29 Haziran 2014 Pazar

"Under The Skin" Sanatsal Bilimkurgu.

   Venedik film festivalinde yuhalamışlar bunu. Ben olsam yuhalamazdım. Ama sonuna kadar izlemek de başarıdır.
   Müzik çok rahatsız edici, hiç bir şeyin olmadığı sahnelerde bile zınn zınn kafamı ütüledi durdu. Filmdeki hiç bir karakterin adı yok. Son bir iki dakika haricinde bilimkurgu efekti yok. Yönetmenin senaryo gibi bir derdi yok. Kurgu yok. Çekimler HD video kamera ile yapılmış gibi. Işık, kadraj, sekans falan pek deneysel (yok !).  Durağan sahneler, akla NBC'nin ilk dönem filmlerine rahmet okutacak kefasettedir. İki saate yakın (108 dk.) bir süre "du bakali nolecek ?" beklentisiyle sonunu getirdim. Ev halkının tümü uyudu. Ben inat ettim uyumadım. Böyle olacağını bilseydim uyurdum. 
   Evet bu lümpen tanıtımımız.
   Bir de diğer yönden bakalım.
   Daha açılış sahnesiyle Kübrik sinemasına sıkı bir selam çakan filmimiz (karanlıktan aydınlığa geçiş, sıvılar, yakın çekim gözbebekleri falan) sonrasında insan donuna girmiş bir uzaylının gözünden biz fanilerin dünyasına nasıl olması gerekirse öyle bakıyor. Son derece ham görüntüler ve çiğ ışıklar ardında. 
   Kendisine verilmiş görevi bihakkın yerine getiren kadın karakterimiz, femfatal bir görüntü içinde ve son derece metaforik bir kostüm tasarımıyla (kürk) türümüzün erkeklerini en zayıf yerlerinden vuruyor (apışaralarından). Femfatal görüntülerinin sinematik olarak bu kadar net verilebildiği başka film görmedim. Karanlık yüzeyde kadının peşinden giderken yavaş yavaş boğulan ve sadece deriden ibaret kalan erkişiler !.. 
   Devyitlinç'in Fil Adam'ına çakılan bir diğer selam ise senaryonun kırılma noktasını oluşturuyor. Bu noktadan sonra uzaylı kahramanımız içine girdiği kumpastan firar edip, "insanlaşma" sürecine yaklaşmakta. Lakin Larsfontriers'in Antikrist'ine çakılan bir selamla finale geldiğimizde bizleri tatsız bir sürpriz bekliyor (aman ormancı, canım ormancı). 
   Bütün bu olup bitenler, izleyiciye herhangi bir mesaj kaygısı gütmeden (kurgu yok), acele etmeden (dakikalarca boş boş durulabiliniyor) ve izleyicinin kendi hayal gücünü çalıştırmasına yönelik olarak (senaryo da boş) ince ince işleniyor (gri satırlar içimden geçenlerdir). Sıkarletyohansın rolün gerektirdiği donukluğu çok iyi vermiş (her tarafı meydanda ama o bile zevahiri kurtaramıyor). Rolünde kendisine eşlik edenlerin büyük bir kısmının (arabaya binenlerin) profesyonel oyuncu değil hakikaten de o anda yol sorulan sıradan insanlar olması ilginç bir deneyimdir. 
   Kübrik, Linç, Triyers sinemasını seviyorsanız, bunu da seversiniz (ama çok çabalamanız gerek). 
   Karar sizin.



24 Haziran 2014 Salı

"Saatleri Ayarlama Enstitüsü" Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Dimağlara Layık Romanı.

   Tanıtımıma başlamadan önce kişisel bir tespitimi aktarıyorum. Kitap tanıtımı için bakanlar doğrudan ikinci üçüncü dördüncü paragraftan başlayabilirler. 
   Benim yaş grubum için hayat zor (ellisine az kalanlar (ortayaşınsonlarındaihtiyarlığınpekbaşlarında insankişileri)). Kişisel olarak önce ebeveynlerin kaybını yaşamaya hazırlıklı olman gerekiyor (her ikisini de altı ay içinde "sakladık" (bazı kırsalda hala kullanılan "saklamak" ne güzel fiildir)). Başlı başına ciddi travma. Memleketin hali ortada. Çok değil az bir zaman önce televizyonda geceyarısından sonra kırmızı noktalı filmler gösterilirdi. Şimdi heykeller buzlanıyor. Meme meraklısı biri değilim ama geldiğimiz noktayı görmek için ilginç bir mihenk noktasıdır. Az bir süre önce, yeni tanıdığım kişinin aidiyetlerini bugünkü kadar merak etmezdim. Mezhebi, siyasi görüşü, cinsiyeti, hatta dini beni ilgilendirmezdi. Bugün kendi açımdan hala merak etmiyor ancak karşımdaki kişi açısından tedirgin oluyorum. Daha önce hiç görmediğim kadar korkunç bir şekilde, toplumumuz ayrıştı. Politikaya siyasete hiç değinmiyorum. 
Fakire Mizahı sevdiren en önemli etken !
   Kişiseli yazdık, memleketi yazdık, Dünyayı yazmasak olmaz. Otuz yıl önce "içeceğin suyu dışarıdan para vererek alacaksın", "deniz balığı bitecek", "kokmayan domatesler, hiç acısı bulunmayan hıyarlar yiyeceksin, kışın ortasında yemeklik kabak bulunacak" deselerdi gülerdim. Şimdi çok normal geliyor. Sahi siz en son ne zaman acı çıkan hıyar yediniz söyleyebiliyor musunuz ? Marmara bitti, Ege bitiyor. Havamız, suyumuz, toprağımız, yiyeceklerimiz bozuldu, bozuluyor. Velhasıl enseyi karartmak için gerekçelerimiz var. Peki bütün bu olumsuzluklara karşı elimizde ne var. Sizi bilmem benim elimde mizah var. Bundan ötürüdür; haftada üç mizah dergisini alıp hafta sonuna varmadan bitirmem, okumalarımın arasına muhakkak mizah ögelerini katan kitapları seçmem. Kahkaha atınca her şey daha çekilir hale geliyor. Hayatla daha kolay başa çıkabiliyorum. 
   İşte Ahmet Hamdi Tanpınar'ın kimi bibliyofiller için kült romanı "Saatleri Ayarlama Enstitüsü" bu bağlamda fakir için : (uzun bir benzetme olacak uyarayım) upuzun Patara kumsalının Temmuz'un ortasında cayır cayır yanan kumlarından denize ulaşmak isteyen çıplak ayaklı yüzücünün tam ortada tesadüfen ayağının altına denk gelen minik, serin su birikintisidir.
   Yeniyetmeyken okumuş bugün aldığım hazzı alamamıştım. O zamanlar hayat daha tozpembeydi zaar. Muhakkak ki terûtaze kitap kurtları kart kitap kurtları kadar kâm alamayacaklardır. Nedir : kitabımız günümüzde kullanılmayan fakat kullanılsa ne güzel olur sözcüklerle doludur (muazzep, tecessüs, meyus (yalnız meyusu duymayalı rahat 25 yıl olmuş, oysa ne güzeldir "meyus"), adetâ ikinci bir "Kürk Mantolu Madonna" vakasıdır. Didaktik okur elinin altında lûgat bulundurur bakar. Ekâbir okur önce ilk okuma yapar, ikinci okumada lûgatin yardımına sarılır (fakir biraz ekâbirdir).
   Anlatılan Hayri İrdal'ın hikayesidir. Jerzy Kosinski'nin "Being There"i (ki onun basım tarihi 1971, bizimkisinin 1961 olduğuna göre Bay Kosinski, Sayın Bay Tanpınar'dan etkilenmiştir diyebiliriz) ile bazı paralellikleri vardır (Allah paralelden korusun). Sıkı kaybeden Hayri İrdal; Cesur Yeni Dünya'nın ete kemiğe bürünmüş hali Halit Ayarcı ile karşılaşınca tepetaklak olur. Konumuz budur. Elbette ki romanımız baştan ayağa metafordur. Konunun ilerleyişinde belirli bir mantık ve kurgu hak getiredir. Ama sen ne muhterem ne kalender ne fırlama bir abimizmişsin Sayın AHT ! Yaşıyor olsaydın seninle bir dost meclisinde olmak için bir maaş verirdim, hiç de acımazdım. 
   Üstad; metafor verirken olabildiğince ciddi bir mizah kullanıyor ki Montipiton görse dersler alır. Bazı paragrafları okurken ağlasam mı, gülsem mi bilemedim. Halit Ayarcı "Tarih bugünün emrindedir." "Hata denen şey yoktur ki zaten... İyi anlayın ! Farz ediniz ki hakikaten bir yanlış yaptınız! Oradan yürürüz ve doğruya çıkarız. Hata denen şey, tashih etmek budalalığında bulunanlar için mevcuttur. Bizim için değil... Biz onun varlığını kabul ettiğimiz anan itibaren her türlü hatanın üstündeyiz." derken günümüze o kadar yakın ki, sanki roman bu yıl yazılmış. Hayri İrdal Cessur Yeni Dünya'nın karşısında o kadar çaresiz ve ikiyüzlü ki, sanki aynaya bakıyoruz. Velhasıl yarım asrı deviren romanımız günümüzden hiç uzak olmadığı kadar geleceğe de pek yakın.
   Fakir, otuz küsur yıldan fazladır mûsikiyle haşrolduğundan aşağıda mûsikiyle ilgili bir paragraf alıntılamıştır. Üslûbun kalibresini merak edenler buyursunlar okusunlar diye.
   Edebiyata, kitaplara düşkünseniz. Es geçmeyiniz. Okuyunuz, sevdiğiniz bibliyofile hediye ediniz. Ve hatta ikinciye okuyunuz.
S.355 Hayri İrdal burada kamuoyunun beğenisine mazhar olan ancak gerçekte pek başarılı olmayan hanende baldızının bir performansını tasvir ediyor. "Şarkı bitince alkışları bile doğru dürüst beklemeden benim yıllarca kendisine öğretmeğe çalıştığım halde muvaffak olamadığım bir semaiye başladı. Zavallı semai acemi terzi eline düşmüş Hint kumaşı gibi gözümün önünde doğrandı gitti... Semainin arkasından Dede'nin güzel bir bestesini tuzla buz etti. Bir ordu çiğneseydi zavallı beste bu hale giremezdi. Ondan sonra çok hazin bir maya başladı. Fakat bu musiki değildi artık ! Bu bir sürü kurdun açlıktan uluması gibi bir şeydi İkisini de askerliğimde Şeytan Dağları'nın yalnızlığında sık sık dinlemiştim." der ve satırları şıkırdatmaya devam eder.

23 Haziran 2014 Pazartesi

"The Railway Man" Yüzleşme

    Adamakıllı film tanıtımı isteyenler bu bağlantıya tıklasınlar, benimki o kalibrede değil çünkü.
   "Emekli gazi, işkencecisiyle yüzleşir." konu budur.
   Kolinfört'de iyidir, Nikolkidmın'da öyle (yalnız botoks insanı ne hale getirebiliyor görmek lazım). Canıtınteplitski'yi tanımam etmem. İyiki de tanımamışım. Şu son filmi izlemeseydim de olurdu çünkü. 
   Sıkatlınd'ın banliyö trenlerinde romantik bir tesadüfle başlayan öykümüz, usul usul ilerlerken Eriklomeksin (Kolinfört) yaşadığı ruhsal bunalımlarla geriye dönüşler başlıyor. (yalnız etik olarak böyle sorunların evlenmeden önce ifşasından yanayım). Adamımız savaş sonrası sendromunu atlatamamış, yerlerde yatarak şiirler söyleyen bir insan. 
      Bay Lomeks'in balatadan yanık kokuları gelmeye başlayınca "beyim elden gidiyor !" halet-i ruhiyesine düşen Peti (N.Kidmın), gaziler kulübünde geçmişin küllerini eşeliyor. Bu arada hep geçmişe yönelik birtakım fleşbekler geçiyor ve bizler de zavallı Erik'in niye zıvanadan çıktığını görüyoruz. Filmin bir yöntemi var, önce bir kılçık atıyor, sonra geri dönüşlerle çıkartıyor. İlk bir iki seferinde ilginç gelmesine karşın film boyunca sürdürülmesi temcit pilavı tadı veriyor. 
   Oyuncular ellerinden geleni yapmışlar (nikolkidmın bile botokslarını hareket ettirmeyi başarmış. Aaah nerede Dogville'deki Nikol nerede !). Görüntüler, müzik falan idare eder. Ama filmin sonunda (filmi izlemeye niyetlenenler buradan sonrasını okumayabilirler) zavallı eriklomeksin travmasına yol açan işkenceyi görünce : "bu mudur abi ?" diyebilirsiniz. Ne dışkı yedirme var, ne tecavüz, filistin askısı ve manyeto bile yok. Zavallıeriklomeks, yurdum mapusanelerine düşseydi katatonik olurdu zaar !
   Efendim filmin sonunda; biz sinefiller ikincidünyasavaşındaki japonların nasıl barbarik basbasbağıran bir ırk olduğunu anlıyoruz. İyi ki de Hiroşima'da ilk patlamada 80.000 (seksenbin, SEKSENBİN) insan ölmüş diyoruz. İyi ki de dünyanın en sömürgen milletinin Singapur'da "yav bu coğrafyada demiryolu yapmak çevre katliamı olduğu için biz bu demiryolunu yapmayalım bari" dediğini (ne kadar inandırıcı değil mi ?) öğreniyoruz. Filmin sonunda işkenceci de Eriklomeksin göğsüne yaslanıp ağlayınca tam kıvama geliyoruz. 
   Ört ki ölem.

22 Haziran 2014 Pazar

"Young Ones" Genşler !...

   Amerika'da bile Ekim 2014'de vizyona gireceği halde, fakirin Ankara Sinema Festivali içinde izlediğinden tanıtımını önceden yapmasından ötürü sinefillerden gelecek hayır duayı (beyhude ama olsun !) beklediği filmdir.
   "Dünyada su tükenmiştir, her yer çöldür. Taşrada bir çiftlikte babalarıyla birlikte yaşayan iki genç hayatın onlara sunduğunu alırlar yahut sunulanın ötesini." konumuz kabaca böyledir.
   Bilimkurguyu (hele de efektsiz olanları) pek severim. Maykılşenın'ın deli bakışlarının hastasıyımdır. Niklısholt dahi "Ilık Vüjutlar"dan beri bir tür sempatimi kazanmıştır. Bölümlü (filmimiz üç karakteri inceleyen üç bölümden oluşuyor) filmleri de severim. Ama "Young Ones"i sevemedim. Şöyle açıklayayım :
   Senaryo pek güzel. Geleceği betimleyen detaylar ince görülmüş (toprakla bulaşık yıkama gibi). Oyunculuklar vasatın üstünde. Teknolojiye karşı insanın durumu, Oidipus, Elektra kompleksleri, alkolün zararları !, vicdan hesaplaşmaları, aile ilişkileri, neden sonuç ilişkileri ve daha pek çok şey işlenmiş. Üstelik karamsar fütüristik bir ortamda. Ancak sonuç pek de iyi olmamış. Bu kadar çok veriyi işlemekten zaar (zaar !) filmimizin türünün ne olduğu ortada kalmış. 
   Belki olaylar günümüzde geçse esaslı bir dram olacak filmimiz daha iyi otururdu. Yahut gelecek ögeleri ön plana çıkarılsaydı ve aksiyon olduğu gibi kalsaydı iyi bir bilimkurgu olurdu gibime geliyor. 
   Bu kadar ahkam kafidir. Seferberlikte izlenebilir, kaçırırsanız da fazla bir şey kaybetmiş olmazsınız.

21 Haziran 2014 Cumartesi

"Acaip Sözlük" Zeki Tez'den

   11.531 adet acayip sözcük. 
   Prof.Dr.Zeki Tez üşenmemiş (yazdığı kitaplara bakarsanız zaten hiç üşengeç biri olmadığını göreceksiniz), aklına takılan ve aklımıza takılacağını tahmin ettiği sözcüklerin anlamlarını, etimolojisini içeren böyle bir sözlük hazırlamış. Kendisinin bu sefil ağ güncesinde "Lezzetin Tarihi" adlı şikemperverlere yönelik bir eseri tanıtılmış idi. Okurken kendimi kaybettiğim bu lezzetli kitaptan sonra "Acayip Sözlük" ü de okuma şerefine nail olduk. 
   Bibliyofillere uyarım şudur : bu kitap bildiğiniz sözlük/lügattır. Hocanın ihtisasının kimya/fizik olduğunu unutmayalım. Haliyle sözlükte adı geçen acayip sözcükler genellikle fizikokimyadan çıkmakta ancak ara ara pek kıvılcımlı sözcüklerle dimağ şenliklenmektedir. Ancak bir roman bir inceleme gibi başından başlayıp sonuna kadar okunacak bir eser değildir. En güzel tuvalette okunur, rastgele bir sayfa açılır, artık ihtiyacınız olduğu kadar okunur, gelecek sefer başka sayfa açılır, böyle gider bu.
   Lepiska'nın, Liepzig'de imal edilen ipeğe gönderme yapılıp, saçlara özel bir sıfat olduğunun yahut  Malazgirt'in Yunanca Manzikert'den evrildiğini öğrenip malumatfuruşluk yapmak isteyen kitap kurtlarına öneririm. 

19 Haziran 2014 Perşembe

"Kış Uykusu" Nuri Bilge Çehov'un son filmi.

    Filmi izleyeli yirmi dakika oldu, aklımda kalanlar henüz daha sıcakken yazayım da unutmayayım.
   Elbette gitmeden önce ekşitatlısözlüklere göz attık, izlediğimiz sinema bloglarını okuduk, bildiğimiz sinema yazarlarının kritiklerini inceledik. Hepsi de olumlu eleştiriler idi. Olsun ben yine de ahkamımı keseyim.
   Film uzun (3 saat 20 dakika). Sanırım 20 dakikayı geçen bir kaç plan da var. Dikkatimin düştüğü anlar oldu. Sonra toparladım ama. Neredeyse tümü kapalı mekanlarda çekilmiş. Uzun sahnelerde tiyatro oyunu izlediğim kanısına kapıldım. Protagonisti, antagonisti yok (aynen gerçek hayatta olduğu gibi). Kendi koltuğumdan baktığımda kendimden izler taşıyan çok karakter var. Müzik, görüntüler, ışık, mekan seçimi, oyunculuklar (hele de imam ve öğretmeni canlandıran, kanlandıran Serhat Mustafa Kılıç ve Nadir Sarıbacak'a alkışlar gönderiyorumdur)(bir parantez daha açıp oyunculuklara değinelim : Haluk Bilginer : beklenen frekans (yalnız senaryo bir insana bu kadar mı iyi uyar), Melisa Sözen : ehh, Demet Akbağ : komedilere alıştık ya depresif karakter biraz göze batıyor, Nejat İşler : arızalı karakterlerde kendini aşıyor, İlyas : iyi yetenek (o bakışlar nasıl bakışlar !), geri kalan yan karakterler : pek şükela) NBC filmlerinde görmeye alıştığımız tarzda. NBC filmlerine aşina olanlar diyalogların cömertliği karşısında şaşırabilirler. Şaşırmasınlar. Çehov'un oyunlarına aşina olanlara ise herhangi bir uyarıya gerek yoktur. Onlar eski bir eldiveni tekrar giyiyormuşçasına izleyeceklerdir filmimizi.
   Başlarda çarpan eleman olarak nitelendirdiğim Aydın'ın, film ilerlediğinde yutan elemana dönüşmesi, yutan eleman olarak nitelendirdiğim Necla'nın etkisiz elemana dönüşmesi; senaryonun gücünü göstermekte, "Men çe guyem, tamburam çe guyed" ise etkisiz/yutan eleman konumlarındaki toplumumuz aydınını pek güzel özetlemektedir. Nedir : NBC vizörünü bu kez (Bir Zamanlar Anadolu'da 'dan sonra) Anadolu'dan kente yöneltmiş. Tespitlerini, izlenimlerini pek de güzel aktarmış, ödülleri de kotarmıştır (zannımca daha da kotaracaktır (iyi de olacaktır)). 
   Uzun bir süreden sonra haftaarasıçalışmagünüakşamı gittiğim 19.40 seansında salonun (üstelik küçük bir salon da değil) neredeyse tamamı doluydu, kimse yarım bırakıp çıkmadı (Ankara sinefili didaktikliği), kimse telefonuyla oynamadı (kimselere çemkirmek zorunda kalmadım), gerekli yerlerde atılan küçük kahkahalar rahatsız edici değildi. Eee daha ne olsun ! Sağolasın Nuri Bilge Ceylan. İyi film izlemek isteyen gitsin, görsün. Torrent indirip, internetten izleyen de suçluluk duysun, gece iyi uyuyamasın, (işte de bir Kıbrıs bedduası) "sabahlara karşı köpek olasın" (iyiymiş bu (niye "sabahlara karşı" onu bilemedim işte)).

HAMİŞ : Ömür Gedik atarlanmıştı. "Dereden çıkarılan yılkı atına eziyet ettiniz" filan diye. Film ekibi de "valla biz yapmadık, ordan geçerken çıkarıyorlardı, biz sadece çektik, sesleri de sonra ekledik." diye açıklama yapmıştı.  
   Benim gördüğüm şu : atların yakalanma sahnesinde atları kovalayan makferlanlıçizmeli bir eleman vardı. Aynı eleman dereden çıkarılan atı da çekiyordu. Şimdi kabul edelim ki makferlan Anadolu'da pek sık rastlanan bir giysi değil. Bilemedim yani. 

SONHAMİŞ : Filmin lambalarını yazıya eklerken farkettim ki daha yazılacak çok şey olmasına karşın 06.30'da işe koyulacak bu fakirin yazmaya enerjisi kalmamış. O yüzden nedir : ikinci izleme elzemdir.  

14 Haziran 2014 Cumartesi

"300: Rise of an Empire" Bu işler sadece CGI değil.

   "300" başka türlü bir şeydi. 
   Zeksnaydır pelerinli donlu yirmibeş kişiyi yeşil patiskaların önünde oynattı ama işinin hakkını verdi. Leonidas'ın "disisspartaaa" diye çemkirerek acem elçiyi kuyunun karanlıklarına tepiklediği sahneler, Zerses'in kendi kanına inanamayarak bakışı, finaldeki dış sesin leonidasın yaptıklarını izleyiciye izahı; çizgiroman seven sinefilin harddiskine kayıtlıdır sanırım.
   Yedi sene sonra gelen bu devam filminde ise olaylar 300'ün geçtiği zaman dilimine paralel gelişiyor. Bu kez Spartalı Leonidas yerine Atinalı Temistokles'i izliyoruz. 
   Temistokles, pers ordusu, pers tanrıkralı Zerses ve Zerses'in denizkuvvetlerikomutanı delibakışlı artemisiya ile başetmeye çalışır.
   Senaryo çok aksıyor (hadi sürünüyor diyelim de karnımız ağrımasın), oyunculuklar ilk filmi mumla aratıyor, tamam fantastik filmdir ama derin denizin içinde yüzmeye çalışırken iki metrelik güverteye sıçrayan at nedir allahaşkına ! (cümle çarşafa dolanıyor ufaktan), evagriin de bir sahnede normal baksın dişimi kıracağım (her an sinir krizi geçirecekmiş gibi dolandı durdu film boyunca), temistokles'te leyonidas'ın çekiciliğinin beştebiri yoktu ("ormanda bir leyonidas beş temistokles karizmasındadır" derler. Fantom Atasözü), çok kan, çok aksiyon, gereğinden fazla ampütasyon, kıt estetik vardı. Utanmadan sonunu da "gişe iyi olursa devamını çekeriz, heh he !" mantığıyla bitirmişler (var böyle bir mantık (Aristo'ya sorun, o söylesin)). Yani sakın sinemada falan görmeyin, malum ortamlara düştü. 
   Çook vaktiniz varsa, evagriin'in memelerini merak ediyorsanız (bu önerim ergenlere yöneliktir ! sinefiller üstüne alınmasın) yapacak daha iyi bir işiniz yoksa (çamaşır asmak bile bunu izlemekten evladır.) izleyebilir, gıcık kaptığınız insanlara hararetle önerebilirsiniz.
   Doğukan Manço'nun yapmaya niyetlendiği 7'den 77'ye programları gibidir. 


"Filth"



   İki alternatif afişini de yazımıza başlık olarak koyduğumuz filmdir. Afişlerin ikisi de akıl fikir ürünü. Filmi izledikten sonra her ikisi de insanda birtakım duygular uyandırıyor.
   Neyse efenim; edinburg polis teşkilatının fırlama dedektifi brus rabırtsın, battıkça batmaktadır.
   Konu budur.
   Filmin adıyla müsemma (mundar, pislik, yıvıranç (tiki lehçesi)) bir karakter olan protagonistimiz, zekasını (ki vasatüstüdür), sosyal statüsünü, kişiliğini kaybettikçe, filmin yan karakterlerinin bazılarının gerçek olmadığını ince gören sinefil hemen farkedecek, kahramanın şizofrenisinin iyice ilerlediğini şıpınişi (Salah Birsel'e selam olsun) anlayacaktır. Yönetmen bey bunu açık etmek için değişik filtreler kullanmıştır (sözüm daltonizmli sinefilleredir).
   Müzikler (motorhead,radiohead), çekimler, karakter betimlemeleri, kurgu iyidir. Kast güzeldir. Başrolü kana cana büründüren Ceymzmekevoy (o gözler nasıl mavidir öyle !) kendini aşmış, izleyiciye brusrabırtsın'dan hem nefret ettirmiş hem de acımasını sağlamıştır. Dikkat ! buradan sonrası hafif bozuntu (spoyler) içerir. Sonunun tamamen izleyiciye bırakılması akıllıcadır. Ruh halinize bağlı olarak şeker pembesi ya da bok kahverengisi yorumlar yapabilirsiniz.
   Açılış sekanslarında pek cömertçe kullanılan mizah, sonlara doğru iyice kara filme doğru kaymakta, evde bira eşliğinde izliyorsanız canınız viski (bilemediniz rakı) çekmeye başlamaktadır. 
   Çoluk çocukla izlemek akıl fikir işi değildir.
   Konu beylik olsa da kurgu, müzikler, işleniş ve özellikle oyunculuk için izlemek iyidir. 


11 Haziran 2014 Çarşamba

"The Grand Budapest Hotel" Wes Anderson Hep Bildiğiniz Gibi.

   Şu ahir ömrümde herhangi bir filmin herhangi bir sahnesini 30 sn. kadar izlediğimde "hah bu Wes Anderson filmidir !" diyebileceğim tek yönetmenin en son filmidir.
   Büyük Budapeşte otelinin omurgası, Konsiyerj (allaam ne havalı titrdir o !) Gustav H.'ye Madam.D.'den kıymetli bir resim miras kalır, olaylar gelişir.
   Nereden bakarsanız elimizde suya sabuna dokunmayan bir senaryo var. Sıradan bir yönetmenin elinde polisiye komedi haline dönüşecek bu senaryo Wesendırsın'ın eline düşünce, karşımıza böyle bir görselsinematik şölen çıkıyor.
   İlk kareden başlayarak göze çarpan, şaryolu çekimler, ani zumlamalar, ovırdoz simetriler, süpersonik renkler, şükela bir dış ses, yıldız geçidi (ralffines, efmöriebraham, edriyınbırodi, vilemdefo, cefgolbulum, harvikitıl, edvırdnortın, tildasvintın (ne çok görüyoruz son zamanlarda), saoarsronen (şu kızın adını okuyamıyurum birtürlü) cudlov, (vee vesendırsın'ın vazgeçilmezleri helbet) bilmöri, ceysınşvartzmın, ovınvilsın, babbalaban, varisahluvalya (of yoruldum gerisini yazmıyorum.) (gözler ancelikahüstın'ı aradı, heyhat), filmimizin yönetmeninin 1969 doğumlu bir Teksaslı olduğunu bar bar bağırmaktadır.
   Tüm oyuncular (azıcık göründükleri sahnelerde dahi) ellerinden geleni ardlarına koymamışlar, görüntü ve sanat yönetmeni kendini aşmış, velhasıl izleyiciye "helal olsun verdiğim bilet parasına" dedirtilmiştir.
   Sinema sanatının tüm imkanları izleyici için seferber edilmektedir. Gustav H. birini çağırdığında, o kişi hemen başını uzatıp dediklerini dinlemekte, Ziromustafa vasiyetname yazacağı anda (hemi de kuşetli trende) başucunda bulunan kalem kağıda sarılmakta, her eşya yerli yerinde durmakta, her karakter tam da ihtiyaç olduğu anda zuhur etmektedir.
   Filmi izlemek Baylan'da kup griye yemeye benzemektedir. "Hımm bu krokanlar boğazımı yaktı" dediğiniz anda dondurmaya ulaşmaktasınız, "dişlerim keman çalıyor" dediğiniz anda çıtır gofretlere varmaktasınızdır. 
   Vesendırsın filmlerine aşinaysanız zaten izlemişsinizdir, değilseniz de başlamak için güzel bir aperitiftir. Bundan sonra diğerlerini de izlersiniz.
Bkz.Moonrise Kingdom

"Edge of Tomorrow" yahut Groundhog Day&Starship Troopers&Matrix karması bilimkurgu.

   Öncelikle günümüzdeki savaş stratejisiyle ilgili küçük bir bilgi vereyim :
   Çıkarma gemileri ile bir yere çıkarma yapmak artık büyük konvansiyonel silahların nakli haricinde kullanılmamaktadır. (bütün yumurtaları tek sepete toplamamak ve havacılığın gelişmesi)
   Havadan indirme imkanınız varsa deniz çıkarması yapmak, ayaklarla yemek yemeye çalışmak gibidir. İndirmenin sonsuz çeşitliliği olmasına rağmen çıkarma yapılabilecek plajlar kolaylıkla tahmin edilebilir. Düşman hattı gerisine indirme yapabilir, çıkarma yapamazsınız.
   Malumatfuruşluk yeter.
   Groundhog Day döngüsüne yapışmış tomkruuz, Robocop yahut Ripley vs Alien benzeri kıyafetler giyerek, Matrix'teki sentinılların yahut Starship Troopers'daki böcüklerin savunduğu Normandiya sahiline havadan indirme harekatına katılır, yeraltındaki düşman liderini (bu da bu filme gönderme olmasın) bu sonsuz döngüde bertaraf etmeye çalışır. İlk yarısı biraz yavaş akan filmimiz, döngü bölümlerinde bazı izleyiciye "ya sabır" çektirse de ikinci bölümde artan tempo ve aksiyon, gecenin geç saatinde uykunun açılmasına neden olmaktadır. Tomkruuz bu kez "dünyayı kurtarabilecek tek adam"lıktan, "dünyayı gönülsüzce kurtarabilecek tek adam"lığa terfi etmiş. Amerika'daki gösterim tarihinin "Normandiya Çıkarması"nın yıldönümü olması ise, nasıl endüstriyel bir mamul olduğunu gösterir küçücük bir ipucudur.
   Görsel efektlerin, çekimlerin, oyunculukların süpersonik olduğu, senaryonun ve fikirlerin bir düzine filmden araklandığı, izlemenin kafa boşaltmak için birebir geldiği, endüstriyel bir yapımdır. Destrodoyu güzelce tatmin edersiniz (durmadan ölen ve öldüren birileri var çünkü), üç buut (eskiden öyle derlerdi değil mi ?) efektlerine "ohannesburger" çekersiniz, izledikten sonra da bendeniz gibi süratle unutmaya başlarsınız. 
   Film bitince sizde bir değişiklik olur mu ? Bende olmadı. Hiç üzerinde düşündüm mü ? Hayır. Demek ki neymiş : ben bilimkurgunun izleyiciyi/okuru moron yerine koymayanını severim.


8 Haziran 2014 Pazar

"Silo" Hugh Howey'den Pesimist Distopya.

   Distopyaya bayılırım. Hele de pesimistse. (G.Orwell'a selam olsun)(1984)
   Velhasıl; bir distopik romanla daha hemhal olduk.
   2011 yılında beş kitaplık "wool" serisinin ilk kitabı Silo yayımlandığında sadece kindle formatında 500 bin satarak ciddi bir başarıya ulaşmış. Işığı gören Bay Howey 2012 yılının Ocak ayına kadar beş kitaplık bu seriyi tamamlamış. Bu kesmemiş ardından başka bir seriye başlamış. Şimdilik dördüncüsü yayımlanan bu ikinci seriden sonra başka bir üçüncü serinin gelmesi daha muhtemeldir diye fısıldıyor zihnimdeki muzır ses. 
   Eskiden adını çehresini bilmediğimiz yazarlar vardı. (örnek : Trevanian) Bu kişiler yazdıklarının ticari değerine bakmaksızın, içlerinden geldiği gibi, kimi zaman çoook uzun aralıklarla (örnek : Salinger) eser verirlerdi. Sonra zaman ilerledi. Stephen King tarzı zenaat yükseldi. Edebiyat endüstri oldu. Tam Bay King'in fabrikasal üretimine alışıyorduk ki, yılda 500 sayfalık beş kitap üretebilen Bay Howey gibi yazarlar zuhur etti. Buna endüstriyel üretim değil klonlama denilebilir olsa olsa...
   Kişisel görüşüm; bu kitapların bir kişi tarafından yazılmadığıdır. Bu; bir gün ara verilmese dahi günde yedi sayfa kadar yazmak demektir ki, hayalgücünün, planlamanın, yazma eyleminin bu kadar kesintisiz süremeyeceğine inanıyorum. Çözümü ise genel hatları belirleyip, bir grup olarak yazmaktır. (ki bu sürece yazmak değil çalışmak fiili daha çok yakışıyor.).
   Neyse gelelim kitaba :
   Dış yüzeyinde toksik gazlar ve mikroplar yüzünden yaşanmaz hale gelen dünyada, hayatını sürdürebilen bir grup insan yerin dibine gömülü bir siloda ömür tüketir. Dışarısı ile tek bağları kısıtlı bir görüntüyü algılayabilen bir iki kameradır. Silodaki hayat emniyetli ve yeterlidir. Herkesin işi bellidir. Çoğalma ve beslenme sıkı kurallarla, ancak yeterli bir şekilde sağlanmaktadır. Ancak insan meraklı bir varlıktır. Bu düzen içinde "dışarısını" merak eden, yaşadığı düzeni sorgulayan insanlarsa çeşitli nedenlerle önce gözaltına alınmakta, sonra ise bir nevi ölüm cezası olan silonun kameralarının temizliği için dışarı gönderilmektedir. Dışarıya çıkan mahkumlar, dakikalar sonra öleceklerini bile bile temizleme ritüelini gerçekleştirmektedir.
   Gölge iktidar olan IT (bilişim) departmanının kumpaslarıyla buharlaşan eski yönetimin (bir başkan ve bir şerif) yerine gelen yeni şerif Cülyet; teknisyen yetenekleri ve tecessüsüyle IT'nin başını hayli ağrıtacaktır.
   Konumuz güzeldir. İnsanı kocaman bir dünyadan küçücük bir siloya indirgeyip bir mikrokosmos yaratmak, yönetimi ve düzeni sorgulamak, isyan etmek, her adımı bir sonrasını görmeden atmak, gittikçe artan bir merak ve oldukça derinlikli işlenmiş karakterler kitabın su gibi akmasını sağlıyor. 
   Ancak eleştirim şudur ki :  200 sayfada bitecek romanı 500 küsur sayfaya çıkarmak, keçiboynuzu yemek gibi bir şey. Yinede post-akoliptik edebiyat sevenleri tatmin eder. Türe meraklıysanız öneririm.
Orada para mı var ?
 

7 Haziran 2014 Cumartesi

"İtirazım Var" Evet !

    Bu film böyle azıcık salonda gösterime girip sadece bir hafta gösterilmemeliydi.
   +18 sınırı uygulanmamalıydı.
   Nereden bakılırsa bakılsın, piyasadaki bir çok Türk filminden daha iyi olup, böyle cılız gişelerle yetinmemeliydi.
   İtirazım var...
   İlk anda aklıma gelenleri de şöyle bir sıraladıktan sonra nihayet filmimiz hakkında somut bir iki satır daha yazalım.
   Tipik bir çarşı camiinin, tipik olmayan imamı Selman, tam da namaz kıldırdığı bir anda camide biri öldürülür, olaylar gelişir.
   Oyunculuklar, görüntüler, senaryo, kurgu, müzikler (ki bilhassa müzikler, o ne müziklerdir öyle !) gayet şükeladır.
   Onur Ünlü'nün bakış açısı "CTVAAH"nden sonra nihayet şaküle oturmaya başlamış. 
   Evet başrolümüz, gerçek olamayacak denli süpersonik bir imam (antropoloji mastırı yapmış, satranç oynuyor, bağlama çalıyor (hemi de kısa sap), okuyor, evinde televizyon dahi yok, düşünüyor, hutbede (o hutbeyi iki kez dinleyen antikapitalist müslüman olur çıkar (bu meyanda Prof.Dr.İhsan Eliaçık'a selam olsun (hutbe onun)) coşturuyor, koydu mu oturtuyor (eski bir boksör), gerçeğe ulaşmak uğruna duble duble rakıları yuvarlamayı bile göze alıyor (ki meyhane kapısındaki temennası pek komiktir. "Allahım sen affetmeyi pek seversin..." diye başlayan), olsa civarda böyle bir imam; caminin müdavimi olurum.
   Neyse efendim, âdeta bir Murat Menteş romanı gibi ardarda gelen olaylar silsilesinden, kulağımıza çalınan güzel müziklerden, (bilhassa Perşembe Pazarı ve Galata Köprüsü üstündeki) mekan seçimlerinden, iyi oyunculuklardan oluşan filmimizi ara vermemek kaydıyla (valla gittiğim Başka Sinemada ara yoktu, iyiki de yoktu) izliyoruz.
   Yönetmenimiz ve senaristimiz hayata bakarken bu kez iktidara da birazcık yükleniyor (sonlarda bir replikte "Benim devlette tanıdıklarım olsa neden kredi almaktan çekineyim" diye bir satırla) ama "faiz", "içki", "imam nikahı" ("sokayım imam nikahınıza" diye de çemkirerek) gibi konularda da inandıklarını aktarmakta beis görmüyor. Saygı duyuyoruz.
   DVD'si çıkınca alacağım. Ayrıca yönetmenin bundan önceki filmi "Sen Aydınlatırsın Geceyi"sini de izlemek için çaba sarfediyorum. Kentimizin film festivaline teşrif etmemelerine teessüf ediyorum.
   "The İmam" filmiyle karşılaştırılmayacak kadar iyi bir iştir. Başka Sinemalarda hala oynuyor, izlemenizi öneririm.