14 Nisan 2023 Cuma

"Triangle of Sadness" Çubuk Krakerin Gücü ve Kapitalizmin Sonu veya Güç Bozar!

 Ruben Östlund'un son filmi altın palmiyeyi kaptı, üç dalda oskar adaylığı birsürü küçük festivalde aldığı ödülleri var. Kare zaten aklımızda. Afiş gişe filmi gibi duruyor, yıldız kadrosunda Vuudiherılsın bittamam. Memleketimde vizyona girmesine çok var. Malum ortamlardan emip, izledim. Uzun (2s27d) ama iyi ki de izlemişim.
   Filmimiz üç bölüm, 1.Karl ve Yaya 2. Tekne 3. Ada. Açılış sahnesi (erkek mankenlerin seçme görüşmeleri) başlı başına üzerinde düşünmeyi hakediyor. Balenciaga ve H&M canlandırmalarını yaparken homo economicusun evrimleştiği son noktayı iliklerimize kadar hissediyor ve tüylerimiz diken diken oluyor. Sonrasında hesap gerginliği ve mecburi barış da ilişkilerin ne kadar hesapçı temellere dayandığını gösteriyor. 
   Tekne ise kapitalizmin süpersonik bir mikro modeli. Krem tabaka, beyaz yakalılar (ki para para diye zıplamaları ne acıklıdır) ve mavi yakalılar. Marksist bir Amerikalı Kaptan, kapitalist bir Rus oligarkı (onlara çılgın ruslar demiyoruz, zengin ruslar diyoruz!) ve daha neler.
   Ada ise çok başka bir alem. Tuvalet idarecisi Ebigeyl'in dizginleri ele alışı (hah, işçi sınıfı hakettiği yere geliyor (bu da bir yanılgı arakolpa)) ve elit erkek modelimizin damızlığa evrilmesi (ki bu evrimleşme süreci de derin sorular sordurur ilişkiler üzerine), çubuk krakerin gücü (filmi izlerseniz biliyorum gülümseyeceksiniz), Dimitri'nin ölen sevdiğinin mücevherlerini alıp usulca ayakkaplarına (bu da eski İstanbul ağzıdır ha!) yerleştirmesi (dolar milyoneri de olsan nekeslikte sınır yok), nihayetinde "gücün bozması, mutlak gücün mutlaka bozması" kaidesinin sınıf farkı olmadan işlediğini görmemiz. 
   Pek çarpıcı bir filmdir. Buraya yazmaya erindiğim ama iki saate sığdırılan şeyleri hatırladıkça sıklıkla gülümsediğim, ürperdiğim onlarca alt öge var (misal: tonton el bombası üreticilerinin sonuna gülümsemedim yarıldım). Ruubin bey çoğu zaman işlediği üzre sınıf farklılıkları, kapitalizmin şirinlikleri (burada ironi vardır dikkat!), günümüz ilişkilerini bir güzelce aktarmış beyazperdeye. İzleyin, pişman olmazsınız.

5 Mart 2023 Pazar

Antakya Ah!

   Geçen yaz iş için gitmiştim on yıllık bir aradan sonra. Gece geç saate vardım. Otele "Birşeyler atıştırabileceğim mahalle lokantası var mı?" diye sordum. Tarif ettikleri yere gittim. Floresan ışıklı, plastik sandalyeli, nefis ızgaralar yapan bir mahalle içi kebapçısı. Gecenin geç saati olmasına karşın kadınlar ve erkekler masaların yarısını doldurmuşlardı. Hepsi de mahalle sakinleri ve pek düzgün insanlardı. Tümünün masalarında kebapla birlikte bir kadeh rakı vardı. Dedim : "Yareppim, burası benim (çünkü uzunca süredir yeni Türkiye'deyiz) memleketim mi?" (bozkırda ve pek gri, pek ortodoks bir şehirde mukimim). Otele dönüşte ana caddedeyken (geç saate karşın dükkanların hepsi açık ve esnaf kapının önünde eğleşiyordu (malum hava sıcak)) karşıdan disko topu gibi bir elbise giymiş (üstelik gayet de straplez ve mini) bir taze seğirtti. Dikkat ettim ne esnaf ne de yoldakiler (ki kalabalıktı da) başlarını çevirip baktılar. Otele girişte (ki çevresinde gani barlar vardı (di li geçmiş zaman kullanmak bu kadar mı dokunur insanın içine)) bardan çıkan çakırkeyif yeniyetmelere denk geldim (böylesi bir rahatlık geceyarısından sonra ne Beşiktaş'ta var ne Kadıköy'de), ne güzellerdi. 

Sonraki gün Rum Ortodoks Kilisesinin arka bahçesinde bakan restoranda zıkkımlanıyordum. İçkili biryerdi, en az dört masada başörtülü bacılar ve seyrek bıyıklı eşlikçileri vardı, masalarında alkol yoktu ama gözleri kuzu bakışlı değil, kahkahaları pek velveleliydi. 

İçimden böyle ılık portakal şurubu gibi birşey aktı. Dedim "Hayat bayram olsa!". İşim sağolsun zincir otellerde konaklama imkanı verse de eski bir evden restore edilmiş daha mütevazı ve niş bir yerde kaldım (iyiki de). 

Konuştuğum her insan, güleryüzlü, yardımsever, ilgili ve bilgiliydi. Habib-i Neccar camiinde Pavlus ve Yuhanna'nın mezarında dua eden temiz yüzlü müslümanlar gördüm. Affan'ın Kahvesinde sahipleri gözleri parlayarak yaptıklarının Adana bici bicisinden farklarını anlattılar (gayet sarih İstanbul lehçesiyle (hanımefendi "mutbak" diyordu)).

 

 

Çınar Restoran yine ilk gittiğim 30 yıl önceki gibiydi (bak yine di li geçmiş zaman). Bir tek tavanın ahşaplarını değiştirmişler. Hafta içi kalabalık, eğlenceli (Antakya mezelerini al, yerine tapas koy olsun sana Endülüs, demografi aynı). 

Künefeciler meydanında geceyarısından sonra boş masa bulmak zor. Yine kapalı depolarda saklanan kocaman balkabakları, mahalle arası humusçular (ki büyük şehirlerde en pahalı yerlerde bulamazsınız öylesini (Kadıköy Çiya'yı tenzih ediyorum)) İş güç Harbiye'ye gitmeme engel oldu ama akşamları şehrin tadını dört dörtlük çıkardım. Dört günün sonunda ayrılırken (ne zordur) "çalışmak bitince (havası pek nemli ve sıcak olmasına karşın) insan burada yaşar, ne güzel son durak olur" diye geçirdim içimden. Bırak coğrafi ve mimari özellikleri, çok daha zengin bir hazinesi var Antakya'nın: İnsanları. 

   Kaç gündür elim klavyeye gitmiyor. İnsan arkasından bıçaklandığında bir ciğeri söner de diğeriyle nefes almaya çalışır ya! (ben gördüm öyle vaka), işte öyleyim. Tüm anılarım yerle yeksan olmuş, o güzel insanlar bir yudum suya muhtaçlar. Uzaktan ne kadar destek olunabilirse oluyorum ama içim acıyor. Tüm temennim; Antakya en büyük hazinesini yitirmesin, o insanlar yine dönsünler oraya. Afet bölgesinin tümüne içim yanıyor ama en çok anılarım Antakya'da olduğundan oraya nar gibi köz bastırıyorlar sanki.  

6 Şubat 2023 Pazartesi

"Decision to Leave" Park Chan-wook'un Cinai Aşk Tarifi.

   2003'te Oldboy'la beni benden almıştı yönetmen beyimiz. Arşivimde duruyor ama pek izlemiyorum, hassas kalpler için pek serttir. 2022'de bu işi çektiğinde "nasıl etsem de izlesem?" diye küşümlendim. Sinemalara gelmesine daha var. Malum ortamlara düşünce hemen izledim.
   Açılış bildiğiniz polisiye. Çözülemeyen davalar, meçhul cinayetler. Derken eksen daha başka yerlere kayıyor ve "aşk herşeyi affeder mi?" diye çığıran (nedense sayın ferahın o şarkıyı "çığırdığını" düşünüyorum) sayın ferah düşüyor insanın aklına. Holivut sinemasına alışkınsanız akışı takip etmeniz külfetli. Flashbackler (ne işim olur fleşbekle?) Geriye dönüşler, canlandırmalar (bu canlandırmaların içinde anlatılanın olması) ve atlamalı kurgu; frontal lobları iyice ısıtır. Çok ince görülen yerler, çok fazla veri girişi var (ikinciye izlenir yani). Yönetmenimiz: aile, sadakat, aşk, yasak aşk, mesleki etik, etik gibi hasletleri lamele yatırır gibi dilim dilim doğruyor. Kore filmlerinde çokça gördüğümüz üzere duyguların taaa dibine kadar neşteri sokuyor. Ceketinde 12, pantalonunda 6 cebi olan süpersonik dedektifimizi de takım elbiseyle gelgitte bağırtıyor. 
   Oldboy'da intikamın filmini çekmişti Park Chan-wook, burada aşkın insana neler yaptıracağını ve yaptıramayacağını çekmiş. İlki kadar sarsıcı değil ama ben izlerken çeşitli hazlar aldım. Marvel seviyorsanız sıkılabilirsiniz ama ben arşive attım.

5 Şubat 2023 Pazar

"Ahtapotun Rüyası" Memleketimden Fantazya!

  Yüzüklerin Efendisi'nden beri fantastik roman okumadım (bu arada üstüne tanımam). Geçen yüzyılda biten fantastik roman okumalarıma, yeni yılda bir dostumun önerisiyle başladım. 

 221 Sayfalık romanımız; İrrasyonel'le paralel okuma yapılması nedeniyle bir on gün kadar aldı. Bu arada: hayatınızda kararsız kaldığınızda okunacak bir kitaptır İrrasyonel. Ne zaman dara düşsem, okurum, zihnimi berraklaştırır. 

  Hasan travmatik bir kişiliktir ve birtakım travmalardan yeni kurtulmuştur. Eskiciden aldığı antika masanın içinden kadın elleri çıkar. Hasan ellere meftun olur, olaylar gelişir. İki kanallı gelişen romanımız (ölüler ve diriler alemi) birçok fantastik eserden ilham almış (Yüzüklerin Efendisi'ndeki Gollum burada Mustak olmuş, 1001 Gece Masallarındaki Şehrazat Dağkuşu ve daha niceleri!).

   Anladım ki: fakir fantazya insanı değil. Hayalgücümü kanatlandıran unsurların (uyduruk da olsa) bilimsel gerçeklere dayanması daha çok hoşuma gidiyor. Yazarımızın hayalgücü bilime ihtiyaç duymadan şımşıkırdak sayfalar yazmasına engel olmamış. Üstelik bu fantazyanın içinde Dede Korkut gibi bizden ögeler olması da hoş. Velhasıl: fantazya sevenlere öneririm.

1 Şubat 2023 Çarşamba

Uykusuz Bitti!

   Kaç gündür yazmak istiyorum, elim varmıyor. Perşembenin gelişi çarşambadan belliydi. Kaç sayıdır emareleri vardı. Yazılarına meftun olduğum Engin Ağabey bile en son konuşmamızda sinyallerini vermişti. Konduramıyordum, içten içe biliyordum ama ani oldu. Mizah dergileri (bir ikisi hariç) uzun soluklu olmaz ama Penguen'den sonra sadece iki tane kalmışlardı. 15 Yıldır düzenli alıyorum. Son yıllarda hep ikişer alıp işyerinin sosyal alanlarına, üniversite kantininin görünür yerlerine bırakıyordum. Ama kimsenin ellerinde göremiyordum, bayiilerde (bayii mi kaldı arakolpa!) üç beş tane mostralık getirip bırakıyorlardı. O da iadeye düşüyordu büyük ihtimal.
   Kolay değil neredeyse 45 yıllık iptilam. Gırgır, Fırt, Çarşaf (sonuncusundan pek hazzetmezdim)'la başlayan mizah dergisi okurluğum, hiç aksamadan bugünlere kadar geldi. Nedir: yaşadığımız ülkenin haline ancak kahkahayla karşı koyabilmeye inandım. Elimizdeki en büyük gücün kahkaha atmak ve sarakaya almak olduğunu zannettim (hala da öyle zannediyorum). Ancak Yeni Türkiye'de mizah yapmak riskli günümüzde. Mizahçı dediğin muhalif olur (olmayan misvak tayfasının satışları (takviyeli kıtalarla bile olsa) ortada), zeki olur, ince görür, sıkı düşünür (Bkz.K.Aratan, G.Tekin, S.Gönültaş, İ.Ertem, E.Ergönültaş, E.Ablak ve niceleri). Artık onlar da azaldı, yenileri hevesli değil (nasıl suçlayabiliriz ki?). Ben Kaan Sezyum gibi ümitvar değilim. O: "mizah ölmez, küllerinden yine doğar" minvalinde yazmış son sayıda ama (kadrolu gamlı baykuşunuz olarak) sanıyorum ki son 20 yılda bu millet bırak mizah duygusunu, yaşama sevincini yitirdi. Var içimizde neşeli şirinler ama azınlıktalar artık. Risk almayan mizah da fazla okunmuyor. 
   Net olarak hatırlıyorum dönemin başbakanını dansöz kıyafetinde kıvırtırken çizmişlerdi de (Özal'ı özleyerek yad edeceğime inanmazdım hiç) "ne  güzel çizmiş keratalar!" diye eleştirmişti. Şimdi aynısının yapıldığını varsayıyorum (Bırrr!). 
   Artık Perşembeleri (bozkırdaki dağıtım biraz sorunlu Çarşamba'dan gelmiyordu çoğu kez) Başaltı Hikayelerini, Engin Ağabeyin güzelim yazılarını, Esnek ile Geniş'i (ne güzel insanlar onlar), Güneri İçoğlu'nun naftalin kokulu cümlelerini ve daha nice gülümseten ayrıntıyı (ama günü şenlendiren, ufku açan önemli ayrıntılar) okuyamayacağım. 
   Kaleyi savunan son cengaver (ve galiba Gırgır'dan sonra en uzun soluklusu) Leman kaldı. O da A4 boyutlarında (yine iyi, bir ara A5 gibi çıkmıştı), yakın gözlükleri takmadan okunmuyor, orada Atilla Atalay'ın, Feyhan Güven'in, kimi zaman K.Aratan'ın, C.Yılmaz'ın incilerini okuyacağız, gülümseyeceğiz, okumaya, okutmaya çalışacağız. Mizah önemli, ihmale gelmez.
   Bu arada içimdeki ergen: Mayıs'tan sonra bir değişim yaşanırsa, insanlar umutla bakarsa geleceğe, muktedirleri eleştirmek kolaylaşırsa (o zaman da muhalif olacağım (kanımda var bırakamıyorum)), yaşam neşemiz geri gelirse; mizah zümrüdü anka misali yeniden dirilir diye ümit ediyor. Umut fakirin ekmeği, ye babam ye (Yaşar Kemal Usta'ya bin selam! (biliyorum söz anonim ama ben en çok ustanın kitaplarından hatırlıyorum (burası da benim dükkanım, canım Ustaya selam sarkıtmak istemiştir belki))).

24 Ocak 2023 Salı

"Misafir" Ya İçindesindir Çemberin Ya Da Dışında Yer Alacaksın

 Esin, Rikkat ve Adalı. Esin ve Adalı içerisinde evin, Rikkat görece dışında. Ev dediğimiz: akıl hastanesi, Esin ve Adalı mukim, Rikkat ise hemşire. Hepsi başka evlerin içinde kapalı. Esin oraya nasıl geldiğini bilmiyor, Adalı herşeyin farkında, Rikkat, uzun zaman önce geçen anıların ardından keşkelerle süslenmiş günlerini dolduruyor. İşler gelişiyor. 
   329 sayfalık romanımız iki kişinin anlatımıyla ilerliyor. Esin'in genç, Rikkat'in yaş almış anlatımları arasındaki fark, yazarın diğer kitaplarında olduğu gibi ilgi çekici. Yine unutulmaya teşne ancak güzelliklerinden birşey kaybetmemiş tozlu kelimeler gırla gidiyor Rikkat'in tarafında. Diğer romanlarının aksine bunda araya bir de komplo teorisi yerleştirilmiş derin devletle ilgili (dur bakalım olabilir mi? neden olmasın? (o çok yere göğe sığdıramadığımız Norveç bunun daniskasını yapmamış mıydı? Yapmıştı)). Rikkat'in geçmişle ilgili keşkeleri ve bunlarla ilgili bitmemiş temennileri altını çizdiğim yerlerdi. İlginç konusuna karşın yazarın pek sevdiğim eserlerinden olmadığını itiraf etmeliyim. Ortaları hayli geçmesine karşın sarmadı. Bu yüzden uzun sürdü bitirmem. 
   Böylece dipsomanimin dibine vurarak erittiğim Nermin Yıldırım kitaplarından sadece biri kaldı geriye okumadığım. Onu da bir dostuma ödünç vermiştim okuması için geriye gelinceye kadar (vitesi boşa almak adına) Montaigne'in Denemeler'ini karıştıracağım. 
   Hülasa; NY'a başlamak için iyi bir seçim değildir ama seferberlikte okunur.

Rikkat'in dilinden: "batmaktan korkmayan şilepler, uçmaktan korkmayan uçaklar, düşmekten korkmayan insanlar hep alıp başlarını bir hayale doğru gitti. Kalanların payınaysa, yalandan bir emniyet ve bolca ukde düşüyor şimdi." (S.274)

22 Ocak 2023 Pazar

"Üç Renk Mavi", Acıyla Başa Çıkmak ve Özgürleşmenin Zorlukları!

 Geçen yüzyılda İstanbul Sinema Günleri'nde (daha festival bile değilken) izlemiştim. Cehaletin ferahfeza gamsız sularında yüzerken sığ bir bakışla değerlendirip sıkılmıştım. Sonra Kezlovski ustanın diğer işlerini görünce, kendisini uluslararası sinemada ünlendiren Mavi'yi bir kez daha izleyip daha farklı yorumlar getirmiştim. Son zamanlarda yaşadıklarım yüzünden bir kez daha izlemem gerekti. Babylon'dan sonra ilaç gibi geldi.
   Julie acıyla tanışır. İlk başlarda hayatına son vermeye kalkıştıracak pek cesametli bir acıdır bu (lakin hayat tatlı, Julie'nin intihar girişimi akamete uğrar (hoş başarsa ne olacak?)). Acısını çağrıştıracak herşeyleri atar hayatından (kaşaneden, çocuksuz apartman dairesine taşınma, kocasının yarım konçertosunu çöpe atma, tüm bilinen çevreyi, insanları, eşyayı terk). Ancak acısını anımsatanlardan ne kadar uzaklaşmaya çalışsa da , bunun ipuçları, çağrışımları onu bırakmayacaktır (kah bir sokak çalgıcısının çaldığı ezgilerde, kah bir televizyon ropörtajında, kah evinde yavruyalayan farede, kah kocasının sevgilisinin doğacak çocuğunda). Böyleyken Julie acısıyla yüzleşerek yeni bir başlangıç yapacak ve filmin başından beri dökülmeyen gözyaşları (cülyetbinoş tüm film boyunca dolu göz pınarları ile oynuyor ama bir damla yaş dökmemeyi başarıyor) en nihayet serbest kalacaktır. 
   Kezlovski usta filme müzik yakıştırmamış. Müziğe göre film çekmiş. Filmi adsız olarak piyasaya verseydi zaten ismi şizofreninin rengi Mavi (Bkz.Mavi At Kafe 5evler)  olurdu. Julie'nin kızının şeker paketinde, kocasının nota dosyasında, yüzme havuzunda, balkon camlarında, konçertoyu yazdığı kalemde, taktığı yüzükte ve daha farkedemediğim birçok ayrıntıda mavi karşınıza çıkıyor. Duyguların kırılma yaptığı noktalarda ekranın kararıp konçertonun farklı bir partisyonunun duyulması ve sonra yine aynı yerden aydınlanıp devam etmesi çok çarpıcı. Flüte yüklenen anlam da dikkat çekici. Hülasa, acıların üstüne (Acıyı bal eyleyen Hasan Hüseyin'e bin selam!) özgürlüğünü oluşturmak kolay değil ama sonrası iniş yokuş aşağı.
   İzleyelim, düşünelim.

21 Ocak 2023 Cumartesi

"Babylon" Sinematik Belgesel.

  Damien Chazelle'in yeni filmi çıkmış, durur muyum? İlk gece gittim. Bayağı uzun (3s9d). Açılışta izleyiciyi hemen yakalayan ve uzunca bir süre bırakmayan tempolu bir kurgusu var. 1920 Amerika. Savaş sonrası refah ve rahatlığı, sinema henüz sessiz. Meni ve Neli; bir sinema kompradorunun partisinde (ama ne parti) tanışır (Meni, Neli farkına varmadan ona aşık bile olur). Neli; yıldız olma hayalleri kuran yetenekli bir hilibili, Meni ise bildiğiniz ortacıdır (ama ne zeki ortacı). İşler gelişir. 
   Açılışta gördüğümüz parti, Gaspar Noe'nin Climax'ına aşık atar ve hatta geçer. Büyük bir nefesli big band, cüceler, filler, narkotik deposu (kokainler kiloluk tepelerde!), şuurunu kaybetmiş, tamamen id kontrolünde (yahut kontrolsüzlüğünde) bir kalabalık. Neyse görmek gerek (bunu nasıl, hangi kamerayla çekmişler diye şaşırdığım çok sahneler vardır). 
   Kostümler, oyuncular (margorabi (çok güzel), bredpit (çok cool), diegokalva (oldukça yakışıklı)), dekorlar, kurgu (ortalarda aksıyor, sonda ciddi tekliyor ama genel olarak iyi), renkler, kadrajlar, müzikler (müzikte oskar alır bence), renkler gayet iyi. 
   Ancak; (metinde ancak varsa öncesini okumayın der bazıları) tüm bunlara karşın pelikulamız genel olarak dönemin adeta bir fotografisini kimi insan hikayeleri etrafında veriyor (son izlediğim filmlerde karşıma sıkça çıkan neticelenmemiş aşk teması burada da var (yoksa mavi araba sendromu mu? bilemem)). Sorular sordurmuyor, herhangi bir ciddi mesajı yok (ırkçılığa ve sınıf farklılıklarına kısaca değinmiş), sonlara doğru Bunuel'in Bir Endülüs Köpeği'nden (taa 1929'da çekilen bir kısa filmin fakirde travmatik etkileri olması da vel minel garaip), Matrix'e, Tron'a ve hatta en son Avatar'a kısa kısa yer verilmesi; filmimizin, sinemanın evveline ve ahirine bir saygı duşunda bulunmak çabasında olduğunu düşündürüyor. Lakin izleyiciye aktarılan sadece 1920 ve 50'ler arası dönem (sessizden sesliye geçiş ve sancıları iyi aktarılmış, ona diyecek yok). Endüstrileşen sinemanın acımasız yüzü, proleteryanın tiyatrosu rolünü nasıl üstlendiği, kitleleri nasıl etkilediği bittamam verilmiş. Eee sonra! Sonrası yok. 
   Hülasa, üç saat uzun. İş iyi işlenmiş ama nasıl söyleyeyim? Şöyle söyleyeyim: birbuçuk metrelik iyi bir adana kebabına hallenmek başlarda iyidir ama sonlarda zorlar. İşte tam da öyle. Yine de siz bilirsiniz.




PS: Yalnız tobimeguayr'a sosyopatlık ne yakışmış kardişim!

15 Ocak 2023 Pazar

"Bursa Bülbülü" 80'ler 80'ler!

   Yıl 1986, Mudanya. Çay bahçelerinde piyanist şantörler. Cengiz ve peruğu, yukarı mahalleden Arzu, ciddi bir yaş farkı, olmaması gereken bir aşk. Gelişen olaylar.
   Sanat yönetmeni (belki farkında olmasanız da) iyi iş çıkarmış, sarı telefon kulübeleri, elvan gazozları, Fahrettin Aslan (çok iyi benzetmişler (sadece o oyuncuyu bu filmden ayrı bir yerde farklı bir dekorda durdurun "- A Fahrettin Aslan'a bakın!" derdim)), saçlar, vatkalar, kolu sıvalı ceketler (itiraf edeyim ben de giydim onlardan), kaset kapları, 80'lere özgü albüm kapakları ve daha nice gözünüze çarpmayan ancak dönemi yansıtan ayrıntılar.
   Ata Demirer bu kez farklı bir son temasıyla bitirmiş. Daha önce Cici'de Olgun Şimşek'in son konuşmasında olan temayı son yarım saatte işlemiş. Karşılık bulamayan aşk, insanın iman tahtasına bir değirmen taşı koyar. Ya onunla yaşayakalırsınız ya da yaşayamazsınız. Her ikisi de hazindir.
   Eğlenceli zaman geçirmek için ilk birbuçuk saatini izleyin, son yarım saati pas geçebiliyorsanız geçin. 

"The Banshees of Inisherin" Martin McDonagh'ın Son İncisi.

   Yönetmenimiz neredeyse beş yılda bir film çekiyor. İlk "In Bruges"de çarpmıştı fakiri (yılda bir kez döner durur yeniden izlerim). Sonra "Seven Psychopaths" geldi, en son da "Three Billboards Outside Ebbing, Missouri". Hepsi iyiydi (bence en iyisi ilkiydi ama). Yıllar geçti, en son filminden bugüne beş yıl oldu. Diyordum "nerede yeni film?".
   Sonra baktım afişlere: Kolinferıl, Brendıngliisın ve Yönetmenimiz. Bruges'deki kadronun aynısı. Elbette beklemelere doyamadım, malum ortamlara düşünce de en yüksek çözünürlükteki versiyonunu alıp sakin sessiz bir akşam kolladım, cep telefonunu uçak moduna aldım, single maltımı&çubuklarımı (çünkü tek sorti az gelir dedim (iyiki de)) hazır ettim, oturdum kordelanın başına.
   Filmi ya çok seversiniz ya da hiç. Film okuma aşamasına gelmiş olmanız yahut sadece eğlencelik filmleri izleyebiliyor olmanız hiç farketmez. Çünkü; en sinema "okuyucusu"ndan en sadecemarvılfilmleri izleyebilen arkadaşlarıma kadar pek değişik tepkiler duydum. Genellikle de en beklemediğim tepkileri aldım. Bende önceden koşullandırılma olduğu için çok sevenlerdenim. Zenaat açısından bakıldığında hiçbir falso bulamazsınız. Filmi konuşma olmadığı hangi anda olursa olsun durdurun, çerçeveletip asabilecek güzellikte tablolar çıkar. Müzikler, diyaloglar, oyunculuklar (kolinferıl oskar alabilir bence (o nasıl bir bencil, ebleh, saf ve iyiniyetli bir karakterdir öyle!)), renkler, kostümler, sanat yönetimi; velhasıl aklınıza gelebilecek her unsur çizgi üstüdür.
   Gelelim sanat yönüne. Sanat denildiğinde benim aklıma yukarıda saydıklarımdan azade, bana neler düşündürdüğü, neleri sorgulattığı, neleri hissettirebildiği geliyor. Yoksa bayılmıyorum metafor kovalamaya (çengelli sopa, durmadan gözümüze sokulan haçlar ve daha neler). Bay Martin, bu kez diyeceklerini daha bir derli toplu aktarmış izleyiciye.
   1923, İrlanda, küçükçe bir ada, anakarada iç savaş var. Uzun süren bir dostluk. Taraflardan biri entellektüel (mesleği hakkında herkesin bir tahmini var, bence denizci, o evdeki objeler 1923'de dükkanlardan alınmaz, denizci dürbünü cabası) diğeri mandıracı (naifliğin vücut bulmuş hali). Bir gün Colm (denizci olduğunu varsaydığım) Padraic'le (naif olan) görüşmek istemez olur. Olaylar gelişir (işin içine külli miktarda İrlanda çılgınlığını katarak).
   Ben iki insanın ilişkilerinin tek taraflı olarak bitirilmesini eksene aldım. Ha! taraflardan biri kifayetsiz entellektüel (derinliğini müzik olarak veriyor ve Mozart'ı referans gösteriyor ama Padraic'in kardeşi Siobhan (o da şahane bir karakterdir) ondan daha derin, giderken kapağı oturtuyor haklı olarak) diğeri saf iyilik (ancak kardeşinin gidişindeki ilk endişesi "yemekleri kim yapacak?" oluyor, hımm demek ki altta ciddi bir bencillik var) ve Colm ikazsız dönen taret (bunu da ancak fırkateyn geçmişi olanlar bilir) misali davrandığında ve bu kararını çok kanlı bir şekilde sürdürdüğünde haksız görünüyor. 
   Uzun yıllar sürdürdüğünüz bir ilişkiyi artık istemez olduğunuz için aniden bitirebilir misiniz? Benim düşündüğüm buydu. Bunun yanısıra filmdeki favorim Dominic için saf iyilik diyebilir miyiz? Bendeniz derim. Bir kez daha izlesem yine derim. İmkansız aşkının (mı yoksa başka saik var mıdır bilinmez) trajik sonundan önce Padraic'le yollarını hiç tereddütsüz ayırması (bunun nedeni de Padraic'in saflığının lekelenmesidir), doğru bildiğini pattadanak söylemesi, gerçek iyi&doğruyu kimsenin sevmemesi kaderini paylaşması ve daha başka bir çok şey. 
   Yazmalara doyamıyorum ama daha fazlası konsepte aykırı. Huzurlarınızdan çekilirken; ilk yarım saate bir bakın sararsa devam edin diyorum. Ben arşive aldım, yılda bir olmaz ama iki yılda bir kesin!

8 Ocak 2023 Pazar

"Bavula Sığmayan" Nermin Yıldırım'ın Son Öyküleri.

   İkrah geldi NY okumaktan diye düşünürken, bibliyofil bir dostum yeniyıl hediyesi olarak getirdi masama koydu. Bakmayayım dedim, merakıma yenik düştüm, gördüm ki öyküler var. Ucundan başladım, kendimi alamadım, uzun da değil (229 s.) hemen bitti. 
   Kısımlı öyküler. Birinci kısım: (Aile Yalanları), üç öykülük bir bölüm. Bir olaya üç açıdan bakıyoruz. Görüyoruz ki; yaşananların, baktığınız yöne bağlı olarak çok farklı derinlikleri olabiliyor. İnsan birbirini tanıdığını zannederken aslında tanımıyor. 
   İkinci kısım (Dolunay Kaçıkları), zannediyorum ki biyografik ögeler içeriyor. Üçüncü kısım (Kronos Aylakları) ise ortaya karışık. Kısaları da var, orta uzunlukta olanları da. Sayın Yıldırım öykülerin arasına eşcinsellik, kadına şiddet gibi günümüzün trend (ne işim olur trendle?) revaçta konularını serpiştirmiş. Bunların, yazdıklarım çok okunsun gibi bir kaygıyla yapılmadığını biliyorum (zaten ilk baskı 50 bin yapılmış (çok sevindirici)). 
   Öykülerin hepsi de ruhunuzda farklı bir yere dokunuyor. Beni en çok etkileyen 169.sayfada başlayan "Nihan'ın Söyleyecekleri" ve hemen ardından "Nihan'a Söyleyeceklerim" oldu. Yıldırım'ın kitaplarında hayatımda paralel pek çok yerle karşılaştım. Bu da tesadüfen denk gelen bir tevafuk mudur bilemedim (cümledeki eşanlamlıları çıkarırsanız aşırı sadeleşir). "Dünya Güzel Yer" de güzel açıdan vuruyor zihni. Fihriste bakıyorum, "okumasaymışım da olurmuş" dediğim öyküleri bulamıyorum. Aklıma hep Mark Twain'e, neden öykü yazmıyorsun? dediklerinde hazretin verdiği cevap geliyor. "-Öykü yazacak kadar çok zamanım yok." Müptelaları ıskalamayacaklardır zaten ama müptela olmayanlar için de öykü seviyorsanız kaçırmayın.  

7 Ocak 2023 Cumartesi

"Kurak Günler" Hal-i Pür Melalimiz.

  Festivalde gitmeye hallenmiş, hastalanınca gidememiş, "ah vizyona da girmez salonlarda oynamaz, gitti gider" diye üzülmüştüm. Sonra gerek filmin iyi olması gerekse Kültür Bakanlığı'nın desteğini çekmesi (filmin geniş kitlelere ulaşmasını sağlayacak, muktedirler açısından son derece yanlış bir hamle!) sonucu salonlara geldi, uzunca da kaldı (kalıyor), dün gittiğimde salon doluydu neredeyse (ne güzel). 
   Seküler ailenin idealist ama toy oğlu yeni mezun savcımız Emre, kasabada başlar ilk görevine. İlk gün sokaklarda gördüğü domuz avı (ki ne süpersonik bir çekimdir o), kurulu düzenle ilk çatışmasını ortaya çıkaracaktır. Ancak, artık ertelemekten kaçınamadığı belediye başkanının yemek davetiyle, kurulu düzene paçasını kaptıracak ve Flight'da denzılvaşinktın'ın yaptığı gibi bir vicdan muhasebesine pek de sağlam giremeyecektir. Filmimizin sonu ise El Ciudadano Ilustre'nin (kasaba realitesinin Arjantin versiyonu) finaliyle neredeyse birebir örtüşmektedir. 
   Uzunca sayılacak süresine karşın (2s9d) izleyiciyi bir tür zihinsel mengeneye alan ve huzursuzluğu taa sonuna kadar bıraktırmayan bir kurguya sahip filmimiz. Oyunculuklar, çekimler, renkler, sesler, kadrajlar çizgi üstü. Zenaata diyecek bir şey yok, sanat açısından da gayet tatmin edici. Filmin son yarım saatte gördüklerimiz umarım önümüzdeki seçim döneminde yaşanmaz diye geçirdim içimden (nasıl endişeleniyorum bilemezsiniz). 
   Fundamentalist bakış açısıyla "içki bütün kötülüklerin anasıdır" çıkarımını yapabilecek kadar sığ değilseniz, altında bir dünya mesaj, ince göndermeler (seküler görünümlü hakimin gizli eyyamcı olması gibi) bulabilirsiniz. Senarist ve yönetmen Emin Alper kendine biraz kötülük etmiş. Bundan sonraki işleri umarım bunun altında kalmaz. Kalmazsa da çok iyi. NBC'den başka bakış açılarına da ihtiyacımız var. İzleyelim, izlettirelim. 


5 Ocak 2023 Perşembe

"Glass Onion" Güzel Polisiye Ancak!

 "Knives Out" pek şükela bir polisiyeydi. Çok katmanlı ve zekice kurgusu (katil ve maktul tarafından kabullenilmiş kazara cinayetin aslının göründüğü gibi olmaması! (bu sürprizbozan sayılmaz, katillere ilişkin hiçbir çıkarımda bulunamazsınız)), güzel görüntüleri, vasat üstü oyuncu kadrosu ve denyılkreyg'in ete kemiğe büründürdüğü (çakma Hercule Poirot) protagonist (ne işim olur protagonistle?) esas oğlan; kordelayı benzerlerinden farklı bir rafa kaldırmama neden olmuş, ikinciye de izlemiş, birincide kaçırdığım ayrıntıları daha iyi fark etmiştim.
   İkincisini de bekliyordum doğrusu. Nedir: stream kanallarının birinin alacağını tahmin etmemiştim. Benoablen, bu sefer kerhen (sürprizbozan vermeyelim) katıldığı bir ultra zengin toplantısında gri hücrelerini çalıştırıyor. Hakkını yemeyelim: filmimizin birincisinden aşağı kalmayan yerleri var (oyuncu kadrosunda iitınhovk'tan, keythadsın'a, deyvbotista'dan, hüügrent'e kimi ararsan gırla!). Görüntüler, mekanlar, kostümler, kadrajlar çizgi üstü. Ultra zenginliğin ne olduğunu daha iyi anlıyor insan (oha! diyorsun serenavilyıms kayıt değil canlıymış!). Çıkar odaklı dostlukların güzel tahlili var. Paranın insanı nasıl bozduğu var. Ancak genel polisiye kurgu birincisinde olduğu gibi akıl fikir işi değil, climax (nedir yahu climax?) tepe noktası fazla yüksek değil, final ise bildiğiniz zayıf. Her iki filmi de izlemediyseniz bence önce bundan başlayın, sonra birincisini izleyin (yamulmuyorsam her ikisi de aynı platformda var). Daha iyi karşılaştırırsınız. 

27 Aralık 2022 Salı

"Saklı Bahçeler Haritası" Biraz Depresif!

 

   Behiye ve Suad. 1961 yılından mektuplar. Bunların niye kendine yollandığını anlamayan garibim Rıdvan. İbn-i Haldun'un "Coğrafya Kaderdir" sözünü boşa çıkarırcasına paralel gelişen (6-7 Eylül olayları ve Almanya'da Yahudilere edilenlerin eşzamanlılığı ve daha niceleri) talihsizlikler, insanevladının birbirine ettiği zulümler, iç savaşlar, dış savaşlar neler neler. 

   Vakıa; öznel bir değerlendirme olsa da; fakire en çok hafakanlar bastıran NY kitabıdır. Belki UBA'nı okuduktan hemen sonra yatırsaydım rahleye böyle olmazdı ancak bir önceki kitabından sonra oldukça defresif geldi. Yazarımız finali yapmadan okura yine bir takla attırıyor (haydi takla demeyelim de) spagat açtırıyor (onu da açan bilir). Ancak son dönemde sıkça okuduğumdan, yazarımızın bu itiyadını bildiğimden, bekliyordum böyle bir kapanışı (o yüzden spagat açmadım (iyiki de)). 344 sayfalık roman biraz oyalandı bitmek için. Karşılaştırmalı tarih nedir diye merak edenler de okusalar yeridir. Nermin Yıldırım'a başlangıç yapmak için iyi bir seçim değildir. Yine de ıskalanmamalıdır (yalnız ne ahkam kestim yahu!).

22 Aralık 2022 Perşembe

"Avatar, The Way of Water" Amman Diyorum!

   Geçen hafta gitmeme karşın elim yazmaya gitmedi. Üstelik üç buutlu (eskiden böyle derlerdi) göreceğim diye 4D diye birşeyde izledim (yüzünüze su püskürten, her aksiyonda hoplayıp zıplayan, sisli sahnelerde ortama sis basan bir ortam). Üç saatin sonunda okkalı bir sorgudan çıkmışçasına "yanlarım" ağrıyordu.
   Görsellik, efektler şahane. Başka da bir şey yok. Üç saate sündürülmüş, eskisinden farklı bir fikri olmayan, senaryoda kuşak çatışmalarını&balina avcılığının vahşetini&toplumun ailenin önemini öne çıkarmaya çalışan çok zayıf bir film olmuş maalesef. 
   Bu mecrada yazdığım sinema filmi tanıtımlarından az çok bir sinema filminden neler beklediğim tahmin edilebilir. Bilimkurgunun da iptilasına mahkumum. Tüm bu çerçevede samimiyetle diyorum ki: uzak durun! 
   İzlediğim en güzel ekran koruyucusuydu, sualtı sahnelerinde "yazlık elbiseyi (dalış camiasında shorty olarak bilinir) ve 6 kilo ağırlığı takarak, en son dalış maskemle (pek küçük bir scubapro, haliyle görüş açısı çok geniş (bu eserde ürün yerleştirme bulunmaktadır)) kayalık yerlere, bereketli taşlara (bunu da agaşonu bilen bilir) dalsam" diye iç geçirdim. Ama hepsi o. 
   Frontal loblarımı çalıştırmaya yeltendiğimde ise (- Gezegeni işgale başka dünyalardan gelmiş insanlar balina avını öyle mi yapar? -Antagonistin (ne işim olur antagonistle, protogonistle, kuntagonistle?) kötü adamların ölümü, klonlamayla (üstelik upgrade olarak) imkansız ise niye bu şiddet? -Gezegenin işgalinin karşısındaki tek engel, küçük bir kabilenin şefi midir? -Telgrafın tellerine kuşlar mı konar? (kafamda deli sorular)) hep akamete uğradım.
   Kısaca: ben yandım siz yanmayın a dostlar!

20 Aralık 2022 Salı

"Happines" Çok Sert Çok.

   Yüksek puanı ve sıradışı kastı (ne işim olur kastla?) oyuncu kadrosu yüzünden oturdum başına, işler biraz sarpa sarmaya başlayınca bıraktım, ertesi gün devam ettim. Bir günde hazmedilecek bir şey değil. 
   1998 Yapımı, oyuncular ve oyunculuklar çok iyi (filipseymırhafmın gençliğinde ciddi ciddi metdeymın'ın kilo almış haliymiş yalnız!), kurgu enfes (kararan sahneler falan), senaryo gayet derin. Açılış sahnesi zaten seyirciyi cuppadanak içine çeker (Conlovitz'in o içli hali ne dokunur insana). Daha sonraysa 20.yüzyılın sonundaki amerikan rüyasına bir göz atar, mutluluk denen bulunması zor mevhumun peşine koşan insancıkların hallerini izleriz. Yalnız bu izleme seyirciyi cinayet (hem de canavarca cinayet), aldatma, hıyanet ve en kötüsü pedofiliye götürür. Tevekkeli izleme yaş sınırı 17. Kaldı ki 17 yaşında bile izlemek sarsıcı olabilir. En son şu filmde ciddi rahatsız olmuştum, Srpski Film yine en rahatsız olduğum film ama bunu da rahatlıkla ikinci sıraya koyabilirim.
   Aileyle izlemeyin, tek başına ve mutluluk konusunda kimi şeyleri sorguluyorsanız izleyin, yoksa zihnimi boşaltayım, hoş vakit geçireyim, zaman ezeyim diye izlenecek şey değildir. Bakış açınıza göre çok farklı incelikler görmeniz mümkündür. Misal: en son sahnede gelen yeniyetmemizin eyleminin sonuçlarının dağılım skalası (böyle bir tamlamayı da kullandım ya, kendimle ne kadar gurur duysam az) çok zihin açıcıdır. 

17 Aralık 2022 Cumartesi

"Phil Stutz" Ünlülerin Terapistinin Arka Bahçesi.

 Bugünlerde; ahir ömrümde hiç olmadığı kadar psikiatrist, psikolog, terapist gördüğüm ve okuduğum için, netflikste yayınlanan bu uzunca (1s48d) belgeseli de izledim. Dr. Stutz, holivutun gözde şrinklerinden biri. Conehhil'de, bir danışanı olduğu psikiatri koçu (evet bildiğiniz terapi koçudur yöntem olarak) hakkında bir belgesel yapmış. 
   Filştutz, danışanlarına küçük alıştırmalar, aletler (zihni aletler elbette) ve yöntemlerle ciddi bir ara gazı vererek ("sonunda salaha ereceksin, mutlu olacaksın" (külli yalan)) tedavide başarılar sağlamış. Keçiboynuzu tadı veren belgeselimizin aklımda kalan bölümleri oldu (bir 6 dakikası falan (hayatta, acı, belirsizlik ve durmadan çalışma kaçınılmazdır)). Ama sonunda şunu gördüm ki: söyledikleri tamamen bilişsel davranışçı terapinin anahatları, o da zaten stoa felsefesinin günümüze uyarlanmış halidir. O halde doğrudan stoaya gidin siz. Zor günlerde size daha faydalı olur.

"Unutma Dersleri" Unutmak Hem Çok Zor Hem de Çok Kolay.

 Fena sardım Nermin Yıldırım'a. Bu neşriyat kısa sürede biter dememe karşın (310 sayfa), hayatımdaki bazı dönemlerle pek benzerlikler taşıdığı için satırlarının çok çizildiği, geriye dönüş okumalarının sık yapıldığı bir roman olması hasebiyle haddinden fazla bir zaman aldı. 
   Feribe (kahramanımızın ismini daha önce hiç duymadığımı itiraf edeyim), eşini aldatır, hem de evli bir erkekle. Sonra bunun olmayacağını idrak edip ayrılırlar. Feribe, yaşadığı aşk acısını unutmak için soluğu MİM (Mazi İmha Merkezi)'de alır. Roman bu akışa ilk 10 sayfada geldiği için spoiler (ne işim olur spoilerle?) (şimdi spoilerın dilimizdeki karşılığını bulamadım, bozuntu diyeyim bari) bozuntu sürprizbozan (Eren Hanım'a bin selam!) vermiş sayılmam. 
   Aklıma derhal "Eternal Sunshine of Spotless Mind" geldi. Yazarımız da bu bariz benzerliğin farkında ki, taa en başlarda bunun farklı birşey olduğunu satır aralarına koymuş. Aman aman sarsıcı bir omurga yok akışta, lakin yazarımızın diğer kitaplarının aksine ahkam kesmeler, aforizmalar bu romanda daha fazla. Lakin bundan muzdarip oldum mu? Zinhar! Bilakis, yazılanlar çok ilgimi çekti ve üzerinde ciddi ciddi düşündüm (kukumav mod on). 
   Yıldırım'ın dili (bu romanda daha fazla) pek şımşıkırdak. Bu kez eski kelimelerden ziyade mizah biraz daha öne çıkmış. Acı acı gülümseten yerler de gani (taytın kimi zaman erkeklerin hayatını kurtarması mesela S.237). Durup durup okuduğum yerleri var. Ezcümle: tavsiye ederim.


"Asıl bencilce olan depresyondur. Bencilcedir, çünkü sahibini ve yaşadıklarını evrenin merkezine koyar. İnsan gözü, içine bakmaktan kamaşınca dışını göremiyor." (S.221)

Müzevir Aşk, Hissi kablel-vuku aşk ve aşk denemeyecek aşk tanımları pek isabetlidir (S.235)

"Vedat'la biz, sezonu bitirip sandalyelerini ters çevirmiş aile çay bahçeleri gibiydik. Onca cıvıltılı hatıradan sonra, sessizlik sezonunu açmış, sükûnete teslim olmuştuk. Birbirimize söylenecek per bir şeyimiz kalmamıştı ve bu nedenle konuşmamız gereken tatsız mevzular peyda olmuştu aramızda. Nasıl yapacağımızı bilemeyip, biraz halimiz olmadığından, biraz da güzel hatılararın hatırına erteleyip duruyorduk. Kiraz mevsimiyle birlikte sezon yine açılır diye umuyorduk. Yeniden gülüp konuşabiliriz. Ama için için biliyorduk olmayacağını. Sezon kapanmıştı ve yeniden açılmayacaktı. Son tren kalkmıştı ve peron artık boş kalacaktı. Uzun süre aynı kişinin avucunda atmaktan yorgun düşmüş bi kalp, yine o kişi için bir tur daha hızlanır mıydı?" (ne soru ama!)

"Fal da bir yol elbet ama geleceğini görmek isteyen herkes azıcık roman karıştırmalı. İnsanı bekleyen ihtimallerin işaretlendiği kutsal kitaplar onlar." (S.258)

"- Esrik ne? - Şiir yazmak için kullanılan bir kelime!" (S.262)

"Yargıladığın herşeyi yaşayabilir, yargıladığın herkese dönüşebilirdin." (S.256)

"Neticede altına sığınacak bir çatı, içine saklanacak bir çerçeve lazım herkese. Sonra orada sıkışıp nefessiz kalınca da, kaçmaya yetecek kadar cesaret." (S.305)

"Bazı şeylerin hayatınıza giriş nedeni kendileriyle ilgili değil. Onları bir işaret, başka yazıları okumak için vesile olarak görmek gerek." (S.306)

"Hiç kazanmadığım bir şeyi yitiremeyeceğimi görünce, ardından üzüleceğim bir kayıp da kalmadı. İnsan neyin ardından üzüleceğine karar verirken dikkatli olmalı." (S.308)

"Yarın ne getirecek bilmiyorum ama herşeyi doğru yapmış değil, "yaşadım" diyebilecek biri olarak ölmek istiyorum. Hayat hata yapmaktan korkmak için çok kısa. Korkmuyorum." (S.309)

"Aşk yaşadığım bile meçhuldü. Fakat kiminle ne yaptığım değildi mühim olan. Asıl hikaye, buna ihtiyaç duymuş olmamda saklıydı. İnsan ahlaka gösterdiği özenin en azından bir kısmını arzularına, kalbin ve tenin ihtiyaçlarına da göstermeliydi. Kendini terbiye ederken ruhunu öldürmemeliydi. Gün gelecek parmağımı kıpırdatamayacak kadar ihtiyarlacaktım. O vakit, prensip abidesi bir hayatım oldu diye avunmaktansa, canım ne çektiyse yaptım diye teselli bulmayı tercih edebilirdim. Her insanın yoldan çıkmaya hakkı olmalıydı hayatta. Çünkü hayatta tek bir yol yoktu. Çünkü ömür geçiyordu. Pişmanlıkmış, ukdeymiş dinlemeden, bir gün çat diye bitiyordu." (S.251)

6 Aralık 2022 Salı

"Dokunmadan" Nermin Yıldırım'dan İyi Bir Roman!

   Adalet, yalnızlığı ispanyol çeliğinden bir kılıç gibi kuşanmış. Sadece yalnızlık olsa kabullenilir belki (hoş, yalnızlığın neresini kabullenelim, kahırlı olsa da beraberlikler iyidir, insanevladı hep kendini aynalayacağı birini arıyor ömrü boyunca) Adalet kimseye dokunmuyor, dokunamıyor da. Ne en yakın arkadaşına, ne gözüyle gördüğü aleni haksızlıklara; hiç kimseye, hiç birşeye dokunamıyor. Ama niye dokunamıyor? İşte bu yaman bir soru. Adalet'in yanında Hülya var, en yakın arkadaşı. Hülya'yı ben tarif edemem, okumanız lazım. Yalnız 72. sayfada bir zıplatıyor sizi sayın Yıldırım. Arkasından bir de ciddi travma yaşatıyor ilerleyen sayfalarda, anlıyorsunuz bu yalnızlığın, dokunamamazlığın nedenlerini. Ardından Sadi Seber giriyor sahneye uzun karmaşık kirpikleriyle. Romanımız hızla bir aşk romanına evriliyor sanıyorsunuz safça. O işler o kadar kolay değil. 
   314 sayfalık roman İstanbul, İznik ve Bodrum'da okundu, bitti. Paralel okuma olmasaydı bu kadar uzamazdı kesin. Buruk bitirdim ama bunda da bir anlam var. Dokunmak için şeylere, fazla beklememeli insan. 
   Romanın dili sular seller gibi çokça da gülümseterek akıyor, yine unutulmaya teşne sözcükler pek ustalıkla kullanılıyor, yine ince yerler görülüyor. Yine, şeylere değişik açılardan bakmaya neden oluyor.
   İyi ki tavsiyelere uyup yazarımızı keşfetmişim. (Sayın Kepenek'e bin selam!) "Unutma Dersleri"'ne başlandı bile, yakında bu mecrada (edepsizce fragman veriyorum).
   Romana, hayata yakın kârilere hararetle öneririm. 

1 Aralık 2022 Perşembe

"Körlük" Saramago'nun En İyisi Denilen!

   Uzun yıllar önce okuduğum için büyük bölümünü unuttuğum Körlük'ü, Saramago'nun 100. doğumgünü yüzüsuyu hürmetine bir kez daha kıraat ettim. 336 sayfa, yine Bay Jose'ye münhasır dilbilgisi kurallarına göre yazılmış, yine beyni gıdıklıyor. 
   Adı bilinmeyen bir ülkede, bilinmeyen bir zamanda başlayan körlük salgını; ilk kurbanlar üzerinden okura aktarılıyor. Karantinaya alınan bu küçük grup, hem algılarının kökten değişimini, hem de oluşturdukları mikro toplumdaki bu değişimin sosyal yansımalarını görür. 
   Yazarımız insanlık halleri üzerinde pek iyimser değil. Kitapta anlatılanların yazılanlar gibi olduğunu düşünürseniz okur geçersiniz. Ancak görememe eyleminin neleri simgelediği üzerine kafa yorarsanız oldukça yorucu bir metinle karşı karşıyasınızdır diyebilirim. Tüm bu kurmacanın içinde bolca geçen alt metinlerde omuz üzerindeki gri/pembe kitleyi gıdıklayan trükler (ne işim olur trükle)  satır oyunları buna kezadır. 
   Körlük, iki yönlü okunabilecek bir kitap. Yıllar önce cehaletimin verdiği sonsuz mutluluk içinde iki günde okuyup bitirmiş, sonra filmi çıkınca onu da IMDb'de yazdığı gibi drama, gizem, korku filmi gibi izleyip çabucak tüketmiştim. Aradan geçen yıllarda değişmiş olacağım ki, eskisi gibi kolayca okuyamadım. Başka bir Nermin Yıldırım (o da yakında bu sayfalarda) romanıyla paralel gitti. Bundan kafam yanınca öbürüne sarıldım (onda metafor yoktu neyse). 
   Kısaca: hem gizem, drama, gerilim hem de derin olmayan felsefi, sosyolojik metin olarak okunabilir. Saramago'ya başlamak için iyi bir seçimdir.