31 Temmuz 2016 Pazar

"Forks Over Knives" Bıçakları Bırakın, Sağlık Çatalda !

   Allah ne verdiyse yiyiyoruz. Şimdi okuyanlara sorsam "Proteini nereden alıyorsunuz ?" diye,  hemen hepiniz etsütyumurtapeyniryoğurt şeklinde hayvansal kaynakları sayacaksınız. Ben de öyle yapıyordum. Taa ki iş bu belgeseli izleyinceye kadar.
   Tavuklar ve inekler biz yiyelim diye yaratılmamışlar. Bir kilo eti ortaya çıkarmak için 15 kilo kadar bitkisel kaynak kullanılıyor. Proteinleri hayvansal olmayan kaynaklardan da alabiliriz (bunu tamamen bitkisel beslenen profesyonel bir güreşçi (hem de gayet başarılı)) anlatıyor. İkinci Dünya Savaşında ülke işgal edilip de tüm hayvansal proteinlere naziler el koyunca Norveç'te ölüm oranları gözle görülür derecede düşmüş, savaştan sonra hayvansal proteinler yine devreye girince eski başarı ! yakalanmış (bkz.fotoğraftaki diyagram). Mevcut tansiyon, kolesterol, kalp sorunu olanların bitkisel beslenmeyi tercih etmeleri halinde rahatsızlıklar ilerlemeye son verip gerileyebiliyorlar bile (konuda literatüre geçmiş ciddi istatistik ve makaleler de var). Mideye giren 500 kalorilik bitkisel gıda, işlenmiş gıda ve yağın; sindirimin başlaması için gereken reseptörleri nasıl olup da uyardığını (yahut uyaramadığını) çok acı bir biçimde öğreniyoruz.
   Vallahi milletçe obeziteye kaydığımız bugünlerde, eşinize dostunuza alın bu belgeseli hediye edin (önce kendiniz izleyin ama). İlaç sanayiini zengin etmek istiyorsanız eskisi gibi beslenmeye devam edebilirsiniz (nasolsa bir süre sonra kolesterol, kalp ve şeker haplarının gedikli müşterisi olacaksınız) ama "iyi besleneyim" mottosundaysanız, hayvansal proteinden mümkünse uzak durun. Yiyecekseniz de az ama öz yiyin (işlenmiş ürünlerden bahsetmiyorum bile (salamsosisjambonsucuk : koşarak uzaklaşın)). Haftada bir eliçi kadar dana madalyon kimseyi öldürmez, baharda bir porsiyon kuzu kokoreç sizi şeker hastası yapmaz ama her öğünde hayvansal protein, sağlığımız için pek iyi değilmiş. 
   Sinemayı sevmeyebilir, adana kebaptan vazgeçmeyebilirsiniz ama bu belgeseli bir izleyin derim. Bakalım ne olacak ?

"Mahşer" Sansürsüz Tam Metin olarak hem de (tam 1216 sayfa).

   Şimdi ben bunu ilk okuyalı rahat bir 20 seneyi geçmiştir. O kadar etkilenmiştim ki sonra da bir kaç kez okuduğumu hatırlıyorum. Stu, herıld, nik, freni, ebigeyl ana, rendılfleg ve yardımcı karakterler de olmak üzere tüm kitaptaki karakterler, mekanlar o kadar iyi betimlenmişti ki etkilenmemek ve muhayyilede canlandırmamak imkansızdı. Fakir de distopya ve bilimkurgu manyağı mümtaz bir şahsiyet olarak, her okumada kafasında daha oturan bir canlandırma yaparak, kitabı tekrar tekrar okumuştu. 
   Kindıl denilen aygıta (aygıt !) alışabilmek için okumaya hallenilen; ilk romanlardan biri de geniş mahşer oldu. 
   Konu beylik. İnsanoğlu mutad üzre kendi kazdığı bok çukuruna batar, bir avuç insan kalakalır, iyiler ve kötüler saf tutar, mücadele edilir "son" yazar.
   Yıllar öncesinden (kitabın ilk basımı 1978) biyolojik bir tehlikeyi görüp, insanoğlunu uyarmak her yazarın harcı değil. Bayan King'in oğlu Stiivın o günlerde yazarlığının piklerine doğru koşaradım seğirtmekte. Bu günlerde olduğu gibi, yazdıklarını bitpazarında battaniyenin üstünde satmıyor (bkz.son kitabı), kendini tekrara düşmemiş. Haliyle ortaya çıkan iş de ortalamanın çok üstünde. 
   Kaptantrips'in (yapay virüsün), ilk sayfalardaki yayılma hikayesi; yaratıcı yazarlık derslerinde (varsa böyle bir ders) muhakkak okutulmalıdır mesela. Karakter tanımları ve olay örgüsü de ha keza. Neyse bırakalım "mahşer" güzellemelerini, dönelim sansürsüz tam baskıya.
   Kırpılmış halinin iki katından fazla olan roman, önceki gün pişirilmiş (haliyle helmelenmiş) bir pastırmalı kurufasulye yemek gibidir (benzetmeye gel hanım !). Kimi pek hoşlanır, kimi hazzetmez. Kendi açımdan, ilk versiyonundan daha iyi geldi bana. Karakterlere epeyce derinlikli analizler yapılıyor, kısaltma değil de sansüre uğrayan sayfalar pek ilgi uyandırıcı. Romanın çok kötü adamının bir isminin de "uzun adam" olması, talihsiz bir tevafuk gibi duruyor. Kingsever bibliyofil tayfasına 1216 sayfa hiç uzun gelmeyecek, sular seller gibi okuyacaklardır. Kalanlar ise (ilk sayfalar sararsa (ki genelde sarar)) yine sonun tecellisini görecektir.
   Yalnız ilk kitaptaki dinsel ögelerin bu kez daha fazla gözüme battığı ve galiz bir din propagandası yapıldığı bu kadar gözüme batmamıştı. Bu biir. Uzun Adam'ın Lasvegas'ta kurduğu düzenin alkoluyuşturucuorji ekseninde bir safahat alemi olduğunu hatırlıyordum, yanlış hatırlıyormuşum. Bildiğiniz akıllıuslukonservatif amerikan modeliymiş (tabiyki diktatoryanfaşist altmodeli). Bu ikii. Tespitler uzar, sıcaktan mecalim kalmadı. Velhasıl : sıcakta okuduklarınız hafızaya girmiyor ve hafızaya girmeden kolayca okunacak metinler peşindeyseniz, yakın durunuz.

"Bana Bir Tarzanlığı Bile Çok Gördüler" Neredeyse Yetmişinde Bir Naif.

   Piyasada yok. Nadir Kitap'ta da bulamadım. E-kitabını okumak zorunda kaldım. Yoksa isterdim kütüphanemde cismani halini, neyse.
   Kısa kısa yazılar. Hiçbiri Ferhan Bey'in kullandığı dil kalibresinde değil, öyle taklalar maklalar yok. Önsöz ve son sözleri okumak hüzünlendirici (ne vardı Oğuz Bey 68'inde gidecek). Ancak Aziz Nesin'in, dalgadubara çerçevesinde verdiği keskin ve isabetli sosyolojik ve psikolojik tespitlerin neredeyse aynısı var.
   Bay Aral, güzel ve yalnız memleketimde "mizah" denilen en güçlü silahın en önemli ismidir. 40 Milyonluk memlekette 500 bin tiraja ulaşmış bir hiciv dergisi çıkarıldıysa bunun müsebbibidir. Gençliğinde Anadolu'yu dolaşarak pandomim yapmış, boksörlüğe bulaşmış, bağlama çalan, iyi yemek yapan, kendini geçen bir çok usta yetiştiren (ki iyi mentorluğun olmazsa olmaz kuralıdır "ustanı geçecek ve seni geçecek öğrenciler yetiştireceksin !"), yaşadığı toplumu çok iyi çözümleyen ve çizgileri eskimeyecek bir insan. Nasıl Rus yazarların çoğu "gogol'un paltosundan" çıktıysa, memleketimin karikatüristleri de "Huysuz İhtiyar"ın tedrisinden geçmiştir (Gereksiz taramalardan kaçının !) Kimi öğrencileri despot yakıştırması yapar ama bektaşilerin dediği gibi "gelme, gelme. Bu bir demir leblebi", mizahta mecburi hizmet yok, istemeyen döner.
   Usta; kendiyle dalga geçmede de kirişi kıranlardan, özgüveni yerinde her insan gibi gerektiğinde tarzanlaşmayı ve bunu aktarmayı biliyor (bir Polat Alemdar değil yani). Ne ki gözümde Alaattin Çakıcı'dan (daha ağır kimse bilemediğimden onu yazdım) daha (çok daha) ağır abidir.
   Yazılarda ince ve keskin değil naif ve çocuksu bir mizah var. Sanırsınız Avni kaleme sarılmış. Yaradan bizi geç yaşlarda çocuksu bakışını muhafaza eden kullarından eylesin, amin (arakolpa : her devrin adamı).
   Bulabilirseniz okuyun, ben bir günde bitirdim. İleride yine okurum, öyle yani.

25 Temmuz 2016 Pazartesi

"A Perfect Day" Savaş İcat Eden Görmesin Cennet !

    Şimdi izledim. Arşivde de üç ayı aşkın yatıyordu. Kafayı dağıtmaya ihtiyaç var. Başladık, iki saate yakın süre hiç sıkılmadığım gibi, bir şekilde içine de girdim, bazı yerlerde ürktüm, bazı yerlerde güldüm. Dedim "keşke geçen haftasonu izleyeydim.".
   Balkanlarda bir yer. Makedonya - Bosna arası tahmin ediyorum. Su işlerinden sorumlu (kuyu olur, lağım olur) bir NGO. Günlük gaileler.
    Kast, ortalamanın hayli üstü Benisyodeltoro, Timrabins (yaşlanmak yakışmış), Olgakurilenko, Melaniteri ve elbette "Demir" Bey Fedyastukan. Hepsi de yevmiyeyi hakketmiş. Yönetmen Bay Aranoa'yı zaten "Güneşli Pazartesiler"den biliyoruz. Orada işçileri merceğe yatırmıştı, burada NGO'lar üzerinden ilerleyerek iç savaşı didikliyor. Patlamalar olmadan, kurşunlar saçılmadan, efektlerden medet umulmadan savaşın (hele de iç savaşın) ne menem bir şey olduğunu, ajitasyona kaçmadan derli toplu anlatıyor.
    Ekibin; terkedilmiş köyde Nikola'nın evinde yaptığı küçük tur (en ürktüğüm sahne (Yaradan bize öyle günler göstermesin diye dua ettim. O derece)). Kimsesiz bir evde duran azgın bir köpek (Tyson (yatıştırıcı dolu sosisleri yedikçe daha da azıyor)). Kurşun delikleriyle bezeli kırık dökük evler. Sırp ve Boşnak karı kocaların savaştan önce sorun olmaması (nedir : sonra ciddi sorun oluyor (tam o sahnedeki kırık ayna ve bölünmüş yüzler de sıkı metafordur ha)). Milislerden ayar yiyen Damir (mevzubahis kardeşi olunca Damir'in tüm karizma dip yaptı). Nikola'nın dedesinin bakışları. BM askerlerinin mantıkdışı, akıldışı, basiret ötesi mevzuata sıkı sıkı sarılmaları (tabiy ki sarılacaklar arakolpa, onlar asker). Niyetlenip başaramadıkları tek görevin sıkı bir yağmur ve çoban teyze (Jizıs gibi bir figür. Mayından kurtarır, kuyuyu boşaltır, sürüyü otlatır. Her türlü.) sayesinde çözüme kavuşması. Savaştan para çıkartmak isteyenler (gün yüzü göremeyesiceler). Çok iyi bir playlist (son şarkıyı MarlinDiitrih söylüyor misal). Özenli sekanslar, iyi oyunculuklar ve arkada yatan çok ciddi bir mesaj : Savaş Kötüdür (SAVAŞ KÖTÜDÜR).
   Bu günlerde izlemeye değer. Arşive attım, ara ara bakarım. Gerçek sinema izlemek isteyenlere de samimiyetle öneririm.

24 Temmuz 2016 Pazar

E-Kitap okumaya alışmak ve Kindle kullanıcılarına rehber.

 Her ne kadar önyargılarımı esnetmeye çalışsam da temelde tutucu bir insanım. Alışkanlıklarımdan zerre prim vermemeye çalışıyorum. Ama devir değişiyor ve azıcık azıcık taviz vermeye başlıyorum. Misal : kendimin yok ama işyerimin verdiği akıllı telefonu istemeye istemeye kullanıyorum. Kimi zaman çok faydasını gördüm ama fazla zamanımı alıyor. Zaman almasın diye feysbuuk hesabımı kapattım. İşten ayrılır ayrılmaz kendisinden kurtulacağım ama yine de kullanıyorum. 
   Yedi yaşında okuma kurdelesi aldığımdan beri hep okuyorum, hep ama. Bu süreçte daima kağıt okudum. Kitap, gazete, dergi, fanzin hep somuttu. Son yıllarda duyuyordum ki e-kitap diye bir şey çıkmış. Bir kaç kez bilgisayar ekranından ve akıllı telefon ekranından okuma hamlelerine giriştim. Yok, dedim olmuyor böyle. Kağıdı koklamam, sayfayı çevirmem, önünü arkasını didiklemem, kapağı temaşa etmem gerekiyor. Elbette ki en büyük etken : ekranda kitap okumaya çalışırken yorulan ve en fazla iki sayfa sonra pes eden gözler faktörüydü.
   Derken sınıf arkadaşım Erdem (kızımdan biraz büyük ama merakına ve bilgisine saygım sonsuz (okuyorsa da bin selam olsun !)); kindıl (Kindle yazılıyur) diye bir şey gösterdi. Sadece e-kitap okumaya yarayan bu makine, "elektronik mürekkep" kullandığından, bildiğimiz monitör tarzı bir şey değil. Gözleri yormuyor, şarjı (her gün okumama rağmen) bir aya kadar gidiyor (bence ikinci en önemli artısı bu), tek fonksiyonu okutmak (bayılırım tek fonksiyonlu araçlara (bu yüzden akıllı telefon sevmiyorum)). 
   Memleket dışında sıklıkla, memleketimde de nadiren birilerinin ellerinde gördüm ve arkadaşımın tavsiyesine de uyarak almaya karar verdim. 
   Bunun için önce resmi satış yapan yerleri araştırdım. Bunu Amazon satıyor. Çeşitli alternatifleri de var. Bir sürü forum falan okudum, karşılaştırma yaptım. Kindıl'da karar kıldım. Memlekette görece olarak pahalı. En son seyahatimde (Bkz.Prag gezisi) elektronik dükkanlarında şöyle bir araştırdım ve en son versiyonunun bir öncesini 60 Euroya aldım (naçizane önerim : elektronik alet alırken son versiyonun bir öncesini alın. Modaya değil fonksiyona para verirsiniz). Bunun yenileri Paperwhite adıyla sürülmüş piyasaya, en önemli farkı : karanlıkta okurken monitörün üstüne yerleştirilmiş led ışıklardan faydalanması. Ben beyaz ışık sevmem o yüzden hiç işim olmaz.
   Neyse aldık aleti. Küçücük bir kutu. İçinden eliçi bir tablet ve bir kablo çıkıyor. Üstünde sadece bir düğme, yanında minicik bir led. Hepsi bu. Açıyorsunuz, internete bağlanıyor ve hemen kendini kaydettiriyor. Amazon'da kayıtlı bir cihaz ve elektronik postanız oluyor. Normal olanını aldıysanız, aleti her kapattığınızda yeni çıkan kitaplar ve okuma önerileriyle dolu reklamlara maruz kalıyorsunuz. Birçoklarımız umursamaz ama reklamlara gıcığım. Hemen müşteri hizmetlerine "ben bir üçüncü dünya ülkesinde mukimim, reklam yaptığınız şeyleri alamıyorum. Kesin bu reklamları !" babında bir e-posta gönderiyorsunuz. 
   Ben Amerika'ya yazdım. Beni İngiltere'ye yönlendirdiler. Gayet ilgili bir kaç elemanla yazıştıktan sonra, reklamları kaldırdılar ve üst resimde gördüğünüz gibi okuma yazma temalı şık bir kapama ekranı geldi. Hem de her kapanışta farklı temalarda. Pek de iyi oldu.
   Neyse açtık aleti, kaydettirdik, içinde bulunan kullanma kılavuzunu da okuduk. Eee ne olacak şimdi ? Elbette kitap okuyacağız. Ama nasıl ?
   E-kitap almanın çeşitli yöntemleri var. Her ne kadar cihaz, PDF dosyaları da kolaylıkla algılıyor olsa da e-kitap, daha farklı ve güzel bir şey. Bunun için ekşisözlük'e girip meritokrasi diye arattırdığınızda; karşınıza çıkan talimatları izlediğinizde, kitap okumaya IQ'su yeten her insankişisi bu oluşumun arşivinde bulunan 4000 (dörtbin) küsur kitabı arşivine alabilir. Açık söylüyorum : arşivin en az %10'u şiddetle okumak istediğim eserler (bu eylemle : kindıl kendini çabucak ve kat be kat amorti etti). Arşivi cihaza aktarabilmek için Bittorentsync (dikkat ama ! eski bir versiyonunu) ve Calibre adlı programları kullanmak gerekiyor. İlki meritoktasi, ikincisi ise her türden e-kitabı cihazınıza tanıtabilmek için gerekli.
   Bunun yanısıra internette, "e-kitap nereden bulunur ?" diye yazdığınızda karşınıza çıkan yüzlerce sonuçtan birini deneyebilirsiniz. Ben denemedim. Eminim çalışıyorlardır.
   İnsanın 44 yıllık alışkanlığını değiştirmesi zor. Bunun için okuması en kolay, en helecanlı (evet helecan, heyecanın bir tık üstü) kitaplardan bir demeti attım aletin içine. Oğuz Aral, Stephen King, Charles Darwin ve Desiderius Erasmus (bu sıra ile). Huysuz İhtiyarın "Bana Bir Tarzanlığı Bile Çok Gördüler"i Olimpos'ta, King'in geniş versiyonlu "Mahşer"i yollarda, Darwin'in "İnsanın Türevi" akşamları (%80'i bitti), Erasmus'un "Deliliğe Övgü"sü ise sakin sabahlarda (ancak %20'deyim) okundu ve okunuyor. Ancak bir kere şarj ettim. Onu da bilgisayara takıyoruz, dört saat sonra tamam.
   Kaçıncı sayfaya geldiğimi göremiyorum. Ancak yüzde kaçını okuduğumu anlayabiliyorum. Buna hala alışamadım. Okumak için illa yakın gözlüğüm gerekmiyor, yazı fontunu ve boyutunu görselde görüldüğü şekilde ayarlayabiliyorsunuz.  Sayfayı çevirmek yerine ekrana dokunuyorsunuz ve ekran bir an karardıktan sonra (çok az ama) yeni sayfa zuhur ediyor. Fakir gibi paralel okuma yapan bir şahsiyetseniz seyahatlerde yanınızda oldukça cesamet tutan kitaplardan kurtulup küçücük bir tablet boyutundaki kindılı götürmek çok kolay.  Bu meyanda düz kitapları okumayı da bırakmadım tabiy ki. Maksat; mukayese yapabilmek. Hikmet Birand'ın "Alıç Ağacı ile Sohbetler"i el altında bir yerlerde. Okurken pek mutlu oluyorum. Her seferinde ayracı alıp sayfayı çevirmek, kitabın ağırlığını hissetmek çok güzel. Ama devirler değişiyor. Şurası muhakkak ki : artık yolculuklara çıkılırken 3 kg. kitap yerine 200 gr. kindıl alınacak. 
   Kılıf sorunsalı için ise Aliexpress'i kullandım. Memleketimdeki kindıl kılıfları hem pahalı hem kısıtlı. Kıydım 5 USD'na (gelmezse unuturum dedim) verdim siparişi. Aradan 20 günden fazla zaman geçince ümidi kestim. Aaa ! tam 26 gün sonra postacı geldi, kılıfı getirdi. Hem de ekran jelatini ve ekrana dokunma kalemi (böyle mi deniyor) hediyesiyle. Kılıf beklentilerimin üstünde çıktı. Pek memnunum. 
   Velhasıl : kitabın ağırlığını, kokusunu, geldiğiniz sayfayı hissedemiyorsunuz. Ayda bir kez de olsa şarj ediyorsunuz. Bunlar eksileri. 
   İstediğiniz kitabı çok daha ucuza (çoğunlukla bedavaya (burada bir girdi yapmak isterim : memleketim yazarlarının kitaplarını asla bedavaya almıyorum. Oğuz Aral'ın kitabının yeni baskısını bulamadım da aldım. Belirteyim)) okuyabiliyorsunuz. Taşıması pratik. Yabancı dildeki yayınları kolaylıkla okuyabiliyorsunuz (içine iki üç güvenilir sözlük yükledim. Bilmediğim kelime gelince; kelimenin üstüne biraz basıyorum : hop meali çıkıyor), gözü yormuyor, kağıt israfı yapmıyorsunuz, kitaplar birikince "nereye bağışlasam ? kime hediye etsem (en çok kim severek okur ?) ?" derdi yok, tozlanmıyor, küflenmiyor. 
   Böyle düşünüldüğünde; kâriye pek faydalı bir alettir. İkinci eli de (çatlağı patlağı yoksa) alınabilir. Onbeş kitaptan sonra kendini amorti eder. Durduğunuz kabahat. Haydi iyi okumalar !

Hayat Devam Ediyor.

   İlginç günler yaşıyoruz ("Dilerim ilginç günlerde yaşayasın" Çin bedduası). Geleceği düşünüp hindi gibi gurgurlanmanın kimseye faydası yok. Ne yapıyoruz ? Eskiden ne yapıyorsak onu...
   Arada üç kitap bitti, iki değişik film izledim, e-kitap okumaya alışmaya çalışıyorum, eee yazılacaklar birikti. Kaldığım yerden devam.

16 Temmuz 2016 Cumartesi

16 Temmuz 2016 "Kalkışma"da Yaşadıklarım.


   Ağ güncem kitaplar, filmler ve seyahat güzergahları yazılarından mürekkeptir. Suya sabuna dokunmadan yazıp duruyorum. Gar patlamasında bile yazmadım (tesadüfen kurtulduğumuz halde). Ama bu günü yazmasam olmaz.
   İşte siyaset dışı düz bir Ankara mukiminin gözünden dün geceden itibaren yaşananlar :
   Mebusevleri semtinde oturuyoruz. Ata'ma 400 metre uzaklıkta, hem merkezi hem sakin bir yer. 
   Rutin cuma akşamı : oturmuş çocuklarımızla okey çeviriyoruz. Saat 22.00'den itibaren jetler çok alçaktan uçuşa başladı. "Allah Allah !" dedik "30 Ağustos provalarına gece mi başladılar ?". Baktık duracağı yok, müziği kapatıp aptal kutusunu açtık. Aaa ! köprüleri iki kamyon ve bir iki manga asker ile kapatmışlar, trafik kilit. 
   Hiç aklıma askeri darbe falan gelmedi. Çünkü darbe dediğin cumartesi sabah saat üçte olur, hiç kimse ne olduğunu anlamaz. Sabah ekmek gazete almaya çıkarsın, cemseler askerler olur, "dışarı çıkmak yasak" derler, kırır dizini oturursun. Yok 12 Eylül'ü gayet net hatırlıyorum o açıdan.
   Neyse bizim okey partisi yarım kaldı (gençlere yeniliyorduk iyi oldu). Önce haberleri sonra pencereyi takibe başladık. Pencere daha günceldi çünkü. Jetler ara verdiğinde helikopter sesleri geliyordu. Bir iki saat böyle geçti, sonra patlamalar başladı. Emniyet Müdürlüğü tarafından iki patlama evin perdelerini şöyle bir savurdu, kulakta basınç etkisi hissedildi, pencereler sarsıldı. Ara ara seri atış sesleri geliyordu, helikopterler 20 mm.likleri ateşliyordu galiba. Kaç patlama olduğunu sayamayacağım ama yüreğimizi bir hayli kaldırdı. Ortalama 20 dakikada bir patlama ve ardarda gelen silah sesleri. Bu arada TRT bir saattir yayınladığı hava durumuna ara verip darbe bildirisi okudu. O spiker kızcağızın tedirginliği, gözlerindeki kamera yanına bakışlar (belli ki kameranın yanında birileri var), ellerinin titremesi, alelacele yapılmış makyajı, soluk benzi; çok içime dokundu. Silah ve patlama seslerini duyunca bu girişimin başarısız olacağını şıppadanak anladım. Ardından Başbakan tüm kanallarda röportaj vermeye başlayınca bu görüşüm daha da kesinleşti. Darbe böyle olmazdı. Ev ahalisinin takip ettiği televizyondaki bazı görüntüleri izledim. Tüm yayınları izlemiyordum çünkü kimse durumu bilmediğinden, korkunç bir bilgi kirliliği vardı. Sadece somut görüntüler ve detaylar. Tüylerimi diken diken eden bir kaç görüntüden (meclis bombalanıyordu) sonra kendimi malt viskiye verip, uyku tanrısına kavuşmayı diledim. 
   Derken camilerde sela verilmeye başladı. Seladan sonra birşeyler söylüyorlardı ama anlayamıyorduk. Bu; her yarım saatte bir tekrarlandı.
   İnsan garip mahluk. Bir süre geçtikten sonra patlamalara bile alışabiliyor. Gece üç sularında uyumaya karar verdik. Bizimle beraber yatma yaşını 20 yıl geçmiş olan kızıcığımızı da misafir ederek yatağımıza uyandık. Kızlar uyumaya hallendi, okuma gözlüklerimi takıp bitiremediğim mizah dergilerimi hatmetmeye koyuldum. Bir yandan kulağım jet dalışlarında. Ses pik yaptığında arkasını dinliyorum, patlama yoksa sorun yok, patlama uzaksa da sorun yok. Bir yirmi dakika sonra gecenin en sert patlaması (ikili kombo halinde) üzerimize tozları dökünce yataktan apar topar fırlayarak üzerimizi değiştirmeden yanımıza sadece cüzdan ve telefonlarımızı aldık ve aracımıza atladığımız gibi Kardeşimin, merkeze uzak ve göreceli olarak daha güvenli olan evine yola koyulduk. 
   Yollar bomboştu. Ne asker, ne polis, ne cemse, ne de TOMA vardı. Oysa zihnimde kalabalıkla çatışan askerler, TOMA'larla vuruşan tank görüntüleri vardı. Tandoğan meydanında Kırım Mitingi bile yapıldığında yüzlercesi zuhur eden polisler neredeydi ? Bilmiyorum. Bildiğim buradan taaa Çakırlar Çiftliğine kadar sokakların bomboş olduğuydu. Bir tek Beştepe'deki (bazıların kaçaksaray dediği) yerleşkenin (ışıkları sönmüştü) girişlerinde parketmiş sivil araçlar dikkatimi çekti. 
   Kardeşlerimiz zaten uyumamışlardı. Balkondan (Ankara'ya kuşbakışı) şehrin üzerine dalış yapan jetlere baka baka üzüldük. Heryerde olduğu gibi burada da yarım saatte bir sela ve anons otomatiğe bağlamıştı. Gün ağarınca sızmışız. İki saat sonra uyandığımızda jetler ve helikopterler yoktu. Öğlene doğru selalar da bitti. Yine çiftlik bulvarından eve döndük, yollar sakindi. Sevdiceğim evimizdeki isi tozu temizlemeye girişti (işte bunlar hep ruh yatıştırması). Ben de bunları yazıyorum.

   Zihnimde sorular :

   Darbe kime karşı yapılır ? 
   İktidara.

   Bu harekette iktidara karşı ne yapıldı ? Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar, Muhalefet liderleri, müsteşarlar, belediye başkanları evlerinden alındı mı ? 
   Hayır.

   Nereleri fiziksel olarak saldırıya uğradı ?
   Meclis, Genelkurmay Başkanlığı, Emniyet Genel Md.lüğü, Polis yerleşkeleri, MİT (bildiklerim bunlar).Hep düşünüyorum, iktidarın simgesi Beştepe yerleşkesi uçakların helikopterlerin göremediği bir yer midir ? Meclisi yıkabilen bombalar orayı her nedense pas geçtiler. Bu durumda darbecilerin iktidara değil, demokrasiye karşı oldukları sonucuna varabiliriz.

   Her patlamadan sonra şakkadanak kesilen internette herhangi bir kesinti oldu mu ? 
   Yoğunluktan kaynaklanan yavaşlamaları saymazsak hayır.
   
   Darbeden önce fragman çıktı mı ?
   Jetleri uçurup, köprüyü kapatarak "biz darbe yapıyoruz" şeklinde bir fragman izledik.

   Camilerin işlevi nedir ?
   Müslümanların ibadet ihtiyacını karşılamak.

   Muktedirler sokakta toplanıp slogan atan kalabalıkları ne olarak nitelendirir ?
   Çapulcu.

   Devletin görevi nedir ?
   Vatandaşını korumak.

   Devletin kaç polisi var ?

   Türk ordusunun mevcudu kaç ?
   
   Kalkışmadan tutuklanan ve gözaltına alınan asker sayısı.
   Şu ana kadar üçbine yakın, ama üçbini geçmedi.

   Darbecilerin, ordu ve polis mevcuduna oranı nedir ?
   1 darbeciye karşı 225 darbeci olmayan ordu mensubu, 1 darbeciye karşı 90 polis memuru var.

   Türk ordusunun Başkomutanı kimdir ?

   Emniyet Genel Müdürlüğü kime bağlıdır ?
   Başbakan.

   Kentlerde iç güvenlikten sorumlu birim nedir ?

   Resmi açıklamalarda "bu akşam darbeye yönelik hareketler olabilir, dikkatli olun !" uyarısı yapılırken, akşam ezanı öncesinde okunan seladan sonra ne denilmektedir.
   "Vatandaşlarımız Kızılay Meydanını boş bırakmasınlar, sokakları doldurun." (bunun bağlantısı yok çünkü şu anda duyuyorum)

   Ya idrak yollarım tıkandı, yahut bu işte bir terslik var. 

   Üçbine yakın askerin ve yine üçbine yakın yargı mensubunun gözaltına alınması, görevden alınması için yeterli süre nedir ?
   Dün 22.00'dan itibaren sayarsak 16 saatte mümkün olabilmiştir.

   El Cezire'de darbede ölenlerin sayısı 265 olarak verilirken, ulusal kanallarda niye 161 kişi olarak gösterilmektedir.
   Bilmiyorum.

   Bu nasıl bir darbedir ?
   Planlamasını kızım yapsa daha iyisini yapabileceği türden bir gulguledir. Darbecilerin başında koca koca kurmayların, paşaların olduğu düşünüldüğünde; güzide ordumuzun durumunun içler acısı olduğu anlaşılmaktadır. 

   Her kim her neye kalkışıyorsa, darbe mazur görülebilir mi ?
   Kesinlikle hayır. Hele kentler bombalanıyorsa (misal : meclisle aramdaki mesafe 2.3 km. pilot ateşleme düğmesine yarım saniye geç bassa, evim başıma yıkılabilir), sivillerin üzerine ateş açılıyorsa; zinhar hayır.

   Cinayet soruşturmalarında dedektifler önce kimden şüphelenirler ?
   Olaydan en çok fayda sağlayandan. (Occam'ın Usturası)

   Bu darbe girişimi kimin işine yaramıştır.
   Bekleyip göreceğiz.

   Bu sorular uzar gider, o kadar çoklar ki ? Ama arakolpa tembel. Kazlarla ilgili güzel bir belgesel var, kaçırmamam gerek. Böyle gereksiz sorular fincancı katırlarını ürkütür. Bir de güzide milletimiz artık sorularla değil, cevaplarla tatmin oluyor. En iyisi keseyim ben. Haydi eyvallah !

12 Temmuz 2016 Salı

"The Perfect Host" Film Noir.

   Ne zamandır kara film izlememiştim. İyi geldi.
   Canteylır soygun sonrası kaçışta, bir eve denk gelir, olaylar gelişir.
   Biraz bozuntu (spoylerle işim olmaz) vereyim : hiç kimse ölmüyor, hiç kimse iyi değil. 
   İlk onbeş dakikada şekillenmeye başlayan karakterler, sonrasında ciddi bir değişim (ama ne değişim : Gregorsamsa) geçiriyor, sonlara doğru yine yeni bir değişim izleyiciyi iyice ters köşeye yatırıyor. 
   Bütçe küçük, oyunculuklar iyi (deyvidhaydpiyırs sen nasıl bir sosyopat zuhurusun öyle, o nasıl bir yürüyüştür !), senaryo sonlara doğru biraz cozutsa da idare eder. Velhasıl, yorucu bir iş gününden sonra kafa boşaltmak ve birazcık gülümsemek için önerilir.

10 Temmuz 2016 Pazar

Prag'a Gidecek Olanlara Öneriler.

   Ben insanlık vazifemi yapayım da, ilk aktarmam gereken şeyi yazıvereyim. 
   Merkeze vardınız. Prag'ın mecburiyet caddesi Vaclav Caddesine gidiyorsunuz. Yokuşun başında, ulusal müzenin önündeki atlı heykele arkanızı dönüyorsunuz, sağdaki ilk sokağa sapıyorsunuz (Yves Rocher mağazasının olduğu sokak) bir elli metre gittikten sonra Manni Mini Marketin yanındaki döviz bürosuna gidiyor, bir "Selamün Aleyküm" çakıyorsunuz. Cezayirli Arap Kardeşlerime döviz kurunu soruyorsunuz. Hesap makinesinde göstertiyorsunuz. Sonra elinizdeki paranın istediğiniz kadarını Çek Korunasına çeviriyorusunuz. Prag'a gitmeden o kadar da okudum, yine döviz bozdururken kazıklandım. Ben ettim, siz etmeyin.
   Prag'a ilk vardığınızdan itibaren döviz bürolarının çokluğu dikkatinizi çekecektir. Hepsi turist kapanı. Aldanmayın. İkili, üçlü tablolar. Aşağıda karınca duası gibi yazılmış komisyon oranları falan. Bir kere paranızı verdiniz mi, geri dönüşte yok. Aman diyim.
   Şimdi başlayalım.
BERLİN-PRAG TREN YOLCULUĞU
   Yolculuk Haziran 2016'da yapıldı, bilgilerin bu tarih esas alınarak değerlendirilmesi iyi olur.
   Berlin'den Prag'a muhtelif trenler var. Şu bağlantıdan istediğiniz saati ve günü seçip biletinizi alıyorsunuz. 30-40 Euro arası biletler 2.sınıf. Berlin Hafbanhof bilgi bürolarından 5 euro verip koltuk rezervasyonu yaptırmanızı öneririm. Zira kompartımanlar dolu oluyor ve pencere kenarları Hamburg'dan itibaren kapılıyor. Biletinizi gösterip paşa paşa en güzel koltuğa oturun ve 4.buçuk saatlik yolculuğun tadını çıkarın. Bir nehrin kenarından ve ormanlıklar içinden yapılan bir yolculuk bu. Dresden'den geçiyorsunuz. Ülke geçişlerinde cep telefonlarınız size çeşitli bilgilendirme mesajları gönderecek ve kondüktörler değişecek. Bileti aldığınız kredi kartı ve bileti (koltuk rezervasyonları değil) yanınızda bulundurun, hepsi hem Almanya hem Çek Cumhuriyetinde ayrı ayrı kontrol edilecek. Bu meyanda hem Alman hem Çek biraları degüstasyonu yapıldığından, morfeusun kollarına kendinizi bırakmanız da olası (bkz.fakir)
GENEL OLARAK PRAG
  • Prag (yani turistik Prag) yürüyerek kolayca ulaşılacak bir kent. Dolayısıyla kaldığınız yerin merkezde olması işinizi çok kolaylaştıracaktır.
  • Gittiğimizde 1 euroyu 26.9 korunaya çevirdiler, yani bir TL 8.5 koruna gibi birşey. Gördüğünüz fiyatları 8.5'a böleceksiniz.
  • Prag, diğer Avrupa şehirleriyle karşılaştırıldığında, (her ne kadar turistik bölgelerin hemen hepsinin turist tuzağı olsa da) ucuz bir şehir.
  • Güzel bir toplu taşıma sistemleri var. Şehrin içinde hem metro, hem otobüs, hem de (bazıları pek eski model ama asla bakımsız değil) tramvaylar vızır vızır çalışıyor. Günlük bilet (ki şiddetle öneririm) 120 koruna (14.5 TL.) 22 numaralı tramvayın rotası gayet iyi.
  • Metro istasyonları oldukça derinde, bakımlı ve emniyetli.

  • Tüm turistik atraksiyonlar eski şehir meydanı ve astronomik saatin oralarda yoğunlaşmış, elbette ki Charles Bridge ve kale de pek turistik. Bu yerler birbirine oldukça yakın. 
  • Eski şehir meydanındaki büyük heykel Jan Hus diye bir din adamının adına dikilmiş. Reform hareketinde Martin Luther'e ilham vermiş bu önemli figürü biraz incelemenizi salık veririm. 
  • Meydanda segway ve benzeri iki tekerlekli ulaşım araçları pek popüler. Yalnız kalabalıkta düşmelere rastladım. Pek yaklaşmadım.
  • Önerim : saat başına doğru astronomik saatin oralarda olun, saat çalınca birtakım görsel hareketler var. Diğer turistler gibi hayran hayran seyredin. 10.00-11.00 civarında orada olursanız şemsiyeli birtakım insanlar göreceksiniz. Onlar ücretsiz yürüyüş turu rehberleri. Onlara takılırsanız (ve elbette ki biraz anlayacak kadar ingilizceniz varsa) üç dört saatlik bir turla eski şehirin içini gezmeniz mümkün. Fakir kaybolmayı sevdiğinden kafasına göre takıldı.

  • Astronomik saatten ara sokaklarda kaybola kaybola Charles Bridge'e gidiyorsunuz. Yolda turistik dükkanlar gani. Bunlar arasında 10 euroya thai masajı yapan dükkanlar oldukça ilgi çekici.
  • Vardınız Karl Köprüsüne. Üstünde yerel sanatçıların satış yerleri ve heykeller var. İnceleyin ama fiyatlar (hepsi tasarım olduğundan) biraz yüksek. Bütçenize göre küçük birşeyler alabilirsiniz. Tasarımlar bana fazla ilginç gelmediğinden anı biriktirmeyi yeğledim. Köprünün üstündeki en havalı heykellerin birinin yanından (mümkünse Vitus Katedralini görecek şekilde) bir fotografinizi çektirdikten sonra karşı yakaya varacaksınız. 
  • Buradan kaleye çıkış : biraz zorlu bir yokuş. Sıcakta iseniz yürümeyin ara sokaklarda gezinin. Yol üstü bir kafeye oturun söyleyin biranızı (bira sudan ucuz (mecazen değil sahiden)) gelen geçeni temaşa edin. Sağda solda sokak sanatçılarının yaptığı gösterileri izleyin. Havada duran figürlerin hepsinin temelinde sağlam metal çubuklar var. "Nasıl oluyor da bu adam havada duruyor ?" demeyin, temeli krom onların. 
  • Prag'da ulaşım oldukça kolay. Her metro istasyonunun girişindeki otomatlar veya büfelerden bilet almanız mümkün. İki saatlik bilet 24 koruna, 24 saatliği 110 koruna. Ben kontrole denk gelmedim ama hiç riske girip Türk insanını rezil etmeye değmez. 110 korunalık bilet (14.5 TL.) tüm gün gezin gezebildiğiniz kadar. Metro, tranvay ve otobüslerde geçen bu bileti ilk bindiğiniz vesaitteki makinelere sokup (portakal renkli ok tarafından makinedeki deliğe sokuyorsunuz, makine bilete tarih ve saat yazıyor) aktif hale geçirdikten sonra sokun cüzdanınıza rahat rahat gezin.


  • 24 yahut 22 numaralı tramvay sizi biraz evvel yokuş yüzünden çıkamadığınız Prag kal'asının üst kapısına götürür. Kale dedikse bildiğiniz kale değil. Adamlar ilk yapıldığı tarihten beri (yüzlerce yıldır) eklenti üstüne eklenti yapınca kale kalelikten çıkıp mahalle gibi bir şeye dönüşmüş. Merkezinde Sen Vitus katedrali var. Kaleyi gezmek için isterseniz 125 korunalık bir bilet alabilirsiniz. Bununla katedralin çok iç kısmı ve kalenin içindeki bazı sokakları görebiliyorsunuz. Ben almadım, yine de çok gezdim bilet alsaydım iki misli yorulurdum. 
  • Katedral güzel, taş işçiliği ve içindeki vitrayları etkileyici. Etrafını şöyle bir tavaf edin, içeri girin vitraylara hayran hayran bakın. Şöyle bir dolaşın ve tura devam edin. Kalabalığa takıldığınızda sarı pipili çocuk heykelinin olduğu meydana geleceksiniz. Ondan sonra çıkış var. Çıkıştaki balkonlardan şehrin görüntüsü etkileyici. Oradan rahvan rahvan aşağıya doğru inebilirsiniz. İnişte dikkatinizi bağlar (evet bağ. bildiğiniz üzüm bağı) çekebilir. Bunların yanında güzel teraslarda kafeler var. Yine bira degüstasyonu yapmak zamanıdır. Hem yorgunluğunuzu alır, hem manzaranın keyfini çıkarırsınız. Fiyatlar ehven.

  • İnişte yine Karl köprüsüne geldiniz, karşıya geçip diğer köprülerin olduğu tarafa doğru yürüyebilirsiniz. Bu yürüyüşü muhakkak yapın. Gündüz de, gece de. Hepsinin tadı ayrı. Yürümekten yorulduğunuzda karşınıza çıkan ilk tramvay, otobüs ya da metroya atlayın ve kaybolun. Ben hep yapıyorum. Çok zevkli.
  • Turistik atraksiyonlar (eski meydan, astronomik saat, karl köprüsü ve kale) bitti. Şimdi ne yapacaksınız ? Bunlar şehrin görülmezse olmazları. Asıl zevkli kısım şimdi başlıyor. Her gezgin kendi meşrebine uygun keşifler yapabilir. Düşünsenize tamamen yabancı bir kültürde kaybolabilirsiniz.
  • Bu minvalde sakın ola ki şehrin her yerinde gördüğünüz müzelere dalmayın. Fazla Kafka düşkünü değilseniz Kafka müzesini pas geçin mesela. Özellikle yazdım bunu çünkü: şehirde en özgün müze Kafka Müzesi. Diğerleri ise bildiğiniz turist tuzağı. En az iki adet seks müzesi gördüm (birinde aşk müzesi yazıyordu), bira müzesi, işkence aletleri müzesi, çizgiroman ? müzesi bile var. Aldanma ey halkım !
  • Havelska caddesini (astronomik saate pek yakın, kime sorarsanız gösterir) es geçmeyin ve tüm turistik alışverişlerinizi buradan yapın. Sokakta dizilmiş sıra sıra tezgahlardaki hediyelik ıvır zıvır tüm dükkanlardan daha ucuzdu. Magnetler, biblolar, hediyelikler gani. Ayrıca sokağın başında yeme içme bölümü de var. Burada filtre edilmemiş yerel biralar, geyik ve (meşrebiniz elverirse) domuz sosisleri var. Oldukça başarılılar.
  • Çek kardeşlerim : döviz bozdurmadığınızda, alışveriş yapmadığınızda gayet kibar, uygar ve medeni insanlar. Çok uyumlu giyiniyor ve çok okuyorlar. Birçok Evropa başkentlerinde bulundum, bu kadar çok kitapçıyı ilk kez görüyorum. Vaclav caddesinden aşağı inerken sağ tarafta kocaman bir pasajları bile var. Hele birinin vitrininde Orhan Pamuk'un (her ne kadar hazzetmesem de) "Benim Adım Kırmızı"sının çek versiyonunu gördüm (üstelik de yüksek fiyatlıydı) pek bir göğsüm kabardı. 
  • Karl köprüsünün bitişiğindeki köprünün hemen köşesinde Kavarna Slavia denilen pek eski bir pastane var. Kafka ve Nazım buranın müdavimleriymiş (diğer pek ünlü müdavimlerin yanısıra). Şöyle günbatımına yakın girin içeri ve köprü manzaralı bir masa ayarlayın kendinize, yoksa başka bir yere oturup oraların boşalmasını bekleyip oralara oturun. Atmosfer etkileyici, manzara güzel, mamuller aman aman şeyler değil ama dekorasyon ve lokasyon (amma "on"lu betimleme oldu bu !) için buna değer. Akşam beşten sonra fraklı bir amca da gelip piyano çalıyor. Garsona rica edin Nazım'ın fotoğrafını göstersin. Bir hatıra fotosu alın. Gün de battıysa çıkın dışarı vurun kendinizi nehir kıyısına.
Garsona çemkirdim "Bu ne küçük fotoğraf,
büyüğünü koyun bunun"diye. Giden olursa bir zahmet
kontrol etsin.
Kavarna Slaviadan Prag Görünümü












  • Karl köprüsü arkanızda kaldığında, Kavarna Slavia yakasından ileriye yürüdüğünüzde danseden binaları göreceksiniz. Trafik ışıklarının orada durup bakın, ilginç bir mimari. Gehri yapmış boru mu ?
  • Yazının başında bir Vaclav caddesinden bahsetmiştim. O yokuşun başında bir Narodni Müzesi var. Adamakıllı tek müze. Biz gittiğimizde Nuh'un Gemisi sergisi vardı. İçi doldurulmuş hayvanlar gemi konseptinin içinde sergileniyor. Çocuğunuz yoksa önermem. İkinci katta ise Jiri Sozansky'nin bir sergisi var. Odaklandığı konular : Rus işgalinde kendini yakan vatansever Jan Palash ve unutma. çocuğunuz varsa önermem. Hülasa pas geçilebilir bir destinasyon.
  • Şehirde gezerken sadece önünüze değil, yukarıya da bakmayı ihmal etmeyin, içinden Yaroşlavhaşek ve Aslan Asker Şvayk'ı (ki en sevdiğim edebi figürlerdendir (baskıdan mizah çıkarmanın eşsiz bir örneğidir)) çıkaran muzip perspektif; göz ufkunun yukarısına da ilginç heykeller yerleştirmiş. Gördükçe gülesim geldi.
Şemsiyeli adama dikkat !
Nedense aklıma seyrek bıyıklı
asabi şahsiyet geldi !
  • Bilemiyebilirsiniz (misal ben bilmiyordum) şehirde ciddi bir caz kültürü var. Avrupa'nın en eski üç caz kulübü Prag'da. Gençtürk'lerin önerisiyle (sağolsunlar, varolsunlar ve okuyorlarsa bin selam !) Reduta'ya gittik. (Narodni cd.20 numara) 40 TL.civarında bir duhuliye var. Küçük bir kulüp. Gittiğimizde swing yapan Avusturyalı bir grup vardı (Marina&The Kats). Avrupa disiplininde sıkı swing yapıyorlardı. Yerler numaralı, içmeye özendirme yok, turistler olduğu kadar Çek cazseverler de vardı. Müziğe ilginiz varsa, hararetle öneririm.
  • Sinemalar, caz kulüpleri, klasik müzik konserleri var. Sinemalarda dikkatimi çeken şey : Amerikan filmleri yok. Çek ve olsa olsa Avrupa sineması gösterimde. Kitapçılarda hep yerel ve dünya edebiyatı. Kültürel emperyalizme dimdik duruyorlar. İmrendim valla.
  • Gelelim yeme içme önerilerine : Çek mutfağı öyle iddialı bir mutfak değil. Ördek, domuz dizi gibi spesyaller turistik yerlerde çok. Ama genelde dünya mutfağı sunuluyor. Uzakdoğu mutfağı ucuz ama tehlikeli. İtalyan restoranları pek vasat. Turistik Çek mutfağını ise hiç denemedim. 
  • Kino Svetozor pasajında (vaclav caddesinin yanındaki vodickova caddesinin başında) bir yerel pastane var. Önü hep kuyruk, hep çekoslavakyalılar (siz onlardanlaştıramadıklarımızdan mısınız ?). Hep bu tür yerleri kovalarım ya. Girdik baktık, güzel pastalar ve kahve var. Belki deneyebilirsiniz. Pasajın sonunda güzel bir parka çıkış var.
  • Vakti kısıtlı gezgine önereceğim yer ise bu ülkeye özgü bir hızlı yemek zinciri "Bageterie Boulevard". Pek çok yerde görebileceğiniz bu Çek Mekdanıldsı, bildiğimiz hazır yemeklerden ziyade bizim ekmekarası diye bildiğimiz porsiyonları yapıyor. Üstelik iyi de yapıyorlar. Baget ekmeğin içine istediğiniz şeyi doldurup kıtır kıtır servise sunuyorlar. Benim favorim rozbifli (sığır) ve demirhindili idi. Fiyatlar makul, mamüller lezzetli. 
  • Yollarda yürüyüp, yorulunca dinlenin, binalara bakın, en olmadık köşelerde değişik heykellere, taş işçiliklerine rastlayacaksınız. İnsanları izleyin, birçoğunun akıllı telefonlar olmadan nasıl hayatta kaldıklarına şaşırın. Bunun yerine eski model kitaplar okuyorlar, e-kitap okuyanlar da az değil hani. İnsanların kıyafet seçimlerine, metroya otobüslere iniş binişlerine, alışveriş yapışlarına bir göz atın. Eminim alacağımız dersler olacaktır.







TEREZIN
  • Bünye kurtlu olduğu için olduğu yerde durmuyor tabi. Karlovivari gibi turistik yerlerden ziyade insanın insana ettiklerini hatırlamak için, faşizmi tanıyabilmek için, kutuplaşmayı, ötekileştirmeyi idrak edebilmek için tuttuk yakınlardaki bir toplama kampına gittik.
  • Buraya günlük turlar düzenleniyor onlara katılabilirsiniz (kazıklanmak garanti). Bunun yerine gugıl beye sorup nasıl gidiliyor diye sorduk. Karşımıza teferruatlı tarifler çıktı, birini denedik, çalıştı. Metroyla bir otobüs istasyonuna gittik, önerilen otobüse bindik, Terezin'de indik.
  • Kombine bilet 215 koruna. Bununla hem toplama kampını hem de kasabadaki ilgili müzeleri gezebiliyorsunuz.
  • Önce toplama kampı. Hristiyan ve musevi mezarlığı var, yattıkları yer belli olmasa da bir taş koymuşlar. Girişteki küçük dükkanda Türkçe broşür var. Terezin Küçük Hisar yazıyor üstünde 15 koruna (2 TL.) kıyın paranıza alın. Hem okursunuz, hem hatıra olur. 
  • İçerisi bildiğiniz hapishaneye benzemekle birlikte koğuşlarda 650 kişinin kaldığını (ki koğuşlar en fazla 50 kişiliğe benziyordu), toplu mezarlar olduğunu, 6000 kişinin burada öldüğünü, sadece musevilerin değil, rejim muhaliflerinin, çingenelerin, eşcinsellerin, akıl hastalarının da burada öğütüldüğünü anlayınca hafiften sıkıntı basıyor.
  • Mahkumların idama götürülürken gittiği 500 metrelik klostrofobik tünel ise resmen kasavet basıyor. Aman diyim, kapalı yerlere alerjisi olanlar uzak dursun.
  • Terezin, toplama kampları arasında en kibar ve güzel olanı. Savaş mahkemeleri gözcülerine "bakın biz savaş esirlerini ne güzel yerlerde misafir ediyoruz" demek için vitrin gibi bir yer. Buna karşın sanki duvarların dili var ve konuşuyorlar. Yemin ederim (sakin bir gündü de, yalnız sayılırdık yani) hafakanlar bastı. Toplu mezarlar, darağacı, idam alanı; pek şenlikli bir yer değil yani.
  • Burası iki üç saatinizi alır. Sonra çıkın dışarı derin bir nefes alın ve kasabaya doğru yola koyulun. Çıkıştan önceki kampın müzesinin bahçesindeki bir iki güzel heykele dikkat, keşiş, şiddet temalı olanlar oldukça etkileyici.
  • Şehre doğru güzel bir rota, ara sıra nehrin kıyısından gidip manzaranın etkisiyle son üç saatin etkisinden kurtulmaya başlıyorsunuz. Derken şehre giriyorsunuz. 

  • Meydanın etrafında şimdi müze olan sinagog var. İçerisini çabucak turluyorsunuz. Karınca duası gibi yazılmış listeler, duvarlar boyunca uzanıyor. O isimlerin her biri bir insan. Çocukların resimleri var, yürek burucu.

  • Sinagogun arkasında küçük huzurlu bir park var. Ortada ilginç bir heykel. Ölümün aslında başka bir yere sıçrama olduğunu simgeliyormuş, garipti, güzeldi, ortadaki küçük havuz (Davud yıldızı), boş banklar, bakımlı güller, su sebili; ne biliyim güzeldi.
  • Keşke Srebrenitsa için de (üstelik çok yeni o) böyle bir yer yapılabilse. 
  • Bünyemiz daha fazlasını kaldıramadığından başka yerleri (krematoryum gibi) pas geçtik. Meydandan kalkan otobüse bindik ve uygarlığa, günümüze geri döndük.
  • Terezin'i görmenizi önermem ama görmemek olmaz. (bu çok anlamlı bir oksimorondur (üzerinde dikkatli rikkatli düşünmek gerektir))
   İşte sevgili gezgin ! On günlük Prag gezisinden aklımda kalanlar bu kadar. Unuttuklarım çok ama hatırladıklarımı aktarmaya çalıştım. Benden size tavsiye, birşeylere yetişmeye çalışmayın, acele etmeyin, gezmeye geldiniz, koşturmaya değil. Burada yazılanların da hepsini görmeniz gerekmiyor, yolunuzun üstündeyse kullanın değilse unutun. Bu kadar tirat yeter, umarım yazılanlar işinize yarar.