29 Nisan 2015 Çarşamba

"Karıncanın Su İçtiği" Bir Ada Hikayesi'nin İkinci Bölümü.

   "Deniz o kadar durgun, o kadar durgundu ki karıncalar su içerdi" diye bir Karadeniz balıkçı terimi ile başlayan kitaptır.
   Ada kalabalıklaşır. 508 sayfalık romanımızı tek cümlede böyle özetleyebiliriz. Poyraz Musa, Baytar, Nişancı Veli, Lena ve Vasili'nin ardından yeni muhacirler adayı şenlendirir. Bunların arasında dengbejler, Girit muhacirleri, Karadenizliler ve bittabi Poyraz'ın sevdalanacağı Zehra da vardır. 
   Usta, bu kez romanın omurgasını oturtma kaygısına falan kapılmadan içinden geldiğince yazmış bana göre. Eserde tasvir edilen sofraları çıkarırsanız bir 100 sayfa daha eksilebilir mesela. Kabak çiçeği dolmaları, zeytin ağacı kütüklerinin közlerinde cızır cızır yağlarını akıtan, deniz suyuyla temizlenmiş balıklar, taze nane kokulu tarhana çorbaları da olmadan romanımız eksik kalırdı ama. 
   Bu son roman, öyle bir geniş ve dar ruh haliyle yazılmış ki, Ustanın söyleyeceklerini satır aralarında okumalı insan. Yoksa "bu roman nereye doğru gidiyor ?" diye düşünürsek hafakanlar basabilir. Bunun yerine dengbej Uso'nun anlattığı Faki'nin öyküsüne kafa yoracaksınız, Ağaefendi'nin Girit özlemini anlamaya çalışacaksınız, sıklıkla yapılan savaş betimlemelerinden ürkeceksiniz, Musa'nın Zehra'yı gördüğünde hissettiklerini içinizde hissedeceksiniz. Hülasa : kasmadan okuyacaksınız, geniş zamanlarda okuyacaksınız, öyle yolculukta falan değil, mümkünse herkesi yatırdıktan sonra okuma ışığında okuyacaksınız. 
   Açık ve net olarak ifade ediyurum ki : tadından yenmez.

"Last Knights" Bir nevi 47 Ronin.

  Macera, aksiyon filmi olarak nitelendirilmesine karşın fantazya intihal filmi olarak değerlendirilebilecek filmdir. 115 dakika boyunca yönetmen Bay Kiriya'nın 47 ronin'i nasıl holivut normlarında, holivut artisleriyle yorumladığını görüyoruz. Kaldı ki siyahi baron ancak fantazyada olabilir. 
   Şaşırtıcı iki sürpriz ise Akselheni ve Peymanmoadi'dir. Biri İskandinavya diğeri İran iki farklı coğrafya ve iki sağlam filmle hatırladığım ve sevdiğim bu oyuncuları izlemek de keyifliydi (ah keşkem ! peymanmoadi özcan deniz kalibresinde oynamayaydı !). 
   Filmimiz holivut kalıplarında. İşlenen hikaye daha önce defalarca beyazperdeye uyarlandı. Normalde sıkılıp, sonunu zor getirmem gerekirdi. Ama filmimizde normal olmayan bir şeyler var. Hayır Morgınfriimın yahut Klavyovın'ın rol kesmeleri, kavga dövüş sahneleri, Akselheni falan değil fakire filmi izlettiren. 
   İktidarın bütün imkanlarını kullanıp, rüşveti tarifeye bağlayan bir muktedirin yaptırdığı kaçak saraya, herşeyini yitirmek pahasına sadece şeref ve haysiyet uğruna hücum eden bir avuç adamın hikayesini izlemek; fakiri pek duygulandırdı. Kimi zaman günümüzle ilgili benzetmeler yaptım. Kimileyin filmdeki karakterlere isimler verdim ("- şu adamceyiz : Cemil Çiçek'tir, bu adamceyiz Gürsel Tekin'dir." gibileyin. Tabiy ki şovalyelere bir isim yakıştıramadım.). 
   Velhasıl, zaman geçirmek için de izlenir. Onur, sadakat, ahde vefa gibi yeni Türkiye'de pek nadiren görülen kavramları izlemek için de.

25 Nisan 2015 Cumartesi

"Bera er Yü üttük B z Bu Yollar a" Hâl-i Pür Melâlimiz.

 331 sayfa. Dört günlük bir Foça gezisinin başında başladım. Her gün deli danalar gibi koşuşturmama rağmen arada göz atmaktan kendini alamadım. Nitekim üç günde bitti (hayır yoğunlaşsam bir buçuk günde de biterdi). O kadar.
   Yazarımız Bay Özdil'in önceki kitaplarını biliyoruz. Üslup aynı. 
   Burada konumuz ile ilgili olmayan bir ahkam keseceğim : toplumsal olarak algı şoku yaşıyoruz. Nihat Genç'in bu modern zamanlara, yeni Türkiye'ye (nasıl hazzetmiyorum şu tamlamadan bilemezsiniz) ilişkin yaptığı tespite katılmamak elde değil : "Şu gündemin bir haftası, herhangi bir iskandinav ülkesinde yaşansın : iç savaş çıkar, hükümet devrilir, ülke haritadan silinir.". Evet !.
   Fakir; altı yıldır televizyon izlemiyor, acansları izlemeye dahi tahammül edemiyor, yalnızca yazılı basın, mizah dergileri (inanın gazetelerde olanlardan çok daha gerçeği ve fazlası var onlarda (her gün iki gazete okuyacağınıza (bir onlardan bir bizden) Penguen olur Leman olur Uykusuz olur birini okusanız daha çok bilgilenirsiniz (Allam cümle nereye gidiyor ?)) ve bazı internet mecrasından gündeme ucundan müdahil oluyor. 
   Bu şekilde omuzlarımın üstünde taşıdığım bir buçuk iki kilo kadar beyaz maddenin sağlığını korumaya çabalıyorum. Yine de olmuyor. Ardarda yaşadığımız gündem bombalarını aşarak, günü/zamanı analiz etmek, irfanımı aşıyor. B tipi bir film gibi ülkede yaşıyoruz. 
   Duşakabinoğulları şokunu henüz atlatabilememişken polis gününde Harem operası sahnesi ile karşılaşılıyor, beyin yine reset atıyor (ben bilmem beyin bilir !). Bunlar zahiren görünenler, bir de işin bâtınî yönü var (ki onu hiç sormayın). Satır aralarını okuyabilirseniz, ayrıntıdaki şeytanı ayrımsayabilirseniz bu soap operanın arkasında asıl çevrilen filmi görebilirsiniz. Ama dedim ya : algı şokundayız. Kimi mutsuz olma pahasına bilgilenmeye çalışırken (ki pek azlardır), büyük çoğunluk evlilik, yemek, sörvayvır, bu tarz benim şekli yapıp "cehalet mutluluktur" mottosunu "delilik mutluluktur"a çevirmekte (ki bazen düşünüyorum "doğrusunu onlar mı yapıyor ?" diye). 
   Neticede; herkes kendi kararını verir. Ama herkes ikinci yolu seçince, mutsuz azınlık kendini İonesco'nun "Gergedan"ında başrol oynuyormuş gibi hissetmese daha iyi olacak. Yoksa o ünlü masaldaki gibi "delilik suyu"ndan içip bünyeyi Nur Yerlitaş'a odaklamak mı gerekiyor. Bilmiyorum, bilemiyorum. Benim maaş baremimi aşan mevzular bunlar. 
   Ahkam yeter, kitaba dönelim. 
   17 Aralık 2013 günü kulaklarımıza inanamayarak dinlediğimiz bant kayıtlarından başlayan 46 sayfalık bir girizgah var. Ondan sonra ay ay 2014 Aralık'ına kadar birbiriyle ilgili haberlerin ardarda dizilmiş şeklini pek az yorumla okuyoruz. 
   Nedir : tüylerimiz tiken tiken oluyor, korkuyoruz, irkiliyoruz, kahroluyoruz. Her Özdil kitabında olduğu üzere aynı duyguları yaşıyoruz. Bay Özdil'i sevmiyorum. Seçkinci ve saldırgan geliyor bana. Ancak bu yazdıklarına katılmama engel değil tabiy ki. (Misal : vudielın kırk yıllık karısını boşayıp üvey kızıyla evlendi. Bay elını zerre sevmesem de filmlerini severek izliyorum.)
   Seçimlerin yaklaştığı bu günlerde, kararsız çoğunluğun okuması halinde bir çok kişinin kararını etkileyebilecek bir kitaptır, çabucak okunur, acımasızca bilgilendirir. Yakın durun !

9 Nisan 2015 Perşembe

"Mr.Pip" Bay Dickens'a Selam Sarkıtıyoruz.

 
   Yeni Gine'nin Bougainville adası, karantinaya düşüp okullar kapanınca; adadaki yegane beyaz Bay Watts, öğretmenliğe soyunur.
   Nereden baksanız çok katmanlı bir film. Öyle fazla vurdusu, kırdısı, vay efendim cafcaflı lafları, iddialı bir oyuncu kadrosu, cigiaylı efektleri yok. Şıngır mıngır, hatta kimi zaman tıngır mıngır bir kurgusu var. Ama film bitip de yazılar çıktığında, şöyle bir düşünüyorsunuz : ne kadar çok şey anlatılmış !
   Bir kere kitapkurdu sinefillere hitap eden okuma fiili bir güzel masaya yatırılmış.
   Digemkârlık (empati mi deniyor modern zamanlarda) (ki esas kızımızın muhayyilesinde canlandırdığı "Büyük Umutlar"ın Yeni Gine usülü zuhuru, o camgöbeği silindir şapkalar, çingene pembesi fraklar falan süpersoniktir).
   Kapitalizmin, paranın, emperyalizmin cennet gibi coğrafyalarda barışçıl insanları nasıl kan içici mahluklar haline getirdiği. 
   Dogmalar ve edebiyatın uzlaşamamaları ve en çok dinleyenlerin ibadethaneden çok okuma sıralarını doldurması (ki kanımca en çok burası cezbetti fakiri). 
   Fanatik dinciliğin insanı kimi zaman içinden çıkılamaz kuyulara attığı,
   "Büyük Umutlar"ın okunacak (ve hatta ikinciye okunacak) bir roman olduğu,
   İktidar ve çocukları arasında kalan basit insanların tercih imkansızlığı.
   Sevgi uğruna yapılan fedakarlıkları,
   Savaşın korkunçluğunu,
   Hayalgücünün hayat kurtarabileceğini,
   Yeni başlangıçların kimi zaman pahalıya malolacağını,
   Daha yazarım da üşeniyorum.
   Hülâsa; kitap okuyorsanız hararetle, edebiyattan uzak sinemaya yakınsanız samimiyetle izlemenizi öneririm. Bu grubun dışında kalıp vakit geçirmek için sinemaya gidenler ise bir hafta bekleyip "Polis Akademisi Alaturka"ya gitsinler.

7 Nisan 2015 Salı

"Kill Me Three Times" Saymınpeg Hatrına.

    Avustralya sahilleri. İnsanın içini açan bir coğrafya. 
   Acıklı bir şekilde Layer Cake'den intihale yeltenen, üç katmanlı olarak planlanmış bir suç filmi. Tek artısı Saymınpeg. Kast vasatın altı, senaryo aceleye gelmiş de bitirilivermiş gibi, oyunculuklar inandırıcı değil, kurguda ciddi aksayan yerler var, ama olsun tek artısı Saymınpeg kişisi filmi alıp götürüyor. 
   Ben ömrümde bu kadar naif tetikçi izlemedim. Kara takımları giydirmiş, rednek bıyığı bıraktırmışlar, senaryoda kişisel özellikler kayırılmamış (bildiğin para için adam öldüren katil), Çarlivolf gibi odunsu bir isim vermişler, lakin tüm bu olumsuz özellikler karşın kendisini sevimlilikten yanaklarını sıkma dürtüsüne engel olamamaktayızdır (cümle iyice coştu !)
    Hülasa; Haftaarası sinemaya gitmeden (malum ortamlara düşmüştür) patlakmısır ve bira eşliğinde izlenebilir.  

5 Nisan 2015 Pazar

"The Cobbler"

   Elinizde süpersonik bir beğendi var, patlıcanları meşe közünde ızgaralanmış, trabzon tereyağına durum buğdayı unu katılmış usülünce kavrulurken özüne yavaş yavaş mandıra sütü bırakılmış boza kıvamına gelince de içine kıyılmış közlenmiş patlıcanlar salınmış, rengi parlak, kıvamı yerinde.
   Elinizde ayrıca lezzetli bir et sote var. Ceviz büyüklüğündeki etler mühürlenerek suları içinde kalmış, domatesi, biberi, dış kabukları üstünde tane sarımsakları, her bir şeyi yerinde. 
   Siz bu iki mümtaz bileşimi blendırda çırpıp öyle servis yapıyorsunuz.
   İşte Koblır böyle bir film.
   Çok sıradışı bir fikirle ateşlenen senaryo var, filmin başlarında (kariyerinin aksine) gayet başarılı bir ezik tiplemesi veren Edımsendlır var, Dastinhofmın, Stivbuskemi, Elınbarkin var. Ama ilk yarım saatten sonra ciddi klişeye bağlayan senaryo, elindeki güzel malzemeyi kullanamıyor ne yazık ki. Samimi söylüyorum, 35 nci dakikadan itibaren sonunu tahmin edip (üstelik elifi elifine) sonlara doğru koltuğumdan kalkayazdım. 
   Hülasa; mecbur değilseniz izlemenize gerek yok.

1 Nisan 2015 Çarşamba

"Geronimo" Gatlif'in Son Filmi.

   Güney Fransa'da Çingeneler ve Türkler arasında geçen bir Romeo-Juliet hikayesidir. 
   Açılış sahnesi öyle bir kamera tekniğiyle çekilmiş ki, genç aşıkların halet-i ruhiyesini iliklerimize kadar hissediyoruz. Derken film başlıyor. Bay Gatlif'in filmlerine hastayız. Kendine özgü tarzı var, o tarzdan hazzediyoruz. Filmimizde de aynı üsluptan kupleler (ay ne şirin tamlama oldu !) bolca vardır. Uçlarda yaşayan karakterler, gelinlikle koşuşturan gelinler, biraz kan, biraz duman, çekilen bıçaklar, düellolar, dogmalar ve olmazsa olmaz şükela müzikler. 
   Adeta; Guguk Kuşu'nda balığa giden tımarhane sakinlerinin otobüsüne binmiş ve uçuruma seğirttiğimiz bu günlerde, elbetteki bu filmimiz fazla kopya ile vizyona girememiş, daha ilk haftadan itibaren "Başka Sinemalar"da gösterilebilmiştir. Ancak haftaiçi, yağmurlu bir akşamüstü gittiğimiz salonun adeta dolu olması mutluluk vericidir.
   Lakin demek zorundayız, çünkü bu işin bir lâkini var. Bana göre Bay Gatlif'in izlediğim en zayıf filmidir. Evet, daha önceki filmlerinde de boşluklar olmuş, kurguda sorunlar zuhur etmiş, "hay karamba !" dediğimiz anlar olmuştur. Amma filmin içinde bir şey (adlandıramıyorum mevcut kelime haznemle) beni çekmiş, sonuna kadar getirmiş, arşive atmış, ikinciye ve hatta üçüncüye (misal Laço Drom) izlemiş olmuşumdur (körpe kâriye not : Ercüment Menemen tarzı cümle bu oluyor). 
   Geronimo'da öyle olmadı. Belki üç saatlik film, yarı yarıya kısaltılınca karakterler böyle boş kaldı (Şarlotrempling'in gençliğine feci halde benzeyen Geronimo, kaktüslü viranede neler yaşadı ? Tarık neden kadük bir karakter ? gibi sorular). Karakterlerin iyi oturtulamamasına karşın, 10 dakikalık bir gelinlikli koşma sahnesine ne gerek vardı ? (oradaki flora Bay Gatlif'e cazip geldi zaar). Kurgu niye böyle aksak (eş zamanlı sahnelerin arasında ciddi zaman farkları var). Senaryo neden akıllara zarar bir akış izliyor ? Her zaman vecd ile izlediğimiz ve dinlediğimiz flamenko sahnelerinde niye mix girer ? Tomasito niye piyasa bir şarkıyla harcanır ? Tim Seyfi tam da tansiyonu yüksek bir düellonun ortasında neden bir İbrahim Tatlıses şarkısı çığırır ?
   Biz faniler bu soruların cevaplarını bilemeyiz. Bay Gatlif çekmiş, bize de izlemek düştü. Bazı yerlerde aşkın ne öforik bir hâl olduğunu anımsadık, kimi zaman Toni'nin eski filmlerinden sahneleri anımsadık, arada dikkatimiz düştüğünden esnememize engel olamadık ama olsun. Aklımızda kalan : yine gereksiz dediğimiz o floranın içinde koşan gelin, motosikletli açılış sahnesi, İbrahim Tatlıses'li düello oldu. 
   Meraklısı izleyecektir. Diyeceğim : ilk defa Gatlif filmi izleyecek olanlaradır : Bay Gatlif'in daha başka filmleriyle başlasınlardır, bir ihtimal sonra bunu sevebileceklerdir.

"Hadula" Komşunun Dostoyevski'si.

   Hazır Yaşar Usta'nın "Bir Ada Hikayesi"nin ikincisine (Karıncanın Su İçtiği) başlamadan evvel, komşuda Ege adalarını yazmış olan yazarların ismini inceleyeyim dedim. Hadula da son günlerde fazlaca öne çıkmıştı. Aldık, başladık, bitirdik (venividivici'nin arakolpacası). 
   Papadiamantis'in (kendi ülkesinde söylersek "münzevi keşiş" ("münzevi keşiş" nedir allasen "atlı süvari" gibi !) diye bilirler, başka ülkelerde "Yunanistan'ın Dostoyevski'si") en önemli kitabı "Hadula", yazarın çocukluğundan birçok hatırayı, yeri, kimbilir belki de kişileri içeriyor. 
    Çevresindeki herkese bildiği doğal bitkilerden karışımlar hazırlayarak şifa dağıtan Hadula, içinde bulunduğu durumu düşünür ve (o tarihlerde Ege adalarında kız çocuğu olmak zor !) yaşamın kız çocuklarına getirdiği amansız zorluklara karşı, etkisi sonsuza dek sürecek çok efektif bir ilaç bulur, olaylar gelişir.
   Papadiamantis'in çocukluğu kitaptaki adada geçmiş. Kendisi zaten pek imanlı bir ortodoks. Ancak yaşadığı çağın hem sosyal hem de kişisel resmini çok objektif şekilde çekebiliyor. Ancak nedir : fakir asla Dostoyevski okurken aldığı hazzı almamıştır. Hele Yaşar Usta'nın yazdıklarının yanına bile yaklaşamaz. 
   Hadula'nın anlatımı; yer yer macera romanı, yer yer de protestan ahlak kitabı altyapısındadır. Hadula'nın taa ihtiyarlık dönemlerine kadar istikrarlı süren hayatının neden sonlara doğru ayselgürel/semihaberksoylaştığının (böyle bir sıfatı şu anda uydurmuş bulunuyorum) herhangi bir izahı yok. Pattadanak biten sonun da öyle. Metamorfozdan badehû, tevafukların sebilliği de dikkate şayandır (bu cümlenin mealini bilen kâri de, kâridir ama !). Ne için oraya konduğunu bilemediğimiz yardımcı karakterler de.
   Velhasıl 168 sayfacık bu novellayı "okumuş olmam gerekir" diyen kâriler alıp okuyacaklardır belki ama böyle bir niyette değilseniz okumasanız da olur. Ege adalarında geçen bir romana hallendiyseniz benim gibi yapıp Yaşar Usta'nın son dörtlemesine dönün yüzünüzü, daha mutlu olursunuz.

29 Mart 2015 Pazar

"Saygın Kel Adamın Ölümü" Güncelle karışık malumatfuruşluk.

   Bugünkü İskeçe yakınlarında Abdera Kenti. 
   Milattan önce 300'lü yıllar. 
   Kentin saygın ve kel şahsiyetinin başına şehirde gezinirken bir kaplumbağa düşer ve ölür. İnsanlar anlamlandıramazlar bu durumu ve çoğunluk "hımm demek ki bir günahı vardı ve Tanrı onu bu şekilde cezalandırdı." derler. Taa ki düşünür Demokritos şehre gelinceye kadar. Demokritos, ilgisini çeken bu olayı araştırır ve yoksul bir ayakkabıcının "o gün tepede kartallar süzülüyorlardı." ifadesinden, olayın çıkarımını (pek de mantıklı bir şekilde) yapar. Demokritos'a göre : kartalların çok sevdiği bir yiyecek olan kaplumbağanın kabuğunu kırmak için; kartal, kaplumbağayı çok yüksek noktalardan parlak sivri taşlara atar. O gün tesadüfen kentin üzerinden geçmekte olan aç ve kaplumbağa taşıyan bir kartal; kel beyin parlayan başını bir taş zannederek, şanssız kurbanın başına bırakmıştır. 
   İşte o noktada bir tartışma başlar (ki zannımca günümüzde de sürmektedir). Kel adamın kaderi midir tepesine kaplumbağa düşerek ölmesi, yoksa Demokritos'un öne sürdüğü gibi olayın çok daha mantıklı bir açıklaması var mıdır ? Rastlantı mıdır, zorunluluk mu ?
   Bu pilav daha çok su kaldırır. Konumuz saygın kel adamın ölümü değil Bay İdil'in son kitabı.
   234 sayfalık kitapta 52 deneme var. Denemeler ilginç bir şekilde birbirini takip ediyor. İşlenen konular ise muhtelif. Geniş bir çerçeve içinde, tarihin bilinmedik konuları didikleniyor, Bazen Gabo'ya takılıyoruz, bazen Mozart'a. 
   Nedir : okumada Salâh Bey'den aldığım hazzı vermemişlerdir. Yazarımızın üslubundan mı, geçmişe yönelik yaptığı değerlendirmelerin arasına aniden günümüz politik durumuna geçişler yapmasından mı, yoksa başka birşeyden mi bilmiyorum ama deneme deyince aklıma düşen tek isim Salâh Usta.
   Çok makul bir fiyata internetten de alabileceğiniz (14 buçuk lira), kitapçılarda da sorabileceğiniz (unutmayın neredeyse tüm kitapçılar diyenar hariç (remzi olsun, dost olsun, gazi olsun) kasada sorduğunuzda indirim yapıyor) bu fazla iddialı olmayan denemeler silsilesini, yolculukta okunabilirliğinden ötürü kitap kurtlarına önerebilirim. Ama okuma ışığında, distilesi yüksek likitlerle okunmasını da önermem yani.

17 Mart 2015 Salı

"Kingsman" İyi seyirlik, fazlası değil.

   Sinemada izledim. Size de öyle yapmayı öneririm. (görsellik güzel)
   Standart holivut filmi olduğunu biliyordum. (öyle de çıktı)
   Sinemadan çıkınca filmi direkt unutuyorsunuz. (ahh ne güzel)
   Başrolde ergenlerin olduğu iyi pazarlanmış filmler son yıllarda yardımcı rollerde iyi aktörleri harcamak için kullanılıyor. 
   Bu öyle değil. Kolinfört (ki snop ajan rolü cuk oturmuştur), Maykılkeyn, Semyılceksın (ki aksanı duymalara sezadır), Marksıtrong beklenen frekansı gerçekleştirip, filmimizi daha bir izlenebilir kılıyor.
   Yer yer güldüğüm sahneler oldu, hiç canım sıkılmadı, ilgim düşmeden sonuna dek izledim. Kilisedeki katliam sahnesinin koreografisini nasıl yapmışlar acep ? diye düşündüğüm anlar bile oldu (nadirattan bir nüve : holivut filminde arakolpanın düşünmesi). 
   Filmin hakkını yemeyelim : kahraman britiş eycıntlarının estetize şiddetleri pek şık çekilmiş, kostüm tasarımcısını da tebriklemek gerekir. Varoşun da, şıkın da hakkını vermiş. Kötü adamın gardrobu ve yemek zevki ise (holivut filmi olmasına karşın) Amerikalılara atılmış doksandan goldür.
   Hülasa, çoluk çocuk olmaksızın patlamış mısır ve karbondioksit basılmış şekerli sıvılarla gideri vardır (sinemada biraya izin yok (yakında evlerde de yasaklarlar artık)).

"Puslu Kıtalar Atlası" İlban Ertem'in Çizgileriyle.

   Uzun İhsan Efendi'nin Puslu Kıtalar Atlası'nı elbette (hem de kaç kere) okuduk, altını üstünü çizdik. Sizi bilmem ama ben Bay Anar'ın tasvirlerini öyle capcanlı buldum ki hep gözümde canlandırdım. Dedim "bunun kısa filmleri yapılsa negzel olur". Aklıma hiç çizgiroman gelmemişti. Derken; taa Gırgır'dan beri kavisli çizgilerine hayran olduğum İlban Ertem'in kitabı resimlendirdiğini duydum, bir heveslendim, sonra unutttum. Aradan zaman geçti proje bitti, kitapçılarda bulamadık, internetten aldık.
   Dün iş saatlerinde şöyle bir arkasını önünü okudum, gece herkesi yatırınca sardım okumaya. İki gibi bitti. Neredeyse tüm kitabı hatırlamama karşın çizgiroman olarak okumak havsalamı daha da bir çarptı. Neymiş : her okurun muhayyilesi farklı çalışıyormuş. Burada çizerimiz İlban Ertem'e bir şıkırdaklı bir temenna gönderiyoruz ki o renkli hayalgücü hiç eksilmesin. Onlar nasıl mekan çizimleridir öyle, çizgiyle akış bu kadar mı yakışır. Sabah uyandığımda çizgiroman formunda bir sürü rüya görmüş olmak hiç şaşırtmadı fakiri. Çizgi olarak Moebius ve Enki Bilal (ve hadi Herge'yi de araya ekleyelim karnımız ağrımasın) takipçisi olarak bu kadar etkili bir eserle karşılaşacağımı hiç beklemiyordum.
   Beş yıllık bir emeğin ürünü için söylenecek tek söz var : "olmuş". 
   Yalınız : İletişim Yayınları Müdürlerine (ki sevmediğim kurum yöneticilerine atfettiğim bir titrdir (Bkz.Cumhur Müdürü)) söyleyeceklerim var. İki adet kıymetli insanın emeklerini böyle özensiz bir redaksiyonla heba etmeye hiç hakkınız yok !.. Kitap da mükemmel, çizimler de. Ama dikkatli (ve hatta dikkatsiz) okurun gözünden dahi kaçmayacak kurgu, kelime, cümle hataları o kadar çok ki ! Kendinizi kurguya kaptırdığınızda akışı kaçırmıyorsunuz. Ama bu hatalar sanki korsan yayın okuyormuş izlenimi veriyor (hani olur ya arada eksik sayfalar falan). Aynı cümlelerin mükerrer yazılması mı dersin, kelimelerin yanlış yazılması mı dersin, (ve bence en önemlisi) balon yazılarının birbirini takip etmemesi mi dersin. Hatalar gırla gidiyor. 
   Aha burada da ifşa ediyorum. Editör Levent Cantek, Uygulama Suat Aysu ve Düzelti Ayla Karadağ. Motivasyonda ödülden yanayım ama böyle bir hatanın sonucunda bu kişilerin maaşlarında tenkisat yapılması yerinde olur. 
   Umarım İletişim bu hatasını çabucak farkeder, adamakıllı düzeltilmiş baskıları piyasaya sürer. Son sözüm, kitabı alacak olanlaradır. Şu anda sakın böyle bir şey yapmasınlar. Ne zaman ki "düzeltilmiş son baskı" ibaresi olan kitap görürler, o zaman alsınlar, arşive de katsınlar. 
   Özellikle mizah dergisi müptelası ama kitap okumaya meyli zor yeniyetmelere önerilir ki, bu eser ciddi kitaplar okumalarına maya olsun. 
İlban Bey'in bu fotosu da
beni benden almıştır. O nasıl bir Büsttür O !

15 Mart 2015 Pazar

"La Isla Minima" Sağlam Polisiye.

   1980'li yıllar İspanya. Feci halde Missisipi deltasına benzeyen bir coğrafyada (İspanya'yı Alabama'ya benzetmek de ne ironidir ha !), iki sürgün dedektif bir kayıp vakasını araştırırken seri cinayetlere ulaşır, bunlar olayı çözmeye hallenirler. 
   Arkaplanda ciddi olarak ülkenin yaşadığı siyasal atmosferi görüyoruz. Artan olaylar, grevler, direnişler, işçi patron anlaşmazlıkları. Dedektiflerden birinin daha demokrat olması, diğerinin ise Franko derin devletinin bakiyesi olması; izleyiciyi daha en baştan bir taraf tutmaya zorluyor. 
   Demokrat olanımız (ki feci halde "Yalan Dünya"daki Zorbey karakterine benzemektedir) daha pasif bir yol izlerken Frankocu yeşil Juan (yurdum insanı için) "bildik" yöntemlerle sonuca daha çabuk ulaşmaktadır. 
   Son derece düz bir şekilde olayları aktarmayı tercih eden filmimiz; arada yaptığı uzak tepeden çekimlerle, şu yerkürede aslında ne kadar küçük bir yer kapladığımızı pek de güzel anımsatıyor. 
   Kasaba sıkıcılığı, sürgün halet-i ruhiyesi, sınıf farklılığı, toplumsal kalıpların kırılamaması ve tabiy ki olayların geçtiği sıradışı coğrafyayı gayet güzel sindiriyoruz. Dakikalar geçerken, aslında politik bir film mi izliyorum zannına kapıldım. Muhtemel katilin patron sınıfından olması, kurbanların tümünün yoksul olması, iki protagonist arasındaki zıt politik görüşler derken filmin ortalarından itibaren insanı saran tempo "bırak politikayı olaya odaklan" mesajı verince beyne son dakikalara kadar polisiyenin helecanına kapılıp, son beş dakikada ise yönetmen beyin izleyiciyi nasıl yönettiğini idrak ettik. "Aramızda bir sorun var mı ?" sorusunun analizini yaptık. 
   Soru şudur : hayatınızı kurtaran kişi,  bir işkenceci resmi katil ise onunla aranızda bir sorun var mıdır ?
   Güzel bir dönem filmi ve polisiye izlemek isteyenler rahatlıkla filmimizi temaşa edebilirler. Bazı sert sahneler yüzünden sabi sübyanla izlenmemesi daha iyi olur. 

"Aşkın Son Sözü" Akademik Olarak Aşk.

   Bakmayın kapakta Eros'un hınzır bir canlandırmasının olduğuna, okuyacağınız kitap öyle internet fenomenlerinin moda "aşk" kitaplarından değil, ciddi ciddi "aşk" olgusunu akademik olarak inceleyen bir eserdir.
   Aşk diye adlandırdığımız öfori halinin tanımı her biri ayrı bir dünya olan insankişilerinin sayısı kadar olduğundan bu konuda ahkam kesebilmek ciddi bir risk.
   Bu arada psikanalizin babası Bayan Freud'un oğlunun bu konuda söylediklerini anmamak olmaz : "Bugüne dek aşkın özü hakkında geniş çapta bir beyanda bulunma cesaretini bulamadım. Sanıyorum ki mevcut bilgilerimiz bunun için yeterli değildir." Ve nihayet ömrünün son dönemlerinde : "Aşk hakkında gerçekten çok az şey biliyoruz." itirafı.
   Hal böyleyken "Aşkın Son Sözü"nü söylemek bir hayli zor. Yazarımız da bu konuda ahkam kesmekten ziyade olguların tanımlarını yaparak başlıyor işe. İnsanoğlunun yerküredeki mevcudiyetinin bilinen tarihinden başlayarak kadın ve erkeğin rabıtalarını, sosyal konumlarını, dinleri, mitleri, tarihi aşkları inceleyerek (ki bunların içinde Tristan ve Isolde olduğu kadar Leyla ile Mecnun da vardır) konuyu günümüze dek taşıyor. (bu arada tarihte bilinen en şiddetli anaerkillik karşıtı uygulamaların İbranilere ait olmasını da (Bkz.S.65) şaşırarak öğrendim) 
   Cengiz Hoca klinik bir psikiatr sıfatını da hakkettiğinden konu hakkında, bu konuda ahkam kesen pek çok popüler kişiden daha fazla deneyim sahibi. İşte bu avantajı da incelediği aşk hallerini örneklerken yapıyor. Zira karşısında patolojik hale gelmiş yaşantılar var, bunların önemli bir kısmının da müsebbibi de : aşk.
   Tanım ve serim bölümlerinin olduğu ilk kısımlar sular seller gibi akarken, kitabın ortalarından itibaren Fromm, Froyd, Şopenhaver gibi ağırtopların bu konudaki yorumlarını almaya başlıyoruz ve sık sık ısınan beynimizi soğutmak için arada Galip Tekin çizgileriyle yeniden yorumlanmış "Puslu Kıtalar Atlası"na göz atıyoruz. Omuzüstündeki kitlenin çekirdeği soğuyunca hop yeniden aşkın çeşitli hallerine dönüyoruz. Kendi açımdan her üç kişiliğin aşk tanımları beni fazla açmadı. Lakin son bölümde Teodor Reik ve kuşatıcı aşk kuramı, fakire çok yakın geldi. Elbette farklı düşündüğüm yerler var, ancak öncekiler kadar değil. 
   Kitapta sadece aşk üzerine yazılmıyor. Misal : Reik'in aşağıdaki tanımı beni benden almıştır. "Yaşamın normal ritmi, genellikle kişinin kendisinden duyduğu hafif bir hoşnutluk ile kişisel eksikliklerin ve yetersizliklerin bilinmesinden doğan hafif bir hoşnutsuzluk arasında salınıp durur." devamı da var ama üşeniyorum yazmaya. (Bay Reik'in kitaplarını da mecbur edineceğiz artık)
   Aşkın sadece batı otoritelerinin söyledikleriyle sınırlı değil, bu konuda çok ciddi birikimi olan kültürümüzün sağlam unsurlarıyla (misal : Mevlana) açıklanması, fakirin beyin kıvrımlarının daha da bir bürümcüklenmesine yol açmıştır.
   Velhasıl son bölüme dek, bu konudaki ciddi insanların "aşk" hakkındaki görüşlerini bir bir inceliyoruz da finalde yazarımız son sözünü pek içime dokunacak şekilde söylemiş."Aşka Aşk Olsun !"
   Aşık olduğunu zannedenlere, aşkının bittiğini zannedenlere, aşık olup olmadığını bilmeyenlere, hülasa : aşkla yolu kesişecek herkese gerekebilecek bir rehberdir. Yakın durunuz.

12 Mart 2015 Perşembe

"Kraftidioten" Kar, Kış, Kıyamet, İntikam ve Kuzey usulü ince mizah.


   Seviyorum nordik filmleri ben.

   Minimalist dekor, takır tukur bir dil ("taki"ler falan), daha önce pek görmediğim ama şahane oyuncular, fonda bembeyaz kar, gayet kendilerine özgü ince bir mizah, abartısız ama gerçekçi bir şiddet. Velhasıl seviyorum kardişim.
   Hâl böyleyken; olumlu eleştiriler almış "Kraftidioten"i izlemeye pozitif ayrımcılıkla başladım ve film bittiğinde objektif beğenilerime mazhar oldu.
Bu ölümde ciddi mesaj vardır.
(Bkz.Kosova Savaşı)
   İMDB'de aksiyonkomedisuç tarzında olduğu belirtiliyor. Konuyu şöyle bir okuyunca ise (oğlu aşırıdozdan ölen ve yılın vatandaşı seçilen nils, intikam alır) bu senaryonun neresinde komedi olabilir diye düşündüm. Final sahnesine komedinin nerelere yerleştiğini iyicene anladım.
   Filmimiz gayet düz ilerliyor, herhangi bir şaşırtmaca yok (yahut size öyle geliyor), başrolde Stellan abimiz beklenen frekansı vererek şükela bir oyun çıkarıyor, 116 dakika (sonralar doğru biraz sünse de) sular seller gibi akıyor. Düz bir insansanız sıkılabilirsiniz. De ; detaycı bir göz için pek görmelere seza ayrıntı doludur. 
İş bu sahnedeki diyalog da beni
benden almıştır.
   Misal : organik beslenip, havuçsuyu içmelere doyamayan vegan bir mafya babası. Sırp rakibi rolünde kuntastik bir Brunoganz (Bkz.Der Untergang), son anda intihardan geçip intikamlara doyamayan Nils (kazı olmadan ama), her ölümün ardından künyesi ve dini simgesinin yeralması (merak edenlere not : Greven'in dini işareti Hümanitarizm'dir (ki fark edene ciddi mizahtır)), iki Sırp'ın Norveç hapisaneleri için yaptıkları bombastik tanımlamalar, tabanca göstererek tehdit ettiği dümdüz vatandaştan yumruğu yeyince küçük mafiyozonun gözlerinde beliriveren şaşkınlık, her maktül gördüklerinde birbirlerine sarılıp ağlayan polisler, tıkırtıkırtıkır bir düzenin içindeki ayrıkotları, ve liste uzar gider, ben sıkıldım yazmaktan. 
   Arkaplan (ki dümdüz kardır), karların üzerinde kanlar, polisler, suçlular falan derken baya baya "Fargo"yu hatırladım resmen. (final sahnesi ise doğrudan çağrışım yaptı)
   Bu film ülkemizde gösterime girmez. Girse de bir iki salonda bir hafta oynar, fırsatını denk getirip göremezsiniz. Böyle olunca malum ortamlardan izlemek kalıyor geriye. Benden samimi öneri : orijinal dilinde izleyin, çok daha iyi vakit geçirirsiniz.

"Big Eyes" Malzeme tamam, yemek lezzetsiz.

   Emek hırsızlığı hikayesidir. 
   Timbörtın çekmiş, Kristofvoltz ve Eymiedıms oynamış, fakir de izlemiş, (beklentisi yüksek olduğundan zaar) hayalkırıklığına uğramıştır.
   Sevdiğim yönetmenler niye kötü filmler çekiyorlar ? Vaçovskiler, tomtikver, şimdi de timbörtın.
   Ressam olarak pek de başarılı olmayan Mergırıt, 50'lerde çok zor bir karar alarak kocasını terkeder, yeni bir hayat kurmaya hallenir. Resimleri pek matah değildir ama bir tarzı vardır. O sırada pazarlama dahisi Voltır ile tanışır. Voltır ışığı görünce yürür, karısına kapalı havasız tavan aralarında resim yaptırarak, kokteyllerde "ressamım" havaları atar. İşleri tıkırındadır ama Mergırıtın içi yaptığı resimlerin altına imzasını atamamaktan şişmiştir. Olaylar gelişir.
   Tretman bu. Üslup, aşina olduğunuz Timbörtın üslubu değil, usülünce kotarılmış bir holivut filmiyle karşı karşıyayızdır. 
   Patlamış mısır ve kolasını açarak akşamını geçirmeye planlanan tatlısusinefilleri için bir mahzur yoktur da, timbörtının "big fish"ini izleyip beğeni geliştiren kalburüstüsinefil için cesametli bir hayalkırıklığıdır. Bunu izlemek yerine "Makas Elli Edvırd"ı ikinciye izleyin hayalkırıklığına uğramazsınız bari.
HAMİŞ : Kristofvoltz karikatür rolleri iyice benimsedi mi ne ? Ne zaman görsem bir gülmek geliyor.

8 Mart 2015 Pazar

"71" Terör ! Sen ne belasın.

  Sene 1971, Belfast karışık. İngiltere'den asker sevkiyatı olur. Acemi er, ilk operasyonda arkada kalır. Olaylar gelişir.
   IRA'lı öyküleri pek sevmiyorum, 70'li yıllarda İrlanda'yı hiç sevmiyorum. Yönetmen Yendemanj'ı hiç duymadım (nitekim sadece dizi yönetmenliği yapmış). Fragman ise, o yıllara özgü sepya renklerde çekildiği izlenimini veriyor (ki, tüm film o filtrelerle çekilmiş). Bu durumda filmden hoşlanmamam gerekiyor.
   Nedir; filmimiz Arakolpayı ters köşeye yatırmıştır.
   Ağır akan kurgu, ilk 20 dakikadan sonra, tempoyu arttırmakta ve son on dakikaya kadar hiç düşürmemektedir. İrlanda TOKİ'lerinde yapılan çekimlerde aksiyonun az olmasına mukabil gerilim had safhadadır. 
   Senaryo, çekimler, efektler (ki fazla olmamasına rağmen az ve özdür), kurgu, kostümler, dekorlar ve müziğe sinematik anlamda baktığınızda herhangi bir aksayan yön bulamıyorsunuz. İçeriği düşündüğünüzde ise : döneme odaklanmasına karşın, filmin içindeki birtakım unsurların her döneme uygulanabileceğini acı acı görebiliyoruz. 
   Misal : (DİKKAT ! BURASI BOZUNTU İÇERİR, FİLMİ İZLEMEYİ DÜŞÜNENLER; BURAYI, İZLEDİKTEN SONRA OKUSUN !) adamımız, kendisini bariz olarak öldürmekte olan aynı ordunun askerini öldüren düşman tarafın elemanını "aman öldürmeyin" derken (Allaam ne karışık cümle oldu bu) arkadaşları, hayatını kurtaran teröristin (ki babası işbirlikçi isyancıdır) üstüne kurşunu veryansın etmektedir. Duruma ayan manga komutanına ise MAKİNE (ki buraya istediğiniz egemen gücü koyabilirsiniz) . "Bu durumda, gördüğünüz şey, gördüğünüzü düşündüğünüz şey  gerçekten yaşanan şeyden çok daha farklı olabilir." demiş, gariban nefere ise "Yaşadıklarını arkanda bırak." deyip, durum hakkında soru dahi sormayarak, faili meçhullere kılıf uydurmaktadır.
    Diyeceğim : aslında kimin suçlu, kimin suçsuz, kimin haklı, kimin haksız olduğunun o kadar da kolay belirlenemeyeceğidir terör belasında. 
    Filmin arkaplanını Belfast değil, Kızıldere yapın, Kahire yapın, Bağdat yapın, yine benzer senaryolar üretebilirsiniz. 
   Velhasıl : bir akşamınızı ayırıp (malta yazık olur, burbon gitmez) kaliteli skoçla izler ve bittikten sonra düşünürseniz, ufkunuzu açar, Arakolpa kaçar.

3 Mart 2015 Salı

"Kafamda Bir Tuhaflık" Biyografi ile Roman Arası Beynamaz !

   Öncelikle bu yazının tamamen subjektif değerlendirmelerle dolu olduğunu belirteyim. İstemeyen okumasın.
   Burnundan kıl aldırmayan bibliyofiller için peşin peşin yazayım :
   Evet Bayan Pamuk'un ortanca evlâdı artık eskisi gibi derin yazamıyor ! (Allam az önce Nobel'li bir yazara "derin yazamıyor" dedim, seviyorum blog bloglamayı)
   Son yıllarda tamamen yabancı çevirilere yönelik yazması iyiden iyiye göze batıyor. (Misal : romanın en başında bozanın tanımının (okuması kuvvetle muhtemel boza lezzetini tatmamış ecnebilere yönelik olarak (en son ne zaman birinin "ecnebi" dediğini duydunuz ?) ) dipnot olarak değil de romanın içine yedirilmesi, pek canımı sıktı)
   Kendisi Nişantaşı çocuğudur biliyoruz ama hiç mi cenaze definine katılmamıştır da, romanın önemli kahramanlarından birini mezara tabutuyla gömmektedir (Sayfa 351) ?
   Evet ! kitapta Mevlut'un masturbasyon detaylarını çıkarırsak bir yirmi sayfa azalır. Fenalık geldi Mevlut'un otuzbirlerinden !
   Kitaba roman demeye gözüm yemiyor. Sıradan bir karakterin 44 yıllık biyografisi demeye ise gözüm yiyiyor. Üçüncü sayfa haberlerinde çok daha trajik örneklere her gün rastlarsınız (da Mevlut çok düz karakter (bu arada Mevlut kitabımızın protagonisti)). 
   Evet, kitapta altını çizmeye değer bulduğum pek az satır vardı (onlar da fazla dokunmadılar beynime) (Misal Sayfa 296 ilk paragrafın sonu "Çünkü kelimeler şeylerdi, şeylerin her biri de bir resim. Geceleri boza satarken yürüdüğü sokakla kafasının içindeki alemin artık tek bir bütün olduğunu seziyordu. Bu sarsıcı bilgi bazan Mevlut'a kendi keşfiymiş ya da Allah'ın yalnızca Mevlut'a bahşettiği özel bir ışık, bir nur imiş gibi gelirdi. Mevlut, büfeden kafası karışık olarak çıktığı akşamlarda boza satarak yürürken içindeki dünyayı şehrin gölgeleri içinde keşfederdi."
   Bütün bu olumsuzluklara rağmen kitabı pek sevdim.
   Yardımcı nedenler şöyledir ki : 
   Olayların değişik kişiler tarafından anlatılması hayli eğlendirici. Birinin ak dediğine, diğerinin kara, bir diğerinin sarı demesi sık sık oluyor. Pek de iyi oluyor. Böylece dediklerinin doğruluğuna bakarak karakter tahlili yapılabiliyor. 
   Olay kurgusunun ortalarda bir yerlerde başlayıp, geri dönüşle kitabın başına ulaşmanın 177 sayfa sürmesi de iyi bir şey (ki kitabın başındaki algımızla, sonraki algımızın farkını ne de güzel algılıyoruzdur). 
   Okuduğum en "okuması kolay" Orhan Pamuk kitabıdır. Beyaz Kale ve Benim Adım Kırmızı'yı dahi bundan uzun ve bir kaç kez okumuşluğum vardır. Bu kitaba ise iki okuma kafidir.
   Efendim kitabı sevmemin asıl nedenine gelince :
   Fakir, öykünün geçtiği yıllarda İstanbul'un sur içinde başlayıp sur dışına kadar değişik adreslerde hayat mumunu yakmıştır. Sepet sarkıtarak bakkaldan alışveriş yapmış, sırık yoğurtçusuna yoğurt tarttırmış, cam damacanalarda (ki ağzı kurşunla mühürlüdür) Taşdelen suyu almış, İncirli'ye incir toplamaya, Mecidiyeköy'e dut toplamaya gitmiş, Okmeydanı'ndaki ilk gecekonduları temaşa etmiş, ve nihayet sokak bozacısından (leblebi ve tarçın ilavesiyle) boza da almıştır. Hülasa; kitabı okurken hayatımın o dönemlerini tekrar yaşar gibi oldum, üstelik zihnimin arkalarında saklanan nice anılarla (12 Eylül sabahı, boğazda telef olan ikibin koyun, her yeni mahallenin oluşmasının çok acımasız (ve bir o kadar gerçekçi) tasvirleri (kebapçı, cep telefoncu, kuyumcular pasajı, gri yüksek binalar, bir ana cadde). Haliyle edebi haliyle değil de kronolojik haliyle kendimden çok şey bulduğum, zaman zaman gözlerimin dolduğu bir okuma oldu. Sanırım bir kez daha okuyacağım. Belki bunamaya yakın eski zamanları yâdetmek için üçüncüye de okurum. 
   Kitapsevere önerim ise : dönemin İstanbul'una aşinaysanız kendinizden çok şey bulma ihtimaliniz yüksektir. Değilseniz, bunu okumak yerine "Beyaz Kale" olur, "Cevdet Bey ve Oğulları" olur, ve hatta "Benim Adım Kırmızı" dahi olur. Onları okuyun, zihninizdeki Orhan Pamuk olgusunu dibe çekmeyin.

"Relatos Salvajes", "Wild Tales" yahut "Asabiyim Ben"

   İki saat, altı hikaye. İlki ordövr olarak pek kısa verildiğinden beş hikaye de diyebiliriz. En iyi yabancı film oskarına aday da gösterilmiş. Alsaymış olurmuş.
   Öfke, kızgınlık eksenine oturtulan kısa filmciklerin her biri farklı arka planlarda aynı duyguyu işliyor. Hepsinin kendine özgü renk kullanımları, tiplemeleri, kamera açıları ve müzikleri vardır. Dizi olarak yapılsaydı da izlerdim ya böyle ardı ardına seyretmek de başlı başına keyif. 
   Başlangıç yazılarının arka görseli olarak vahşi hayvanların zuhur etmesi ile akıl fikir ürünü bir eserle karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Açılış filmi ve yüzünü asla göremediğimiz esas karakter "Gabriel Pasternak" (ki Allaam insana Pasternak kini vermesin) ile şöyle bir koltuklarımızda doğruluyoruz. Sonraki yol kenarı restoranı hikayesi (ki Delicatessen'e küçük bir selam çakmak farzdır) ile yavaş yavaş ısınıyoruz. Ardından gelen yol hikayesi (ki Duel'e de bir selam gönderelim) son sözü ile kahkahaları hakketmektedir (isteyen sırıtır). Daha sonraki kısa film, otopark mafyası ve çekicilere gıcığı olan sinefile hitap eder (kendi hesabıma sonunu sevmedim (fazla holivudvari)). Ardından eserin tümünün en ciddi tespitleri barındıran öyküsü vardır. Suç, ceza, kefaret, dürüstlük gibi değerlerin pek ibret verici bir şekilde teşrih masasına yatırıldığını görüyoruz. Finali, düğünle yapıyoruz. Ama ne düğün ! Anlatılmaz yaşanır.
   Sevdiceğimle birlikte hiç ilgimiz düşmeden, ibret ala ala, ders çıkara çıkara (elbette içimizden) izledik. Pek de güzel vakit geçirdik. Fazla metafor, subliminal mesaj vermeden, hayatımızda gereksizce yer alan öfke ve kızgınlık gibi önemli duyguları sorgulayan, alay eden, eleştiren sanat filmi olmayan, hiç sıkmayan, üstelik ispanyolca konuşulan (ingilizce filmlerden gına geldi) sıradışı bir filmdir. İzleyen pişman olmaz.




2 Mart 2015 Pazartesi

"Birdman" Cahilliğin Beklenmeyen Erdemi. Ne kadar doğru !..

   Üniversitelerin sinema bölümlerinde izlenmesi gereken filmdir. İzlerken; bilinmedik sorunlara eğilmemesi nedeniyle beni fazlaca içine çekmemesine rağmen, kurgu, kamera açıları, oyunculuklar, müzik ve senaryo üst düzeydedir.
   Rigın düşüyor, düşüyor ve son bir hamle ile tutunmaya çabalıyor. Çabaladığı hamle, genelgeçere değil geçmişinden daha entellektüel bir düzeye hitap ediyor. Bu arada olaylar gelişiyor. 
   Filmimizin tümü neredeyse 200 metrekarede geçiyor, zaman atlamaları, sekans karartmadan anlık veriliyor, bu açıdan neredeyse bir tiyatro oyunu gibi. Özel efektler (fragmanda görülenin aksine) Rigın'ın alter egosu devreye girdiğinde nadiren görülüyor (bu arada Marvel filmlerine çakılan bombastik apışarası tekmeler vardır). Maykılkiitın döktürmüş (gerçi ben Edvırdnortın'ı daha çok beğendim), diğer oyuncular da şakşaklanmayı hakketmektedirler. 
   Bittiğinde neleri düşündüm ? Hımm bakalım. Film endüstrisi (sinema sanatı değil) nereye gidiyor ? Sanat ne içindir ? İnaritu, Biutiful'dan sonra çıtayı yükseltmiş mi, alçaltmış mı ? Ve bunun gibi şeyler. Sonu çok güzeldi. 
   Filmimizle ilgisi vardır yoktur bilemem, kız babası olmak güzel şey. Onu bir kez daha anladım. 
   Özel efektli vakit geçirmelik film isteyenler zinhar uzak dursunlar, sinefiller kaçırmayacaklardır zaten, arşive alınmaya değer. Arakolpa çekilir.