19 Haziran 2022 Pazar

"Nanoteknoloji Nedir ve Neden Önemlidir?" Bilimselden çok Etik Yaklaşım.

   Şu bir gerçek ki: henüz başlarında olduğumuz yüzyılın teknolojik atılımı genetik ve nanoteknoloji üzerinde olacak. Gerçi yeni görmeye/duymaya başladık; yok efendim nanoteknolojili kumaş, su geçirmez nano ayakkabı, ısı geçirmez nano duvar boyası diye ama ileride bu gibi ürünler çok yaygınlaşacak. 
   Bu minvalde hazır Tübitak da böyle bir kitap neşretmiş, edindik ve uzunca sürüklenmelerden sonra nihayet kaynakçasına kadar okuyabildik. 430 sayfalık kitabımız üç yazarlı. Yazarların sadece biri bu teknoloji konusunda bilimsel olarak çalışıyor, diğer ikisi ise bilim felsefesi ve bilim etiği üzerinde uzman. Hal böyleyken kitabın çoğunluğu bu teknolojinin kendisine değil kullanım alanlarının belirlenmesine, etik sorunlara, telif haklarına, yasal düzenlemelere, eşitlikçilik ve erişime odaklanıyor. 
   Bendeniz, bu teknolojinin ne menem bir şey olduğunu, hayatımıza ne gibi değişiklikler getireceğini öğrenmek için edinmiştim kitabı ve isteklerimin tatmin olduğunu söyleyemem. Bunun yerine hayatımın her alanında kullanabileceğim "risk ve ihtiyat" ilkelerini öğrenmem benim için piyango gibi bir şey oldu. Teknolojinin kullanım alanları konusunda ise kısıtlı bilgi alabildim. Kitabın ön ve sonsözleri, kaynakçası, dizini oldukça uzun. Her bölümün başında (akademik yazına uygun olarak) ne amaçladığı, sonunda ise ne söylediği yazıyor. Bu sıkıcı akademik yazını çıkardığınızda kitap rahat bir 200 sayfaya düşer. 

   Keçiboynuzu yiyiyormuş hissine kapıldım (Hoca Nasreddin'in deyişiyle "bir dirhem bal için bir çeki odun çiğnemek"). 

16 Haziran 2022 Perşembe

"Bizim Büyük Çaresizliğimiz" Bir Değişik Aşk.

   Kısacık (167 S.) ama içeriği yüzünden sanırım ağır aktı. Ankara var, aşk var, biri göbekli diğeri kel (Ender, Çetin) iki canciğer arkadaş, dengesizlik ve arzu nesnesi (Nihal) var. Aşkın, çetrefilli aşkın, kaybolan (fading mi diyor ecnebiler) geçmişin hüznü, yakalanamamış (ah yakalanıverse!) anın şaşkınlığı, geleceğin endişesi (demek ki s.klememe çağına gelinmemiş henüz) var. Kısacık novellaya (bâb-ı âli kapısından mürûr edip geçer iken diye başlar güzel bir koşma!) yedirilmiş, üzerinde itinayla çalışılmış duygu selleri var. 
   Filmi de güzelmiş. Bulup izleyeceğim. Ben sevdim. 

12 Haziran 2022 Pazar

"Beş Şehir" Tanpınar Usulü Şehirler.

 
   Tanpınar Usta; Ankara, Erzurum, Konya, Bursa ve Ankara'yı anlatıyor. 

   Eserin konusu Ustanın kendine göre: "Beş Şehir'in asıl konusu hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyaktır (güçlü istek). İlk bakışta birbiriyle çatışır görünen bu iki duyguyu sevgi kelimesinde birleştirebiliriz. Bu sevginin kendisine çerçeve olarak seçtiği şehirler, benim hayatımın tesadüfleridir.". 

   Fakir de hayatında tam buna benzer bir dönemden geçtiğinden (hayatımda bazı şeyler kayboluyor üzülüyorum ve fakat yeniye karşı da güçlü bir istek duyuyorum (ben olsam bu durumu AHT gibi "sevgi" değil, majör depresyon olarak nitelendirirdim (malum "İdrâk-i maâli küçük akla gerekmez, zira bu terazi bu sıkleti çekmez" sorunsalı))) bu cümle üzerinde hayli kafa yordum. Herneyse burası kitap kurtları ve sinefillerin arada baktığı bir ağ güncesi,  kişisele girmek eziyettir.

   En uzunu ve en sondaki İstanbul, en kısası ve en baştaki Ankara. Üstad Cumhuriyeti seviyor ama sevdalısı değil. O bir tarz adamı. İthafı da zaten bu minvalde Yahya Kemal Beyatlı'ya yapmış. Kendine özgü humoru çok dengeli kullanmış (buna mukabil fakirin kahkaha attığı yerler oldu (misal şu tanım gülümsetmez mi insanı: ".... zayıf yüzü ve perişan kıyafetiyle bir insandan ziyade hiçbir zaman layıkıyla anlayamayacağımız birtakım şartların, içtimai olarak başlamış, fakat zamanla biyolojik nizam emrine girmiş şartların bir mahsulü gibiydi. S.44")). Bitmesin diye şehir şehir fasılalarla okudum. Okumanın zevkini alabileceğiniz mümtaz bir eserdir efendim. Okunsa ruha letafet verir.

8 Haziran 2022 Çarşamba

"Sıkı Kontrol Edilen Trenler" Çek Satiri!

  90 Sayfa, bir günde biter. II.Dünya Savaşının sonlarına doğru Çekya'nın işlek ancak büyük olmayan bir tren istasyonu. Miloş, aşk acısından bileklerini kesmiş ancak yaşayakalmış, "leylağının solmasındansa zıpkın gibi bir erkek" olma yolunda debelenip durmaktadır. Fiyakalı üniformasını üzerine geçirdiğinde bir vakar gelmektedir ama etrafında tüm acımasızlığıyla savaş sürgittir. Olaylar gelişir. 
   Pek sevdiğim "Aslan Asker Şvayk"'ın bu kitabın izini sürdüğünü söylerler. Hakikaten de bu kısacık novellada karşımızda zuhur eden birbirinden bombastik yardımcı karakterler vardır. Her tarafı Polonya güvercinleriyle dolaşan istasyon şefi, biletçi kızın kalçasına bilet gişesindeki tüm damgaları basan hareket amiri ve daha neler.
   Mizahi bir yönü olmasına karşın savaşın acımasızlığına dair en gerçekçi izlenimleri verir. Gülümsetirken bir yandan içiniz acır. Aynı hayat! Çekler bunu edebiyatta iyi yapıyorlar. Haklarını vermek, bu kısacık kitabı ucundan yakalamak gerektir.

5 Haziran 2022 Pazar

"Görme Biçimleri" Bakmak tamam da! Görmek emek istiyor.

 John Berger sanat eleştirmenidir. Her ne kadar titrinde yazarlık varsa da "G." adlı romanına başlayıp da bitiremediğim nadir eserlerden oluşu, "bu konuda yeterli bilgim olmadığından fikrim yok" hanesine düşürüyor fakiri. 
   Görme konuşmadan önce başlıyor ve hayatımızın her safhasında belirleyici kılavuzumuz oluyor. Ancak çoğumuz görmekten ziyade bakıyoruz ve gördüğümüzü çoğunlukla algılayamıyoruz. İşte bu noktada İngiliz snopluğunun yüzyıllarca gelen geleneğinden süzülen sanat eleştirmeni Bay Berger'in yazdıklarına bakmalıyız. Araya serpiştirdiği mesleki inciler arasından değerli taşları ayıklamak size kalıyor. Kimi resimlerdeki fırça darbelerinin kavislerinin neyi işaret ettiği, reprodüksiyonların resim sanatına ettikleri gibi sanata yönelik tespitlerinden ziyade hayatın kendisine ilişkin tespitleri muhakkak işinize yarayacaktır (misal: kadının kendini nasıl gördüğü üzerine döktürdükleri fakiri kendinden aldı (seksist değil ama çok doğru belirlemeler var)). Uzun da değil, bir günde hakkından gelinir (168 S.)
   Uykusuz'da yazılarını mütemadiyen izlediğim Engin Ergönültaş'ın (kendi bilmese de) bana böyle iyilikleri oluyor. Bitince "iyi ki okumuşum" dediğim matbuattandır. Görmeyi öğrenmek isteyenlere öneririm.

Mini Alicante Rehberi ve Alicante-Fethiye Seyri

   Hayat umulmadık gelişmelere gebe. Bunun en yeni örneğini henüz yaşadım. 

   Martinik'ten Türkiye'ye bir katamaran transferi yapan kaptan dostumun mürettebatı İspanya'da havlu atmak zorunda kalınca; ani telefon görüşmeleri ile fakir ve eşini Alicante-Fethiye arasında skipperlık yapmaya memur etti Leydi Fortuna. Üstelik hemen izin almak, uçuş ve kalma ayarlamalarını yapmak zorundaydık. İnsan zorda kalınca nasıl hızlı davranabiliyormuş, öğrendik. 

   Alicante, İspanya'nın güneydoğusunda kalan, böyle tam Katalan da değil Endülüs de değil arada derede bir yerli turizm şehri. 37 yıl önce gittiğimde sahilde olan mozaiklerin ve güçlükle hatırladığım kimi hoş detayların bugün de aynı şekilde kalması; güzel ve yalnız memleketim ve onu kıskanan düşmanları arasındaki farkı daha iyi anlamama neden oluyordu. (bkz. İnci Pastanesi, Emek Sineması ve daha neler neler). 

   Evet, şehir yerli turizm merkezi ama öyle aman aman görülecek fazla bir şey yok. Eski yahudi mahallesinin çevresinde kümelenen turistik mekanların dışında; tepesinde bir kalesi (aklı olan çıkmaz çok dik), genişçe marinası (orası da tadilattaydı), sahilde güzel yeme içme yerleri, biraz tepede (her Akdeniz şehrinde olduğu gibi) bir eski pazarı bir de denizin pek de temiz olmadığı ama nefis beyaz bir kuma sahip plajları var. Plajların tümü halk plajı. Beach türü işletmeler olmadığı gibi sahil şeridinin ancak %30'unu kaplayan şezlong şemsiye kiralanması ücreti fahiş değil. 

   Kaldığımız evin iç camlarında şöyle bir detay görünce "hımm dedim getto burasıymış". Tam bu noktada yazar tembelliğin kucağına sığınıp, cümle kurma emeğinden kaçınıp maddeleme yöntemine geçmektedir.

  • Plajdan sahil bandına geçişte şu fotoğraftaki gibi ayak yıkama istasyonları var, deniz suyu kullanılıyor ve hiç bir yer kum olmuyor. Çok pratik. 

  • Plajlarda üstsüz güneşlenen ve tanga mayo giyen cins-i latif dolu ama ekserisi bir hayli yıllanmış şarap olgunluğunda.

  • Eski pazarı yürüme mesafesinde ve yeme içme tutkunları muhakkak gitmeli.
  • Sahile yakın yerlerde bu devasa ağaçlardan pek çok var. Avustralya inciriymiş. Mangrovvari kökleri var.

  • Sahil bandının karoları uzaktan bakılınca üç boyutlu.
  • Odun ateşinde pizza yapan bir tek burayı bulduk. Google haritalara yazınca çıkıyor.

  • Memlekette esrar ve türevlerinin satışı serbest. Şöyle aşağıdaki dükkanlarda satılıyor.

  • Paella yemeden dönmem diyenler için lokallerden aldığım sağlam bilgiye göre şu aşağıdaki fotoğraftaki kadehlerin üstünde yazan yer en iyisiymiş. Pirinçler diri, kalamarlar gevrek, karidesler bolcaydı. (1 kişiliği 12 EUR)
  • Neyse arkadaşımız bir gün gecikmeyle demirledi marinaya. Biz de akabinde avdet ettik aşağıda görülen Lagoon 52 modeli kızcağıza.
  • İlk saatlerde Hocanımı deniz tutunca bu çilenin hassas mide sahibi bünyeler için fazla olacağını düşünüp, aşçıbaşını Alicante'de bıraktık ve demiri aldık, seyrimize başladık.
  • Sakin sular da oldu, azgın rüzgarlar da. Sıcak günler de oldu, soğuk günler de. 13 gün güneşi doğdurduk ve batırdık. Gece vardiyaları bendeydi ondan biliyorum. 
  • Denizli havada makine arızalarıyla başa çıktı cevval kaptanım. Kendisi Capo di Tutti Capi görünümünde bir insan olsa da kaptanlığına söz söylenemez. Nükleer pil monteli olduğunu söyleyebilirim ama ispatlayamam. 
  • Rüzgarımız kıt olduğundan ve genelde kafadan estiğinden fazla yelken basamadık ama bu katamaranlarda yelken olayı zaten oldukça garip. Köprüüstünden tüm yelkenlere kumanda edebiliyorsunuz. Çok pratik. Nedir: yelkenlinin olmazsa olmazı teknenin yatması bu modellerde yok. 13 günde deniz bağına ihtiyaç duyduğumuz hiç bir an olmadı.
  • En yakın karaya 140 deniz mili uzaktayken makineleri stop edip yüzmenin keyfini tattım.
 
  • Köpekbalıkları, deniz kaplumbağaları hemen her gün yunuslar gördüm.
  • Messina boğazı girişi bottle neck etkisinden köpüren bir deniz ve deli esen rüzgara rağmen kolaycacık geçtik.

  • "13.günün şafağında Doğuya bakın" diyen Gandalf'ın sözünü yerine getirircesine, azıcık bir kısmına dahil olduğum uzun okyanus ötesi seyir, 13.günde Fethiye'de bitti. Biz güneşten çingene palelerine dönmüş denizciler, yorgun yüzlerle gümrüğe dinginin başını çevirdik. Karaya çıkar çıkmaz kara tutmasına maruz kalıp hemen oturacak bir yer bulup, baş dönmemin geçmesini bekledim. Kaptanda bir maruzat yok tabi o alışkın. 
  • Pekçoklarına sıkıcı gelebilecek rutine (gece 12:00, sabah 08:00 chartplotter'ı takip et, gerekirse kaçınma manevraları yap, makinelerin sesini dinle bir gariplik olmasın, mevkiyi kontrol et, 2x4 saat uyu, kalanında (ipleri germemeye çalışarak) makara kukara yap, yiyecek birşeyler ayarla, bulaşıkları yıka vs. vs.) canı gönülden katlandım. Nedir: insan, trafik, hava kirliliği, internet/telefon iletişimi, ışık kirliliği (özellikle ışık kirliliğinin etkisini, geceleri gökyüzünde samanyolunun süt izini elinizle tutacakmışçasına yakından gördüğünüzde anlıyorsunuz) olmadan geçirilen zamanın kıymetini biliyor insan. Büyükşehirde geçirilen 11 yıldan sonra bu ikballer pek bir makbul geliyor. Yine olsun yine yaparım!
Seyirde Okunan Kitaplar: 
Felsefenin Tesellisi - Alain de Botton
Kahkaha Benden Yana - Sören Kierkegaard
Sıkı Kontrol Edilen Trenler - Bohumil Hrabal
Bizim Büyük Çaresizliğimiz - Barış Bıçakçı
Pornografi Üzerine - Boris Vian
Hoşgörü Üzerine Bir Mektup - John Locke
Görme Biçimleri - John Berger
Beş Şehir - Ahmet Hamdi Tanpınar

Dinlenen Müzikler:
İnti İllimani
Ella Fitzgerald
Dalida
Calexico (neredeyse tüm diskografisi)
Çiğdem Gürdal
Azis (Bunu Kaptan dinledi!)

3 Haziran 2022 Cuma

"Kahkaha Benden Yana" Danimarka'dan Felsefe.

   Felsefeye feci taktık Haziran'da. Şimdi sıra kendi ülkesinde hiç sevilmeyen (Danimarka'da pek sevilmezmiş hazret) ancak dünyanın geri kalanının pek hoşlandığı Sören Bey'de. 

   Kierkegaard, şaka mı ciddi mi olduğunu ilk başlarda anlayamadığım (hoş, bu anlamama durumu son sayfalara kadar devam etti) bir üslupla günlük hayatından örneklerle hayat hakkında ahkamlar kesiyor. 279 sayfalık eserde zihnimin raflarına yerleştirdiğim bir iki tespit ve eleştiri oldu elbette ancak bunun için kitabın tümünü okumak bende iğde yemeyi çağrıştıran bir deneyim oldu (ha iğdeyi pek severim ayrı!) Azıcık lezzet taam etmek için bir dünya kabuk soymak, kocaman çekirdeklerin üzerindeki tatlı leblebi tozunu andıran azıcık aromayı çiğnemeye çalışmak ve bunu üstüne başına dökmemek, unlu parmakları bir yerlere değmemek; basiret ve çaba gerektirir. Son dönemlerdeki favorim Schopenhauer'in yanına dahi yaklaşamasa da iskandinav usulü humor (ki yönetmenlerde Anders Thomas Jensen bunu filmlerinde çok daha iyi yapmaktadır) algılamak istiyorsanız bir tadına bakabilirsiniz.

"Felsefenin Tesellisi" Herkese Gerek!

   Hayat zor! Hep mi böyle olacak derken karşınıza daha da yüksek yokuşlar, daha dikenli bahçeler çıkarıyor. "La rahate fid-Dünya" diyen Araplar haklıdır belki de. Bu Dünya'da rahat yok! Romalılar'ı unutmayalım. Onlar da "Fortuna Imperatrix Mundi" derler. Dünya'ya kader hükmeder (kartta fortuna çıktıysa yapacağınız birşey yoktur). Etimolojiyi kurcaladığınızda ikisi de aynı yere çıkar.
   Toplum tarafından kabul göremediğimiz, yeterince paraya sahip olamadığımız (ki ahir zamanda hepimizin başına gelecek gibi görünüyor), düşkırıklıkları yaşadığımız, kendimizi yetersiz hissettiğimiz, kalbimizin kırıldığı ve elbette zorlukları yaşadığımız zamanlar oluyor, olacak. Bu durumlarda yapılacak şey nedir? Okuyan insan için bellidir: kitaplara sarılmak. İşte tereddütsüz önerebileceğim bir matbuat. Tüm bu sorunlara yönelik olarak düşünürlerin ne gibi cankurtaran simitlerine sarıldıklarını (sırasıyla Sokrates, Epikuros, Seneca, Montaigne, Schopenhauer ve Nietzsche) Bayan Botton'un sevgili oğlunun kaleminden okuyabilirsiniz. 
   Sadece alıntı değil, günümüzün yaşantısıyla soslanmış ve cımbızla alınmış hikmetler gırladır. Nedir: benim okuduğum edisyon 14.baskısını yapmış (hem de yüksek basım sayılarıyla) demek ki bu dertlerden muzdarip külli kâri var imiş. İlerledikçe "Aha bundan bende de var" diyor ve kimisi yüzyıllar öncesinden gelen öğütleri hayatınıza geçirmeye çabalıyorsunuz. İlginç şekilde başarılı da oluyor. 
   Yalnız kalp kırıklığının tesellisinin, felsefenin gamlı baykuşu Schopenhauer'e ve zorlukları aşmanın tesellisinin übermensch'in mucidi Nietzsche'ye düşmesine bıyık altından gülümsemedim değil. Ancak her nasılda bu iki ismin verdiği öneriler yabana atılır gibi değil. Çalışıyor, denendi!
   Hülâsa: yakın durunuz, ıskalamayınız.