30 Mart 2016 Çarşamba

"Minare Gölgesi" Geleceğin Kült Romanı.


   Mahalle Romanı
   Engin Ergönültaş'ı taa Gırgır'ın Zalim Şevki ve Salak Osman'ından beri takip ediyorum. Gözönünde olmayı sevmez. Fazlaca fotoğrafı yoktur (aşağıdakini bile zor buldum). Uykusuz'da yazmaya başlayınca "Du bakalım kalemi nasılmış ?" dedim kendi kendime. 
   Bu küçük yazılar, dergiyi almamın ana etkenlerinden oldu. Neredeyse serbest çağrışım yöntemiyle kaleme alınan metinler, hiç bir yerde görmediğim bir üslupla (yazıyla hemhal olmayan sığ okura çok garip gelecektir) çok doğru yerlere basarak, kusursuz sesleri çıkaran satırlar. Tasvirler abartısız ve gerçekçi. Dediler "romanı çıkmış". Ödev okumalarım yoğun, edebiyata yer kalmıyor. Ama aldım hemen, gözönünde duruyor. Başlayamadım. Biliyorum başlarsam bırakamam. 
   Öyle de oldu. Baktım : uzun okumam lazım, sindire sindire okumam lazım, mecburi okumalarımı yapmam lazım telkinleri beyhudeymiş. İki günde bitti. Dayanamadım. Hani çok susamışken, eski yazlık sinemalarda satılır buz gibi (satıcı açacağı şişelere çarpar) "Fruko" gazoz bulmuş gibi oldum.
   Başrolde Zengüle Hacı Mahallesi. 
   Haliç sırtlarında bir sur içi mahalleciği. Fakir de oraya yakın bir mahallede çocukluk yaşadığından (Çarşamba, Beyceğiz Fırın sokak, Draman, Çukurbostan, okul kaçışlarında Balat) tasvirler (başkasına nasıl gelir bilmem) okur okumaz gözümde (boş arsaya atılmış çöplerin kokusuna kadar) canlanıverdi. 
   Mahallede kış, ortalıkta kar. Bu kadar mı güzel anlatılır. Nedir : kar tasvirini sadece Bay Fyodor iyi yapmıyor (Bence Engin Abi, Mihayloviç Bey'i suriçinde katlar) 
   Okurken  yalnızca mekanlar değil, mukimler de ete kemiğe büründüler. Sultan Abla gençliğinde bizim iki üst katımızda oturuyordu mesela. O zamanlar annesiyle birlikte yaşıyorlar. Sultan Abla sadece kulübe çıkıyor, evlere asla gitmez (diye bilirdik). Karşı komşusu Başkomser (biliyorum başkomiserin nasıl yazıldığını (romanda "ayakkaplarını" sözcüğüne denk gelince kalemim başkomsere gitti (gizli öykünme !))), çocuklarının biri İTÜ'de diğeri Yıldız'da okuyor. Biri sağcı, öbürü solcu (Başkomserin dilemması !).
   Mahmuraanımlar, Nuriyanımlar, bilgesinden müzevirine bütün teyzeleri tanıyorum. Alt katımızda Lamiaanımteyzenin yirmiyi aşkın kedisi, mutfaktaki "Vezüv" gazsobasının üstündeki lazımlığı (lamiaanım teyze deliydi), kandillerde bize gönderdiği sütlacın doğrudan çöpe boylanışı üzerine duyduğum "yerdim ben onu" hissi.
   Karşı komşumuz Saniyaanım Teyzemizin "mori çucuk, terlemişsın" diyerek sırtıma mendil (o zaman cepte kumaş mendil !) koymaları (nur içinde yatsın). Madam teyzenin (vardı öyle de bir teyzemiz) yıkılan evinin yerine dikilen inşaattan mozaik araklamalarımız (mozaik yeni o zaman (şimdi çoktan bitti ya neyse) miskette para yerine geçiyor). Ne biliyim ! yazarım böyle uzun uzun ya, sıkmayalım kâriyi. Yeminle kimi tasvirler o kadar ilk çocukluğuma götürdü ki beni, alakasız yerlerde ağladım okurken. 
   Roman eleştirisi yapacak kadar okumuş yazmış değilim. Bazı kitaplar beni benden daha fazla alıyor. Bunu bilirim. Minare Gölgesi de öyle. Tasvirler uzun diyenler olabilir. Olsun. Herşey insan üzerinde dönmüyor bu metinde. Sokakların dili var.
   Abdülkadir, Atilla, Meryem, Sultan Abla, Sabit, Ümmiyanım, Mahmureanım, Kont. Sırasıyla Mardinli soğukçu, çocuklar, genelev işçisi, işsiz, teyzeler, mahallenin köpeği ve bilumum yazamadığım karakterler. Hepsi de : mahalle ne denli ayrıntılı tasvir edilmişse o denli muğlak betimlenmiş. Karakterlerin seciyelerini, zarflarını çoğunlukla diyaloglardan çıkarıyoruz. Ancak o konuşmalar, karakterleri betimlemenin pik noktasını oluşturuyor. O hasbıhallerden öyle incelikler çıkarılabilir ki : sayfalarca betimlesen öyle tamamlayamazsın karakteri. Misal : Sultan Abla'nın votka pazarlığı yaptığı büfeciyi, gözaltı torbalarına tütün kokusuna varıncaya kadar kanlı canlı gözümün önüne getirebiliyorum.
   Engin Abi fülfürüşlü bir dil kullanmış. Aynı cümlede "feraset" de geçiyor "süreç" de. Benim pek hoşuma giti. Bir de o yarıda kalmış gibi betimleme cümleleri.
   Bölüm araları (ki sistematik olmayıp, sonraki bölümdeki can alıcı kelimeleri içerir) gayet şükela. Öyle minareye saklanan çocuk hikayesi gibi tek eksenli bir konu yok, canlı ölüler var misal. Pedofili var. Örtük cinayet var. Ama Timbörtın filmi değil, sanki Haneke'ye daha yakın. 
   Uzadıkça uzatabilirim. Ama yazmasam olmaz, Abdülkadir'in "aydınlanmadan kelli" verdiği bir öğüt cigerimi (ciğer değil) deldi. 
   Yokluğuna katlanamadığı bir sevdiğini kaybeden ve bu acıyla nasıl başa çıkacağını soran birine, Abdülkadir "- Sen takvim yaprağı koparacaksın." diye öğütler. Adam sorar "- Nasıl yani takvim alıp bütün yapraklarını hemen mi kopartacağım ?". "Hayır" der Abdülkadir "Her gün bir yaprak koparacaksın." İşte bu, çok deldi cigerimi.
   Bir de rastgele bir tasvir alıntılayım (umarım Engin Abi gönül koymaz). Mahalleye kar yağıyor :
   "Sabaha karşı nasıl bir uysal rüzgar çıktı ise, her bir kar tanesini alıp, bir diğerininkine hiç benzemez bir güzergah ile aheste aheste uçurup gökyüzünden yavaşça indiriyor, tam yere değecekken ani bir kavisle tekrar havalandırıyor. Bu sefer havada bambaşka helezonlar çizdirerek diğer kar taneleriyle iç içe sokup, ahenkle döndürüyordu. Her nasıl yapıyor ise, hiçbirini bir diğeriyle çarpıştırmadan, her birini ayrı ayrı yollardan döndüre döndüre taşıyıp, kendi bildiği bir yere, bir daha, bir dala, bir bacaya, bir pencereye, uyuyan bir bebeği yatağına bırakır gibi, usulca konduruyordu."
   Ne zaman Beyceğiz Fırın Sokak'a gitmek istesem alıp okurum. Mekana değil, zamana da götürür. Hayatınızın bir döneminde sur içinde yaşadıysanız okumak mecburi. Yok sadece edebiyat meraklısıysanız ihtiyari. Ama siz her halûkarda okuyun. Bana iyi geldi, umarım size de iyi gelir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder