26 Ağustos 2018 Pazar

"Uyuyan Güzeller" Baba Oğul King'lerden Yaz Romanı.

 
   Stephen King, iyi bir zanaatkar. "Yazma Sanatı" adlı kitabını okuduğumda çarpılmıştım. Yazma işinin yaratma kısmını es geçip doğrudan "günde şu kadar kelime yazarsanız yayıncının siparişini (misal 50 bin kelime) şu kadar günde yetiştirebilirsiniz", "şöyle trükleri böyle yaparsanız okurun ilgisini yüksek tutarsınız" bâbında öğütler veriyordu. Aman Allahım! idi, kitaplarının hepsini okuduğum, adına üniversitelerde kürsü kurulan (dili kullanımı çok yetkin, ona diyecek bir şey yok!) bir yazar, sanatçı değil zanaatkarmış meğer.
   Sonradan okumalarım arttıkça, King'in pek de öyle büyük bir yazar değil, iyi bir zanaatkar olduğunu daha iyi anladım. Ha! kendisine saygım sonsuz. Güzel bir fikir buluyor, karakterleri, arkaplanı bihakkın oluşturuyor. Sonrasında veriyor serim düğüm çözümü. Bu arada okur, kimi zaman tuğla kesafetinde bir kitabı halletmiş oluyor. 
   Stephen Amca yaşlandı. Beklenen frekans gerçekleşirse bu dünyadan göçmesi fazla uzun sürmez. En azından yazmayı bırakması yakındır. Usta, bu konuda yapılacak olan en mantıklı şeyi yaparak çırak yetiştiriyor. Oğlu Oovın'ın şekli şemali kendisininki gibi ürkünç olmasa da (Babasının yaptığı aşırılıkları (uyuşturucunun, alkolün, parasızlığın dibine vurmak) yapmadığından şekil, muhasebeci şekli) en azından yazma metodolojisini anlamak için bir girizgah yapıp "Uyuyan Güzeller"i birlikte yazmışlar.
   Olmuş.
   Sağduyunuzu, mantığınızı, aklınızı bir kenara koyup okuduğunuzda son derece çekici kitap. Dooling diye bir kasabanın kadınlarının tüm dünyanın sonuna karar verecekleri bir finale doğru doludizgin giden 752 sayfalık bir tuğla. King tarzı, romanın sonuna kadar hissediliyor. İnsanı sıkmayan bir dil, çok iyi tanımlanmış karakterler, yerinde flashbackler (ne işim olur fleşbekle) geri dönüşler, bazen gülümseten şakacı bir üslup, finale doğru yükselen tansiyon ve kan. Oğul Oovın'ın yaptığı tek katkı çok da holivut usulü olmayan son diyebilirim. Önde bulunan hikayeye fazla kaptırmayıp ana fikri (sadece kadınların olduğu bir dünyanın daha iyi olacağı) sorgularsanız daha da fazla zevk alabilirsiniz.
   Yazın, yolculukta, şezlongda her türlü okunur. Ama bitirince yine eski siz olursunuz.

24 Ağustos 2018 Cuma

"Historia 1923"den İnsanın Evrimi

   Fakir, tarihin önemini geç idrak etti. Tarih merakımı, ara ara okuduğum tarihi romanlar (ki tarihi çarpıtmakta üstlerine yoktur) ve okulda öğrendiğim milli tarih (Almanlar yenilince biz de yenik sayıldık!) giderdi (öyle sandım). Yıllar geçip (geç de olsa) us uyanmaya başlayınca bu konudaki muteber satırları okumaya merak sardık. Son yıllarda popülerleşen (iyi mi oldu, kötü mü oldu bilemiyorum ! (ama herhalde iyi oldu)) İlber Ortaylı ve onun sayesinde ulaştığım Halil İnalcık gibi tarih konusunda ciddi müellifler sayesinde Osmanlı, Doğan Avcıoğlu gibi yazarlar sayesinde ise yakın tarihimize yönelik daha farklı bir bakış açısına ve fikir oluşturabilecek kadar bilgiye sahip oldum. Bu minvalde, tarih konusunda okumamın ancak cehaletimin büyüklüğünü daha da ortaya çıkarabileceğini hayret ve haşyetle idrak ettim. 
   Historia 1923, altı aylık hakemli bir yayın. Tarih ve Kültür Dergisi adı altında yayımlandığına bakmayın, her sayısı ciddi ciddi bir kitap kesafetinde (misal son sayısı 467 sayfa !). Bugüne dek yayımlanan beş sayısında da hayli önemli konuları ele aldı (1.Dünya Savaşı, Ermeni Sorunu, İslamcılık, Sovyet Devrimi). Her konuda, alanlarında yetkin (ama televizyonlarda rastlayamayacağınız (Bkz.Pierre Bourdieu "Televizyon Üzerine")) bilim insanları o ayın konusu üzerine kalem oynatıyor. Şimdi hakemli dergi deyince insanın aklına sonsuz dipnotlarla dolu, okuması zor (zorlaştırılmış) metinler geliyor. Gelmesin. Bu yazılar herkese hitap edecek sadelikte. İnsan bir konuda yetkin olunca o işte objektif olabiliyor, hamasetin bu kadar öne çıktığı (muhteşem ecdadımız !) günümüz tarih anlayışında ise objektiflik ve tarih yorumlama (inceleme, sonuç çıkarma, analiz ve sentez ve daha neler!) akil okur için çok nadir. 
   Bu sayının konusu ise hayli gıllıgışlı : İnsanın Evrimi. Alt başlığı da oldukça düşünmeye değer : Eşref-i Mahlûkat'tan Homo Sapiens'e. Biliyorsunuzdur : bilimden koşarayak uzaklaşan memleketimizde muktedirlerin evrime bakış açısı bellidir. Müfredattan çıkarılır, küçümsenir, ciddiye alınmaz (oysa sağlık bakanlığı, bakterilere karşı (bakterilerin evrimi memelilerin aksine çok hızlı, dolayısıyla gözlemlenebiliyor) antibiyotiklerin işe yaramadığını, bakterilerin evrim geçirerek eski antibiyotiklere direnç geliştirdiğini ve bilinçsiz antibiyotik kullanımının zararlarını anlatıyor (inkâr ederken, doğrulamak)). Böylesine sıcak patates bir konuyu (kimse eline almak istemez !) alanında yetkin bir çok isim her biri kendi uzmanlık alanında tarihsel olarak incelemiş, Katolik Kilisesi'nin, Osmanlı'nın, Biyolojinin, Felsefenin, Antropolojinin ve hatta İktisatın, Sosyolojinin evrime olan rabıtasının tarihi açıdan incelendiği ciddi makaleler var. Bunların yanında Türkiye'de Öjenik ve Bilimsel Yaratılışçılık gibi ilgi çekici konular da ele alınıyor. Geçmiş algısını derinleştirmek isteyen, tarihi anlamlandırmak merakı olan ve elbette evrimi merak eden kârilerin yakın durması gerek...

19 Ağustos 2018 Pazar

"Tıkanma" Chuck Palahniuk'dan İsa'nın oğlu seksomanyak !

 
   Sizi bilmiyorum ama ben Çakpalahniuk okurken hep aynı hisse kapılıyorum. Acıtıcı bir gerçeklik, kaptırıp koyuverme içgüdüsü (varsa öyle bir şey), "bitsin bu dünya!" hissiyatı (bu var kesin), kötümserlik ve beraberinde diğer sayfayı çevirmek için güçlü bir istek.
   Bir ara ardı ardına okuduğum kitaplarında, çoklukla kendini tekrar etme emareleri yaşadığımdan (hep modern zamanlar eleştirisi (haksız da değil ama!)) ara vermiştim. Tıkanma ile başladım. "Du bakalım bu sefer nereden girecek ?" diye. 
   Victor Mancini, İsa'nın oğlu, seksomanyak, kaybedenin ileri gideni (ama her ay anneciğinin bakım merkezi giderlerini (az da değil 3 teklik)  karşılamak için bin türlü takla atıyor falan), örselenmiş bir çocukluk (ama bu onun tüm hikayesi değil), maymunlar, közlenmiş kestaneler, boyunduruklar ve daha neler. Acaip bir uyuşturucu gibi, hoşlanmasanız da sonuna doğru doludizgin ilerleyen bir akış. İki gece okumasında bitti.
   Söyleyecek pek fazla bir şey yok. Uzun bir süredir aşağıdaki yazarın kitaplarını okumadıysanız (çok da çirkin bir fotografisini koydum) okunur. Ama dinlenmek ve kafa dağıtmak için okunacak kitap değildir.

15 Ağustos 2018 Çarşamba

"Upgrade" Bilimkurguda Kült Olabilir !

 Yeni gözüme çarptı. IMDb puanı da yüksek (aslında pek itibar etmiyorum ya!) Oturtum izledim. Uzunca olmasına karşın (1s40d) yerimden kaldırmadı. Bilimkurgunun ütopya/distopya, cyberpunk, biopunk alt türlerinin hepsine selam çakıyor. 
   Pek de uzak olmayan bir gelecekte; dijital karşıtı bir otomobil tamircisi, bilişimci eşiyle yaşar gider. Esas oğlanımızın pek sevdiği eşi bir cinayete kurban giderken kendisi de saldırganlar tarafından kuadriplejik (Kristofırriiv tarzı (Yaradan kimseye göstermesin) bir felç) bırakılır. Olaylar gelişir. Pek ünlü olmayan oyuncularla, 5milyon USD bütçe ile (bir marvıl filminin CGI bütçesinin %20'si), efektsiz (o komik arabaları saymazsak) nasıl sağlam bir film çıkacağının kanıtıdır.
   İki türlü izlenebiliyor. Sığ sinefile "aman ne güzel aksiyon, bundan dizi çıkar." dedirtirken, derin sinefile (ki onlar bilimkurguya da yakınlardır) "ohannesburger!" dedirtir. Nedir : yüzeyde pek holivut bir akış varken, dipte verilen mesajlar (yapay zeka dostumuz mu düşmanımız mı ? (nasıl olacak bu işler? (bunun sınırı nedir?))) insanın uykusunu kaçırır. Velhasıl, fakirin bu yıl izlediği en sağlam bilimkurgudur. Üç aşamalı son, insan bedeninin sınırları, nano teknoloji, yapay zeka (ahlakvicdanduyguempatiden azade, ancak son derece (kendi açısından) rasyonel (ki sonuçları filmimizde pek iyimser bir açıdan verilmemekte Asimov'un üç robot yasalarından bile uzakta olmaktadır)) hakkında ilginiz varsa, geleceğin pek de iyimser olmayan bir tahminini görmek isteyenler kaçırmasın.

10 Ağustos 2018 Cuma

"Biz" Yevgeniy İvanoviç Zamyatin'den En Sonunda!

 
   Bir süredir bilimkurguyla hemhal olmanın böyle yan etkileri var. Okumayı hep ertelediğim Bay Zamyatin'in "Biz"ini geçen gün bitirdim.
   Ortalama uzunlukta (256 s.) ve bir günce gibi yazılan bölümlerden oluşuyor. Bölüm bölüm okumak okurun işini kolaylaştırsa da üslup oldukça muğlak ve takip etmesi zor. Yani sıradan roman gibi başlarsanız işiniz zor. Bunda yazarın okura "tembellik etme, muhayyileni, aklını çalıştır!" mesajı vermek istediğini çıkarabiliriz. Tüm kitap sadece tek kişinin bakış açısından yazılıyor haliyle sübjektif yorumlar gırla. 
   26.Yüzyılda geçen romanımızda matematik eksenli bir toplum konu alınıyor. İnsanlar numaralarla etiketlenmiş, isimler yok. Tüm hayat, bir üst ve mutlak otorite tarafından şekillendiriliyor. Totaliter bir rejim, distopyanın pik noktası, en üstte "velinimet" var, müziksanatyaratıcılık hep onun kontrolünde ve tek tip. Kahramanımız "integral" (bombastik bir uzay gemisi (güvertesi camdan (Zamyatin'in gemi mühendisliği okumasının etkileri))) mühendislerinden biri, bir kadına tutulur. Kadın muhaliftir. Olaylar gelişir. 
   Okurken teknik detaylara takılıp "amma da modası geçmiş detaylar bunlar" dememek gerekir. Nedir : Zamyatin "Biz"i 1920'de yazmıştır. Daha ne Stalin vardır, ne II.Dünya Savaşı, Troçki sağ ve esendir. Kısaca : henüz totaliterlik ortada yokken Zamyatin geleceğe yönelik uyarılarını distopyaya bir güzel aktarmıştır. Zavallı Zamyatin'in bu kitap yüzünden başına gelmeyen kalmamıştır. İradesi dışında basılan Rusça çevirisinden (önce Çekçe, sonra İngilizce ve oradan da İngilizceden Rusça'ya yazarının isteği ve iradesi dışında çevrilmiştir) sonra Gorki'nin torpiliyle Fransa'ya göçmüş ve zor yıllar geçirerek ölüme kavuşmuştur.
   Orwell'ın "1984"ünde ciddi olarak "esinlendiği" (ortam kurgusu, kahramanlar ve daha neler !) "Biz", "1984" denli karamsar değildir. "Devrimler asla bitmez, insanların düş gücünü yok edemedikçe devrimleri bitiremezsiniz" der. Her ne kadar protagonist muhtemelen lobotomiye benzer bir işlemden geçtikten kelli, sevdiceğine yapılan işkencelere kayıtsız kalsa da (hala) muhalif olan bir kesim vardır.
   Distopyanın ağababalarından "Biz", ardıllarını her zaman etkilemekle birlikte kâriye kolay bir okuma sağlamamaktadır. Edebi açıdan bakıldığında distopyaya "1984" ile başlamak daha kolay olacaktır. İlerlemelerinizi Ursula K.Le Guin ile yaptıktan sonra (her ikisinin de çıkış noktası Zamyatin'dir) bu tür kafanızda daha bir oturacak ve "Biz"i okurken "aha da işte budur!" seviyesine geleceksinizdir. 
Hamiş : Ayrıntı Yayınları'ndan 3.Baskısını okudum. Bülent Somay'ın müthiş bir önsözü var. Başlamadan önce ve bitirdikten sonra okudum. Hoca yazmış. Okumak gerek.

9 Ağustos 2018 Perşembe

"Downfall", "Der Untergang" yahut Diktatörün Çöküşü...

 12 yıl önce izlemişim. Kimi yerlerini hala hatırlıyorum. Dün aklıma geldi nedense, "du bakalım 12 yılda paradigmam ne kadar değişmiş?" diyerek bir kez daha izledim. 2 buçuk saati aşan süresiyle yine yerimden kaldırtmadı.
   Führerbunker'in son günleri 
   O dönemi anlatan filmlerin Almanca konuşulanlarını izlemenizi öneririm (daha gerçekçi oluyor). Bruno Ganz, hem fiziksel benzerliği hem sıradışı oyunculuğuyla Hitler'i ete kemiğe büründürmüş. Hamasi (Black Hawk Down) ya da savaş karşıtı (Full Metal Jacket) filmler gibi taraflı değil (sanki) nasılsa öyle şeklinde çekilmiş. Sığınağın krokilerine bakıp bu konuda yazılı kronolojileri de inceledim. Evet, mekanlar, adlar ve sıralamalar dahil olmak üzere tarihi gerçeklerle örtüşüyor. 
   "Das Dritte Reich"ın şaşaalı günlerinden beş metrekarelik odalara taşınan hastalıklı bir egoizmin pençesindeki diktatör, çevresindeki (kimi makul, kimi sıyırmış (Göbels ve şürekası)) insanlar, savaştığı için madalya alan küçücük çocuklar, hiç birşeyden habersiz (üstelik anneleri tarafından) siyanürle zehirlenen çocuklar, intiharlar (el bombası olur, kurşun olur, zehir olur, her türlü!), cinayetler ve bu diktatörün peşine takılıp kendini mahveden bir ulus... Çok güzel anlatılmış. İzlemek ve ders çıkarmak gerek.
   Filmin sonlarına doğru Hitler'e karşı çıkanları linç eden tüylü bir Bavaria şapkası takan arkadaş her nedense çok tanıdık geldi (bir kefeni eksikti).

5 Ağustos 2018 Pazar

"Ustav Republike Hrvatske" Rajko Grlic'den İyi Film.

   Dün Sırp filmini izleyince ayarlarım bozuldu. Bugün Engin Ergönültaş'ın Uykusuz'da önerdiği (kötü film önermez o!) bir film izleyip, ayarları yerine getirmek istedim. İyi de yapmışım. 
   Önce Sayın Ergönültaş'ın yazısından aklımda kalan Yönetmen Grlic'in bazı sözleri : "filmlerin insanların hayatlarını değiştirdiğine inanmıyorum. O kadar güçlü bir kaynak değil. Ancak akupunktur iğneleri olduğuna inanıyorum. Doğru yere isabet ederse, bir iyileşme sağlayabilir." 
   Film bir akupunktur iğnesi, bir çok yerde de doğru yerlere dokunuyor.
   Tarih profesörü, travesti, iflah olmaz bir Hırvat faşist (adeta yaşayan bir şaka!) ve alt komşuları (kadın Hırvat, kocası Sırp (Hırvatlar ve Sırplar birbirlerinden nasıl da nefret ediyorlar bilemezsiniz)). Bir şekilde hayatları kesişir, olaylar gelişir.
   Tarihi arkaplan, toplumsal biçimlendirmeler ne kadar da ayırsa insanları (ırk, cinsiyet, cinsel tercih, milliyet, din ve daha neler), ortak paydada buluşmak için bazen bir yemeğin tadının, bazen bir sağlık sorununun, bazen bir melodinin ortaya çıkması yetiyor. Bunlar olunca benzerlikler açığa çıkıyor ve karşınızdakine başka bir gözle bakabiliyorsunuz. 
   Aklıma hep Nihat Genç'in bir kitabında (hangisi hatırlamıyorum) Çinlilerin köpek cinsi betimlemeleri gelir. Dalmaçyalı, Mastif, Buldog, Tazı diye değil uslu, haylaz, saldırgan, çok havlayan diye ayırırlarmış (nasıl da uygun !). Bizler de bizi insan olan taraflarımızla betimlesek negzel olurmuş (arakolpa ütopyası). Misal : Türk, Kürt, Laz, Çerkes, Müslüman, Ermeni, Hristiyan, Travesti, Eşcinsel, Maço, Alevi, Şafi, Manav, Yörük (amaan yazmaya bıktım) gibi etiketler yerine; huysuz, nekes, cömert, akıllı, çabukparlar, sakin, inatçı, sevecen, mendebur, bilge, kıskanç gibi tanımlar kullansak ne şükela olurmuş. 
   Neyse : filmimiz 1s33d boyunca ilgiyi düşürmeden sinefili başına kilitliyor. Başroldeki Nebojsa Glogovac (ki 49 yaşında bu dünyadan göçmüştür (ki Sırplardan nefret eden bir Hırvat faşistini canlandırsa da aslen Sırptır)) acaip bir oyunculuk yapmış. Komşusu Sırp polis rolünde (işin ironik tarafı : O da Hırvat !) ise Dejan Acimovic var ama ben ciddi ciddi Şafak Sezer diyorum. Lambalara bakın siz karar verin.
   Ben sevdim, arşivime attım. İkinci izlemeyi hakediyor. Karar sizin !

"A Serbian Film" İnsanlığımdan Utandım!

   50 küsur yaşındayım (hah Ercüment Menemen'e bağladım şimdi de). Tabu, yasak, günah, suç denilen kavramları uzaktan izleyip değerlendirebilecek kadar okumuş yazmış olabileceğimi düşünüyorum. Bu konularda (hayatımı etkilemeyeceklerse) bir tolerans geliştirdim, "insanların ne yapacağı (başkalarına zararı dokunmuyorsa) onları bağlar" diyebiliyorum. Bu yaşıma kadar bu kadar rahatsız edici başka bir film izlemedim. 
   Açılışta (ama ilk açılışta) balkan müziklerinin birden kesilerek pattadanak gelen bir damgayla ekrana "Srpski Film" düşüyor. İlk yarı biraz normale yakın ilerlerken, sonlara doğru izleyiciyi bir "n'oluyoruz yahu?" düşüncesi alıyor, sonuna kadar izlemeyi başaranlar da "Aman Allahım, ben ne yaptım?" diyorlar.
   Artık bu işleri bırakmış bir yerel porno starı ailesiyle yaşayıp gitmektedir. Yavaştan parasal sorunlar başgösterir. Eski bir meslektaşı çok yüksek bir teklifle kendisine son bir iş önerir, olaylar gelişir (ama öyle böyle değil). 
   Bay Spasojevic'in (yönetmen) amacını anlamak mümkün değil. Toplumsal eleştiri, yerleşik kurum eleştirisi, paranın insana yaptırabilecekleri gibi şeyler yapmayı amaçlamışsa : Evet bunlar olmuş! ama yöntem amacın önüne çıkmış kanımca. Bunları daha normal (insani) bir şekilde anlatmak mümkün. Konuyu bu şekilde aktarmaksa şirazeyi oynattırıyor izleyene. 
   Normalde aykırı filmleri arşivime katmama rağmen bu kordelayı izler izlemez sildim, yine de "ille de izleyeceğim" diyenler kesinlikle yaşı 40'ın altında olanlarla, aile fertleriyle ve hatta kendileriyle izlemesinler! Buna rağmen izleme riskini alanlar ise bari en altta duran resimden sonraki sahneleri hiç izlemesinler. Size hiç bir şey katmaz, çok şey götürür. (bu tip uyarılar bazen eylemi kırbaçlar. Vallahi onun için yazmıyorum, gayet samimi olarak yazıyorum, son sahneleri izlemeyin)...

"Son Hafriyat" Ankara'da Geçen Polisiye...

 
   "Her Temas İz Bırakır"dan birbuçuk yıl sonra kitabın devamını okumama içim elverdi (öyle pesimistik (ne işim olur pesimistikle) karamsar, gri, kasavetli ki). 
   Konuşmayan bir Behzat Ç., aynı ekip arkadaşları (güzel betimlenmişler), Bahar, Red Kit ve Ankara (25 yıl öncesinin Ankara'sı ama olsun). Eline alınca bırakamama hissi. Yine kısacık (291 sayfa) yine çabucak bitti. Bay Serbes gıllıgışlı hadiselerden mapusta ama benim işim yazarla değil yazdıklarıyla. Güzel kitap, filmi de çevrildi ama kitap filminden daha güzel. O duygular görselle değil muhayyileyi çalıştırıp satırları okumakla daha iyi hissediliyor. Mazoşist okurlara öneririm (ki onlar Kafka'yı, Poe'yu da severler).

2 Ağustos 2018 Perşembe

"Paths of Glory" Zamansız Film.

   Zamansız kitaplar olduğu gibi böyle zamansız filmler de var. 1957'de çevrilmiş, aradan geçmiş 61 yıl (geçen yüzyılın ortasından bu yüzyılın başlarına). Sinefil bir arkadaşımın önerisi üzerine izledim (Muhterem Zucchero'ya selamlar !). Kendi yaptığım kahveli likör (yanına süt ve buz koyunca bu sıcaklarda şükela oluyor) ile başladım. İkinci yarıda malt viskiye döndüm. Nedir : ağır filmdir. Bitince bahar sakaları gibi şımşıkırdak olmaz, kukumav kuşu gibi düşünür kalırsınız.
   Kübrik'in senede bir film çektiği yıllar. Bundan sonra üç yıl ara verip Sparctacus'a girişecektir (yine başrolde Körkdaglıs (ömrü uzun olsun diyeceğim ama zaten 101 yaşında)). Renkli olsa bu kadar güzel olmazdı. I.Dünya savaşının (ki biteviye uzun (yıllarca süren) siper savaşları ile ünlüdür, ölenlerin sayısı II.Dünya savaşından çok daha fazladır) gri, kasvetli siper içini çok daha iyi yansıtmış. Müzikler, kadrajlar, mekanlar, kostümler (ki günümüzde çevrilmeye çalışılan savaş filmlerinin kostümlerine toz attırır (o eprimiş kumaşlar, o didik didik postallar)), müzikler, çekim açıları, yakın-uzak planlar, diyaloglar, oyunculuk (bazı sahnelerde Körkdaglısı öpesiniz gelir), velhasıl filmin tümü Kübrik titizliğindedir. 
   Filmde hemen hemen hiç kadın olmamasına (en sonda görülen hanımefendi daha sonra yönetmen beyin eşi olacaktır.), oyuncuların alayının üniforma ile rol kesmelerine karşın savaş filmi değil, savaş karşıtı filmdir. Geniş açı objektifle bakıldığında sadece savaşa değil tüm yozlaşmış muktedirlere karşıdır. Lakin Bayan Zucchero'nun dediği gibi "Filler tepişmekte, çimenler ezilmektedir". Bu üzücü çıkarıma karşın ümitsizliğe kapılmak gerekir mi ? Zinhar! Velhasıl : görülmesi gerekir.