! (yanlış bir iş yapıp bağımsız filmlerde oynamazsa) Ben yinede Kyle MacLachlan'ı daha çok seviyorum (var bir varoşluk bünyede).

"Pembe Tütülü Amiral" Neoliberal Zamanlarda Orduya Vurmak Kolay!

   Anlı şanlı bir tümamiral, Abant'taki bir iş toplantısının akşamında balerin makyajı ve kostümüyle (pempe tütüsüne kadar bittamam), kendi topladığı kimileyin nezih jigololu izleyicilerinin önünde süitinde kalp krizi geçirerek ölür. Vaziyet pek b.ktandır. Olay jandarma bölgesidir ama askeri savcı ve adli savcı olayın üstüne atlar. Üstüne üstlük olay anından hemen sonrasının kısa da olsa alınan bir görüntü kaydı, haber kanallarına düşmüştür.
   181 sayfalık novella, kısa kısa bölümlerle okuru hiç sıkmadan hitama ulaşıveriyor. Romanımızın kahramanı yok. Hiç kimse sütten çıkmış ak kaşık değil (belki ağabeyi dincilikten memuriyetten atılan idealist adli savcımız). 
   Amma velakin romanımızın başlanıgıcındaki dört isimden ikisine dikkatim kaydı. Barbaros Altuğ'u tanımam etmem, Naim Dilmener'i severim. Perihan Mağden'in kimi romanlarını da öyle (kendisi fanatik bir neoliberaldir) ama İskender Pala denince tüylerim tiken tiken olur (nedeni bir çilingir sofrasında daha kolay anlatılır yazıya dökmesi zordur). Üstelik Nisan 2008'de Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'nı hedef alan ve sonrasında yine aynı kuvvete yönelik Ergenekon davaları dönemin korkusuz savcısı Zekeriya Öz (bu dünyada ve varsa öbür dünyada huzur bulmaz umarım) tarafından çoktan açılmıştır. Zeitgeist (ne işim olur zeitgeistla) zamanın ruhu; bir zamanların üstüne kalem oynatılması imkansız muktedirlerine saldırıyı emretmektedir. Yazarımız da bu ahval ve şerait altında elinden geleni yapmış ve ilginç bir kurguyla çok satma ihtimali olan bu novellayı kondurmuştur kitapçı raflarına. 
   Denizaltılarda ve donanma gemilerinde fiili livatayı hiç görmedim, üstüne üstlük duymadım. 29 Yıl bahriye üniformasıyla gezdim, bunun önemli kısmında denizin üstündeydim. Sayın Pala, bahriye hayatı boyunca değil denizaltıda cephe görevine çıkmak, herhangi bir deniz tatbikatına bile katılmış değildir (bahriye hayatındaki branşı öğretmendir). Öyleyken (üstelik de tarihindeki en savunmasız anlarında) denizcilere çamur atmak pek adilane gelmedi bana. Kitap akıcı, edebi olarak zayıf ancak neoliberal bayrağı dimdik tutuyor elinde ve vazifesini iyi yapıyor. Siz bilirsiniz yani!

3 Kasım 2021 Çarşamba

"The Green Knight" Ben Beğendim.

    Kral Arthur'un yeğeni ve ablası Hintli olur mu hiç demeyiniz yetenekli bir yönetmenin neler yapabileceğini bilmiyorsunuz.
   Amcasına hava atmaya niyetlenen kof Gawain, karşısında kafasını uzatan yeşil şovalyenin kafasını hiç tereddüt etmeden uçurur. Ancak bunun bir de rövanşı vardır. İşte iki saati aşkın (2s10d) süresiyle filmimiz bu rövanşa odaklanıyor. Bu yıl izlediğin en iyi filmlerdendir. Bir kere zenaat olarak diyecek hiç bir sözümüz olamaz. Her sahne (açılıştan kapanışa) ince ince hesaplanmış, renklenmiş, müziklenmiş. Konuyu bir kenara bırakıp resim sergisi niyetine izleseniz hiç sıkılmazsınız (azıcık resim sanatına teşneyseniz elbette ki). Bond ve Dune'dan sonra çok iyi geldi. Yalnız holivut sinemasını seviyorsanız uzak durunuz. Mesellere, metaforlara kutaforlara (yok efendim kırmızı tilkiler, aşılan ölüm korkuları (yeşil kuşaklar), ters portreler ve daha neler) teşneyseniz ıskalamayınız.

"No Time to Die" Bitti de Kurtulduk.

   Serinin son filmini salgın malgın demeden sinema salonunda izledik (herkeşler benim gibi düşünmüyordu herhalde salonda güvercinimle bir başımızaydık). En son Spectre'yi izlemiş ve hayıflanmıştım (hiç ders almıyorsun arakolpa!). Yine holivut çekimine karşı koyamayarak buna da güzel bir bilet parası verdik, yine hayıflandık.
   Filmimiz 2s43d'da; türünün gerektirdiği tüm klişelerin bihakkın üstesinden geliyor (araba takipleri, yıkılan duvarlar, akıllara zarar aksiyon sahneleri, sevimsiz villainler (ne işim olur villainle) kötüadamlar, duygusal konuşmalar vs. Ancak ne başrolü oynayan kahramanımızın yeni limon yemişçesine büzülmüş dudakları, ne de Rami Malek'in iticiliği, (üstelik prodüksüyona harcanan onca paraya rağmen (çok değişik ülkelerde pek masraflı çekimler var)) filmimizi kurtarmaya yetmiyor. Ya da holivuttan ikrah geldi, bilemiyorum artık. 
Bir tek Ana de Armas'ı pek seviyorum (zaafım var o büyük gözlere, elimden bir şey gelmiyor) onun olduğu sahneleri daha bir doğrularak izledim (o dövüş koreografisi o yüze hiç gitmemiş ama olsun). Nedir: üç saate yakın zamanı güzelce ezdik ama filmimizin fakire kattığı bir şey var mı? Zinhar! Öyleyse cansıkıntısında gider, ama vaktiniz kıymetliyse uzak durun.

"Kün" Konya Ağzının Dibi!

   Kün acaip bir roman. İlk bölümü yazar, ikincisini bir sperm, üçüncü bölümü ise bir ölü yazıyor, sonrakilerse nasıl denk gelirse. Ölemeyen ölüler, Konya ağzıyla konuşan köpekler, alavereci dinci muhtarlar, ölüm makinesi ilkokul çocukları, ezan tilavetiyle sokaktaki ateisti imana getiren ancak p.ştun önde gideni seyyar satıcıları, köpeklerle konuşan Hüdaiaa'ları, dişbudak tespihli (ama pek şeker) cami hocaları ve daha kimler kimler.
   Beş günlük bir yurtdışı gezisinde (o daha sonraki bir yazının konusu) okundu, bitti (ama sakin kafayla bir daha okunmak üzere görünür bir rafa konuldu). 
   Bugüne kadar okuduğum romanları ve öyküleriyle diyebilirim ki: Sezgin Kaymaz'ın köpeklerle ve ölümle bir hesabı var. Her okuduğum metinde bu iki ögeye rastlamamazlık etmedim (du bakalım şimdi de "Geber Anne"yi hatmediyoruz). Burada da hem ölüm var, hem itikat meseleleri (yazarımız o yolu yahut bu yolu göstermiyor ama inceden (ve hatta kalından) bir kadercilik var (ki bünyeye terstir, Libet Deneyine de katılmıyorum). Ve bütün bunların ötesinde okuru içine çeken adeta bir Ertem Eğilmez filmi var (sarhoş, kahhar ve tacizci babalı bir EE filmi). Ancak nedir: yazarımız finali bir Michael Haneke tarzıyla bitiriyor. Vallahi uçakta gözlerim nemlendi (kalabalıkta olmasam ağlayacaktım, o derece).  Üslup yine çekici, her bölümden sonra bir sonrakini merak ediyorsunuz, böyle böyle (yavaş okuyacağım telkinlerine karşın) çabucak bitiyor. Konya ağzı da pek acaipmiş yalnız. 

"Lucky" Sezgin Kaymaz'dan Sen Nelere Kadirsin Lucky!

    Daha küçücük bir enikken tilkinin gazabından sıradışı zekası ile girdiği kubur sayesinde kurtulan Laki'nin 493 sayfalık öyküsü. Aslında eksende Laki olmasına rağmen, hayatına bir şekilde girdiği insanların öyküsü. Kimler yok ki? Emekli milletvekilleri, genelev patronları, genelev çalışanları, taksi durağı emekçileri ve daha kimler. 
   Kaymaz'ın üslubu belli. İlk iki sayfadan sonra sizi çekiveriyor içine. Dur durak bilmeden sonu getiriyorsunuz. Sadece gece 11:00-01:00 arası üç günlük okumayla bitiverdi kitap. Dur bakalım sırada "Kün" var.