6 Mart 2025 Perşembe

"Parthenope" Yine Napoli Güzellemesi (ama nalına da mıhına da vurarak).

   Paolo Sorrentino'nun Napoli hakkındaki ikinci filmi. İlkini yine bu güncede yazmıştım. Geçen yüzyılın ortalarından günümüze uzanan bir şehir panoraması, temelde bir kadının hayatında fon olarak işleniyor. Hangisinin ön planda olduğu belirsiz. 
   Öyle zamanı ezmek için izlenecek film değil. Sorular sordurmadı, farklı düşündürmedi. Fakire çok kişisel geldi. Ancak yönetmenimizin kişiliği ve hissettiklerini yansıtması ezel evvel hoşuma gittiğinden 2s15d yı dikkatim düşmeden izleyebildim. Şöyle söyleyeyim. İyi yapılmış bir makarna gibi (penne arabiatta diyelim). Pek sık gitmediğiniz bir yabancı diyarda, kalitesinin düşmediğini bildiğiniz bir trattoriaya (italyan lokantası) gider ve daha önce farklı çeşitlerini denediğiniz makarnanın bir de bu türünü sipariş edersiniz. Tabak güzeldir, daha önce farklı yerlerde yediğinizden daha usturupludur ama genel tarifin (şimdilerin modası "reçete" diyorlar, bir türlü ısınamadım, ne o öyle ilaç gibi!) dışına çıkmamıştır. İşte o tabak Parthenope'dir. 
   Müzikler, oyunculuklar, renkler, dönem aksesuarları, ruhu gayet çizgi üstüdür. Ama bir McDonagh derinliği yahut Mecidi duygusallığı aramayın. Sorrentino'nun gözü güzel (tabi bir de başrol Celeste bir içim su!). Onun için izlenir.

2 Mart 2025 Pazar

"Her Şey Nasıl Çökebilir?" Okusanız bir türlü, Okumasanız Olmaz!

  Yemin ederim son bir aydır uykularımı kaçıran kitaptır (o yüzden yazarların fotografisini bülbül büzüğü boyutlarında iliştiriyorum). Bazen hafakanlar o kadar bastı ki arada Salah Ustanın bir kitabını bitirip (bkz.önceki yayın) bir diğerinin de hakkından gelmek üzereyim (pek yakında yine burada!). 
   Yazarlarımız, farklı disiplinlerden gelmiş iki araştırmacı. Bu metni ilk önce 2015'de yayımlamışlar. O tarihten bu güne; 2020'de artık sözlüklere girmiş olan kolapsoloji (çöküşbilim) üzerindeki tartışmalarda opus magnum muamelesi görüyor. 
   Malumunuz, kaynakların sınırlı olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Başka Dünya yok! Sınırlı doğal ve ekonomik kaynaklara karşın, sınırsızca büyüyen iki olgunun varlığı (insanoğlu ve gittikçe artan tüketimi) ve kapitalist ekonomik düzen (hep büyüme, hep büyüme); maalesef geri dönülemez bir noktaya geldi dayandı. Bu bilimin kimi göstergeleri gözümüzün önünde (kitlesel toplum hareketleri, görülmemiş doğal afetler vs.) 
   Kitabımız derli toplu olarak önce kavramları anlamlandırıyor sonra nerede olduğumuzun bir tespitini yapıyor ve en sonunda bunu nasıl kabulleneceğimizi (çünkü artık telafisi olmayan bir noktadayız) bilale anlatır gibi anlatıyor. 
   Yeniden okuduğum bölümler çoktu. Altını üstünü çizip notlar aldığım sayfalar da gani. Bunların arasında yorumlardan ziyade büyük çoğunluğun bihaber olduğu (seçkin elitlerin elinde olan medya sayesinde) derli toplu bilgiler çarpıcıydı. Zaten bu bilgileri yorumladığınızda aynı sonuçlara varıyorsunuz (misal: 2008 ekonomik krizinde büyük ekonomilerin merkez bankalarının bilançosunun 7 milyar dolardan 14 milyarcık dolarese çıktığını öğrenmek pek ürkütücüydü (bu paranın hiç bir somut karşılığı yok)). Başka bir misal: ayrıntısını vermeyeceğim 65. sayfada terörizm için maksimum zarar minimum maliyet&zaiyat oluşturabilecek bir ipucu veriyor. Bırrr! Bunlar ekonomiyle ilgili bir de çevre ve dünya kaynakları üzerine verdikleri bilgiler var ki. İşte bunlar uykumu daha çok kaçırdı (misal: bir ingiliz balıkçı, gemisindeki onca teknolojiye rağmen, atalarının 120 yıl önce yelkenli teknelerle denizde aynı süreyi geçirerek tuttukları balıkların yalnızca %6'sını elde edebiliyor). Misal:1990'da varili 20 dolar olan petrol şimdi 100 dolar ve bunu hiç de yadırgamıyoruz (yakında üçe katlanması öngörülüyor).
   Neyse okuduğuma pişmanım ama okumasam olmazdı (oksimoron budur işte!). Zaten son bölümde yazarlar "Aslında inkar, insanın kendisini fazla "zararlı" bilgilerden doğal şekilde korunmasını sağlayan faydalı bir bilişsel süreçtir (kısa vadede!)" diyerek okuru herşey geçtikten sonra uyarıyor. Cehaletin sakin ve serin sularında yüzmek, sizi boğmayan ama zevkle yüzmenizi engelleyen bir denizle cebelleşmekten evladır. Bilmek, lanettir! 
   O yüzden okuyun yahut okumayın demeyeceğim bir neşriyattır. 
İş Bankası Yayınlarının satış yerinde incelediğimde gördüm ki: bu 21.yy kitaplığının buna benzer önemli bir kaç kitabı daha yayımlanmış. Fakirin sıkleti bu kadar kiloyu aynı anda çekmeyeceğinden, biraz Hüseyin Rahmi okuyup şetarete erdikten sonra onlara bakacaktır.

27 Şubat 2025 Perşembe

"Amerikalı Tolstoy" Salah Usta'dan Şık Denemeler.

   Kısacık (170 S. 20 Deneme). Kapakta Salah Ustanın şımşıkırdak bir canlandırması (Yazko 1983'de basmış, kimin çizdiği belli değil). "Tizmantırıl Bir İt", "Daltabaniye", "Si Bemol Kadın Şapkaları" gibi okumalara seza isimleri olan denemeler. Anlatılanlar artık yaşamıyor (sadece isimler değil İstanbul'un mekanları da yok olmuş gitmiş). İnsanları yaptıklarıyla hatırlıyoruz da kaybolan (burada kastedilen elbette istimlak falan değil) mekanlar artık sadece bir grup azınlığın hatırladıklarından ibaret. Bizler de gidince öyle bir dünyanın olduğu bilinmeyecek. İşimiz hüzün değil, hemen uzaklaşıyorum buralardan. 
   Ağır bir kitap okuyorken (hazmı ve içeriği ağır) beyinden yanık balata kokusu gelince paralel okumalarda açtım. Bir zamandır böyle işler için kenarıcığımda duruyordu. Ne iyi geldi!
   Salah Ustanın yazdıkları, bilgi almak için değil dilimize hangi perendeleri attırdığını izleyerek ve elbette gülümseyerek zihni rahatlatmak için birebirdir. Hazindir; bu iktifa etmedi (ağır kitabın ağırlığından olacak) bir diğerine başladım (Yapıştırma Bıyık). O da yakında biter. Altını çizip (ama iyice anlamak için değil bir kez daha okuma zevki almak için) durdum. Bir alıntı aşağıda ki denemenin güzel bir tanımıdır bence. 
   Bilgilenmek değil, haz almak için okunur yani.
  "Bir denemecinin işi kitaplarda, doğada ve de yaşamın içinde tık eden altını bulup çıkarmak, okurların gönlünde bir düşünce uyandırmaktır. Bunu yaparken, üstünü başını altın tozuna bular. Kalemini de yaldız çanağının içine düşürürse oh, gel keyfim. gel.
    Gerçi, altını enselemek için denemeciler, kimi zaman çekmecelerin kilitlerini bir yerlerden kırarlar, yani öyküyü az biraz çarpıtırlar. Ama bu da işin raconudur. Böyle şımarıklıklara, böyle çılgınlıklara el atmadan yazının bedenine güçlü can girmez."

11 Şubat 2025 Salı

"Ölüm Peygamberi" Sınıflandırılamayan Roman!

 18. yüzyılda Rio'da geçiyor olaylar. Seri bir katil, bitikken sadece bu vaka için göreve çağrılan bir dedektif (Yüzbaşı Alvaro). Gariptir! seri katillerde iş hep bitik dedektiflere düşer. Orta hacimli (384 S.). Yaşanan çağa ilişkin okurun ilgisini çekecek detaylar güzelce işlenmiş (engizisyon, aydınlanma hareketleri vs.). Kimi karakterlerin içi fazlaca doldurulurken (Osana'yı güzellemek için yapılanlarla rahat kısa kısa beş bölüm yazılır), kimi önemli karakterlerin altı biraz boş bırakılmış. Şiddet, kan bol miktarda. İlk on bölümden sonra sardı, güzelce ilerliyorken ikinci kısıma geçince, ilk kısımda okuduklarınızdan bir miktar (hem de mebzul bir miktar) kopuyorsunuz. Derken; tüm polisiyelerin olmazsa olmazı, o herşeyin çözümlendiği son sahneye geçiyorsunuz. İyi güzel. Derken; bir acaip takla attırılıyorsunuz. İşte yazının başlığındaki sınıflandıramama durumu burada oluşuyor. Acaba tarihi roman mı polisiye mi okuyorum derken bunların içine bir de bilimkurguyu sağlamca bir yere oturtuyorsunuz. Neyse; sınıflandırma zaten öznel bir şey.
   Okurken yazarın kullandığı dilden biraz muazzep olduğumu söylemeliyim. Misal: bir karakterden her bahsedildiğinde "pötürge kontu dursun satılmışoğlu ökkeşlerin kont selamsız" diye her seferinde (portekizlerin meşhur) o uzun isim ve titrlerini koyarsın ki? Bir süre sonra okurken yoruyor. 
   Neticede; eğer uzun isimlere, karmaşık ilişkilere ve ortasından itibaren iyice kayan kurguya katlanabilirseniz okunur. Bir daha okur muyum? Şöyle ki: bunu bir okuma değerlendirmesi toplantısı için okumuştum. Orada edinmek isteyen olursa hediye edeceğim isteyene...

6 Şubat 2025 Perşembe

"The Brutalist" Ne Hissedeceğini Bilememek!

 Önceden yazayım: uzun (3s35d). Ancak hiç bir filmi bu kadar uzun olmasına karşın ilgim düşmeden izlememiştim (Kubrick'in "A Space Oddysey"inde uyukladığım vakidir (üstad da o kadar uzun sekanslar çekmiş ki)). 
   Lazslo Toth, Buchenwald'dan paçayı sıyırmış. Rüyalar ülkesine kapağı atmış (Staten Adası ve özgürlük heykeli olmazsa olmaz). Alemlere akmayı seviyor, uyuşturucu bağımlısı, kimi zaman uçkur düşkünü. Böyle deyince hemen yaftayı yapıştırıyoruz tabi. Kazın ayağı öyle değil. Toth, vizyonu, ilkeleri, yeteneği, ilkeleri olan çalışkan, eşine sadık biri de aynı zamanda. Yönetmen ve senaryosunun yazan (Mona Fasvoltla birlikte) Brady Corbet acaip gerçekçi bir karakter yaratmış. Tabi Edriyonbrodi'nin şükela oyunculuğunun da katkısı inkar edilemez. Karakter o kadar gerçekçiydi ki filmden sonra internet kaynaklarından başrolümüzün hayatını aradım.
   Yeteri kadar vakit olmasına karşın bir çok kilit gelişme izleyicinin tahayyülüne bırakılıyor. İşçilik ve zenaat (çekimler, ışık, kostüm, kurgu, müzikler, oyunculuklar) çizgi ötesi. Öyle aman aman sürükleyici bir senaryosu olmamasına karşın bu kadar süre izleyicinin ilgisini düşürmemek de öyle bir yönetmenin harcı değil bence (ki özel efekt, CGI, şiddet vs. olmaksızın).  
   Sadece başrolün bu kadar objektif işlenmesine karşın gaypörsinin canlandırdığı karakterin ve zürriyetinin karikatürmüşçesine, bu kadar kötücül (faşist, tecavüzcü, aşırı materyalist ve bildiğiniz pespaye) betimlenmesine (ki amerikan kapitalizminin vücut bulmuş halidir) şaşırdım doğrusu. Gerçi ilk sahnelerde özgürlük anıtı da ters zuhur ediyor (hımm!). Musevi göndermelerini düşündüğümde yönetmenin kökenlerini araştırdım ama beklediğimi bulamadım (bence subjektif bir güzelleme var). İçerik ve arka plandan bağımsız olarak değerlendirildiğinde çeşitli düşünmelere neden olabilir. Uzun süresine rağmen canınız sıkılmaz, sorular da sordurur. Daha ne olsun? İzleyecek sinema filmi arayanlara önerilir.
Şu filmde başrolü oynayan (vay be 15 sene olmuş) ayzekdöbankoleyi de güzel bir yardımcı rolde görmek içimin yağlarını eritti.

"Suyu Arayan Adam" Şevket Sürreya Aydemir.

    Yazarın otobiyografi olarak yazılan ancak oldukça kalın cesametine (489 S.Remzi Yayınları) karşın bir roman akıcılığıyla okunan eseri. Geçen yüzyılda başlamış, sıkılmış yarım bırakmıştım. Nedir: her şeyin bir zamanı geliyormuş. Aradan geçen on yıllar kitap hep aklımın bir köşesinde kalmış. Aldım, bir solukta bitirdim (iyi ki!).

   Balkan savaşının sonunda başlıyor, Cumhuriyet henüz gençken (ancak gençliğin verdiği heyecan pörsümüşe benziyor sanki) bitiyor. Neler olmuyor ki? Gencecik yaşında turan ülküsünün peşinde önce Azerbaycan sonra komünizmin peşinde Rusya (ki Nazım ve Va-Nu ile birlikte) ve nihayet suyu bulma peşinde Anadolu. Aydemir, sağlam bir irade ve bitmeyen arayışlarıyla bir romana konu ve bir çok sinema filmine senaryo olabilecek bir hayatı aktarıyor okura. Bu süreçte hem ideolojilerin hem de dönemin önemli kişilerinin tahlili akıcı bir dille ve son derece objektif olarak yapılıyor. Çileler çekiliyor, yeni yeni sevgilerin peşinden koşuluyor, sayısız yıkılmalar, zaferler, yenilgiler, ülküler nihayetinde aradığı suya ulaşıyor. 

   Fakirin ideolojik arayışları Aydemir'le paralel gitti sayılır (kısa bir dönem mütedeyyinliği saymazsam). O yüzden derinlemesine bilmeden bir idealin peşinden gitmenin boş olduğunu (biraz geç ve acı da olsa) idrak ettim. Bir şeye yöneliniyorsa nedenini, niçinini, kökenini ve işleyişini (en önemli yeri de burası. çünkü her idealin işleyişi kusurlar (hem de kaldıramayacağınız kusurlar) içeriyor) bilmek, didiklemek, kafaya yatarsa öyle ilerlemek gerekmiş. 

   Daha önce okumadığıma yanarım. Bir de; ülkücü, sol, Atatürkçü fanatiklerin muhakkak okumalarını dilerim. Hem dönemin canlı bir resmini oluşturabilmek hem de günümüzde de süregelen bu idealleri daha iyi değerlendirebilmek için muhakkak yakın durmalı. Hoşuma giden bir alıntı da (yoksa kitabın birçok yerini çizdim, kenarına notlar aldım ama bu başka bir güzel!) aşağıda. 

"Bu su, bazen masum bir hayal, bazen bir gençlik rüyası, bazen ideal, bazen aşk şeklinde beni arkasından koşturdu. Bazen onu kaybettim, bazen buldum sandım. Ama onu her zaman aradım. Bu arayış da, aldanışlarım da inanışlarım kadar güzeldi."

1 Şubat 2025 Cumartesi

"Soneler" Hem de Shakespeare'den

   Ben bu kitabın önsözünü okuyuncaya kadar sone nedir bilmezdim. Okur da ne menem bir şey olduğunu anlamadan okurdum. Neticede şiirdi. Şiir de fakir için, okuduğumda içimde bir yerlere dokunan büyülü kelimelerdi. Elbette zorunlu öğretimde zorla öğretildiğinden aruz denen o zenaata neredeyse düşman olarak (ne zordur onları ezberlemek! failatün failatün failün) büyümüş ve şiir gibi doğrudan ruha seslenen satırların kalıplara yerleşmesini anlamsız bulmuştum. Ancak gördüm ki: kimi dönemlerde sanat kendinden bağımsız olarak rağbet görmemiş (okuyanların sayısının az ve genellikle elit olmalarından). Oysa günümüzde sanatı öne çıkartan tek şey önce bir grup sanatseverin beğenmesi sonra da çok satması. Yaşadığımız postmodernitede bu yöntem de hızla bertaraf oluyor. Youtubeda çok tıklanmanız sizi bir anda sanatçı yapabiliyor. Neyse bu pilav çok su kaldırır, kısa keselim.
   Soneler ilk kez yazarımızın ölümünden yedi yıl önce topluca basılmış (1609) ve günümüzde o dilin en bilinen şiirleri olarak tanınıyor. Şiir kitaplarının genelinde olduğu gibi yatağımın yanındaki komodinin üzerinde bir altı aydır duruyor. Ara ara açıp okuduğumda kimi tekrarlara denk geldiğimi anlayınca kitaplığa tayin oldu. O halde, burada yazmamda bir beis yoktur. 
   154 sone, Talat Hocanın (kitaba başlanmadan muhakkak okunmasını önerdiğim) şükela bir önsözü. metnin İngilizce asılları sol, çeviriler sağ sayfada. Tamamen sübjektif olarak yaptığım ahkam: günümüz şiirlerinden fazla değil az etkiledi fakiri. Sonelerin çoğunun genç bir erkeğe yazılması ve ateşli bir aşkı haykırması belki de yönelimlerime uymadığından oldu sanırım! Bilemiyorum artık. Önsözü okuduktan sonra "sone" denilen türün (aruzdan çok daha basittir) ne olduğunu da öğrendim ya, bu bile yeter. Hülasa; altını en az çizdiğim, derkenar yapmadığım şiir kitaplarının arasında yerini aldı.

29 Ocak 2025 Çarşamba

Çok İstenenlerin Olmaması!

   Ahkam keseceğim, üstelik tamamen öznel.
   Hayatta kendim için neyi deli gibi istediysem olmadı, olmuyor! Kenarda köşede dursun, olursa şükela olur dediklerim tutuyor tutmasına da; pruvaya alıp rüzgar yoksa bile çeşitli manevralarla yöneldiğim şeyler tutmuyor. 
   38 yıldır çalışıyorum. Bunun 25 yılı hiçbir yaratıcılığa izin vermeyen (bırak yaratıcılığı, okuduğum gazete için neredeyse hapse gireceğim bir ortamdı. Bırrr!) memuriyetle geçti. Bu sürede en büyük hayalim: deniz kıyısında küçük bir yerde sakin bir emeklilik geçirmekti. Bu hayali gerçek kılabilmek için ilmek ilmek işledim. Birtakım varoluşsal kaşıntılar yüzünden bu hayali kendim tuz buz ettim. Büyük bir şehirde sonu ne zaman geleceği belirsiz bir işte çalışarak yalnız ilerlemeye başladım. 
   Tek başına çıktığım bu yaşamda dedim ki: mutfakta oyalanmayı ve iyi yemeyi seviyorum. Neden iyi bir aşçı olmayayım? Olan yetilerimi geliştirmeye çalıştım, okumalarımı buna yoğunlaştırdım, iyi malzeme peşinde koşturmaya başladım, şarap kavımı zenginleştirdim. Hop! iki ay önce yaşadığım ciddi sayılabilecek bir sağlık sorunu yüzünden tat ve koku alma duyularımı yitirdim. Kahvaltımda bile tulum peynirli, rokalı frog in the hole yaparken artık sadece iki haşlanmış yumurtayı sade yesem bile fark etmiyor. Bırak Yeni Zelanda şaraplarını merak etmeyi, market şarabı bile aynı etkiyi yapıyor. İran'dan getirdiğim safranlar, Fas'ta arayıp bulduğum egzotik baharatlar, İspanya'dan üşenmeyip araştırıp yerel marketteki imalatçılardan aldığım en az iki yıl eskitilmiş mükemmel kokulu peynirler; öylece duruyor. Yine hüsran, yine hüsran!
   Buna mukabil; gerek kendim gerekse çevrem için "olsa negzel olur" diye temenni ettiğim (bakın istemek değil, temenni etmek) bir çok şey gerçekleşiyor. 
   Görsem iyi olur dediğim bir çok yerin hizasını tıkladım mesela (uzak mesafelerden Angkor Wat, Alhambra vs.). Atlantik'te iyi bir teknede tek başına yelken eğitimi aldım mesela. Sevdiğim bir kuzinim için "ya, hayat döngüsünü kırıp yeni bir başlangıç yapması ona ne iyi gelir" temennim, nokta atışı tuttu. Uzaktan bakıldığında gerçekleşmesi zor gibi duruyor ama oldu.
   Nerede okuduğumu ve kimin hikmeti olduğunu hatırlamıyorum (Yunus desem başım ağrımaz) ama şöyle bir şey var. "İsteklerini; kimseye söyleme, fazla merkeze koyma, erteleme." Doğru bişiy galiba.
   Öyleyse niye bu başlığın üst resmi çalar saat? Şöyle: sünnetçinin vitrininde bir çalar saat varmış. Arkadaşı sormuş "- Niye vitrine saat koydun?" Yanıtlamış sünnetçi "-Ne koyaydım?". 
   Temennileriniz hep gerçekleşsin...

27 Ocak 2025 Pazartesi

"Kovboy Kızlar da Hüzünlenir"; Tom Robbins'ten hem eğlencelik hem aydınlanmalık!

   20 yıl olmuş mudur? Olmuştur rahat! 20 Yıl önce okuyup pek hoşlanmıştım. Üstadın kitaplarının nasıl okunacağıyla ilgili bir iki satır da yazmıştım önceleri. Orada da bahsediyordum bu matbuattan.

   Sissy Hankshaw'ın devasa başparmakları vardır. Bırak enstrüman çalmasını, düğmelerini bile ilikleyemiyordur. Ancak onlarsız da yaşayakalamayacağına göre her akıllı insanevladının yapacağı gibi bu kusurunu varoluş amacına çevirir ve kimi çevrelerde bir fenomen (ne işim olur fenomenle?) çok bilinen ve etkilenilen bir kişi olur. Olaylar gelişir.

   İlk yüz sayfadan sonra "hımm acaba nesinden etkilenmiştim ki bunun?" dediğim anlarda (ki oraya kadar dahi fırlama yazarımızın dili gülümsetiyordur fakiri) aydınlanmalar başladı. Özellikle Chink'in (sormayın kimdir o, okursanız bileceksinizdir!) devreye girmesinden sonra aydınlanmalar bir sorgu odası spotuna dönüyor. 

   Yazarımız; kaosa, anarşiye, karışıklığa, entropiye, neşeye, çelişkiye, düzensizliğe meyyal. Bunu da çok etkili ve sağlam bir altyapıya dayanarak yapıyor (doğa da böyledir, medeniyet kareleşmiş yuvarlaktır diyor). Katılırsınız katılmazsınız ama bakışı görmeseniz olmaz. Fakir, önemli bir kısmını onaylıyor ve bir kısmını içselleştirmeye çalışıyor ancak bir başak burcu olarak bulaşıklarını kirli bırakamıyor misal. 

   Birine vermiştim iade etmedi. E-kitaptan okudum (onda da satırları çizip araya notlar alabiliyorsunuz) ancak kesmedi. Sayfalarını çevirip kenarlarını elle işaretleyeceğim bir suretini sipariş ettim (artan kağıt fiyatlarına bağlı olarak artık netten bulabildiğim neşriyatı dahi sahaflardan alıyorum). 

   Highlighted ifadeleri okudum (uff! pek çok). Sadece birini yazıyorum. Bunun gibi daha niceleri kitapta yatıp duruu! Öneririm yani.


İnsanevladının kafasında özgürlük ve konfor seçimleri çarpışır durur. Genellikle de konfor kazanır. Neden? Şöyle ki: ilk tanımlanan meme'imimiz (riçırtdovkins'e de bir selam sarkıtalım) (meme: kültürel DNA) yaşayakalma ve üreme güdüsüdür. Özgürlükse çok sonraları kodlanmıştır (3.5 milyoncuk yıl omurgalı, 300bin yıl da hominoid olarak (prefrontal korteks ancak oluşmuştur)). O yüzden genellikle bu seçimi konfor kazanır. Ancak! İşte bu ancak, beyninin ön tarafındaki karnıbaharı etkin kullanan azınlık içindir ve sonrası daha çok su kaldıracağından burada huzurlarınızdan ayrılıyorum. 

19 Ocak 2025 Pazar

"Aslında Herkes Haklı! Ali Lidar'dan...

   43 Şiir, 122 sayfa. Üç aydır yatağımın yanındaki komodinin üzerinde, ara ara okuyarak nihayet dün tamama erdirdim.
   Lidar, kırgn, kızgın, öfkeli ve maalesef çoğu zaman kötümser. Bu bağlamda; okuduklarını içselleştirecek olursanız art arda okunması kimi zihinler için yorucu olabilir. Buna mukabil, hangimiz kimi zaman bu ruh halinde olmuyoruz ki! Onunçün; yaşadıklarımızı, sözcükleri daha ustalıkla kullanan birinin kaleminden gözlemlemek kafa açıcı olabiliyor. Aşağıda sevdiğim şiirlerinden birini alıntılıyorum. Umarım telif sorun olmaz.
Mutsuz ve Endemik (İthaki Baskısı S.11)

bak olacak olan oluyor
engel olmak ne mümkün
üstelik OHAL var tüm anayollar tutulmuş
hava yolları ve karayolları ve demiryolları ve
bilumum resmi kanallar
üstelik sevmek de yorulmuş
yıkılmaya yüz tutmuş
yıkılmaya yüz tutmuş bahçeli evler gibiyim
müteahhitlerin pis pis kestiği

merhamet et haranızdaki atlardan getir
haranızdaki atlardan getir merhamet et
atlardan getir merhamet et haranızdaki
atlardan getir binip gideyim
patikalardan patika beğeneyim merhamet et
sür beni sürgünü olayım civarındaki ağaçların
yerini yadırgayan mutsuz ve endemik
ve kuşkulu ve telaşlı bir bitki gibi
mağrur 
yalnız 
ve mutsuz

gideyim buralardan
taammütsüz günahım çünkü
ne diye gireyim kısmetinle arana
merhamet et, gideyim
belki senden uzaklaşırsam
yaklaşırım yaradana

7 Ocak 2025 Salı

"Mutfak ve Kültür & İnsanın Beslenme Tarihi" Yemek Kitabı değil Antropolojik Gastroloji.

  Mutfak işlerine sarınca, bu işin tarihi nedir diye merak ediyor insan. Bizdeki gastronomi bölümlerinde var mıdır bilemem ama yurtdışındaki pişirme tarihi derslerinde ders kitabı olarak kullanılan sayın Civitello'nun kitabını okudum. 
   450 sayfalık (hem de küçük yazılarla ve yüzeyi normalden daha büyük) kitap, öyle başından başlayayım ve sonuna kadar okuyayım tarzı bir kitap değil bence. Bildiğiniz gastronomik antropoloji tarzı yazılmış bir metin. 50 sayfada bir durup soluklanmak gerekti. Yazarımız insanlığın kayıtsız (yazının icadından önceki) halinden başlayarak günümüze kadar insanevladının yeme içme alışkanlıklarını, elinden gelen her coğrafyayı katarak açıklıyor. Bu, kolay iş değil. Uzak Asyada, Güney ve Kuzey Amerikada, hülasa her coğrafyada farklı kaynaklar, ekonomiler, eğilimler ve bununla paralel olarak mutfaklar var. 
   Kendi adıma bugüne kadar bildiğim kimi şeylerin nedenini nasılını öğrenmek oldukça aydınlatıcıydı. İtiraf edeyim okuduklarımın çoğunu da bilmiyordum. (Misal: koşer (Musevi helâli) meyvenin en az üç yıl meyve vermiş bir ağaçtan yenilmesi zorunluluğu). Arada kimi reçeteler de var ama bir ikisi haricinde denemeye değer bulmadım. 
   Kitap hakkındaki tek (ve bence önemli) eleştirim: bölümlerin neredeyse yarısının yayılmacı egemen kültürün (Amerika ve Avrupa) mutfağına ayırılmış olmasıdır. Misal: kokakolaya koca bölüm ayrılmasına karşın Türk mutfağı sadece bir paragrafta geçiştirilmiş (S.97 o da ancak ortası). 400 yıl boyunca uygar dünyanın büyük kısmını kontrol eden, her kültürden etkilerin olduğu (balkanı da var, ortadoğusu da, yunanı da, ermenisi de daha yazmaya eriniyorum) zengin bir mutfağı da böyle geçiştirmek. Ne bileyim, bilemedim.  
   Eğer mutfakta zaman geçirmeyi seviyorsanız, edinmenizde faydalar vardır. Arada bir karıştırır, ilginizi çeken bölümleri okuyabilirsiniz.

2 Ocak 2025 Perşembe

Okuma Tüyoları yahut Akil Biriyle Benzerlikler&Farklılıklar.

   Bu günceyi bir nevi günlüğüm olarak tutuyorum (elbette sadece okuduklarım ve izleyip hoşlandığım şeyleri içeriyor). Hâl böyleyken dün dinlediğim ve beni etkileyen bir podcastı da ekleyebilirim rahatlıkla. Fakir; "nasıl olunur" adlı seriyi takip ediyor. Kimi zaman ilginç şeyler duyuyorum. En son Adnan Bali'yi dinledim kimi önyargılarla. Böyle üst düzey yöneticiler ve iş insanları (hele de emekli olmuşlarsa) biraz sıkıcı olabiliyor. Bu kez sonuna dek ilgiyle dinlendi. Demek ki neymiş: önyargı kötü bir şeymiş.  

   Nedir, konumuz okuma ve izlemedir. Öyleyse; kendimce sözlerini ilgiyle dinlediğim ve kimi şeyleri öğrendiğim (kimilerini öğrenmeye ve uygulamaya ciddi niyet duyuyorum) birinin bu konuyla söyledikleriyle, fakirin paralellikleri ve ayrımlarını da yazmamak olmazdı. 

   "Zamanımız kıymetli ve biz bu dünyaya boşuna gelmedik" diyor Bali. "Elbette kendimizi büyüteceğiz, bir fark yaratmaya çalışacağız. Bu edinimlerimize de bağlı. Bir şeyi ancak beni büyütüyorsa izler ve okurum. Bunların hepsini kayıt ederim, konularını&içeriğini değil hissettiklerimi öğrendiklerimi. Sonuç faydalıysa benzerlerini bulup okur izlerim" de diyor. 

   Bendeniz sinema filmleri için aynı mottoyu izlesem de kitaplar konusunda aynı fikirde değilim. Hep bana olumlu şeyler katacak, hazmedeceğim, içselleştirecek sayfaları okumaktan daraldığım oluyor (iki hücreli beynimin yetmemesi!). Çalışmaktan ısınan gri kitleyi boşa çıkarıp boş da durmamak için ne yapıyorum? Gelsin polisiyeler, duygusal romanlar, korku ve fantazya edebiyatı. Onda da iyiden çöp olanları değil türünün kendimce güzel örneklerini okuyorum ama. Sinemada da durum öyle. Misal: genellikle çok satan kitaplar ve çok izlenen filmlerden hazzetmiyorum. Her zaman değil ama çoğunlukla öyle. 

   Sohbet ilerledikçe duydum ki Adnan Bey'in favori kitaplarında bu tip bir genel geçerlik sezmesem de kimi izledikleri, benim zaman kaybı olarak gördüğüm şeyler. Belki o da beynini çalıştırmadan meşgul etmek için bu yola başvuruyordur. Bilemedim. 

    Kısacası; dinlerseniz faydalanacak bir şeyler bulabilirsiniz, bana öyle oldu.

"İzmir Postası'nın Adamları" İzmirliler Kaçırmamalı.

   Daha önce Deli İbram Divanı'nı okuyup beğenmiştim. Dedim ilk kitabını da bir okuyayım. 159 sayfa, onbeş öykü. Bazı öyküler kitaba ara verip düşündürttü (bu değerlendirmeler tamamen özneldir). Diğerleri hakkında bir şey diyemeyeceğim ama oldukça sert geldi bana. 
   Ahkam kesebileceğim tek şey: Büke, öykünün geçtiği kentleri başarılı bir şekilde aktarıyor okura. Bu konuda oldukça muğlak öyküler olmasına karşın (Misal Pando'da (sahi uzun zamandır kapalıydı orası. Açılacak diyolladı) ballı kaymaklı sütlü kahvaltı yapmayan semtin Beşiktaş olduğunu ayamaz). Ancak, İzmir öyle bir anlatılmış ki gözünüzde canlanıyor. Yazarımız bunu şehri anlatarak değil yerlerin hissettirdikleri üzerinden yapmış daha çok. Bu da "demek ki benimle aynı şeyleri hissediyormuş" zannına neden oluyor (ki bence şükela bişiydir). 
   Uzun yol yapıyorsanız güzel gider.

"Huzur" Tanpınar'dan Okunacaklar Listesi No.2

   Yirmi yıl kadar önce okuyup biraz zor bitirmiştim. Bu kez de Endülüs diyarlarında başlayıp taa bugüne kadar uzadı (bir aydan fazla). Uzunluğu değil (419 Sayfa) son bölümün ruh hali olabilir en büyük nedeni. 
   Dört bölüm, her birinin adları romandaki başlıca karakterler ancak eksende Mümtaz ve Nuran'ın aşkları vardır (gariptir gerçek hayatta adları taşıyan benden fazla yaş almış birbirlerini seven bir çift arkadaşım var). Tanpınar bir kelime ustası. Sizi nasıl hissettirmek isterse oraya götürüyor. Bu minvalde şöyle bir ipucu verebilirim. Birinci bölüm sıkıcı, ikinci bölüm neşeli, üçüncüsü hüzünlü ve dördüncüsü de çok sıkıcıdır. Haliyle sonlara gelindiğinde ister istemez sayfalardaki hüzün ve sıkıntı (meğer ki okuduklarınızdan çok etkilenmiyor ve içselleştirmiyorsanız) okuru biraz daraltabilir. 
   Buna karşın okunmaz mı? Okunur. Birincisi; üstad mekan ve duygu durumlarını olabilecek en iyi şekilde yansıtıyor. O yüzden ikinci bölümde boğazı okuyoruz bol bol ve bırakın gözünüzde canlanmasını burnunuzda bir iyot ve erguvan kokusu bile alabiliyorsunuz (meğer ki hiç boğazı taam ettiyseniz (fakir uzun yıllar kıyısında yaşadığı için belki de bu çağrışımlar)). Diğer bölümlerde ise genellikle sur içi var. Ama 1940'lı yılların kötü şehirciliğini o kadar iyi betimlemiş ki Tanpınar, okuyanın içi daralıyor. 
   İkincisi; kelimelerin insan ruhunu nasıl şekillendirebileceğini nesnel olarak tecrübe etmek, ilginç bir tecrübe oluyor. Son bölümdeyken ara ara ikinci bölüme atladığımda somut olarak gördüm bunu. 
   Yazmasam olmaz. Üstad; bir bölümde uzun sayfalar boyunca Ferahfeza Mevlevi ayininin icrasını öyle bir yazmış ki, birinci sayfadan sonra buldum ve Kâni Karaca'nın (bildiğim en iyi tasavvuf müziği icracısı) icrasıyla dinleyekoyuldum. Heyhat! Satırlardaki duyguya ulaşamadım. Mevcut birikimim (fena da sayılmaz, bir ayinin icrası ezberimdedir misal) demek ki yeterli olmadı. 
   Velhasıl öneririm.

24 Aralık 2024 Salı

"Mobius" Adam Fawer'dan bu kez Kuantum Fiziği ve Sicim Teorisi Yan Yana.

   Yazarın ilk kitabını çıkar çıkmaz okumuş ve pek heyecanlı bulup diğerlerini beklemiştim. Olasılıksız hakkında yazdıklarım da şurada. Uyanık yayınevleri bunun çok sattığını görünce benzer işleri benzer kapaklarla pek sık yayımladılar. Haliyle bir ikrah geldi fakire. Hatta, yıllar sonra ikinci kitabı Empati de yayımlanınca öyle merak edip de okumadım açıkçası. Mobius hakkında, güvendiğim birkaç kalem olumlu yorumlar yazınca buna dayanamadım ama. 
   Caleb, startuplarda finans ve strateji işini başarıyla yürütür. Süper bir ailesi vardır ama işine fazla düşkündür. Sonra işler değişir ve olaylar gelişir.
   İlk kitabı kadar değilse de okuması zevkli bir romandı. İşin içinde sadece kuantum yok bu kez. Bir kere kapitalizmin, geçen yüzyılın sonlarında parlayan startup sisteminin şükela bir açıklamasıanaliziyergisi var. Sicim teorisi var (ki ancak "Karamazov Kardeşler"i, "olay Rusya'da geçmektedir" diye özetlemeye benzer çok kısa (ve bence hafif de yanlış) bir  açıklamaydı). Zaman yolculuğunun olabilitesi (bence kuantum fiziğine rağmen yok böyle bir olasılık) var. Hayattaki önceliklerin (elbette ki bu çok öznel bir yorum) belirlenmesi var. Aksiyon var, heyecan var, bilgi var. E daha ne olsun! Hayatta her zaman beynimizin kıvrımlarını derinleştirmek için değil güzel zaman geçirmek için de kitaba yaslanıyoruz. İkinci seçeneği tercih edenlere öneririm.

28 Kasım 2024 Perşembe

"Transhümanist Devrim" Geliyor Gelmekte Olan

   Çinlilerin bedduası mı tuttu ne! Çok ilginç günler yaşıyoruz.
   Bir süredir çeşitli mecralarda kulağıma çalınıyor bir "transhümanizm" kavramı. Hazır bu seriye başlamışken, fikrim olacak kadar bilgim olsun bari diyerek oturdum kitabın başına.
   Okumaya erinenler için kısaca bir özet geçeyim: Efendim bilim insanlarının nihai hedefi "posthümanizm" (bunu başka bir yazıda didikleriz). Ancak şu anki bilimsel bilgiyle bu mümkün değil. 
   Şimdilik konuşulan şey: "transhümanizm". Nedir bu kavramın esbâb-ı mûcibesi? Günümüzün bilimsel bilgisiyle kimi disiplinlerin yöntemleri değişiyor/değişecek. Misal: tıbbın amacı hastalıkları gidermekken artık sağlığın bozulmaması ve ömrün uzaması olacak. Enformatiğin amacı bilginin kolayca dolaşımıyken artık bilginin veri olarak insan zihnine entegre olması hedeflenecek. Buna benzer daha neler (işin içine nanoteknoloji ve yapay zeka da giriyor elbette). Bununla ne mi olacak? Şöyle ki: bir on 15 yıla kadar, genetik hastalıkların kökü kazınacak, yaşam süresi uzayacak (15 yıl bekleyebilirseniz 130 yaşına kadar yaşamanız işten bile değil diyor bilimsel dedikoducular). Bu değişimler önce çok mantıklı makul taleplerle değişimi talep edecekler ("doğacak çocuğunuzun down sendromlu olmasını (yahut şizofren illetine iptila olmasını) engelleyebiliriz" diyen birine karşı koyamazsınız). Sonrası da transhümanizm. 
   Efendim şöyle bir açıklama yapmak zaruridir. Bilim ilerler ancak bunun bir felsefesi olmadan kullanımı çeşitli garabet doğurur (bkz.nükleer enerji). Batı, bu konuda düşünmeye başlamış bile. Yazarımız bilim insanı değil feylesof. Haliyle sahip olduğu genel bilimsel bilgiyi, bu kavramın kullanımıyla ilgili soruların cevaplanması için kullanmış. Bu bağlamda, konu hakkında bilgi sahibi olmadan (çünkü bilimsel gelişmeler kitabın sonunda kısacık fasıllar halinde verilmiş) fikir sahibi oldum diyebilirim. Nedir: kitap kısa olmasına (154 S.) karşın zor okundu, notlar alındı, altıüstü çizildi, bolca aralar verilip düşünüldü. Yani beklenen frekans yakalanmadı. Bir de Lük bey (böyle okunuyor yamulmuyorsam) oldukça ulusal olarak yaklaşmış konuya. Transhümanizmin kitlelere nasıl ulaşacağı hiç işlenmemiş misal (kişisel görüşüm: bunun şanslı azınlık (kremdölakrem de derler) tarafından zaten kullanılmaya çoktan başlanmış olduğu yönünde). Kuvvetle muhtemel; gaile derdinin çok üstündeki zatlar, kendilerine özel hazırlanan genetik takviyeleri bu yüzyılın başından beri alıyorlardır, yedekte klonlanmış organları hazırda bekliyordur ve cinayetekazayaintihara kurban gitmezlerse dalyayı rahat devireceklerdir. 
   Bu pilav daha çok su kaldırır. Kısa keselim Aydın abası olsun. Velhasıl: kavram hakkında fikrim olsun diyenler okuyabilir (birazcık da bırrrlayarak).

23 Kasım 2024 Cumartesi

"İnsanlığımı Yitirirken" Mutlu Değilseniz Okumayınız!

   115 Sayfa, üç bölüm hatırat ve kapanış. Başlangıçtaki üç fotoğrafın betimlenmesini bir de kitabı bitirdikten sonra okuyunca daha iyi ayarsınız. Varoluş sancısı çeken bir bireyin hayatını okuyoruz. Doğduğu andan itibaren çevresini anlamaya kalkan, başaramayınca kendine bir soytarı maskesi yakıştırıp yaşayakalmaya çalışan zeki biri. Talihsiz değil, ekonomik kaygıları yok (ailesi görece varsıl), kadınlarla arası hep iyi (ancak hiçbirini hayatına sokamıyor, birlikte ölüme yürüyecek kadar yürekli olsalar da). Nedir: yüreğinin derinliklerinde bir aç kurt vardır ve her önüne konulanı yer. Ne kadar beslenirse o kadar açtır. Olaylar gelişir.
   Şuci Tsuşima yahut Osamu Dazai, Japonya'da çok okunan, buna mukabil kötü şöhretli bir yazar. Kısacık hayatı (bu kitabı yazdıktan sonra birlikte olduğu kadınla birlikte intihar etmiş, sadece 39 yaşındaymış) iniş çıkışlarla geçmiş. Nedir: bu çıkışlar asla eski yüksekliği yakalayamamış. Çeşitli intihar girişimlerinden sonra (ki bunların neredeyse yarısı müşterek intiharlar) en nihayet bu eyleminde başarıya ulaşmış (böyle yazınca ne acaip geliyor). 
   Holden Caulfield ile şımşıkırdak arkadaş olabilecek bir anti kahraman var yarı otobiyografik romanımızda. Eğer kendinizi mutsuz hissediyorsanız, hayatın anlamsızlığına. insanların anlaşılabilirliğine dair fikir kırıntılarınız varsa uzak durunuz. Buna mukabil, varoluş, anlam gibi kavramlara ilgi duyuyorsanız; metni fazla içselleştirmeden okuyabilir ve çeşitli edebi&anlamsal hazlar alabilirsiniz. Bana Dostoyevski ve Salinger'i çağrıştırdı okuduklarım. Bir yıl önce yanına yaklaşmazdım, bu aralar rahatça okuyabiliyorum. Siz bilirsiniz yani.

Hamiş: kitabın sonunda Japon romanına ilişkin bir açıklama&sonsöz var. Anlıyoruz ki; çekik gözlü kardeşlerimizin "ben roman" ve "hakiki roman" diye bir sınıflandırmaları var bu edebi türe. Anladıkça anlamlı olduğunu da anlıyorsunuz. Okuması ilginçtir.

18 Kasım 2024 Pazartesi

"Kalk Bi Dopamin Demle" Günüzümün Yaygın Mutsuzluk Halleri.

   İlk bölümünü (hepitopu 3 sayfa) okuyunca dedim "Hah O benim!". Yazar (lar (lar çünkü iki kişi yazmış bunu "Serkan&M. Ali Karaismailoğlu")) o kadar iyi betimlemiş ki içinde bulunduğum durumu, sanki bana özel yazılmış gibi hissettirdi ilk bölümler. 

   Bilmiyorum size de oluyor mu? Bazen bir şeyleri kaçırdığınızı, tamamlanamadığınızı, zamanın çok hızlı akıp gittiğini yahut bir ereğe ulaşamadığınızı (iş olur, unvan olur, ruh eşi olur, para olur her türlü) düşünür ve bu sizi bir nevi boşluğa çeker. Netice: Gelsin kasavetli günler, haftalar, aylar, mevsimler ve hatta yıllar (burada "zaman sanki bir rüzgar" diyerek Enis Behiç Koryürek'e bir selam sarkıtalım). Bu normal (miş).

   Girizgahtan sonra başlıyoruz içimizdeki karadeliğe neden olan dopaminin bilimsel açıklamasına. Bu mendebur ve şükela molekülün (nörotransmitter deniliyor) sadece yapısını değil, çalışma prensibini de anlıyoruz ilerleyen bölümlerde. Ondan sonra da "hayatınızı mükemmelleştirecek dört adım" bölümüne geçiyoruz. Şaka şaka! Böyle bir formül yok! Yalnızca o karadelikle yaşamayı öğrenmek ve kontrolünü eline almakla ilgili öneriler var. 

   Kitap 1buçuk günde bitti. Adeta yutarak okudum. Biraz demlensin, bir kere daha okuyup altını çizdiğim, kenarına soru işaretleri koyduğum yerler üzerinde idrakımın artmasını bekleyip, lugat&makale karıştıracağım. Nedir: kitap biter bitmez instagram hesabımı kapattım (biliyorum oradaki hayatların yalan olduğunu ama beyni kandırmakta pek mahir bir uygulama bu (hesabı kapatmayı bile nice derin yerlere saklamışlar)). Önümüzdeki günlerde kendimi oyalama amacıyla yaptığım tüm sosyal faaliyetlerin biletlerinin iptal edilebileceklerini iptal ettim. Yine bu saikle çıkmayı planladığım seyahatleri erteledim. Canımın sıkılmasına, rölantiye ve hatta geri vitese ihtiyacım var (mış). 22'den sonra zaten ekrana bakmıyordum, yatağımın yakınlarında bırak ekranı elektronik cihaz yok (bunun için bir şey yapmama gerek kalmadı). 

   Bugün konuştuğum bir arkadaşım (kendisi sinirbilim konusunda akademik bir seyahatte (yolu açık olsun!)), tek nörotransmitterin dopamin olmadığını, daha nice benzer molekül olduğunu ancak çalışma prensiplerinin benzer olduğunu söyledi. Belki onların da böyle hap gibi kitapları çıkar. Ancak önemli olan şey çalışma prensipleri. Onu anlayınca gerisi kolay. Bu arkadaşım bir de "dopamin orucuna mı başlıyorsun?" diye sordu. Demek, kimi çevrelerde bilinen bir şey.

   İki gözümün nurları, bu hızlı tüketim çağında hâla bu satırları okuyacak feraseti olan, anlamaya okumaya zaman ayıran bir avuç seçkin kâri, kıymetinizi bilin. Sizlerden, bizlerden fazla kalmadı. Pamuklara sarılarak saklanasısınız. Velhasıl; hararetle öneririm.

 Yazı bitmek bilmedi. Babun saçlı gamlı baykuş Şopenauer'in (tam nasıl yazılıyordu bakmaya erindim) bir tespiti var ömrümüzle ilgili (pek hazindir). "Ömrümüz bir sarkaç gibi endişe ve can sıkıntısı arasında geçer. Bir şeyi çok isteriz. Bunun için çabalarız, endişe duyarız, mutsuz ederiz kendimizi. En büyük sorun bunu ele geçirince başlar. Bir süre sonra sıkılırız ondan. Nasıl etsem de kurtulsam der ve yeni bir isteğe doğru yöneliriz." Ahir ömrümde okuduğum (evet Niçe'den bile bence) en bedbin feylesof olduğu halde yüzyıl öncesinden dopaminin çalışma döngüsünü çözmüş üstad. Kendisini alkışlamaktayım şu anda!

 Hiç adetim değildir ama dipnotu Fyodor Mihayloviç Dostoyevski'den yapalım: "Aslında insanı en çok acıtan şey, hayalkırıklıkları değil. Yaşanması mümkünken, yaşayamadığı mutluluklardır."

17 Kasım 2024 Pazar

"Sofranız Şen Olsun" Çocukluğuma Dair.

   Çocukluğumun önemli bir kısmı Bakırköy'de geçti. Madam Teyzemizin baktığı kahve fallarına kulak kabarttık. Sokaktaki arkadaşlarımın bir bölümünün adı Artin, Leon gibi artık fazla rastlamadığım isimlerdi. Güzel kukalı saklambaç oynardık. Nadir de olsa komşudan gelen topiği gömer, aşure ayında aşure gönderirdik. Dinlediğim bir podcastta kulağıma takılınca aldım. İki günde bitti.
   Takuhi Hanım, biyografik yemek kitabı yazmış. Gerçi yemek kitabı dememek lazım. Bir dönem, bir topluluğun tarihini mutfak reçetelerine yazıp yayımlamış. Güzel olmuş. Ayraçla işaretlediğim, deneyeceğim reçeteler olacak (gerçi uskumruyu kim kaybetmiş fakir bulsun). 
   Yemekte kullandığım soğanı ya piyazlık ya yemeklik doğrarım. Takuhi Hanım, fare dişi diyor yemeklik doğranmışına (o da güzel!). Yalnız farkedememezlik edemedim: soğan ne kadar baskın kullanılıyor tariflerde (en küçük tarifte: bir kilo soğanı fare dişi doğrayıp suyunu çektirip yağı ilave edin falan deniyor). İlk reçeteyi yaptığımda bu yazıyı güncelleyeceğim.
   Bir dönemin İstanbul'una ve yemeğe meraklıysanız öneririm.



14 Kasım 2024 Perşembe

"Einstein Ahçısına Ne Dedi?" Mutfak Bilimi.

  Yemek işine sarıyorum. Bunun için dinlediğim bir podcastta michelinli şefler bu kitaptan bahsedince almak ihtiyacı doğdu. O da nesi? Hiç bir yerde yok. Yardımıma yine nadir kitaplar satan bir platform yetişti. 334 sayfa. Yazarımız kimya profesörü. Aşçı yahut beslenme uzmanı değil ve fena halde Amerikalı. 
   Üslubu kolay ve mizahı yüksek dozda satırlarda; yemek pişirirken neler olduğunu bilimsel açıdan öğreniyoruz. Sadece yemek yapmanın değil mutfakla ilgili çok çeşitli detaylar da pattadanak verilmiş. Bu minvalde "esmer şeker daha faydalı", "himalaya tuzunun tadı hiç bir tuzda yok" gibi genelgeçer kaideler parça pinçik ediliyor ve aslında hergün gözümüzün önünde olup hakkında hiç bir bilgimiz olmadığı şeyler hakkında doğru dürüst bilgilendiriliyoruz (misal, mikrodalga nasıl ısıtır, buzdolabı nasıl soğutur, maya nasıl çalışır, bıçakları nasıl saklamalıyız, bakır kaplarımıza nasıl bakmalıyız ve buna benzer daha neler). 
   Tek eleştirim: yazarımızın kitabı üniversal değil de ABD'ye yönelik yazması. Nedir: verdiği örnekler sadece orada bulunan birtakım hazır markalardan ve FDA'nın standartlarından seçilmiş. Ben burada ne şekerkamışı şekeri, ne de akçaağaç şurubu bulabiliyorum. İhtiyaç da hissetmiyorum. Neyse ne. Genel olarak faydalı mıdır? Elbette. Eğer mutfak önlüğü giyen bir insansanız okumanızda çeşitli faydalar vardır.