Ben bu kitabın önsözünü okuyuncaya kadar sone nedir bilmezdim. Okur da ne menem bir şey olduğunu anlamadan okurdum. Neticede şiirdi. Şiir de fakir için, okuduğumda içimde bir yerlere dokunan büyülü kelimelerdi. Elbette zorunlu öğretimde zorla öğretildiğinden aruz denen o zenaata neredeyse düşman olarak (ne zordur onları ezberlemek! failatün failatün failün) büyümüş ve şiir gibi doğrudan ruha seslenen satırların kalıplara yerleşmesini anlamsız bulmuştum. Ancak gördüm ki: kimi dönemlerde sanat kendinden bağımsız olarak rağbet görmemiş (okuyanların sayısının az ve genellikle elit olmalarından). Oysa günümüzde sanatı öne çıkartan tek şey önce bir grup sanatseverin beğenmesi sonra da çok satması. Yaşadığımız postmodernitede bu yöntem de hızla bertaraf oluyor. Youtubeda çok tıklanmanız sizi bir anda sanatçı yapabiliyor. Neyse bu pilav çok su kaldırır, kısa keselim.
Soneler ilk kez yazarımızın ölümünden yedi yıl önce topluca basılmış (1609) ve günümüzde o dilin en bilinen şiirleri olarak tanınıyor. Şiir kitaplarının genelinde olduğu gibi yatağımın yanındaki komodinin üzerinde bir altı aydır duruyor. Ara ara açıp okuduğumda kimi tekrarlara denk geldiğimi anlayınca kitaplığa tayin oldu. O halde, burada yazmamda bir beis yoktur.
154 sone, Talat Hocanın (kitaba başlanmadan muhakkak okunmasını önerdiğim) şükela bir önsözü. metnin İngilizce asılları sol, çeviriler sağ sayfada. Tamamen sübjektif olarak yaptığım ahkam: günümüz şiirlerinden fazla değil az etkiledi fakiri. Sonelerin çoğunun genç bir erkeğe yazılması ve ateşli bir aşkı haykırması belki de yönelimlerime uymadığından oldu sanırım! Bilemiyorum artık. Önsözü okuduktan sonra "sone" denilen türün (aruzdan çok daha basittir) ne olduğunu da öğrendim ya, bu bile yeter. Hülasa; altını en az çizdiğim, derkenar yapmadığım şiir kitaplarının arasında yerini aldı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder