30 Mart 2016 Çarşamba

"Minare Gölgesi" Geleceğin Kült Romanı.


   Mahalle Romanı
   Engin Ergönültaş'ı taa Gırgır'ın Zalim Şevki ve Salak Osman'ından beri takip ediyorum. Gözönünde olmayı sevmez. Fazlaca fotoğrafı yoktur (aşağıdakini bile zor buldum). Uykusuz'da yazmaya başlayınca "Du bakalım kalemi nasılmış ?" dedim kendi kendime. 
   Bu küçük yazılar, dergiyi almamın ana etkenlerinden oldu. Neredeyse serbest çağrışım yöntemiyle kaleme alınan metinler, hiç bir yerde görmediğim bir üslupla (yazıyla hemhal olmayan sığ okura çok garip gelecektir) çok doğru yerlere basarak, kusursuz sesleri çıkaran satırlar. Tasvirler abartısız ve gerçekçi. Dediler "romanı çıkmış". Ödev okumalarım yoğun, edebiyata yer kalmıyor. Ama aldım hemen, gözönünde duruyor. Başlayamadım. Biliyorum başlarsam bırakamam. 
   Öyle de oldu. Baktım : uzun okumam lazım, sindire sindire okumam lazım, mecburi okumalarımı yapmam lazım telkinleri beyhudeymiş. İki günde bitti. Dayanamadım. Hani çok susamışken, eski yazlık sinemalarda satılır buz gibi (satıcı açacağı şişelere çarpar) "Fruko" gazoz bulmuş gibi oldum.
   Başrolde Zengüle Hacı Mahallesi. 
   Haliç sırtlarında bir sur içi mahalleciği. Fakir de oraya yakın bir mahallede çocukluk yaşadığından (Çarşamba, Beyceğiz Fırın sokak, Draman, Çukurbostan, okul kaçışlarında Balat) tasvirler (başkasına nasıl gelir bilmem) okur okumaz gözümde (boş arsaya atılmış çöplerin kokusuna kadar) canlanıverdi. 
   Mahallede kış, ortalıkta kar. Bu kadar mı güzel anlatılır. Nedir : kar tasvirini sadece Bay Fyodor iyi yapmıyor (Bence Engin Abi, Mihayloviç Bey'i suriçinde katlar) 
   Okurken  yalnızca mekanlar değil, mukimler de ete kemiğe büründüler. Sultan Abla gençliğinde bizim iki üst katımızda oturuyordu mesela. O zamanlar annesiyle birlikte yaşıyorlar. Sultan Abla sadece kulübe çıkıyor, evlere asla gitmez (diye bilirdik). Karşı komşusu Başkomser (biliyorum başkomiserin nasıl yazıldığını (romanda "ayakkaplarını" sözcüğüne denk gelince kalemim başkomsere gitti (gizli öykünme !))), çocuklarının biri İTÜ'de diğeri Yıldız'da okuyor. Biri sağcı, öbürü solcu (Başkomserin dilemması !).
   Mahmuraanımlar, Nuriyanımlar, bilgesinden müzevirine bütün teyzeleri tanıyorum. Alt katımızda Lamiaanımteyzenin yirmiyi aşkın kedisi, mutfaktaki "Vezüv" gazsobasının üstündeki lazımlığı (lamiaanım teyze deliydi), kandillerde bize gönderdiği sütlacın doğrudan çöpe boylanışı üzerine duyduğum "yerdim ben onu" hissi.
   Karşı komşumuz Saniyaanım Teyzemizin "mori çucuk, terlemişsın" diyerek sırtıma mendil (o zaman cepte kumaş mendil !) koymaları (nur içinde yatsın). Madam teyzenin (vardı öyle de bir teyzemiz) yıkılan evinin yerine dikilen inşaattan mozaik araklamalarımız (mozaik yeni o zaman (şimdi çoktan bitti ya neyse) miskette para yerine geçiyor). Ne biliyim ! yazarım böyle uzun uzun ya, sıkmayalım kâriyi. Yeminle kimi tasvirler o kadar ilk çocukluğuma götürdü ki beni, alakasız yerlerde ağladım okurken. 
   Roman eleştirisi yapacak kadar okumuş yazmış değilim. Bazı kitaplar beni benden daha fazla alıyor. Bunu bilirim. Minare Gölgesi de öyle. Tasvirler uzun diyenler olabilir. Olsun. Herşey insan üzerinde dönmüyor bu metinde. Sokakların dili var.
   Abdülkadir, Atilla, Meryem, Sultan Abla, Sabit, Ümmiyanım, Mahmureanım, Kont. Sırasıyla Mardinli soğukçu, çocuklar, genelev işçisi, işsiz, teyzeler, mahallenin köpeği ve bilumum yazamadığım karakterler. Hepsi de : mahalle ne denli ayrıntılı tasvir edilmişse o denli muğlak betimlenmiş. Karakterlerin seciyelerini, zarflarını çoğunlukla diyaloglardan çıkarıyoruz. Ancak o konuşmalar, karakterleri betimlemenin pik noktasını oluşturuyor. O hasbıhallerden öyle incelikler çıkarılabilir ki : sayfalarca betimlesen öyle tamamlayamazsın karakteri. Misal : Sultan Abla'nın votka pazarlığı yaptığı büfeciyi, gözaltı torbalarına tütün kokusuna varıncaya kadar kanlı canlı gözümün önüne getirebiliyorum.
   Engin Abi fülfürüşlü bir dil kullanmış. Aynı cümlede "feraset" de geçiyor "süreç" de. Benim pek hoşuma giti. Bir de o yarıda kalmış gibi betimleme cümleleri.
   Bölüm araları (ki sistematik olmayıp, sonraki bölümdeki can alıcı kelimeleri içerir) gayet şükela. Öyle minareye saklanan çocuk hikayesi gibi tek eksenli bir konu yok, canlı ölüler var misal. Pedofili var. Örtük cinayet var. Ama Timbörtın filmi değil, sanki Haneke'ye daha yakın. 
   Uzadıkça uzatabilirim. Ama yazmasam olmaz, Abdülkadir'in "aydınlanmadan kelli" verdiği bir öğüt cigerimi (ciğer değil) deldi. 
   Yokluğuna katlanamadığı bir sevdiğini kaybeden ve bu acıyla nasıl başa çıkacağını soran birine, Abdülkadir "- Sen takvim yaprağı koparacaksın." diye öğütler. Adam sorar "- Nasıl yani takvim alıp bütün yapraklarını hemen mi kopartacağım ?". "Hayır" der Abdülkadir "Her gün bir yaprak koparacaksın." İşte bu, çok deldi cigerimi.
   Bir de rastgele bir tasvir alıntılayım (umarım Engin Abi gönül koymaz). Mahalleye kar yağıyor :
   "Sabaha karşı nasıl bir uysal rüzgar çıktı ise, her bir kar tanesini alıp, bir diğerininkine hiç benzemez bir güzergah ile aheste aheste uçurup gökyüzünden yavaşça indiriyor, tam yere değecekken ani bir kavisle tekrar havalandırıyor. Bu sefer havada bambaşka helezonlar çizdirerek diğer kar taneleriyle iç içe sokup, ahenkle döndürüyordu. Her nasıl yapıyor ise, hiçbirini bir diğeriyle çarpıştırmadan, her birini ayrı ayrı yollardan döndüre döndüre taşıyıp, kendi bildiği bir yere, bir daha, bir dala, bir bacaya, bir pencereye, uyuyan bir bebeği yatağına bırakır gibi, usulca konduruyordu."
   Ne zaman Beyceğiz Fırın Sokak'a gitmek istesem alıp okurum. Mekana değil, zamana da götürür. Hayatınızın bir döneminde sur içinde yaşadıysanız okumak mecburi. Yok sadece edebiyat meraklısıysanız ihtiyari. Ama siz her halûkarda okuyun. Bana iyi geldi, umarım size de iyi gelir.

26 Mart 2016 Cumartesi

"Batman v Superman: Adaletin Şafağı" Beklediğime Değmedi.

   Şimdi Bay Zeksnaydır'ı "Watchmen"den hatırlıyorum ya, karşılaştırdığım film o. Yoksa "Man of Steel"in fazla bir müptelası değilim. 
   Başrolde de hem Süpermen hem de Betmen olunca, haliyle ilgi de ister istemez yükseliyor. Bu minvalde; ilk gece gittik izledik.
   Bir kere film uzun (152 dk.). İzle izle bitmiyor, bir de üç boyutlu, ilk yarım saatten sonra başağrısı yapıyor. 
   Gelelim konu ile ilgili somut değerlendirmelere. Bay Snayder'in üslubu belli. İlginç bir atmosfer betimlemesi var. Burada da kendini gösteriyor. Karanlık, müphem bir atmosfer. Karakterler de karanlık. 
   İlk yarı, senaryo olarak pek çok çelişkiyi ve soruyu getiriyor, pek de bir gelişme göremiyoruz. İkinci yarı ise bildiğiniz aksiyon sahneleriyle tipik süper kahraman filmi. Herkeşler diyor Beneflekt iyi Betmen olmuş falan diye. Bence hiçalakasıyok. Gerek çevresel faktörleri (uçağı, betmobili falan) gerek oyunculuğu, gerek replikleri ("hımm, takımı toplamak gerek" "-Neden ?", "-hmm, öyle hissediyorum (gişe lazım gişe)"), gerek oyunculuğu ve gerekse de Alfred ( Ceremiayrıns'ı harcamışlar ya ona yanarım) ve gerekse de Süpermen'le karşılaşmaya hazırlanırken yaptığı Rakivari idmanlar (var böyle bir idman parasızlıktan kamyon tekerlekleri kaldırıp çekmek filan) ve gerekse de Süpermen'le karşılaşırken kuşandığı mekanize zırh (adam yürüyen leopar tankı gibi (çoitici !)) manallah ! gerekselerde pik yapmışım kestim ben. Diyeceğim Betmen hem şekil hem mantık olarak olmamış. Niye Süpermen'e gıcık kapıyorsun ? İşinde gücünde dünyayı kurtarıyor adam !
   Henrikavil Süpermen olarak fena değil ama bizim kuşağın süpermeni Kristofırriiv (toprağı bol olsun) ile karşılaştırılamaz tabiy ki. Yalnız Süpermen'in karakter geçişleri ciddi ciddi Metropolis ahalisinin eblehliğini gösterir zaviyede. Gözlüğü takıyorsun "Ouv Klark nerelerdeydin ?", gözlüğü çıkarıyorsun "Kurtar bizi Süpermen !" 
   Esas kötü Luutırlex ise, Cesiayzenberg'in çizgi üstü oyunculuğuna rağmen oturamamış. Bir de bütün süper kahramanlar, kötüyü bir anda harcayabileceklerken nedense hep imtina ediyorlar (gişe kaygısı azizim). Vandırvuumın'ın altı boş, Holihantır yaşlanmış, Dayanleyn süpermenin annesi 60 yaşında garsonluk yapar mı dedirtiyor izleyiciye. Marka yerleştirmeler o kadar kötü yapılmış ki, Cem Yılmaz bile daha iyisini yapıyor. 
   Hülasa : Marvıl'ın gişe başarısına göz diken disii komiksin işi zor. O takımın filmleri de senaryo mantık hataları ile dolu ama izlerken kafa boşaltıyor. DC Comics'çiler işe (belki de farklılık yaratmak adına) farklı bir damardan girelim demişler ama ben söyliyim o damar yanlış damar. 
   İzlemeye hallenenlere son öneri : sinemada izlemenize değmez. Bir saatten sonra üç boyut başağrısı yapıyor, renklerde de bariz kararma oluyor. Bekleyin malum ortamlara düşsün evinizde rahat rahat izlersiniz.

24 Mart 2016 Perşembe

"Üniversitelerde Altmış Yıl" Bilimsel Biyografi.

 
   Bahattin Baysal, üniversitelerimizde altmış (60) yıl kadar hoca olarak çalışmış. Epistemik cemaatin popüler isimleri ile çeşitli rabıtaları olmuş. Kimi iyi, kimi kötü. 
   Kendine göre bir hayat ve iş disiplini var. Bu uzun (uzuuun) sürede pek çok sürece tanıklık etmiş. Üniversiteler kurulmuş, bölümler kapanmış, ihanetler, çekişmeler, ahde vefalar, ikilikler yaşanmış, darbeler, muhtıralar olmuş, ve altmış yıl gelmiş geçmiş !
   Bay Baysal, yaşadıklarını kitap haline getirmiş. Oktay Sinanoğlu, Cahit Arf, Erdal İnönü, Kemal Kurdaş, Turhan Feyzioğlu (bütün bu isimlerin Prof. titri vardır haa) ve daha pek çok isimle (bu saydıklarım bilimsel olanlar, bir de politik olanları var. Onlar ayrı bir fasıla) çeşitli (iyi/kötü) olaylar görmüş, geçirmiş. Hepsi hakkında tafsilat gani.
   Kurumlar hakkında da yaşadıkları var kitapta. ODTÜ, İTÜ, TÜBİTAK, MAM gibi bilim tarihimizde önemli yer tutan kurumların, kuruluş aşamasından kriz dönemlerine bir çok önemli olayı okumak mümkün.
   Her konuda ihtisaslaşmış kişilerde gözlemlediğim bir olgu var. Bu olgu, ihtisas ne kadar farklı olursa olsun değişmiyor. Üç yıldızlı bir şefte de, dalında önemli bir bilim insanında da, üslubunu mükemmelleştirmiş bir solistte de, en tepelerdeki bürokratta da, eserleri hep ödül alan bir ressamda da (örnekler bu kadar çünkü bu örneklerin hepsi hayat dağarcığımda var) hep aynı emare : ego yükselmesi ve dalındakileri çekememe.
   Misal : idolleştirdiğiniz bir balıkçı var (bu tercih meşrebe göre sanatçı, akademisyen, işadamı olabilir, herkes olabilir). Süper balıklar tutuyor. "karagözler, dülgerler" Ama abinin bir çevresi var. Girmek kolay değil. Vakit ve emek harcıyor çevreye duhül ediyorsunuz. Ama o da ne ! Bu çevre hiç de gözünüzde canlandırdığınız gibi değil. Süper balıkçı abinin çevresinde ayak oyunları, bizans oyunları, ali cengiz oyunları var. Şakşakçılar, yancılar, entrikacılardan geçilmiyor. Süperabi de bir alem. Taşların yerini söylemiyor bir türlü, ekibi dolaştırıyor dolaştırıyor mırmır, sarpa, ısparoz yakalıyor. Tek başına çıktığında diziyor oltaya lüferleri, karagözleri. 
   Yaa işte böyle.
   Bu örneğin akademik çevrede olanını gözünüzde canlandırın ve kitabı bir kez de bu bakış açısıyla okuyun. Eminim çok dersler alacaksınız.
   Ama ODTÜ, İTÜ, TÜBİTAK gibi kurumlarla rabıtanız varsa, ülkenin ilginç bir altmış yılını akademik bakış açısıyla yorumlamak istiyorsanız, yine bulun okuyun. Bilginiz artar, fikriniz gelişir.


13 Mart 2016 Pazar

"The Gift" Al Birini Vur Öbürüne.

   İzleyiciyi, tenis maçı izleyicisi konumuna düşüren filmdir. Bir oraya, bir buraya.
   Saymın ve Robin şehre gelir. Saymın'ın şükela bir pozisyonu vardır (müstakbel orta düzey yöneticilik işi, dolgun maaş zarfı, altta Mersedes, süpersonik bir ev, Robin de "Allah sevdiğine bağışlasın" tarzı büyük gözlü, ince belli bir hatundur). Bunlar yeni eve eşya bakarlerken Saymın'ın lise arkadaşı Gordon'a rastlarlar. Olaylar gelişir.
   Avustralya'nın sinemaya hediyesi Bay Coyilecırtın ilk yönetmenlik denemesinde güzel bir iş çıkarmış.
   Filmin ortalarına kadar "hımm, tipik holivut tarzı gerilim" şeklinde ahkam kesen sinefiller, ilerleyen bölümde "haa öyle değilmiş" derken sonlara doğru "nasıyanee" şeklinde kalakalıyorlardır.
   Bay Ecırtın, senaryosunu yazıp, güzelce de oyunculuğunu gösterdiği filmde : karakter nasıl işlenir, altyapı ortada oturtulursa izleyiciye neler olur, kaygan zeminde oyunculuk nasıl yapılır gibi soruların cevaplarını şıppadanak veriyor. 
   Öyle pahalı bir yapım da değil. Kırılan bir cam, altı tane ölü japon balığı, oyuncuların yevmiyeleri, sıfır özel efektle izleyiciyi ters köşelere yatırarak sonuna kadar gerilimi ayakta tutmayı başarıyor. Üstelik film bittikten sonra üzerinde düşünebiliyorsunuz da. "Bir daha cici çocuklara bel bağlamak için acele etmeyeceğim" tarzı iç kararlar alıyorsunuz.
    İki saate yakın filmimiz (108 dk.), çoluk çocukla izlenmez, çünkü sıkılırlar. Yoksa; şiddet, kan, uyuşturucu, seks yok. Ama ciddi bir entrika, yalan, hıyanet, geçmişin günahları, gizli bir gerilim var. Siz bilirsiniz.
    Bence izleyin, pişman olmazsınız.

11 Mart 2016 Cuma

"Bir Bilim Adamının Romanı" Bir taşla iki kuş.

Bir kişi düşünün.
Çocukluğu; ailesinin ölümü kandırmak amacıyla kız çocuğu kılığında geçsin,
Dört yaşında damdan düşüp, tüm hayatını etkileyecek sağlık sorunlarıyla uğraşsın,
Kurtuluş Savaşında doğduğu yeri, düşman işgalinden kaçmak üzere alelacele terketsin,
Tüm okullarını birincilikle bitirip çok genç yaşta profesör olsun,
Her mecliste sözü dinlensin,
Otomobil kullanmayı, soba kurmayı bilemesin,
Süleyman Demirel gibi reisicumhur olacak öğrencileri olsun,
O yıllarda yazdığı ders kitabı bugünlerde dahi başvuru kitabı olsun (üstelik teknik de bir eser)
Piramidin hem altından hem üstünden sevilsin,
Bakan olmamak için atmadığı taklalar kalmasın (nassı yaane !),
Bilimin kurumsallaşıp, yaygınlaşması için elinden geleni ardına koymasın,
Her daim geçim sıkıntısı çeksin,
Yahya Kemal'i de, Oğuz Atay'ı da, Cahit Arf'ı da (bu kim diyenler bir zahmet 10 TL'nın ardına bakıversin) tanısın,
Naaşını imam bulunamadığından oğlu yıkasın (işte burası çok dokundu bana).
   İşte bu insan : Mustafa İnan.
   Roman gibi bir hayat, şiir gibi bir roman.
   Erdal Bey istemiş (fakir için Erdal Bey deyince akla bir kişi gelir). Hocanın hayatını roman yapmaya karar vermişler. Bayan Atay'ın sevgili oğlu Oğuz da bihakkın yaptığı işin üstesinden gelmiş.
   Veriler kallavi, kalem güçlü. Ortaya çıkan sonuç hem Oğuz Atay'ın güzel sosyolojik kritiklerini, hem de Hocanın kısacık ama bir kaç ömre sığacak etkinliklerini bir güzel anlatıyor. 
   Memleket hallerine, o güzel atlara binip giden o iyi insanlara merakınız varsa okuyunuz, okutturunuz.

2 Mart 2016 Çarşamba

"Bir Bellboy'un Hafıza Defteri" Yazar yeni, üslup feci halde tanıdık.

   Uykusuz'da Vedat Özdemiroğlu'nun yazısında farketmeseydim, es geçecektim. Baktım, arka kapağı da Ferhan Bey yazmış. Kayıtsız kalamadım, aldım okudum. 
   Pattadanak başlıyor "Daha çocuğum. Neyin ne olduğundan haberim yok." diye, fasılasız ikazsız ayrımsız coşa coşa ilerliyor. "Ferhangi Dili ve Edebiyatı"nda okuduğunu itiraf eden Münferit'in hayatındaki bazı bölümleri, ineçıka, düşekalka, yalpalaya hoppalaya okuyoruz. Konu yok. Hayattan bölümler var. Münferit, hayatının bir bölümünde belboylamış (bu fiili Bay Şensoy'dan apartmış bulunmaktayım) ve bunu kaleme almıştır. 
   Mazrufsuz bir zarf. Ama ne zarf. Ferhan Bey'in külliyatını bitirip, "yenisi ne zaman çıkar acep"çi tayfanın (var böyle bir tayfa) dişinin kovuğunu iştigal eder bir zarf. Bayan Gültekin'in sevgili oğlu Efe, Ferhan Bey'in üslubunu, eski bir eldiveni giyercesine kendine yakıştırmış ve dilimize taklalar attırmış.
   Mazrufsuz demeyelim kitaba, başımız ağrır. Memleketimden pek müstesna insan manzaraları, otelciliğin kendine has jargonu ve çalışma şartları, ismi zikredilmemekle birlikte kolaycacık aydığımız ünlülerin "kişiye özel" halleri, sivisotelin personel politikası gibi konuları; yazarımızın gözünden ve şenlikli dilinden inceliyoruz.
   Kusuru var. Çabucak bitiyor. Yazar kusuruma bakmasın, tuvaletteki çamaşır makinesinin üzerine koydum. Üç günde bitti, sadece o mekanda okunarak. Bu demek değildir ki, bir yolculukta tekrar okunmayacak. Ama şöyle söyleyeyim : Ankara-Bolu arasında biter. Yahut Beylikdüzü-Göztepe arasında hakkında etüt bile yazılır. 
   Kafa boşaltmak için her türlü okunur ama. Türkçeyle işi olmayan yeni nesile, bu dilin nelere kâdir olduğunu göstermek için bile okutulur.

1 Mart 2016 Salı

"Mezbaha 5" Gerçekle Karışık Kurgu yahut tam tersi.

 
   Bu adamı seviyorum. Gülüşü hınzır, hayata bakışı dalgacı, kitapları seller sular gibi akıyor.
   Bilipilgrim, Dresden'in bombalandığı esnada şehirde savaş esiridir. Olaylar gelişir.
   Biliyoruz ki, Bay Vonnegut bu kitapta yazılanları kurgulamamıştır.Arka kapakta yazdığı üzre "Unutmayın; hepsi yaşandı bunların. Aşağı yukarı. En azından savaş kısımları gerçek.".
   Kurt Bey, Dresden bombardımanında "5 Numaralı Mezbaha"nın üç kat alt bodrumunda kaldığından, bu katliamdan kurtulan çok az insandan biridir. Hayat kendisini çeşitli yerlere savurmuş ve ona en yakışan yazarlık köşesinde takılıp kalmıştır. Mesleği süresince bu metni defalarca yazmış, defalarca yırtmıştır. 
   Kitabı bitirdiğinizde (en azından savaş kısımlarını) bir insan kişisinin bunu nasıl yazacağını, nasıl yazamayacağını anlar gibi oluyorsunuz. Düşünün : savaş bitmek üzere, esirsiniz, hayatınızda gördüğünüz en güzel kentte (en güzel kıvrımları olan kentte) şımşıkırdak bir mapusluk çekiyorsunuz, kentin ürettikleri : klarnet, sigara, ilaç gibi savaşa doğrudan katkı olan ürünler olmadığından bombalanma riski yok (zannediliyor), savaş sanki buraya teğet geçmiş, hava saldırısı talimleri bile teatro gibi yapılıyor (Toto Karaca'ya selam olsun). İşte bu durumda yapılan hava saldırısı, şehri ay yüzeyi gibi yapıyor. Kahramanımız da hasbelkader kurtulup, sonrasına şahitlik yapıyor. Şaka değil 135 bin (YÜZOTUZBEŞBİN) kişi (çoğunluğu sivil) ölüyor (Hiroşima ve Nagazaki'nin toplamından fazla). Nereden bakarsan, (en azından) posttravmatik stres bozukluğu yaşar insan. Bay Vonnegut da yaşamış olmalı ki, kitabını gayet dalgacı bir şekilde yazmak zorunda kalmış. Ciddi yazsa insan kafayı yer çünkü. 
   Kahramanımız Bilipilgrim, Dresden sonrası bir zaman gezgini olarak yaşamayı tercih eder. Kah Dresden'dedir, kah Tralfamadorya (hayali bir gezegen)'da, bazen hayatının sonunda, kimi zaman başındadır. 
   Akil okur, bunun zavallı Bili'nin, Dresden travmasının sonraki hayatında yarattığı bir kaçış olduğunu şıpınişi anlar. Gerçekle başa çıkabilmek için, Bili Tralfamadorya'yı yaratır, uzaylıların "insanat bahçesinde" mecburen bir film yıldızıyla çiftleşmek zorunda kalır, öleceği anı görür, uzaylıların ilginç (düşünmeye değer) zaman kavramını öğrenir. Ve kitap zınk diye biter. 
   Bay Vonnegut'un bu en önemli yapıtının böyle küçük hacimli olması yanıltmasın okuru, küçük ama yoğun. Dalgacı uslübun altında yatan inanılmaz hüzün ve acı, digemkâr okuru taa cigerinden (ciğerinden değil) vurur. Yaşadığı topluma yönelttiği sipsivri kirpi tikenlerini (dikenleri değil) kendi toplumumuza uyarlarız. Savaş şakşakçılarını sinkafla anarız. Kitap bittiğinde ise Yaşar Kemal Ustanın (ustabaşı) sözünü bir kez daha zikrederiz "Savaş icat eden, görmesin cennet !". 
   Okumak mecburi, kütüphanenizde bulunmasında ise fayda var. Çeviriyi kanatlandıran Algan Sezgintüredi'ye alkışlarımızı yollamayı da ihmal etmeyelim. Ruhu olan bir metin kazandırmış dilimize.