31 Mart 2021 Çarşamba

"Peri Gazozu" Otobiyografik Öyküler.

 
   Nasipse Adayız'da Bay Kesal'ın mizahi yönünü gördükten sonra ıskalamayacağım bir kitaptı, çabucak edindik, kısa sürede bitirmeyi hedeflememe karşın içeriğinin sertliğinden dolayı arada sırada okundu, bugünlerde bitti.
   31 öykü, 198 sayfa, bir hayat. Yazarımızın hayatında taktığı şapkalar var. Önce çocukluk (Avanos'un bir kasabası, babası "Peri Gazozları" girişimcisi, annesi istarda halı dokuyor, evlerinde mağaraları var), sonra yatılı okul, ülkücü, sonraları üniversite, solculuk, mecburi hizmet hekimlik, sonra sürgün tayinleri, derken özel hastanecilik ve sonradan bizim bildiğimiz şapkaları (oyunculuk, yönetmenlik, senaristlik, yazarlık). 
   Bu safhaları, 31 öyküde güzel güzel temaşa ediyoruz. Ancak belirtmeliyim ki, okuyacaklarınız pek öyle mizahi yönü ağır basan satırlar değil. Birçoğunda sırtınıza ağır yükler yüklüyor yazarımız. Öyle altından kalkılacak, yenilir yutulur şeyler değil. Üstelik biliyorsunuz ki, okuduklarınız yaşanmışlıklar, hepsi gerçek. Ondan ötürü (Hüseyin Badem'e selam olsun!) aralar vererek okuyabildim. Sadece "ördek hanım"lı hikayesi biraz gülümsetti, diğerleri bildiğiniz (yahut göz çevirdiğiniz) memleket hikayeleri. Viyadüklerle ilgili hikaye ve intihar öyküleri; böğrümdeki en ağır yaraları açtılar. Kapanmayacak, küllenerek üstü örtülecek yaralar bunlar. Oğul olmanın ve büyüklerle rabıtaların da işlendiği öyküler de var (serde digemkârlık varsa gözleriniz buğulanır). Son tahlilde, okuduğunuzda sizi rahatsız edecek, okumadığınızda ise eksik kalacağınızı hissettirecek öykülerdir. 

"It Must Be Heaven" Burası Cennet Olmalı! Neresi Orası?

   Eliya Süleyman'ın bu filmini uzun zamandır arıyordum. Her türlü kaynağı didikledim. Hiç bir yerde yok! O da nesi! TRT2'de dün akşam yayınlandı. Taa aybaşından saatlerimi kurdum, dün de oturdum başına. 
   Burada bir girdi yapmak zaruridir: TRT2 son yıllarda büyük değişim geçirdi. 2009 yılında aptal kutusunun başına oturmayı bırakan fakir, son bir yıldır bu kanalın (özellikle sinema seçkilerine) bilinçli abonesi oldu (bilinçli abone: seçerek izleyen). Sadece TRT2 değil, memleketimden ilginç kesitler veren TRT Belgesel de aynı şekilde ("Zorlu Okul Yolları" olsun "Son Toplayıcılar" olsun) takip ediliyor. Rahatsız edici altyazılar, reklamlar olmadan (sadece sinema filmlerinin tam ortasında bir beş dakika ara var. zaten onda da diğer filmlerin tanıtımını yapıyorlar) filmimizi izliyoruz. Seçkiler ise bombastik. 40 yıllık 50 yıllık örnekler olduğu gibi, çok güncel olanları da var (üstelik hiçbir kaynakta bulamayacağınız örnekler). Haftada en az iki kez alarmımı buna kuruyorum. Sinefillere duyurulur.
   Neyse filmimize dönelim. 
   Açılış sahnesinden itibaren bir durgun komedi izleyeceğinizi anlıyorsunuz (burada duyduğunuz Arapça kilise ilahilerini memleketimde hangi camide okutursanız cemaat "amin" der. bu da anlamadan dinlemenin bir tezahürü (adam "mesih ölümü ölümle yendi, kralımız bombastik vs." der, müminimiz huşu ile dinleyip amin'i yapıştırır)). 1s42d'lık filmimizde pek diyalog yok. Adaşım Bay Süleyman, yazmış, yönetmiş ve de oynamış (oynamış derken abartmayalım konuşmadan, şeylere bakmış denilebilir rahatça (yalnız bu bakışı vermek de az şey değildir)). Nasıra, Paris ve New York'da geçen filmimiz; kişinin kendi periferine yabancılaşmasını ve yabancı dünyalara nasıl tepki verdiğini anlatırken (bunlar evrensel sorular) Filistin meselesine de değiniyor. 
   Filistinli sinemacı prototipine verilen anlamlar kısıtlı (zorluklar, güçlükler, trajedi, ölçüsüz şiddet, baskı vs.). Bunun aksini yapabilmek zor! Yönetmen/senarist/başrolümüz bunu gayet şık bir şekilde yapmış (tarot açtırmak, "Karafat" vs.). 
   Güvercinimle sonuna kadar sıkılmadan zevkle temaşa ettik. Ancak uyarımı yapmalıyım. Senaryosu, serimi, düğümü, çözümü olan, diyaloglu, bildiğiniz tarz bir pelikula değildir. Kafanız rahat, telefonlarınız kapalı, üzümden fermente edilen sıvınız kırmızı ise oda sıcaklığında, değilse uygun sıcaklıkta ise, garip sorular sormayacak sinema idraki düşük seyircilerle değilseniz tadından yenmez. Yoksa önermem.
P.S. En çok da bu üstteki üç kardeş aklımda yer etti. Her nedense çok yerli ve milli geldi o sahne!

28 Mart 2021 Pazar

"Team America" Dünya Polisi Amerika.

   Gece gece uykum kaçınca başına oturduğum, sonra da uykumu daha da kaçıran film olmuştur.  Baktım South Park'ın ekibi yapmış (o sıradışı mizah anlayışından belliydi zaten).  
   Filmimiz iplerle oynatılan kuklalarla yapılmış. Açılış sekansından itibaren (o da ipli bir kuklanın oynattığı ipli bir kukladır) sizi garip bir şekilde içine alan sağlam bir prodüksiyon. Netflikste var (buna ayrı bir şaşırdım (zira bu akış kanalının içerikleri oldukça sağlam bir USA propagandası içerir!)). 
   Dünyaya demokrasi ve özgürlük getirmeye kararlı bir Amerika'nın, heryere yetişen (Eyfel kulesini de yıkıyorlar, piramitleri de) evlerden ırak bir polis timinin maceralarını izliyoruz. Bu hikayeyi yaparken senaristler (ki asıl başrolde bence onlar vardır) holivut sinemasının tüm ögelerini hunharca kullanıp (bunu da kör gözüm parmağına şeklinde yapıyorlar ki, en ebleh amerikalı izleyici bile anlasın) hem ideoloji ile hem de yöntem ile bombastik bir şekilde dalga geçiyor. 
   Ben izlerken mest oldum. Holivut'tan ikrah gelen sinefillere hassaten öneririm.

23 Mart 2021 Salı

"A Royal Affair" Güç Peşinde!

 
   Saraylı filmlerden hiç hazetmememe karşın, Medsmikkelsen ve yüksek puanlamaları nedeniyle başına oturduğumuz Danimarka filmidir.
   18.yüzyılın sonu, Avrupa'da aydınlanma çağı yavaştan başlamakta, egemen sınıfsa yüzlerce yıllık baskıdan taviz vermemektedir. Danimarka'nın hafiften sıyırmış kralına hasbelkader "kral doktoru" olan, aydınlanmacı düşüncelerine meyyal bir Dan asıllı Alman başrolümüz, kraliçeye abayı yakar. 
   Saray filmlerinden hoşlanmamama karşın, senaryonun güç hırsı, iktidarı yönetmek, sınıfsal farklılıkların tezahürü gibi zamansız/zeminsiz ögeleri işlemesi hasebiyle, uzun süresine karşın ilgimizi düşürmeyerek izledik. 
   Nedir: o aydınlanma düşünceleriyle kaldırdığınız sansüre başvurulabiliyormuş (nefret edilen patronlara benzeme), uğruna hayatınızı koyduğunuz halk idam töreninize hiç tereddütsüz alkış tutabiliyormuş, entrika bilmeden muktedirlerle dans zormuş, saman altından su yürütmeniz gerekirse bunu oldukça alttan yapmanız gerekirmiş, aşk insanın gözünü kör edip olmayacak işler yaptırabilirmiş. Ve daha neler! Önererim yani.

19 Mart 2021 Cuma

"Kızıl Ağaçlar Ülkesi" Fransa'nın Brezilya'ya Hallenmesi!

 
   İşyerimdeki bir Breton arkadaşım hararetle önerince bulmaya çalıştım. 2005'te bir baskı yapmış, daha da basılmamış. Çeviri Ali Cevat Akkoyunlu, yayınevi ciddi. Buna mukabil raflarda/kitap satış sitelerinde yenisi yok. Neyse, nadir kitaplar satan her zamanki membaından kolayca ve iyi durumda bir baskı bulduk. Oturduk başına.
   16.yüzyılda, mezhep savaşlarının ortasındaki Fransa; Portekiz'in çoktan çöreklendiği Brezilya'ya (kitapta Antarktika Amerikaları diye geçiyor) çengel atmaya çalışır. Bunun için sergüzeşt bir Malta şovalyesinin düzenlediği sefere tercüman olarak iki öksüz/yetim çocuk hasbelkader katılır. Çocuklar, hain halalarının servetlerine konabilmek için yürüttüğü menfur bir komplonun kurbanıdırlar. Olaylar gelişir.
   Tekrar basımlarının olmamasına hiç şaşırmadım. Yazarın dili akıcı, tercümeye şapka çıkarılır (cızlamı çekmek deyimini (eski argodur) okumayalı kemiksiz bir 20 yıl olmuştur), konu ilgi çekici, Goncourt ödülü de almış. Tüm malzemelerin tamam olmasına karşın helva olamamış. Yalnızca dönemi araştıran akademisyenlerin zihnini ferahlatacak bir içeriğe sahiptir. Kaldı ki olayların sadece "uygar" dünyanın gözlerinden yazıldığını, kimi yerlerde ciddi (ırkçılık demeyelim de) ayrımcılık yapıldığını gördüm. Demek ki: Reşat Ekrem Koçu, Mösyö Rupin'i Hulk'un Loki'yi yerden yere vurduğu gibi tepikler. Önermiyorum...

17 Mart 2021 Çarşamba

"Yaşlı Adamın Savaşı" Douglas'dan Sonra İlk Kez!

 
   Kahramanımız 75 yaşına girince, müteveffa (müslüman ölülere merhum/merhume denirken, İslam dininden olmayanlara müteveffa denir) eşinin mezarını ziyaret eder hemen ardından askere yazılır. Üç gün sonra resmi ölüm işlemlerini yapar ve kendini bekleyen meçhul geleceğe doğru yola çıkar. Olaylar gelişir.
   Douglas Adams'ın okumalara doyamadığım Otostopçunun Galaksi Rehberi'nden (ilk okuma sonunda onu da yazacağım) sonra okuduğumda  ilk kez gülümsediğim bir bilimkurgudur. 352 sayfa "çabuk bitmez umarım" düşünceleriyle zevkle okunarak çabucak bitiverdi. 
   Son yıllarda rastladığım distopik bilimkurgulardan ziyade "altın çağ"ı çağrıştıran bir havası vardı (zati Bay Heinlein'den etkilendiğini de belirtmiş yazarımız, konusu da birazcık "Starship Troopers"a öykünüyor). Evet! ihtiyar Dünyamız kimselerin yaşamaya can atmadığı bir yere dönüşmüş ama o kadar da içler acısı değil. İşlediği bilimsel gelişmelerin (sıçrama iticisi/beyindostu/nanoteknoloji) o kadar da uçuk olmadığı (misal ışıktan hızlı gidilemeyeceğini çok kereler vurguluyor) aksine ulaşılabilir olduğu (tam beyindostu değil ama akıllı lenslerle başlıyoruz ufaktan), akıcı bir işleyişe sahip, dalgacı üslubun esirgenmediği çizgi üstü bir bilimkurgu romanıdır. Seri olarak yazılmış, bu yüzden mecburen "Hayalet Tugay"a da başladım (ortalarındayım!). Diyeceğim odur ki: bir başlayın muhtemelen gerisi gelir.

14 Mart 2021 Pazar

"Minari" Korece Su Teresi.

 On yıldır ABD'de yaşayan Koreli aile, yeni bir başlangıç yapmak için redneck diyarı Arkansas'a taşınır. Burada hem ihtisas yaptığı mesleklerini yapabilecek (civciv cinsiyeti ayırt etmek) hem de yeni evlerinin çevresinde bir çiftlik yürütebileceklerdir. İşler gelişir.
   Fazlasıyla kişisel bir iş. İzledikçe ayrımsadığınız küçük küçük detayların bir senaristin aklına gelmesi mümkün değil. Yönetmen Liiayzekçung'un hayatına baktığınızda (Koreli göçmen bir ailenin oğlu, Arkansas'ta büyümüş falan), bunun öyle olduğunu kolaylıkla anlayabiliyorsunuz. Bu minvalde, yönetmenimiz fazla bir iş yapmış sayılmayabilir. Hayatının bir bölümünü izleyiciye aktar, olsun bitsin. Ama kazın ayağı öyle değil. İki saate yakın bir süre (1s55d) aksiyonsuz bir yeniden başlangıç hikayesine izleyiciyi kilitlemek ustalık gerektiriyor. 
   Pelikulamız zanaat olarak üstüne düşeni yerine getiriyor, işin içine bir miktar sanat da var (Elim sanata düşer usta/Dilim küfre, yüreğim acıya/Ölüm hep bana/Bana mı düşer usta? (Refik Durbaş'a da bir selam)). Bu (önce dört, sonra beş kişilik) ailenin, kendilerine nisbeten yabancı bir çevredeki yeni başlangıçlarında, kendi benliğinize yönelik birtakım meşazlar olduğunu düşündükçe anlıyorsunuz. İlişkilerin herşey güllük gülistanlıkken çok güzel yürümesi ama tökezlemeler oldukça ayrılıkların nerelere saplandığı, paranın mutluluk getirip getirmediği, kültürel asimilasyon insanı ne kadar asimile eder, din hayatımızın neresinde durur gibi gıllıgışlı sorular sorduruyor, kendince cevaplar veriyor. Bunu da kör gözüm parmağına diyerek yapmıyor.
   İkinci yarıdan sonra tempo birazcık düşüyor ama ben sıkılmadan izledim, güvercinim de öyle (ki fakire göre önemli bir kriterdir). Sinema filmlerini okuma kıvamına gelmiş sinefile öneririm.

"Yüksek Doz Gelecek" Memleketimden Bilimkurgu.

   2017'de çıkmış olmasına karşın bugüne kadar gözümden kaçan bilimkurgu derlemesidir. Haberdar olunca, edinmeye giriştim. Heyhat! İnternette satış yapan belli başlı sitelerde kalmamış (yenisini basarsanız satılır yani Altın Kitaplar). Mecburen "Nadir Kitap" satan mecraya yöneldik. Küçük bir girdi "mecburen" değil, "sevinerek" olmalıydı. Sahaflara kazandırmak gerek! 
   2015'de 25 yazarla başlayan bir süreç, beş yazarla tamamlanmış ve ortaya çıkan beş novella bir kitapta, bilimkurgu okuruyla buluşmuş. Köprüaltı, Phobos, Demir Yıldız, Karavanlar Çağı, Alt ve Üst adlarındaki novellaların herbiri bilimkurgu meraklılarını tatmin edecek kesafettedir. Hepsini de sektirmeden, kolayca okudum (Bu arada editör Ayşegül Uçan'a bir alkış gönderelim (dilin, dilbilgisinin, yazım kurallarının özenli olduğu bir çalışma)). İkinci novella Phobos'ta Funda Özlem Şeran, bilimkurgunun oldukça zor olan bir misyonunu halletmeye hallenmiş: "kendi paradigmamızın dışında bir uzaylının açısından yazmak". Başlangıçta pek eğlendim (üç tarafı açık katmanlı kutular falan!). Sonradan işin içine Lovecraft, Poe, Shelley, Barker, Bradbury ve Sai King girince biraz tekinsizleşti metin. Yorucu ama zevkliydi. 
   Haddim olmayarak biraz ahkam kesmek isterim. Bizim bilimkurgular ana akımı izliyor. Okurken gözünüzde bir holivut filmi gibi canlandırabiliyorsunuz. Deli gönül bu canlandırmayı, mesela bir NBC filmi gibiymişçesine yapabilmek ister umarsızca. Bunun için de öncelikle bu coğrafyada bir bilim geleneğinin oluşması, sonra da o konuda yazan hayalperestlerin bu geleneğin bu topraklara uyarlaması gerektir. Şu anda imkansızı istediğimin farkındayım ama olsun, neticede uzaya çıkacak kişilere isim bulma arayışında olduğumuz bugünlerde neden olmasın (kahkaha efekti girer). 
   Bu serinin distopya içeren ikinci kitabı "Yüksek Doz Çürüyüş" de okuma listemde. Onu da okuyacağız.

8 Mart 2021 Pazartesi

"Another Round aka (ne işim olur aka'yla) Nam-ı Diğer Druk" Bir Sosyal Deney olarak Sarhoşluk!

   Geçim derdi yok, ortam şımşıkırdak, politik/sosyal/kişisel kaygılar yok, çevre bombastik, bir tek hava soğukça ama o kadarı kadı kızında da olur. Danimarka'dayız. Cimnasyum'da (bizdeki lise gibi oluyor) dört öğretmen bu döngüde bir tekrara girmişlerdir. Başrolümüz Martin bu dörtlüdeki en tuzu kuru olandır. Valkiri gibi bir karısı, iki ergen irisi oğlu, ikea kataloğu gibi evi vardır. Ama rutin Martin'i içten kurutmuştur. Yavaştan eski halinin silik bir gölgesi olduğu gerçeğini acı ile idrak eder. Bu arada dörtlünün psikolog olanı; yine aynı coğrafyanın orta halli bir filozofunun "insan kanındaki optimum alkol 0.5 promil olmalıdır" teorisini test etmeyi önerir. Martin'le aynı kaşıntılardan muzdarip 3 meslektaşı, bu hayli cüretkar deneye ucundan girişir. Kurallar bellidir. Çalışma saatleri kandaki alkol 0.5 olacaktır, akşamları ve haftasonları içmek yasaktır. Vee sosyal deney (alkolmetreler de dahil olmak üzere tam tekmil) başlar. Olaylar gelişir.
   İskandinav ülkelerinde alkol bir sorun. Pek çok kesim için bir yaşam biçimi. Hayır, en son İsveç seyahatimde alkol fiyatlarının nasıl olduğunu (tüketim azalsın diye yüksek fiyat politikası uygulamak (yüksek gelir seviyesine rağmen oldukça yüksekti)) biliyorum da konuşuyorum. 
   Yönetmenimizi Festen ve Jagten'den biliyorum. İyidir! Burada da yine favori oyuncum Madsmikelsen var ve yine öğretmen. Film üzerinden ilerleyelim. Bir kere zenaata diyecek hiç bir şey yok. Müzikler, ışıklar, çekimler, kurgu, senaryo (senaryoda da yönetmenin imzası var) tüm bunlar üzerinden izleyiciye duygu aktarımı çizgi üstü. Sinematik olarak bu amatör gözlerime batan hiç bir şey yok. 
   Alkol konusunda da herhangi bir yönlendirme yok. İçin ya da içmeyin mesajı almak istiyorsanız kafanız karışabilir. Bay Kış Dağları (Vinterberg) nalına da çakmış, mıhına da. Edebiyle içenin, sınırlarını bilenin (kordelamızda da görüyorsunuz: ne kadar eğitimli, bilgili, olgun; ne kadar Danimarkalı öğretmen de olsanız, alkoliklik uzak değil!) bir sorunu olmayacağını ve hatta alkolün yardımıyla kimi zorlukların üstesinden geleceğini göstermekle birlikte, çizgiyi çekemeyenlerin bedelini hayatlarıyla ödediklerini görüyoruz. Herkesin fikri kendine tabii ki son tahlilde. Sizler farklı sonuçlar çıkarabilirsiniz ama iyi film. Öneririm.

5 Mart 2021 Cuma

"Sputnik Sevgilim" Murakami'den Aşk Romanı.

   Önce 10 bölümün ikinci paragrafından bir alıntı yapalım (s.136): "Burada bu küçük Yunan adasında, daha dün tanıştığım güzel ve benden yaşlı bir kadınla birlikte sabah kahvaltısı yapıyordum. Bu kadın Sumire'ye aşıktı. Ancak ona karşı cinsel istek duymuyordu. Sumire bu kadına aşıktı, dahası ona karşı cinsel istek de besliyordu. Ben Sumire'ye aşıktım, ona cinsel açıdan ilgi duyuyordum. Sumire beni seviyordu ama bana aşık olmadığı gibi bana karşı cinsel istek de duymuyordu. Ben, adını gizlediğim bir kadına cinsel istek duyuyordum. Ancak ona aşık değildim. Durum karmakarışıktı. Sanki varoluşçu bir tiyatro oyunu gibiydi."
   224 sayfalık bir Murakami novellası. Bu kez eksende, üstte anlatılmaya çalışıldığı gibi garip bir aşk var. Elbette yazarımızın alamet-i farikası, markalar/günlük rutinler/yemek tarifleri atlanmamış. Elbette yine metafizik ögeler var. Japonya'da başlayıp küçük bir Yunan adasına ilerliyor, kapanış yine aynı yerde. Altını çizdiğim, durup düşündüğüm yerler oldu. Çabuk bitiyor. E-kitap versiyonu yok. Son zamanlarda aldığım baskısı 32. baskı imiş (çok okunuyor zaar!). Diğerlerinin yanına koydum. Birkaç sene sonra yine okuyabilirim.

4 Mart 2021 Perşembe

"Şehir Mektupları" İstanbullu Olmayana Zor!

   19. Yüzyılın sonlarında, Ahmet Rasim'in kaleminden İstanbul'un günlük yaşantısı. Günümüz Türkçesine uzak bir versiyonunu okumaya tercih ettiğimden, Nadir Kitaplar satan bir siteden aynı yukarıdaki fotografide gördüğünüz baskısını aldım. İstanbul-1992 M.E.B. yayınları, tam tamına 12.000 TL. Yayıma Ahmet Kabaklı hazırlamış. 271 sayfa, 293 dipnot var. Lâtif bir dille yazılmış, üslubun tamamına dalgacı bir hava hakim. 

   Başından sonuna okunacak bir kitap değil. Sehpada durur, arada bir sayfaları karıştırır bir iki mektup okur, ara verirsiniz. Okudukça ruha şetaret verir. Meğer ki: 19 yüzyıl sonu İstanbul'un günlük yaşantısını araştırıyorsanız, notlar tutarak baştan sona okuyabilirsiniz, yine meğer ki: İstanbulluysanız başka türlü sarar. Nebliyim: Şişli'nin kırlarına çıkmak, Bakırköy'de bıldırcın avlamak, yazları (yazlık niyetiyle) serinlemek için Göksu'ya gitmek gibi şu anda kulağınıza fantastik gelen eylemlere şaşırıp kalabilirsiniz. 

   Bakınız iktidarda Osmanlı var, şeriat geçerli. Bu ahvalde 13.mektupta (59.sayfada) bir mesele var. Bakırköy'de bir "bahçe" yapılıyor (Bakırköy, zaten köy o zamanlar). Bundan sonra kalemi Haşim'e bırakalım: ".... Kadınlara, erkeklere mahsus yerler ayrıldı. En son, buraya bir kiracı bulmak meselesi çıktı. Kiracı bulundu. Fakat bir mesele eksik kaldı. Biraya izin verelim mi, vermeyelim mi? İki komşu -Hayır olmaz. der. Zabıta, -Bizce mani yoktur. diye cevap verir. Bahçe, kahve ile işlemez. Tekrar belediyeye müracaat ediliyor. "Bir şeye benzetiriz" cevabı veriliyor.". Şu anda teşebbüs edilse, gerçekleşeceğine ihtimal vermeyeceğiniz bir serbestlik. Buna benzer çok bölüm var. İnsan, "o zamanlar bugünkünden daha mı serbestmiş?" diye düşünüyor ister istemez. 

   Bir de amme hizmeti verip, 32. mektupta (S.153) bahsi geçen Çorba manzumesini aşağıya yazıyorum. Çorba sevenler severek okuyacaktır. Kitabı ben neşe ile okudum, pek çok yerinde şaşırdım ve zamanın günlük yaşantısı konusunda kafamda bir resim belirdi. Sadece meraklılarına öneririm.


Çorba

Kana kuvvet, göze fer, batna ciladır çorba

İllet-i cu'a deva, mahz-ı gıdadır çorba

Sağlara, hastalara ayni şifadır çorba

Hasılı hahiş ile ekle sezadır çorba


"Sahne-i Lüp"te ağuz Lû'bu'nın ilk perdesidir

Her zaman önde yürür, et'ime serkerdesidir

Bence hep batn'ı beşer çorba cilakerdesidir

Bütün efrad-ı ecanip "supa" perverdesidir

Alemin sevgilisi dense sezadır çorba


Ramazanda hele bin can ile herkes gözler

Daha gündüzden onu mide-i hali özler

Çorbaya dair olur sofrada yağlı sözler

O ise baklavanın rahını durmaz düzler

Öyle bir rahber-i bad - hevadır çorba


Ekşili terbiyeli başlar ise ahenge

Girişir tab'ı şikem nağme-i çengaçenge

Boyanır kîseye, efkara göre he renge

Dar boğazlarda girer girse kaşıkla cenge

O zaman sıdk ile muhtac-ı duadır çorba.