28 Şubat 2021 Pazar

"Djam" Gatlif'in İzlediğim Son Filmi!

 
   Gatlif'in en son Geronimo'sunu izlemiştim. Bunu da bir dostumun önerisiyle bu akşam gördüm (sinemalarda yok!, DVD falan hak getire, malum kaynaklara hiç düşmemiş bile, ancak internet stream sitelerinden izlenebiliyor (kıssadan hisse: aradığınız ana akım sinema değilse, kaliteli izlemeyi unutun)). Yine bir Gatlif işi! Senaryo yok, kurgu yok, nedensellik yok, sonuç da yok! Ancak berbat renklere, kötü ses kayıtlarına, acemi oyunculuklara karşın izleyiciye aktardığı bir takım duygular ve bunların diyaloglara uyarlanmış (adeta) sloganımsı cümleleri var. ("-müziği ve dansı yasaklayanların mezarına işiyorum!", "-Norveç'i ısıtabiliriz!", "-Onlar sadece duvarları alıyorlar." gibi). 
   Yönetmenimizin işlerinde müzik başrolü alır. Kendi coğrafyasında (ki Cezayir'den Fransa'ya, Mısır'dan Polonya'ya Romanların olduğu her yerde işini iyi bilir) bu görevi bihakkın ifa ederken iş rebetikoya gelince bence çuvallamış. Djam'da, Rebetiko'nun sadece "kerizli" (bu müzisyen jargonunu bilmeyen de bir zahmet bu konuda ahkam kesmesin!) ve bozuk bir versiyonunu dinlemeniz mümkündür. Araya her nedense "Kara Üzüm Habbesi"ni de sıkıştırmış (Geronimo'da da vardı aynı şey). Jenerikte İzmir'in Kavakları türküsü olmuş "Dhacidji". Solcu Rumların askeri darbedeki sürgün sorunu, mülteciler sorunu, Yunanistan'ın mali krizi gibi konulara da şöyle bir değinilmiş ve filmimiz bitmiş. 
   Müzikleri iyi olsa, içine su katılınca beyazlayan sıvı eşliğinde belki giderdi ama müzikler çuvallayınca (üstüne üstlük çok ilgisiz yerlerde zuhur edince) keçiboynuzu yemeyi bile özletir insana. Yine de siz bilirsiniz.

24 Şubat 2021 Çarşamba

"Karanlıktan Sonra" Murakami'den Hafif Tekinsiz Bir Gece Novellası.

   Geceyarısına bir iki dakika kala novellamız başlar. Sabah 7'ye azıcık kala da biter. 180 sayfada neler görürüz neler! İki aydır uyanmayan ve gözlemlediğimiz gece boyutlararası yolculuk yapan (gösterişli, güzel ancak kendine göre çeşitli çıkmazları olan) bir genç kız, trombon çalarak hayatını kazanamayacağını idrak eden bir genç adam, uyku müptelası kızın (gösterişsiz ama sağlam bir zemine oturan) küçük kızkardeşi, bir aşk otelinin iri yarı kısacık sarı saçlı müdiresi (eski güreşçi), henüz 19 yaşındayken Japonya'da bir seks tuzağının pençesine düşüp boşuboşuna şiddet gören bir seks işçisi, karanlık yanını çok iyi gizleyen (ve hilafsız kitapta en nefret ettiğim karakterdir) bir ofis çalışanı, diğer boyuttan üstü başı yüzü gözü tozla kaplı meçhul bir siluet ve bunların yedi saatlik öyküleri.
   E-kitap versiyonu olmadığından mecburen basılı kopyasını aldım (oha! 22.baskıyı yapmış). Kimi bölümler Hayao Miyazaki ustanın Spirited Away'ini çağrıştırdı (gerçi o 2001'de yayınlanmış, Murakami ise bunu 2004'de yazmış (esinlenme olabilir mi? (bilemem! benim irfanımı aşar))), ilk iki bölümden sonra zihinde bir akış yakaladı ve oradan aldı yürüdü. Kısacası 2 günde (sadece yatma öncesi okumalarda) bitiverdi. Gerçeküstü yahut büyülü gerçeklik ilginizi çekmiyorsa sarmayabilir. Ancak Gaboseverseniz, Murakami'ye de aşinaysanız hiç kaçırmayın.

20 Şubat 2021 Cumartesi

"Enstitü" King Yine Zanaatını Konuşturuyor.

   Talihsiz olaylar silsilesi sonucunda polislikten ayrılan Tim, tesadüfler sonucunda orta Batının ücra kasabalarından birinde gece bekçiliğine başlar. Luke ise aşırı yüksek zekasının kendini toplumdan ayrıştırmasına (geek'lik-nerd'lük müessesesi) izin vermeyecek sosyalliği başarabilen istisnai bir çocukcağızdır. Olaylar gelişir.
   73 yaşında olmasına, Kule serisinin sonlarında ciddi bir trafik kazası geçirmesine, gençliğinde oldukça fazla bilinç açıcı çeşitli maddeler kullanmasına karşın zenaatinden hiç geri kalmayan Sai King'in, dilimizdeki son kitabı. Stiivın bey'in 2018'de kaybettiği bir dostuna da içten bir ithaf niteliğindeki son notu da dahil edilirse 615 sayfa. 
   Yazarımız bir zenaatkâr. Bunu kendi de söylüyor. Eserleri hiçbir zaman yüksek edebiyat sınıfına giremeyecektir (ancak ABD üniversitelerinde kullandığı dil üzerine yapılan doktora çalışmaları vardır (orijinal dilinde okunduğunda İngilizceye takla attırmaktadır)). Ne var ki ABD'nin başka ülkelere ihraç ettiği en bilinen yazardır. Yazdıkları felaket çoksatar, sinemaya en fazla uyarlananlardan olmuştur. Kendisinin yazma sanatı ile ilgili dilimize de çevrilmiş şımşıkırdak bir kitabı vardır (Bkz.Bağlantı). Bu kitabı, yazmaya hallenen tüm kalem efendilerinin okuması gerektir. İçinde çok pragmatik, çok faydalı ve yazmaya niyetlenenlerin bilmesi gereken, olmazsa olmaz bilgiler, faideli öneriler vardır. 
   Kendisinin prensibi bellidir. Dil çok akıcı olacak, karakterler/yerler/zamanın ruhu çok iyi betimlenecek (öyle ki yazılanlar zihninizde muhakka canlanacak). Olay örgüsü birbirinden uzak kimlikler ve yerler üzerinden başlasa bile daha sonra bunlar birleşecek, döngü hızlanacak, son sayfalarda aksiyon pik yapacak, standart ithaf yazıları (gerçi bu kez George R.R.Martin'den yaptığı alıntı şıktı!), nihayet İstiklal Marşı ve kapanış. Elime aldığım her kitabında bu formül şaşmadı. Her seferinde aynı yemeği taam ediyor gibi hissetmeme karşın, piyasaya ilk çıktığında hemen (üstelik fiyatlıdır da kitapları!) edindiğim ve bitirdiğim kitaplardır (gerçi bu kez birinciliği sevgili Kitaplık'a kaptırdık (kaybedilen böylesi birinciliklerin hıç kıskanılmaması (bilâkis ruha şetaret vermesi) ne güzel!)). 
   Nedir: çok fazla sorular sordurmaz, durup düşünmezsiniz ama sıkıcı/yorucu/rutin bir çalışma gününün ardından okuyana güzel bir akış sağlar, zihninizde ara verdiğiniz (senaryoyu King'in yazdığı ama sizin yönettiğiniz) sinema filmine bir gün önce kaldığınız yerden devam edersiniz. Kitap okumaktan beklentiniz buysa; (günümüzde bir çok okurun böyledir) sizi tatmin eder. Haliyle okumaya yeni başlayanlara hararetle önerilir (Sai King'in tayfası ise çoktan okumuşlardır). 

15 Şubat 2021 Pazartesi

"The Mystery of Henri Pick" Kitapseverlere Özel.

 
   Her sinefile gelmez bir pelikuladır. Aksiyon, kovalamaca, tansiyonun azıcık da olsa yükselmesi sözkonusu bile değildir. 1s40d'lık filmimizdeki en aksiyonlu sahne, kapıdan dışarıya fırlatılan bir el buketidir (anlayın yani!). 
   Genç yayınevi ajanı, reddedilmiş kitaplar kütüphanesinde gizli bir hazine keşfeder. Puşkin'in ölümü ile paralel bir aşkın bitiş hikayesini anlatan ancak basılmayan metin çok etkileyicidir. Hemen basılır, akabinde çok satar olur. Yazarı ise iki yıl önce dünya değiştiren birazcık bön bir pizza ustasıdır. Burnundan kıl aldırmayan bir kitap eleştirmeni, bu eserin ölen kişi tarafından yazılamayacağını ima eder. İşinden, eşinden, ününden olur! O da bunu takıntı haline getirip olayı araştırmaya başlar.
   Kendine göre sakin bir akışı, güzel manzaraları, iddiasız kastı, sarkmayan kurgusu, özenli (ama kendini öne çıkarmayan) müzik kullanımı ile özellikle (bakın özellikle diyorum) kitap kurtlarının ilgisini çekeceğine eminim. Sonundaki tvist (ne işim olur tvistle) şaşırtmaca ve izleyiciye bırakılan açık kapı ile kapanışı pek şık (janti) yaptı. Ben sevdim. Bibliyofillere de hararetle öneririm.

14 Şubat 2021 Pazar

"Teftiş" Kynodontas ve Sineklerin Tanrısı Arasında.

 
   Severek izlediğim ve önerilerini dikkate aldığım bir ağ güncesinde (Bkz.Kitaplık) gördüm önce. Daha önce aynı yazarın Kafes'ini okumuş ancak fazla hazzetmemiştim. Ancak konu ve tanıtım itibarıyla merakıma yenik düştüm, oturdum başına, üç günde bitti.
   Paraları çok ve deli bir çift; uzun soluklu (neredeyse bir ömür sürecek) bir sosyal deney yapmaya hallenirler. Büyük bir arazi içinde, herkeslerden uzakta, birbirinden hayli mesafeli iki binada, tüm sosyal/toplumsal/ahlaki kurallardan azade, kendi bildiklerince insan yetiştireceklerdir. Bu süreçte en dikkat ettikleri olgu, her bir cinsiyetin tek olduğuna odaklanmaları, karşı cinse ait hiçbir "dikkat dağıtıcı" bilginin zihinlerde yeşermemesini sağlamaktır. Ancak çocuklar büyür ve mızrak çuvala sığmaz.
   Daha önce bu güncede yazdığım Kynodontas ve bu günceyi tutmadan çok önceleri bir kaç kez okuduğum Sineklerin Tanrısı gibi iki eserden ciddi olarak intihal edilmiş gibi dursa da, kendi içinde farklı bir dinamiği olan bir roman. Alfabe çocukları ve Harf kızlarının isimlerinin olmaması (sadece harflerle tanımlanıyorlar) romanın başlarında karakterleri zihninizde canlandırılmasını birazcık zorlaştırıyor. Karakter özelliklerini, harflerle özdeşleştirmem ancak romanın ortalarında mümkün oldu. Ne yalan söyleyeyim, başlarda oldukça sıkıldım. Ne de olsu bu tip sosyal deneylerle ilgili oldukça fazla okuma yapmış, sinema filmi izlemiştim. Ama sonraları "Hımm ya bu bir metaforsa? BABA Tanrı'nın, harf oğlanları da insanlığın simgesi olmasın?" dedim ve işler ilginç bir hal aldı. Ancak daha sonra merceğe alınan kavramın bir karşıtı ortaya çıktı (kızlar) ve romanımız maalesef sıradanlaştı. Sonlara doğru ise bildiğim Stiivınking romanına evrildi. Yine de Bayan Malerman'ın sevgili oğlunun önceki işinden daha ileride olduğunu, yazarlık macerasında ilerlediğini söyleyebiliriz. Metafora, insan doğasına, kitapların hayat değiştirici etkisine (romandaki büyük kırılmayı, gizlice yazılan bir roman başlatıyor) ilgi duyarsanız kaçırmayınız.

10 Şubat 2021 Çarşamba

"Kedi Beşiği" Kurt Vonnegut'un Dalgacı Voleleri!

 
   Kurt Vonnegut'u bilen bilir!

   Bilmeyen zaten okumasın. 1963'de yazdığı, bizdeki çevirisi 240 sayfa olan bu romana; bilimkurgu etiketi yapıştıranlar var. Bence değildir. Evet, bilimkurgu olması için gereken novun ve bilişsel yadırgatma vardır (Darko Suvin'e selam olsun!) ancak roman bütünselliği açısından düşünürseniz bilimkurgu değil, sosyal-bilimsel-teolojik-siyasal taşlama olduğu su götürmezdir.
   Atom bombasının saf bilim konusundaki babalarından birinin (pek de asosyal ve iticidir bu karakter) ölümünden sonra bu konuda kitap yazmak üzere yola koyulan bir yazarın hikayesidir anlatılan. Bu yolculuk yazarımızı olmadık yerlere sürükleyecek, başına duyulmadık işler gelecektir. 
   Bu minvalde, Bay Vonnegut her zamanki dalgacı üslubuyla paradigmamızda yerleşik olan tüm kavramlara verip veriştirmektedir. Çok zaman gülümseyerek, bazen de sorular sorarak (neye yarar cevaplar?) bir çırpıda okunuyor. İçinde belli bir eleştiri barındırsa da "Bokononculuğa geçmek mümkün müdür" diye düşündüğünüz sayfalar var. İktidarın sürmesi açısından muhakkak bir düşman yaratması ve onu hayatta tutması stratejisi var (tanıdık geliyor mu?). Dinin dibaçesi, cahil çoğunluğun amansızca sömürülmesi, hiç bir mantıki temele oturtulamayan aidiyetler ve daha neler...
   Beyin tokatlayan metinlere meraklı kebikeclere duyurulur.

"Nomadland" USA Usülü Tutunamayanlar!

 
   Ne zamandır bekliyordum. Sinemalardan ümit kestik, belki stream kanallara gelir diye umuyordum. Olmadı. Malum kaynaklardan izlemek zorunda kaldım.
   Frensismekdormınd'a (Fargo'dan beri hastasıyız) olan hayranlığımız ve önceden izlediğim fragmanların etkisiyle beklentimi farkında olarak çok yükseltmişim sanki. Tahminlerimin altında bir pelikula çıktı. 
   Yana yakıla sevdiği kocası ölüp de çalıştığı alçıpan fabrikası kapanıp da, fabrikanın etrafında kurduğu kasaba ortadan kalkınca artık altmışını devirmiş Fern, karavanına atlar, yollara koyulur. Senaryomuz, altındaki bir sürü mikro hikayeye karşın kabaca (ve aslında tamamıyla) budur. 
   Sorular sorduruyor mu: Evet. 
   İnsan izlerken birşeyler hissediyor mu: Evet. 
   Oyunculuklar (aslında sadece başrolümüzün abartısız canlandırması diyelim başımız ağrımasın) iyi mi: Evet. 
   Müzikler: bir tık da ona. 
   Öyleyse? Benim için çok güçlü değil çok yalın bir filmdi. Daha önce bilmediğim şeyler öğrenmedim (evet! kapitalizm karşıtı sağlam argümanlarım var, hayata nasıl yaklaşmam gerektiğini idrak edecek kadar bilgi/tecrübe birikimim var, amerikan rüyasının ne b.k olduğunu da biliyorum). Güzel bir saat 48 dakika geçirdim. Müzikler ve görüntü yönetmeni çizginin bir tık üstündeydi, hakkını yemeyelim. 
PS: FMD en iyi kadın oskarına koşar mı? Koşar!

"Nasipse Adayız" Sonra Siyaset Niye Kirli?

 
   Ercan Kesal'dan bombastik bir novella. 194 sayfa, Kesal'ın okudukça içine çeken üslubu sayesinde iki günde bitti.
   İstanbul Avrupa yakasında bir dükkan/hastane. Büyük hissedarı, ortayaşlarda bir doktor (hem solcu, hem doktor hem de kel. Bay Kesal kendini mi anlatıyor yoksa!), nereden heveslendiyse belediye başkanlığına adaylığa soyunur, işler gelişir.
   Okurken sıkça gülüyorsunuz ama işin arka planını düşündükçe gülümsemeniz acılaşıyor, güzel ve yalnız ülkemde siyasetin nelere teşne olduğunu daha iyi anlıyor, muhafazakarının da yenilikçisinin de devrimcisinin de aynı b.kun laciverdi olduğu gerçeğini gülerek idrak ediyorsunuz. Bu kadar acı bir gerçek, realist bir anlatımla ifade edilse ağır trajedi olacağından ve okuru bayacağından, Dr. Kesal mizahi bir üslubu tercih etmiş. Çok da iyi yapmış. Filmi de çıkmış ama hiçbiryerlerde bulamadım. Sinemalar da kapalı. Neyse artık hem bunu hem de aklımdaki diğer filmi görebilmek için sinemaların açılmasını bekliyciiz. 
   Siyasete gireceklere (özellikle aday adaylarına) ve memleket hallerini anlamak isteyenlere öneririm. 

6 Şubat 2021 Cumartesi

"Kumandanı Öldürmek" Orta Üst Düzey Edebi Haz.

   Nereden bakılırsa bu tanıtımı yapmak zor! Bir kere kitap 848 sayfa (Ytong kesafetinde ve HM'nin okuduğum ikinci en kalın kitabı. Birincisi için bakınız.), e-kitap formatı yok (her elinize aldığınızda tuğla taşıyormuşçasına bir his geliyor), okurken "aynen öyle" çevirileri IQ84'deki gibi kulağı tırmalıyor (kimbilir belki de vardır doğrudan Japoncası (bu arada çeviriye bu küçük tırmalama dışında diyecek yok)), yine sürreal ögeler fink atıyor. Neyse, doğrudan konuya girelim.
   İsmini öğrenemediğimiz portre ressamımız daha ilk bölümde altı yıllık karısından ayrılır. Biçare ressamımız manik mi yoksa defresif mi olduğunu çözümleyemediğimiz bir ruh haliyle kendini yollara vurur. Bir iki aylık sergüzeşti ruhunu yatıştırınca bir arkadaşının babasının (baba, Herrn Alzheimer arkadaşlığında bir kliniktedir) boş kalan evine kiracı olur. Geleneksel Japon resminin pek meşhur bir ressamı olan babanın, Dünya tarafından hiç bilinmeyen bir tablosunu (muhtemel en iyi eserini) tavanarasındaki baykuşu aradığında sımsıkı paketlenmiş olarak bulur ressamımız. Tablonun adı Mozart'ın Don Giovanni operasındaki bir sahneden esinlenerek "Kumandanı Öldürmek"tir. Olaylar gelişir.
   Bakmayın korkutucu hacmine! Okumaya başladıktan sonra sular seller gibi akıyor. Artık yazarın ismini bilmediğim bir metne "hımm bu Murakami" yakıştırmasını tereddütsüz yapıştıracak kadar iyi biliyorum Bayan Murakami'nin sevgili oğlunun yazma tarzını. Bu kez de şaşırtmadan aynı hazzı yakaladım. Yazarımızın, ilk sayfalardan okuru yakalama ve kitabın sonuna kadar bırakmama tarzı ile açıklanabilen bir üslubu var. 
   Bize ne kadar yabancı bir kültür de olsa, insan olmanın bazı standartlarının küresel olması (kıskançlık, iyilik yapma isteği, cinsellik (o da kitabımızda mebzul miktarda vardır), kötülük, korku ve daha neler) metni bu kadar cazip kılıyor herhalde. Yine eve girmeden çıkarılan ayakkabılar, bolca marka (her türlü (otomobil, plak, saat, albümler)), meme betimlemeleri (sutyen numarasına kadar (nedir bu adamın meme takıntısı?)), yeni başlangıçlar, kör kuyular, sürrealist ögeler (bakmayın ilk bölümün tüyler ürpertici olmasına, öyle korkutucu bölümler yok!), azıcık tarihi siyaset (Nanking bölümleri, tutucu Japonlar arasında küçük fırtınalar koparmış), yemek tarifleri gırla gidiyor. Satır aralarında, bölümlerin bir çoğunda okumayı yarım bırakarak düşüncelere dalacağınız pasajlar, satırlar var (ben en çok "zamanı yanına çekmeyi" tuttum). Okurken pek zevk aldım, çabuk bitmesin diye sadece yatmadan önce okudum, yine de 10 günde bitti. Unutunca bir kez daha okunur. Öneririm yani.

3 Şubat 2021 Çarşamba

"Turgut Reis" Eskimez, Bitmez, Sıkmaz!

 
   İlk okuduğumda 13-14 yaşlarındaydım. Sarsmıştı beni. Bu sarsıntı, genellikle denizin üstünde geçirilen bir işi seçmemde etkili olmuş mudur? Olabilir! Herneyse 30'lu yaşlarda bir kez daha okudum, yine bombastikti. 50'den 60'a neredeyse yarıyola geldiğimde bir kez daha okumalıyım dedim, oturdum başına. Sular seller gibi aktı gitti. Ancak bu kez ( bir ağ güncesi tuttuğumdan ve hissettiklerimi paylaştığımdan, biraz daha eleştirel gözle okudum. Fakir kim? Balıkçıyı eleştirmek kim? Bu konuda ne söylenebilir ki? Ancak şöyle bir özet geçebiliriz. 
   Halikarnas Balıkçısı (ki pek asil ailesinin taşımaya yüksündüğü soyadından çok daha samimi, sıcak gelir kulağıma), yarım asırdan fazla yaşadığı Sıralovaz yarımadasının (Bodrum'da) ünlü sakini Turgut Reis'in hayatını (biraz da destanlaştırarak) 300 küsur sayfaya sığıdırmış (benim okuduğum baskı 328 sayfaydı). Reis'in hayatının ilk yılları ve korsanlığa iktisap edinceye kadar olan süre okuyanın zihnine hoşluklar yayar. Korsanlığının ilk yılları da destansı bir anlatımla aktarılmış. Ancak kitabın ortalarından başlayarak birazcık didaktik sayfalar geliyor. Bir de denizcilik jargonuna aşina olmayanlar "burada neler oluyor yahu!" hissiyatına kapılabilirler. Denizcilik (bilhassa yelken) jargonu kitabımızın sayfaları arasındaki deniz tuzu gibi her bölümde burnunuzu yakıyor. Nedir: bozkırın ortasında, karantina günlerinde fakirin burnunun en çok aradığı şey deniz tuzudur. O yüzden, düz okura biraz meşakkatli gelebilecek bu okuma eylemi, bendenize "elle gelen düğün bayramdır" diyerek gerçekleştirildi. 
   Balıkçının yazdıkları; 16.yüzyılda Akdeniz'in nasıl olup da bir Türk gölü haline geldiğini göstermesi açısından özellikle öğreticidir. Alicante'ye, Palermo'ya, Cagliari'ye, Roma'ya gittiğimde yaşlıların "Türk'üm" dediklerinde gözlerinde beliren düşmanlığı anlamam daha kolay oldu (bu düşmanlık özellikle İspanya'da elle tutulur biçimdeydi). Ben olsam belki ben de öyle bakardım (eleştirmemek gerek). Neden bahriyemizin ilk denizaltılardan birinin adının "TCG CERBE" olduğunu (kitapta Cirbe yazılıyor) daha iyi idrak ettim (hep merak ederdim niye Tunus'un bir adasının ismi (üstelik de azıcık) denizaltılarımızdan birinin adı diye). Daha önce merak ettiğim bir çok sorunun cevabını buldum, güzel vakit geçirdim, Balıkçının ruhuna rahmet okudum. Daha ne olsun! Bu okudukça eskimez, yeni baskılarının yapılması bitmez (55 yıl önce 1966'da yazılmış, hala baskısı yapılıyor, satışı da var), okuyanı da asla sıkmaz kitabı hararetle öneririm.

2 Şubat 2021 Salı

"Atılay 1942" Denizaltıcılar Buraya!

 
   Her mesleğin jargonu ayrı. Avukatlarda "üstad", akademik çevrede "hocam", sanayide "usta" ise denizaltıdaki karşılığı "frend"dir (evet "friend" ya da "dostum" değil, nasıl yazılıyorsa öyle "frend"). Pek sevdiğim denizaltıcı frendim bana bu kitabı armağan edince, oturduk başına, kaynakçasıyla birlikte 183 sayfalık (ancak küçük puntolu olduğundan kelime sayısı 200 sayfalık kitapların üstündedir) kitabı bir güzel hallettik. 
   Yazarımız her ne kadar başka bir mesleğe (mimarlık) insitap ettiyse de bahriyeye ve özellikle denizaltıcılığa meftun. Hâl böyleyken oturmuş 1942'de üzücü bir şekilde batan Atılay denizaltısı üzerinden, memleketimizdeki denizaltıcılığın da sergüzeştini anlatan bir eser kaleme almış. 1915, 1918, 1934 ve 1942 yıllarında eş zamanlı olarak ilerleyen metnimiz; Dünya Savaşları arasındaki geçişleri, İmparatorluğun son zamanları, Cumhuriyetin ilk yılları arka planında denizaltıcılık ekseninde Atılay Denizaltısının hazin kazasını mercek altına alıyor. Edebi bir eser olmaktan ziyade belgesel/dokümanter yanı daha ağır basan bir kitap. Gerçek bir olayı aktarırken gerçek kişilerden bahsediliyor ve kullanılan jargon oldukça resmi. Hani dramatize edilmiş belgeselleri görmüşsünüzdür ya! İşte aynısı. Çok aradımsa da yazarımızın bir fotografisini bulamadığım için eksik olduğunu düşündüğüm bir kitap tanıtımının sonuna geldik. Eseri, hem tarih hem de denizaltıcılığa meraklı tüm okurlara öneririm.