Kolombiya'da 60 yıl önce bir cinayet işlenir. O sırada yeniyetme olan ve cinayeti gören Gabo, mecra yazarlığa kaydıkça bu olayı bir kitaba dökmek ister. Annesi; cinayetten etkilenen kişilerin henüz hayatta olup mağdur olacakları endişesiyle Gabriyel'e "Yazma !" der. Otuz yıl sonra nihayet "Başkan Babamızın Sonbaharı"nı yazdıktan sonra validesinden gerekli izni kopararak Bay Garsiya, "Kırmızı Pazartesi"yi yazmaya koyulur. 1981 yılında yayımlanan kitap 1982 yılında Nobel ödülünü alarak yazarı gulguleye garkedecektir.
İlk cümlesi "Santiago Nasar, onu öldürecekleri gün, piskoposun geleceği gemiyi karşılamak için sabah saat 5.30'da kalkmıştı." diye başlayan (yani sonu başından belli) hepi topu 107 sayfalık bir romanın neden Nobel'i hakkettiğini anlamak için 80'li yılların sonunda bir okumuş ancak çözememiştim. Çözmek için bir 25 yıl gerekti.
Romanımız röportaj sorgulama tekniğiyle yazılmış. İçinde öyle şaşaalı tasvirler, duygular yok. Adeta polis raporu okurmuş gibi okunuyor. Bu açıdan değerlendirdiğinizde üslup kuru gelebilir. Amma olaylara odaklandığınızda durum değişiyor. Toplum tarafından bilinen ve yanlış olacağı apaçık bir eylemin, ihmalkârlık ve boşvermişlik yüzünden "göz göre göre" nasıl geldiğini ve gerçekleştiğini görmek, bu konuda hiç bir şey yapamamak; romanın usda kalan en büyük etkisi.
Demek 80'li yılların sonunda pek de hazzetmediğim, neden Nobel aldığını çözemediğim bu romanın etkisini ancak Uğur Mumcu'yu, Hrant Dink'i yitirdikten (göz göre göre) ve "Yeni Türkiye"nin şekillenmeye başlamasıyla idrak edebilecekmişim. Ve demek ki toplumsal boşvermişlik, ihmalkarlık, adamsendecilik ve yaklaşan felakete duyarsızlık pek kadim ve yaygın bir kavrammış.
Yitirdiklerimizi unutmamak ve yaklaşan felaketlere duyarsız kalmamak için şu günlerde tekrar alınıp okunması gereken bir kitaptır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder