27 Şubat 2014 Perşembe

"The Book Thief" Bir de Almanların şapkasını takıp öyle bakalım....

   Muhteşemdeki Hürrem'in çocukluğunun oynadığı filmdir (hah bari buradan ilgiyi yüksek tutalım)
   Konu standart : ikinci dünya savaşı yıllarında Almanya'da yaşananlar.
   Yaklaşım ilginç : bu kez olan bitene German popülasyonunun gözünden bakıyoruz. 
   Dış ses : ölüm.
   Yardımcı aktörler sıkı : Cofriraş ve Emilivatsın.
   Esas kızımız adolesan bir Hürrem olup arada ebleh bakışlar sarfetse de güzeldir.
Okuyan Hürrem !...
   Dönemin güzel yansıtılması sinefili sevindirir, arada görünen kitaplarsa bibliyofili.
   Ekşideki bir entri, konuyu çok güzel özetlemektedir. (bir tek "ş"leri düzelttim)
verdigi sözün arkasinda duran bir adam senelerce evinde bir yahudiyi sakladi.
bir kiz cocugu teselliyi kelimelerde buldu, önce okuduklarinda daha sonra yazdiklarinda. 
bir oglan ancak öldükten sonra yaşarken en cok istedigi şeye -sevdigi kizin öpücügüne- kavuştu.
   İki saati biraz geçiyor (131 dk.) ama ilgiyi pek düşürmüyor.
   Kitapların yakıldığı anlar, okuldaki sabilerin pek ırkçı marşları terennümleri, sessiz çoğunluğun yaşadıkları büyük yalan ve yanlışlığa kayıtsız şartsız itaatleri (tanıdık geliyor mu ?), kitap çalmanın dayanılmaz cazibesi (zinhar özendirmiyorum, lakin parasız bibliyofiller sadece ödünç alabilirler) tüylerimi tiken tiken (evet "t" ile) etti, evet.
   Kitap ve filmleri seviyorsanız yakın durunuz....
Hamiş : Bir de küçük yergimiz olsun. Keşke almanca çekilseydi dedirttiriyor. aksanlı ingilizceye arada "dumbkof"lar, "jawolh"lar katmanın pek bir alemi yok ne de olsa !...

26 Şubat 2014 Çarşamba

"Prisoners" Aslında göründüğü gibi değil...

   Ancak Cuma akşamı boş vaktiniz bolsa seyredilecek filmdir. (iki buçuk saati geçiyor da)
   İki komşunun aynı yaştaki küçük kızları kaçırılır, olaylar gelişir.
   Filmimizin ilk dakikalarından itibaren, standart holivut işi olmadığı anlaşılmaktadır. Nedir : gerek anlatımda, gerek kurguda, gerek oyunculukta abartıya kaçılmamış; olduğu gibi süreç yansıtılmaya çalışılmıştır.
   Bunu handikap olarak gören sıradan sinefile, filmimiz uzun bir işkence gibi geleceğinden arada gözlerini kapamaya engel olamayacak, bitiminde de "ohh bitti de kurtulduk" diyecektir. 
   Lâkin vasatüstü pelikulaperest (işte bu kelimeyi de şu anda icat ettim, üstelik anlamı da var) düşmeyen bir ilgiyle izleyecek, zahiren bir kayıp çocuk vakası gibi görünüp alt metinlerinde pek çok gizli anlam barındıran bu kordelaya hakkını verecektir.
   Din ve gerekliliği konularında kafa yoruyorsanız,
   Kız çocuğunuz varsa,
   Adaletin, yasal ve kanundışı yollardan nasıl uygulanabileceğini ve kişinin bunu sağlamakta ne kadar ileri gidebileceğini düşünüyorsanız (ki bugünlerde muhakkak düşünüyorsunuzdur),
   Hügcekmın ve Ceykgilenhol'un (ki burada ilginç tikleri ve şapşik sırıtmasıyla Bayan Gilenhol'un oğluna şapka çıkartmaktayız) abartısız ve iddialı oyunculuklarını görmek isterseniz,
   Bitince düşündüren ve meraklandıran, izleyiciden yorum bekleyen filmleri seviyorsanız,
   Boş bir cuma akşamınızı bu filme ayırmanızı öneririm.

23 Şubat 2014 Pazar

"The Counselor" Yine mi hüsran Raydli ?

   Yönetmen Raydlisıkat (hay babayın kemiği : adam bleydranır'ı, elyın'ı, ımerikıngengstır'ı çekmiş kardişim)
   Oyuncular : Havierbardem, Penelopikruz, Bretpit, Maykılfasbender, Kemrındiaz, Brunoganz. Vasatın hayli üstü anlayacağınız.
   Süre : iki saatten üç dakika az.
   Kemırın ve Penelopi ablaların sivil olarak kız sohbeti yaptıkları sahne var.
   Bretpitin kafasının özgürlüğünü ilan etmesi gibi bir sahne var.
Şiddetten hazzetmem ama böyle bir sahne de var...
   Bay Bardem, rolünü ete kemiğe büründürmüş.
   Senaryo deseniz, filmden çıktığınızda saçma gelse de üzerinde biraz düşünürseniz güzel bir kurgu yakalıyorsunuz. 
   Hal böyle olunca beklentilerinizi yüksek tutuyorsunuz.
   Fena halde yanılıyorsunuz.
   Her karakterin Türk dizilerinde olduğu gibi tumturaklı laflar ettikleri, uzayan sahnelerin sinefili esnettiği, her malzemesi tam ama lezzeti tutmamış aşure gibi filmdir.
   Sabî sübyanla hiç izlenmez. İlk sahneden itibaren zahiren olmasa da zihnen felaket bir sevişme sahnesi var, kopan kafalar var, uyutan diyaloglar var. Daha da yazmaya kalemim gitmiyor.
    Yönetmene son söz : Yaktın beni Raydli Baba !... 
   Sinefile son söz : koşarak uzaklaşın...

"İzmir Karşıyaka'dan Dünya'ya" Karaosmanoğlu Kronolojisi...

 Attila Karaosmanoğlu'nu bilir misiniz ? Ben bilmez idim. Ne var ki Kayınbabam bu kitabı verdi, okudum, bilir oldum. Kimdir Karaosmanoğlu. 
   "Türkiye'de iki defa, istenmeyen ve kendisine üniversitelerde iş verilmeyen bir insan durumuna düştüm. Fakat aynı Türkiye, hiçbir iltimas olmadan bana 28 yaşımda Devlet Planlama Teşkilatı kanun tasarısının hazırlanmasında büyük bir dol oynama imkanı vermiş, 1971'de de başbakan yardımcılığına getirmişti. Bu iki tecrübe bana Türkiye'de yapısal değişimin ne kadar güç olduğunu öğretmişti" diyor Karaosmanoğlu arka kapakta...
   1932'den başlayıp 2004'e kadar süregelen dönemin Attila Bey gözünden bize aktarılmasıdır kitabımız. Anı desem, fazla kişisel olmadığından değil. Günce, hiç değil. İktisat kitabı, yok o da değil. Hepsinin kombinasyonu bir şeydir. Karşıyaka'dan başlayıp, Dünyanın dört bir yanına giden, parlak zekası, somut yaklaşımı ve dürüst kişiliğiyle sevmeyenleri olduğu kadar çok sevenlerinin de olduğu ilginç bir iktisatçıdır yazarımız. 
   Öyle bir hayat yaşamış ki, ben okurken yoruldum. Ancak bu yorulma esnasında, hem Dünyanın hem ülkemizin geçirdiği iktisâdi evreleri gördüm, planlama ve iktisat yönünü hiç bilmediğim ancak çok bilinen karakterlerin analizini yapabildim, kişisel olarak alabildiğince nefret ettiğim kapitalizmin çarklarının nasıl işlediğini anladım, niyetine girişilen ancak kadük kalan (ve bence bu yüzden parçalanma sorununu yaşadığımız) toprak reformunun neden gerçekleş(e)mediğini yine anlayamadım, kitabın son sayfalarında geçen yazarın TÜBİTAK'tan ayrılma nedenlerini (paralel yapının sızması mıdır acep ?) çözemedim. Buna mukabil, anlayabildiklerim anlayamadıklarımdan fazla idi. 
   Bu bilgiler ışığında, iktisada ilgi duyan, ülkemiz ekonomisi ve planlamasıyla ilgilenen, yakın tarihimizi merak edenler için önerebileceğim, rahatça okunan bir kitaptır. Ancak bu skalanın dışındaysanız kitabın yarısına geldiğinizde "okuma yetilerinizin hızlanması" için bir Murat Menteş romanı bitirmek gerekebilir, yoksa okumanız on günden fazlaya da sünebilir. Uyarayım...

"Ruhi Mücerret" Anlatılmaz okunur....

 
   Murat Menteş'in diğer kitaplarını okuduysanız, hoşlandıysanız ve bu duygunun geçmesini istemiyorsanız; aralıklarla okuma yapmanız gereken kitaptır. 
   Bu güncede daha önce bir "Dublörün Dilemması" tanıtımı yapılmıştı. Ruhi Mücerret de ondan farklı değil. Yine yokuş aşağı freni patlamış bir kamyon gibi giden bir kurgu, kuntastik isimler, çok güzel alıntılar (bu kez alıntılanan kişilerin yaşam tarihleri de yazılmış, güzel olmuş (muhtemelen %20'si sahihtir)), kaynağı meçhul (büyük ihtimal yazarın kendi sayıklamaları) aforizmalar ve her nedense 70'li yılları anımsatan bir cilt (üstünde yanardönerli üç görüntü var (müthiş bir Cüneyt Arkın, Orhan Gencebay ve artık anımsamadığımız, yayın kesildiğinde çıkar karlı görüntü)), kapak güzel, cilt güzel. 
   Dalyayı devirmiş Ruhi Mücerret, can dostunun ölüm döşeğindeki vasiyetini yerine getirmek için bir cinayete niyetlenir. Konumuz budur. Ama farklı kişilerin gözünden anlatılan romanın ilerleyen sayfalarında hikaye içinde değişik hikayeler olduğunu görerek, aynı konuya farklı açılardan yaklaşıyoruz. 
   Eleştirdiğimiz noktalar var tabii. Şöyle ki : ilk yüz sayfada Ruhi Mücerret'in 100 yaşında olmasının verdiği şikayetlerin sarkastik bir şekilde (bence hayli fazla olarak) verilmesi bir süre sonra okuyucuda temcit pilavı hissi uyandırmaktadır.
   Kurguda mantık aradığınızda mantık dışı pek çok öge bulunmaktadır.
   Üslup kendini yineler niteliktedir.
   Bunlar göz önüne alındığında okunmamalıdır mı ? Bence hayır !.. Her eseri tek tek ele alırsak. Ruhi Mücerret de keyifli bir okumayı hak etmektedir. Polisiye severseniz kaçırmayın, hem polisiye okur hem de Baduillard, Heidegger, Rimbaud gibi parlak beyinlerin yumurtladıkları vecizeleri irdeler, belki merak eder kitaplarını bile alabilirsiniz.
   Fakirin okurken altını üstünü çizdiği, üstünü fosforladığı çok yerler vardır da. Bazılarını seçtim, yazıyorum, umarım okurken kâm alırsınız.
   "- İyi de, kıldığımız namazlar, tuttuğumuz oruçlar, kestiğimiz kurbanlar ne oluyor ?
   - Ruhi Bey, tüm vecibeler, seni cennet inşa etmeye yöneltmek içindir. Sen defalarca hacca gitsen de, eğer insanları hor görüyorsan, öldükten sonra şaşakalırsın. Aptala dönersin. Zebaniler o hacı kıçına kızgın demiri sokar."
   "Kepçe kulağıma biriken bu zırvaları sabırla dinledikten sonra kireçli boynumu çevirip cevap verdim : "Ankara'da yaşamaktansa, İstanbul'da ölmeyi yeğlerim." (Bu fakiri ilgilendiren bir alıntıdır)
    "BİM'e çok fazla uğruyorum. Bana BİMbaşı rütbesi vermeliler." (bu da BİM müdavimlerine gelsin)
Son olarak da bir bölüm başı aforizması.
   "Ben peynirden vazgeçtim.
   Kapandan kurtulmaktır
   Ah yegâne dileğim.
(Fransa Farelerinin Marşı)"

16 Şubat 2014 Pazar

Hindistan'a Gidecek Olanlara Öneriler.(2.Bölüm) (Önerilerin de tuvalet sorunsalıyla başlaması ilginç !)

  • Yurdum turistini yurtdışına çıkmadan önce düşünce sarar "no'olacak bu taharet musluğu sorunsalı ?" diye. Hindistan'a gidenler küşümlenmesinler efenim. Hintli kardeşlerimiz klozetlerin yanına birer fleksli armatür koyarak sorunu çok pratik şekilde halletmişler. Bir iki kullanımdan sonra iyice maharet kazanıp, "biz de eve taktırsak mı ?" diye sorar oluyorsunuz.
Klozetin yanındaki flexli musluğa bakınız
  • Ülkem insanında "Hindistan mı ? Ay pistir orası ıyy" şeklinde bir önyargı vardır. Ne yalan söyleyeyim benim de birazcık vardı. Gitmeden önce "aşı yaptırsak mı ?" diye iç sorgulamalardan tutun yanımıza su temizleyici tabletler, kağıt sabunlar, antibakteriyel jeller mi almadık. Sonra gördük ki : Evet Hindistan temiz değil ama burası laboratuvar değil ki kardişim !... Pis de değil... Gördük ki biz kendimiz için pipiriklenirken elin batılısı (bizden hayli batıdakiler) kundaktaki bebesiyle gelmiş, minnacık sabileri ise salmış sokağa, Hindistan'ın tadını öyle çıkarıyor. İyi de yapıyor. 
Sepetteki sabiye dikkat !..
  • Müthiş bir tapınak enflasyonu var. Budistler, Museviler, Hristiyanlar, Müslümanlar, Jainler ve daha bir çok din ve bunlara bağlı bir çok fraksiyon her yerlerde tapınak inşa etmişler, ediyorlar. Bulunduğumuz yerlerde Hristiyanlar çoğunlukla olsa da diğer dinlerin de kendi kültürlerine adapte ederek inşa ettiği rengarenk tapınaklar görmeye değer. Herhangi bir dini gerilim yok. Aslında hiç gerilim yok. Bu konuda öğrenecek çok şeyimiz var.
Yerel mimarinin etkisini gösterdiği bir mescit.
Barcelonalı Gaudi etkisinde kalan
bir kilise (bu da inşaa halinde) !..
Hindu Tapınağı (giriş yasaktı giremedik)

Jain Tapınağının girişi


GELELİM YEMEK MESELESİNE !...
  • Gittiğimiz yerler kokonat cenneti. Karadeniz için hamsi neyse, Kerala için hindistan cevizi o. Dünya üretiminin %90'ından fazlasını sağlayan bu mümbit topraklar, nereye baksanız oradan fırlayan bir hindistancevizi ağacı şeklinde tezahür ediyor. O yüzden kokonat her yere girmiş. Ununu yapıyorlar, yağını yapıyorlar, içkisini yapıyorlar, meyvesini yiyorlar. Her türlü. 
Kokonat mamulleri imalathanesinde bir güzel gezgin.

Kokonat yağı çıkarma presi


Kokonat unu imali


  • Aşağıda tipik bir kerala tabağı görüyorsunuz. Ortada yağsız, tuzsuz, nötr bir pilav, yanlarda ise kokonatlı havuç, kokonatlı kabak, kokonatlı taze fasulye, kokonatlı domates, kokonatsız yoğurt. Usül; yanlardaki tatları ortadaki pilavla karıştırıp yemek. "En sona yoğurdu bırakın çünkü bu mucizevi tadın (bunu biz yoğurdu bilmediğimizi varsayarak söylüyorlar) sindirimi kolaylaştırıcı bir etkisi vardır." diyorlar...
Tipik Kerala Yemekleri
  • Mutfak konusunda müşkülpesentseniz yanınızda yiyecek götürün zirâ bu mutfak size göre değil. Turistik yerler dışında etli mönü pek yok. Kısaca "vec" denen vejeteryan rejimi tercih ediyorlar. Baharatlar hem taze hem ucuz olduğundan çokça kullanılıyor. Bir tek kişniş yaprağına yakınlık kuramadım, yoksa diğer baharatlar (zencefil, zerdeçal, biber) bize pek uzak değil.
Arap Denizi ve Hint Okyanusunda balık çeşiti fazla
ama hepsini toplasanız bir kıraça etmez bana göre !
    Görünce pek bir heyecanlandığımız
    muz yaprağında pişmiş balık
  • Zannediyorum ki hint mutfağı için "iyi yemek yapma" standartı, baharatı iyi kullanmaktan geçiyor. Güzelim balıklar, tavuklar ve etler çok iddialı şeflerin elinde baharata ve sosa bulanmaktan heba olup gidiyor. Şöyle ağız tadıyla bir ızgara balık yiyemedik mesela. Yalnız eklemeliyim ki tavuklar ve etler, hormonantibiyotikseriüretim denen kavramlarla karşılaşmadıklarından (baharatı dengeli olmak şartıyla) pek damak çatlatan yumuşaklıktaydılar. Aynı şeyi balıklar için söyleyemeyeceğim. Arap Denizi ve Hint Okyanusu sıcak denizler olduğundan buradaki balıklar yağlanamıyor ve kuru oluyorlar. Çeşitleri gani ama lezzetleri kuru...

Ama şef balığı öyle bir sosa ve baharata bulamış ki,
balığın kimlik tespitinde güçlük yaşadık.
Muz Cipsi satan yerel bir dükkan..
  • Meyveler bol, taze ve ucuz. Özellikle muzlar felaket çeşitli, üstü kırmızı olanından tutun, cücesine, kallavi olanından yeşil olanına kadar envai türü var. Büyük olanlardan tuzlu cips türü birşey yapıyorlar ve çiğ olarak yemeyi tavsiye etmiyorum. Eşek muzu tabir edilen tatsız tuzsuz muzlara benziyor. Ama cüce muzlar insanın aklını alır. Elma kabuğu gibi ince bir kabuğun altında sizi yiyip yiyeceğiniz en lezzetli muz bekliyor. Fiyatını sormadık ama Periyar'a giderken 100'den fazla muzu ihtiva eden hevengini 100 rupiye (3.5 TL.) almıştık. Hindistancevizleri ise sebil. Satıcılara (o da el emeği karşılığı herhalde) 10 rupi falan veriyorsunuz, size bir güzel hazırlıyorlar. 
Bu heveng 100 rupi (3.5 TL.)
Fotoğraflamadan önce yarısını da lüpletmiştik.
Turistik olmayan kokonat satıcısı.

Koca kokonat 10 rupi. Suyunu içebilir,
felaket kalorili içini yiyebilir,
bir öğünü böyle geçirebilirsiniz.
  • Hindistan'da yurdum insanına çok garip gelecek bir şey ise : siparişlerinizin verdiğiniz andan itibaren hazırlanması... Bir yere gidiyorsunuz, siparişlerinizi söylüyorsunuz, misal "domates çorbası, çikınbiryani (tavuklu pilav), fruyitsalat (meyvesalatası)", başlıyorsunuz beklemeye, en az yarım saat bekledikten sonra çorbalarınız geliyor. "Aaa çok güzelmiş, bir tabak daha alayım" derseniz yine yarım saat beklersiniz. Çünkü şef (içinden size iyi dileklerini ileterek !) yine çorba yapmaya başlamıştır.  O yüzden önerim, özellikle kalabalık gruplar için siparişlerin birleştirilmesidir. Zirâ, "Aaa ben bundan alayım ama şusuz olsun, yaa ben bundan alayım ama üzerine yoğurt koyun" falan demeyin. Aç kalırsınız.
  • Yollarda şekerkamışı suyu sıkıyorlar, muz cipsi yapıyorlar, fakirin favorisi tapyoka cipsiydi. Tapyoka namıyla anılan (bizdeki yer elmasının golyat versiyonu bir nebat) bir kökün incecik dilimlenerek, kokonat yağında kızartılmasıyla ve ortaya çıkan cipslerin plastik poşetlere konularak 10 rupi gibi dehşetengiz bir fiyata şikemperverlerin midesine arzedilen bu yiyecek midede kaynama, bulantı gibi en küçük bir yan etki göstermediği gibi, tok yapısı ve çıtır çıtır kıvamıyla bizi bizden almıştır. Hülasa : Pringles buraya fabrika açsa, derhal batar...

    Tapyoka Cipsi Fabrikası...
  • Backwaters tekne turuna katılırsanız isteğe bağlı olarak "midye ister misiniz ?" diyebilirler. Derhal kabul edin. İddia ediyorum bu midyeler daha önce yediklerinize benzemiyorlar. Bir kere küçücükler (ancak kum midyesi kadar (yani bezelye ile nohut arası bir cesamette)), ikincisi muz yaprağında pişiriliyor, içinde işlem görmüş hiç bir nesne yok (muz yaprağını bile muz yaprağı kılçığı gibi bir şeyle kapatıyorlar), tadı ise çok güzel. Giderseniz yiyiniz, kulaklarımı da çınlatınız.
Siz soğan attırmayın ama !
  • Güneydeki restoranlarda Sizzler diye bir tabak ısmarlarsanız masanıza seyyar bir volkan gelebilir, müteyakkız bulununuz !..
Sizzler'e hayretle bakan bir gezgin !
  • Bu kocaman ülkenin sadece Güneyindeki küçük bir kısmında görebildiğimiz kadarıyla : mutfakları bizim kadar steril olmasa da (en azından karada) yediğimiz şeyler midemizi bozmadı. Fakir ve sevdiceği bir gün kadar diyareden muzdarip oldular, grubumuzdaki bazı kişilerin de aynı zamanda motoru bozması; hep birlikte yediğimiz bir şeyin bize dokunduğunu çağrıştırdı ama aramızdan kimilerinin bağışıklık sistemi mi güçlüydü, akyuvarları mı duyarsızdı ? çözemedik. 
  • Yerel bakkallarda satılan kraker, bisküvit tarzı yiyecekler ucuz ve çeşitli. Güvenle yiyebilirsiniz.
  • Peynir yok ! (cheese tostta yediğinizi zannettiğiniz iki boyutlu beyazlığı saymazsanız)
  • Zeytin yok 
  • Çay var ama alıştığınız tarzda değil. İsterken özellikle şeker ve süt istemediğinizi belirtin (bir de baharat (çünkü tea masala diye çayla kullanılan bir baharatları da var)) yoksa sütlü bir çay reçeli yudumlayabilirsiniz. 
  • Çabuk yiyim (fast food) zincirleri yok (iyi ki de) !
  • Hiç bir şey yiyemezseniz meyve, kaju ve parata yiyerek günlerce idare edebilirsiniz.
  • Yoğurt "dahi" adıyla bakkallarda satılıyor. Sadece yoğun kıvamlı ayrana benziyor ama tadı güzel, fiyatı da makul ötesi. Bir de tetrapak ambalajlarda değil, bakkal turşusu paketlerinde satılıyor, şaşırmayın. İshal olursanız mutlaka alın...
  • Yol kenarı dükkanlarda, restoranlarda, aşhanelerde bulabileceğiniz bizim katmer ve dürüm arası bir hamurişi olan Parata namıyla mülakkap hamurişi cankurtarandır.  Merak eden üstünü tıklasın (valla vikipediye bile girmiş). Hiç bir şey yiyemezseniz bunu yersiniz. Restoranlardan ziyade yolkenarı yerel lokantalardakini deneyin, daha iyi oluyorlar.
"In Rome, do as like Romans !"
Paratayı yumurtaya batırarak yediğim an
gezideki en mutlu anlarımdan !
  • Yiyecek içecek konusu bu kadar. Şimdi bölge bölge yazmaya çalışacağım, gaileden sıra gelirse. 
  • Arakolpa çekilir...

12 Şubat 2014 Çarşamba

"12 Years a Slave" Modern Kunta Kinte !...

   Fakir için bir filmi beğenmenin çeşitli kriterleri var. 
1. Evrensel olacak. 
2. Bitince düşündürecek. 
3. Görsel açıdan çok iyi olacak. 
4. Makara yapıyorsa zeki makara yapacak. 
   Bunlardan herhangi biri olduğunda, o filmi seviyorum.  Şimdi ne alakası var demeyiniz. Geliyoruz filmimize.
   Salomonnortap Niyorklu çikolata renkli kalantor bir kemanidir. İçkiyi fazla kaçırınca bunu köle yaparlar, olaylar gelişir.
   Yönetmen Stivmekkuin, oyuncular kalburüstü, Maykılfasbender var (yönetmenin daha önceki filmlerinden "Shame" de döktürmüştü (kostümlerini)), Şerlok Kambırbeç var, Bretpit var, Poldeno var. Daha ne olsun. Film iki saatten biraz fazla sürüyor (134 Dk.). Filmimizi daha önce bu konularda klaket çatlatmış yönetmenlerden Tarantino (fonetik olarak Tarantula'ya mı benziyor ne ?) çekse muhtemelen yarım saat falan sürerdi. Stivmekkuin sinematik olarak kasayım derken üç dakikalık hareketsiz planlar çekmiş, bu da NBC izlemeyen sinefillere saçbaş yoldurtmuştur. Tabiyki hepsinin bir anlamı var, lakin standart sinefili aşar bu anlamları çözmek. 
Ne oldum dememeli !
   Filmimiz daha önce defalarca işlenmiş kölelik konusu üzerine kamera oynatıyor. Daha önceki örneklerinden farklı olarak olabildiğince sade, tarafsız bir anlatım tercih edilmiş. Anlatımdaki sadeliğe alışan izleyiciye, arada beliren şiddetin dozu aniden şok etkisi yaratıyor (misal : filmi izleyeli beş gün oldu. Kırbaçlanma sahnesindeki sıçrayan kanlar halâ ürpelerimi direltiyorlar (tüylerin ürpermesinin arnavutçası)). 
   Ancak zihnimdeki kölelik kavramına zerre yeni bir açı getirmemiştir. Bu konu ile, ilk "Kökler"de hemhal olmuş (bilenler bilir Kunta Kinte'yi), dizi bitince kitabını da okumuş, daha sonraki yıllarda bir sürü kaliteli kalitesiz yapım ile ıncığını cıncığını (kronolojisini) ezberlemiş, finali de Tarantillo'nun (böyle yazmak daha güzel) "Django" su ile yapmış, hem gülmüş hem düşünmüştük. Yani Birleşik Devletlerin iç savaşından beri süregelen katarsis halini tüm gelişmekte olan ülkeler gibi izlemiştik. (Arada merak ediyorum, demokrasi getirdikleri ülkeler hakkında da yüz yıl sonra falan böyle filmler yapacaklar mı ? (Bağdat Kütüphanesini bombalamıştık. Koca bir kenti haritadan silmiştik falan diyerekten))
Ne olacağım ? demeli !...
   Hâl böyle olunca fakir de filmimizi izlemiştir izlemesine de, bazı sahneler (misal : başarısız darağacı sahnesinde uzadıkça uzayan plan (ne Haneke etkisi vardır o planda da haa (farklı açılardan görüldükçe derinleşen hareketsizlik))) (Allaam yine paranteze boğulduk !) zorlama gelmiş, konu bilindik gelmiş, bitince şöyle bir kafasını kaşıyamamış, izlerken neşelenememiş, digerkâmlık yapamamış, memiş, mamıştır.
   Velhasıl dört kriterime giremediği için fazla da beğenilmemiştir. Yine de o dönem hakkında fikir sahibi olabilme merakındaysanız, Stivmekkuin'in işlerini merak ediyorsanız izleyebilirsiniz. Yoksa fazla bir şey de kaçırmış olmazsınız. 
   Sabî sübyan ile izlemeyin, taret ikazsız dönebilir, baysalomon kuzu kuzu yatarken aniden sevişgenteke olabilir, kanlar sıçrayabilir...

9 Şubat 2014 Pazar

"Gravity" İhtiyar Balıkçı ve Deniz ile 127 Hours'un Yerçekimsiz Versiyonu...

 
   Bakmayınız bilimkurgu dendiğine, uzayda geçen aksiyonel gerilim filmidir. İstisnai sinefiller göbekbağı/cenin pozisyonu/ödip korelasyonu hakkında fikir beyan edeceklerdir elbette (yönetmen beyimizin önceki işlerini referans alaraktan). Lâkin ortalama sinefil bir buçuk saatini güzel görüntüler, iyi müzikler, (arada bir sarksa da) akıcı bir kurgunun önünde geçirecek ve filmimiz bittiğinde mutlu mutlu sırıtacaktır. 
   Nedir : ilk yirmi dakikadan sonra zuhur eden holivutvari etkiler (var böyle etkiler !), filmimizin sonu hakkında cin fikirli sinefile şaşmaz ipuçları verecek ve bu kişiler filmimizi müstehzi bir gülümsemeyle izleyecekler, sonunda da haklı çıkmanın verdiği rahatlamayla günlük hayatlarına devam edeceklerdir (bilgi yük, cehalet mutluluktur). (kısa cümleler kur arakolpa ! Bkz.Y.ÖZDİL yazıları (düşük IQ seviyesine göre yaz))
   Konumuz kısaca şöyledir : astronot kızımız pırpır döner. (tam Y.ÖZDİL anlatımı oldu bu)
   91 dakika devam eden yerçekimsiz çekimler (böyle deyince ilginç oldu bak !), izleyicinin vertigosunu tetiklemekte, son sahnede ise ancak oturur gibi olmaktayızdır. Görüntüler, müzikler, ve oyunculuklar iyidir. Kuluuni sadece kafasını kullanarak (gerçek anlamda) onbeş dakikacık da görünse de Bayan Bulok (kimbilir belki de yüzüne direkt bakınca burun deliklerinin taa içini gördüğümden olsa gerek, ezel evvel hiç hazzetmediğim) tüm filmimiz boyunca zaten sınırlı olan oyunculuk yeteneklerini sonuna kadar zorlamaktadır. 
   Filmin sonunda çıkan yazılar pek etkileyidir. Sadece iki oyuncu vardır. Bulok ve Kluuni..  Bir de mişınkıntrolda Edheris konuşuyormuş ama o sayılmaz.
   Velhasıl : oturup izleyin ama abartıldığı kadar da değil...

3 Şubat 2014 Pazartesi

"Geyikli Park" Her gün gördüklerimizin arkası...

    Bay Akın'ın kitaplarına aşinaysanız şaşılacak bir durum yok. 254 sayfada 46 konu, sular seller gibi akmaktadır. Okumaya sıkı oturursanız bir günde biter, ama önermem. Konular arasında fasıla vermeniz iyi olur. 
   Konular muhtelif. Çanakkale'den giriyoruz, hop Berlin'e, zap Taksim Meydanına zıplıyoruz. Bu zıplamalar arasında düşün ve edebiyat dünyamızın mümtaz simalarının hiç bilmediğimiz yönlerini görüyor, her gün önünden geçtiğimiz mekanların ardında gizlenen ilginç tarihçelerini öğreniyor, kimi zaman da hiç bilmediğimiz ancak hayatlarından bir kaç film/roman çıkacak şahsiyetlere aşina oluyor (Bkz.S.51 "Cav" (Cav da Cav'dır haa fakiri pek bir hüzüne boğmuştur), az bildiğimiz isimlerin (Bkz.Vecihi Hürkuş S.191 (rahmetli pek çok Ceymzbond ve İndiyanacons etmektedir)) meraklı yaşamöykülerini yalayıp yutuyoruz. 
   Yazarımız okurun ilgisini yüksek tutarken hap gibi bilgiler eşliğinde pek güzel subliminal mesajları da veryansın salmaktadır aç dimağlara. Nedir : bu mesajlar pek anlamlı mesajlardır. Müzelerin öneminden tutun, çocukların oyun sahalarına, bebek evlerinin gerekliliğinden, tarihe uzak kalmanın vehametine, politikacıların halkı anlayamamasından, neden anlayamadıklarına kadar bir çok önemli girdi, meraklı kârinin beyim kıvrımlarına sirayet etmektedir. 
   Son bölümlerde Gezi Parkı ile finale girizgah yapıp, finali Tokyo Camii yapmaktadır. 254 sayfada siyaset ve dünya turu da böylece nihayete ermektedir...
   İş Bankası Yayınları pek hayırhah bir iş yapıp, kitabımızı korsanların burun kıvıracakları bir fiyata (12 TL.) okura sunmuştur. Halden anlar haysiyetli kitapçılar, fişini vermek suretiyle %25 de indirim yapmaktadır. Diyeceğim o dur ki : Ey okur, korsana itibar etme, hakkını ver, kitabı al, keyifle oku. Yeniyetmeler de okur, geçkinler de, seçkinler de.   Iskalamayınız...

2 Şubat 2014 Pazar

Hindistan'a Gidecek Olanlara Öneriler.(1.Bölüm)


BU SAYIKLAMALAR, HİNDİSTAN'IN GÜNEYİ VE ARALIK 2013 
TARİHİ İTİBARIYLA YAZILMIŞTIR
  • Hindistan her halûkarda vize istiyor. Yeşil paşaport falan anlamıyor. 43 USD ve istenen belgeleri hazırlayıp, konsolosluğa gidip görüşmenizi yapıyor (Ankara'daki vize memurunun kulak tüyleri sizi hipnotize edebilir, dikkat !), akşama da güllü dallı vizenizi alıyorsunuz.
  • Air arabia ile gittik. Arapların Pegasusu denebilir. Fiyatları düşük, koltukları sıkışık, uçakta su bile paralı, ama servis edilen mamullerin fiyatı havaalanınkinden düşük, her uçuştan önce sefer duası ile pegasustan arak çocukların güvenlik kurallarını arapça terennümleri var. Aktarma noktası genellikle Dubai'deki en kıytırık havaalanı Şarjah. Bilmeyenleriniz olabilir. Dubaili arap çalışmaz. Bunun için islam ülkelerinden ucuz işgücü ithal eder. Bu kardeşlerimiz de zengin arabın kullandığı havaalanını kullanacak değil ya. Onun için 3.sınıf bir havaalanı yaparlar. Gariban müslüman kardeşlerim de burayı kullanır. Yiyecek içecek bölümünde elle yenilen yemekler gâni, kahve dükkanları ise sinek avlamaktadır. Hint lokantasında parata (hintli katmer) 4 dirhem yani 1 emerikındalırdır. Dutifriisi pek matah değildir. 
Her yer pırı pırıl ama en küçük rüzgarda
 her yer toz altında kalıyor.
  • Dubai için küçük notlar : para çölü yeşertmiş, tüm kent bir şantiye görünümünde, gıcır gıcır binaların üstü bir rüzgarda kumlu toz oluyor. Altyapı mükemmel, işletme sıfır. Burada yeşil paşaportlular eğer vakitleri varsa civardaki Şarjah'a gidip İslam Medeniyetleri Müzesini gezebilir. Bu müzedeki objelerin neredeyse tamamı pırıl pırıl parlamakta (yenilikten) yahut başka ülkelerdeki (genellikle yurdumdan) islam eserlerinin replikalarından oluşmaktadır. İşletme pek şarklı, ambiyans pek havalıdır. Görmeye değer mi ? Bana kalırsa değmez...
Müzede bunun gibi pek çok maket ve replika var. %50'si ülkemden.
  • Trivandrum havaalanı evlere şenliktir. Havaalanına girdiğinizde artık ekseniniz kaymaya başlamıştır. Pasaport kontrolündeki sarili teyzeler, kallavi bıyıklı esmer amcalar, büyük tüplü bilgisayar monitörleri ve uçak çıkışında yapılan xreyli güvenlik kontrolü (neden ?(uçakta patlatmadığım bombayı kokonat ormanında mı patlatacağım ?)) yurdum insanını hayretlere gark etmektedir. Havaalanından çıkınca karşılaştığınız rutubet ve sıcak insanı afallatır, tiryakiler hemmen paketlere hücum edebilirler. Amman diyim, açık havada sigara tüttürmek cezaya tabidir. İçmeyiniz, içirtmeyiniz.
  • Hindistan ucuz, Hintli fakirdir. Aralık 2013 itibarıyla 1 TL. 30 Rupidir. 300 rupi 10 TL., 3000 rupi 100 TL. yapmaktadır. (Bkz.matematik dahisi arakolpa). Thekaddy bölgesinde tarım işçilerinin yevmiyeleri 50 rupi civarındadır (aylık gelir 50-60 TL. civarı). 
  • Trafiği anlatmaya, yazma yeteneğim ve havsalam yetmez. Şöyle söyleyeyim : kainatın oluşumunu ve kaosu düşünün......
Yolların en sakin hali
  • Yollar genel olarak düzgün ve iyi asfaltlanmış, genellikle gidiş geliş tek şeritten oluşuyor ve (her britiş sömürgesi gibi) ters taraftan akıyor. Ucuz olduğundan genellikle kısa mesafeler için motorlu rikşalar ya da yerel deyişle tuktuklar (triportörler) kullanılıyor. Korna çalmak zaruri, arka plakalarda "sound horn" yazıyor. Lakin korna çalmakta (ülkemde olduğu gibi) herhangi bir tehdit, uyarı yok, sadece tespit var. "Geliyorum" dikkatli ol der gibi... Kaldığım sürede; kaza olacak diye gözlerimi kapadığım çok anlar oldu lakin bir tane bile trafik kazası görmedim.
  • İnsanlar çikolatanın çeşitli tonlarından oluşuyor (sütlü çikolata az, bitteri fazla). Güney bölgesindeki insanlar konuşurken kafalarını (boyun sabit kalacak, tepe bölge ise sağa sola gidecek şekilde) sallıyorlar, bunu o kadar doğallıkla yapıyorlar ki, ilk başlarda fark edemiyorsunuz. Sonra da fark etmeden bir bakmışsınız ki : alışmışsınız.
Çikolata renkli Hintli Kardeşlerim...
  • Kaldığım sürece pek çok bebek gördüm. Tek bir ağlayan sabi sübyana rastlamadım. Bir tek havaalanlarında gördüğüm ekonomik durumu genele göre iyi olan ailelerin çocuklarının (yok tablet için, yok tobleron için) vara yoğa ağladıklarını gözlemledim. Lakin yalınayak gezen hiç bir çocuk, ağlamadığı gibi gayet mutlu görünüyorlardı.
Çocukların şirinlikleri
  • Karıcığımla Thekkady bölgesinde yaptığımız bağımsız yürüyüşlerde, genellikle halkın kalabalık olduğu mekanları seçtik. Ayappa'ya doğru hac yolundaki hacıların arasında kaldık.  Çıplak ayaklı, üzerlerinde genellikle siyah ya da portakal renkli sarilerin olduğu, genellikle belden yukarısı çıplak, sakallı bıyıklı, esmer yüzlerce adam... Ne gözle, ne fiziki herhangi bir taciz olmadı. Bir de farkettik ki, o kadar kalabalık arasında yürüyoruz ancak bir kişi bile bize kazara dahi olsa çarpmadı. Bunu farkettiğimde dedim "açık tenli ve yabancıyız zaar, ondan dokunmuyorlar", sonra gözlemledim : kimse kimseye çarpmıyor, omuz atmıyor, geçmeye çalışmıyor, uyum içinde yürüyüp hayır yürümeyip akıyorlar. İnsan deresi gibi akıp gidiyorlar. Güzeldi...
  • Hintli kardeşlerim yemeklerini genellikle elleriyle yiyor. Sol el tabağı tutarken sağ elin parmakları yemeklerin içinde. İlk gördüğümde oldukça yadırgasam da sonraları alıştım. Daha sonra öğrendim ki, yemekle aralarına hiç bir şey koymamak ve yemeği daha iyi hissetmek için böyle yapıyorlarmış. Sonra daha iyi gözlemleyince : yemeklerinden tek bir kırıntı bile dökmediklerini, ağızlarının çevresinin tertemiz olduğunu hayretle gördüm.  Kendi hesabıma ben çatal bıçak kullandığım halde istemeden de olsa kırıntı döküyor ve arada sırada peçete ile dudaklarımı temizliyordum. Onlar bunu yapmıyorlar.
çatal bıçak ve kaşık yerine
baş işaret orta yüzük ve serçe parmaklar...
  • Hintli kardeşlerim, diş temizliğine maksimum özeni gösteriyor. En uyduruk evlerde bile bir teneke kutunun içinde diş fırçaları var. Garajda otobüs beklerken dişlerini fırçalayan Ayappa hacısı gördüm. Ya bundan ya da başka şeylerden olsa gerek hepsinin dişleri, piyano tuşları gibi pırıl pırıl.
Kınacı teyzenin yanındaki duvarda asılı
diş fırçalarına dikkat !..
  • Tüm yolculuğumda sadece tek bir kel hintli gördüm. Onunki de bir rahatsızlıktandı sanırım. Yoksa doğal kel yoktu. Gittiğimiz bölgenin bir kokonat cenneti olmasından dolayı herkesin saçı kokonat yağıyla pırıl pırıldı. Kısa saçlı tek bir kadın da görmedim. 
  • Kadınlar sari, erkekler ise bellerine doladıkları uzun etek tarzı bir şey giyiyorlar. Hava ısındığında bu etekler yarıya kadar katlanıp, kapri etek oluyor, serinlediğinde ise uzayıp maksi etek oluyor. 
Kaprili bir manav
  • Turistik olmayan yerlerde soru sorduğumuz bütün insanlar, yüzlerinde kocaman bir sahici gülümsemeyle size elinden geldiğince yardımcı olmaya çalışıyor. Gözlerine baktığınızda gerçekten güldüklerini anlıyorsunuz. Bu insanlar beni çok mutlu etti. 
  • Turistik yerlerde ise dikkatli olun, maalesef turistin olduğu her yerde olduğu gibi burada da "ördeği yolalım" düşüncesindeki satıcılar maalesef mevcut. Bunun için kıyaslama yapın, kafanızdan TL çevrimini yapın ve muhakkak pazarlık yapın. Tanesini 200 rupiye aldığım deve kemiğinden kolyeleri, aynı satıcıdan üstelik altısını 200 rupiye aldım. Şimdi düşünüyorum da belki beşini yüz rupiye bile alabilirmişim. Neyse zaten çok ucuz, insanlar da fakir, bırakın biraz kazıklanın da insanlara biraz faydanız olsun...
  • İlk andan itibaren gördüğünüz için kanıksadığınız başka bir değişiklik ise binalar. Binaların sanki hepsi çok kirli ve rutubetli gibi duruyor. Sonradan düşündüm ki, bu coğrafyada altı ay hiç durmadan yağmur yağıyor ve durduğunda ise feci bir nem sıcakla birlikte bastırıyor. Bu durumda binaların bu şekilde olması gayet normal. Normal olmayan ise yağmur mevsimi biter bitmez bu binaların büyük çoğunluğunun ultra floresan renklere boyanması. Camgöbekleri, çingene pembeleri, fuşyalar, morlar gırla gidiyor.
En ağırbaşlı renkli evlerden biri !
  • En kıytırık bisiklet tamirhanelerinin bile tabelalarında "Engineering" yazıyor. 
  • İngilizce biliyorsanız sorun yok, az ingilizce biliyorsanız daha iyi. Hintli kardeşlerim de yara parçalaya ingilizce konuşuyorlar (ağızlarında selpak mendil unutulmuş gibi konuşuyorlar ama olsun). Bunun haricinde güneyde genellikle Malayalam (palindromik bir sözcüktür) konuşuluyor ki bunu da "bir tenekenin içinde çalkalanan çakıllar" şeklinde betimleyebiliriz. İki Hintli yarenin kafalarını sallaya sallaya karşılıklı malayalamca konuşmalarını izlemek, ekseninizi kaydırabilir. Bir daha eski siz olamazsınız.
  • Bir baktım ki yazacak çok şey var ve bu yazı uzayacak. En iyisi ben bunları bölüm bölüm yazayım da hem okuması hem yazması kolay olsun.
  • İkinci bölüm azz sonra...