11 Ağustos 2014 Pazartesi

Kısa Kısa Film tanıtımları...

    Eskisi kadar sıklıkla olmamakla birlikte filmleri izliyor, izliyor ama şuraya iki satır çiziktirmekten imtina ediyorum. İçimdeki suçluluk duygusunu biraz olsun bastırmak ve arşive almadığım ama hakkında hatırlanmaya değer bulduğum kısacık notları yazayım bari burda.
   Sıralamamız ise tamamen ticariden ticari olmayana doğru yapılmıştır.

CAPTAIN AMERICA : THE WINTER SOLDIER
Bildiğiniz holivut tarzı aksiyon. İki saatten de fazla sürüyor ama her nasılsa sıkılmıyor insan. Aksiyon sahneleri güzel. Verilen mesaj da fena sayılmaz. Aklımda sadece "insanları güvenliklerini sağlamak için, özgürlüklerini feda noktasına getirdik." diye bir replik kalmış. Dikkat buyurunuz ! holivut bile bu jargonu kullanıyorsa aykuu seviyesi  düşük vasataltıhamburgerbazlıbeslenen sinefil dahi bu mesajı almaya hazır hale gelmiştir. O halde size bize daha fazla iş düşüyor.

DAWN OF THE PLANET OF THE APES
Temcit pilavı gibi ısıtılmış ısıtılmış ve tekrar ısıtılmış serinin son serisi iyi bir başlangıç yapmıştı. Maymunlar ormanda kaybolduklarında ortaya çıkan salgın, serinin ikinci bölümünün nasıl olacağı hakkında bir ipucu veriyordu. İkinci bölüm, birinciye rahmet okutuyor. Mantık gibi kısıtlayıcı bir olgudan tamamen azade olan senaryo, birazcık aksiyon sosuyla kendini izlettirmeyi amaçlıyor. Abrahamlinkılna benzeyen Sezar, seyrek bıyıklı asabi bir şahsiyetin hacıyatmaza benzeyen eşine benzeyen Sezarın karısı ve dâhi tüm maymun taifesi pek gerçekçi yaratılmış. Ve fakat izlediklerimizin CGI olduğunu düşünürsek yarı animasyon izlemiş gibi oluyoruz. Gaddar sıcaklarda, klimalı salonlarda serinleyeyim bari düşünen sinefili serinletirken (senaryoya fazla takmamak kaydıyla) eğlendirebilecek filmdir.

SABOTAGE
Eski Kaliforniya Valisi'nin politikayı bıraktıktan sonra (afişine de baktıktan sonra) pek b.ktan olduğunu tahmin ederek başına oturduğum ama beni pek ters köşeye yatıran filmdir. (belki çıta düşük olunca tüm filmlere olan budur.) Polisiye bir ihanet öyküsü, karakterler iyi işlenmiş, aksiyon pek göze batmadan iyi şekilde verilmiş, senaryo ve kurguda bir sorun yok. Arnıld her zamanki gibi rol yapıyor (yapamıyur). Ama afişe bakıp aldanmayın, eli yüzü düzgün bir polisiyedir.

DIVERGENT
Açlık Oyunları vesaire kuntastik edebiyatın gençlere iyi hitap edip "bu işte ekmek var" diyen yapımcıların yeni bombası olduğunu tahmin ettiğim filmdir. Ancak efekt kullanmayıp sadece distopik bir gelecek inşa eden yönetmenler fakiri şaşırtmıştır. Başrollerde (ağladığında elmacık kemiklerinde gamzeler oluşturabilen) adını sanını duymadığım, dikkat etmezse ilerde balıketi ötesine geçecek bir kızcağız ve devamlı klark çeken yeteneksiz bir delikanlı var. Eşlicad'a yazık olmuş. Hayal edilen dünya ve görüşler insana ilk anda cazip gelse de devamı için çekilen gençlik filmlerinden biri daha sevgili sinefiller. Çok boş vaktiniz varsa.

JODOROWSKY'S DUNE
Alehandroyodorovski diye Şili'li bir yönetmen var. Überkuntastik bir şahsiyet. Hepi topu dokuz tane film çekmiş. Ama ne filmler. Benim gibi sinemaya meraklı bir şahsiyete bile fazla gelen peliküller. Ne vahşi metaforlar, ne ilginç sekanslar, anlatmakla olmaz, izlemek gerek. İşte bu renkli abimiz taa 70'li yılların başında Frenkhörbırt'ın Dune serisini filme çekmeye karar veriyor. Belgesel bu süreci inceliyor. 
   Yodorovksi her şeyin en lüküsünü arıyor. İmparator'u Salvadordali (misal : dali oynadığı her dakika için yüzbin dolar istiyor (çareyi ustayı beş dakika oynatmakta buluyorlar)), Vladimir'i Orsonvels canlandıracak. Tretman çizimlerini Mobius yapacak, müzikler dönemin hit grubu Magma'nın olacak vs.vs. Bir dereceye kadar da başarıyor ancak bütçe otuzbeşmilyondolar kadar tutunca kimse ilgilenmiyor (oysa günümüzde o bütçeyle ancak indifilmler çekiliyor). Proje rafa kalkıyor. Sonra Deyvitlinç çekiyor Dune'u. Yodorovski helecanla izliyor filmi. "İzlemeye başlarken çok korkuyordum, çünkü linç bu filmi çok iyi çekebilirdi." diyor. "sonra korkum geçti çünkü film gerçekten başarısızdı" diye de ekliyor. Neyse bu aşamalar falan aslında hep detay. Aslolan : insanın içinde varolan sinema yapma aşkının gözler önüne serilmesidir. Yodorovski için sorun asla para değil, boksofisler bilet satışları değil. En önemlisi çektikleriyle insana dokunmak kaygısı, zihnindekileri aktarma kaygısı. Bunu çok net olarak görebiliyorsunuz. 
   Bu açıdan her sinefilin görmesi gereken, arşivlik bir belgeseldir.

MOOD INDIGO
   Boris Vian zor yazar. "Günlerin Köpüğü"nü yazmış. Hayalgücüne erişebilmek için normalden fazlası gerektir.
   Maykılgondri de zor yönetmen, "Uykunun Bilimini" çekmiş, izleyebilmek için hafif balataları sıyırmış olmak gerektir.
   Yani kurufasulye pilav gibi uyuşmuşlar.
   İlk sahnelerden itibaren Gondri etkisi kendini gösteriyor. Vian ise sadece senaryo belirleyicisi olarak kalıyor. 
   Kolin ve Kloyi arasındaki hüzünlü bir aşk hikayesidir anlatılan. Açılış felaket renkli hatta renkliötesidir. Karakterler fantastik hatta kuntastiktir. Aşık olmak nefistir, algıları açar. Sonra hayat acımasızca gelir. Camlar bulanmaya başlar, mekanlar daralır, renkler solgunlaşır. Gondri görsellikle senaryoyu öyle ustaca bağlıyor ki, filmin sonlarına doğru ekranın neden siyah beyaz olduğunu ve hatta en sonlara doğru görüntünün sadece merkezde görünmesini sorgulamıyoruz. Zira başka türlüsü mümkün değildir.
   Jöne tarzı gerçeküstücü değil bilakis gerçeğin gerçeküstü olarak çok gerçekçi bir yansımasıdır (Allaam ne dedim ben ?).
   Hülâsa, düz sinemayı sevmeyen sinefiller ıskalamasındır. (sinemayla benim futbolla ilgilendiğim kadar ilgilenen Kızıcığım (ki dünyanın en güzel kızıdır) dahi ilgiyle izledi. O derece...

THE LUNCHBOX
   Son derece sahici bir filmdir.
   Bana Vefa'daki açıkhava sinemalarını hatırlattı ve kendi kendime "keşke filmi orada çekirdek çıtlayıp, buz gibi gazoz içerek izleyebilsem." dedirtti.
   Bir karışıklık sonucu hayatı kesişen iki mutsuz insanın, kaderlerine karşı koyarak yaşadıklarının anlatıldığı filmde, ancak dikkatli sinefilin sezebileceği küçük detaylar bu güzide kordelayı daha da güzide yapıyor.
   Bolivut, holivuta feyk atmış ve sinemanın aslında nasıl bir şey olduğunu, iyi film özlemi çeken sinefile hediye etmiştir.
   Oyunculuklar abartısız ve gerçekçi, müzikler, ışıklar, senaryo her şey olması gerektiği gibidir. Ayrıca olayların geçtiği coğrafya ve filmimizin ismine konu olan sistem araştırılmalara sezadır. Coğrafya ve kültürün çok farklı olmasına rağmen insana ait duyguların evrensel olması ise naneli limonatadır.
   Filmimizin sonu da olabilecek yegane şekilde çekilmiştir. Siz nasılsanız, sonu da öyledir.
   Diyeceğim : bir on dakika izleyin, sararsa rahat sonunu getirirsiniz. Değilse kapatın gitsin. Kapatanlar zaten bu günceyi de okumayanlardır.

THE ZERO THEOREM
   Sinemada Terigilyım etkisi vardır. İnanmayan "Brazil"i bir izlesin. 80'li yılların sonunda izlediğimde (o zamanlar, filmler beş on yıl gecikmeli gelirdi güzel ve yalnız ülkeme) (ki o zaman bile İstanbul Sinema Günleri'nde (evet eski adı bu idi) Şişli Kent'te izlemiştim) "bu ne ?" demiş ve video furyasında video kasetini bulup arşivlemiştim. O derece...
   Balıkçı Kral, 12 Maymun, Dr.Parnassus, Montipiton işleri hep bu uçarı zihnin ürünüdür. Seven sever, sevmeyen tahammül edemez. 
   Bay Gilyım eski günlerin kredilerini kullanıyor.
   Hepi topu dört mekanda çekilen (yalnız mekanlar da mekandır hani), açılış sahnesinde bizi Kristofırvoltz'un kıç çatalının karşıladığı (asla tesisatçı olamaz ama Bay Voltz, o potansiyel yok !), geleceğin dünyasının pek acımasızca betimlendiği, senaryonun genelinin "Brazil"e göndermelerle dolu olduğu bu film, sadece "Brazil"severlere (var böyle bir kitle, azlar ama varlar) tam hitap eder, bilimkurgu tutkunlarına az hitap eder, düz sinema izleyicisine teğet geçer, dizi izleyenler ise koşarak uzaklaşmalıdırlar.
   Arakolpa da bir daha bu kadar film biriktirmemelidir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder