2 Şubat 2021 Salı

"Atılay 1942" Denizaltıcılar Buraya!

 
   Her mesleğin jargonu ayrı. Avukatlarda "üstad", akademik çevrede "hocam", sanayide "usta" ise denizaltıdaki karşılığı "frend"dir (evet "friend" ya da "dostum" değil, nasıl yazılıyorsa öyle "frend"). Pek sevdiğim denizaltıcı frendim bana bu kitabı armağan edince, oturduk başına, kaynakçasıyla birlikte 183 sayfalık (ancak küçük puntolu olduğundan kelime sayısı 200 sayfalık kitapların üstündedir) kitabı bir güzel hallettik. 
   Yazarımız her ne kadar başka bir mesleğe (mimarlık) insitap ettiyse de bahriyeye ve özellikle denizaltıcılığa meftun. Hâl böyleyken oturmuş 1942'de üzücü bir şekilde batan Atılay denizaltısı üzerinden, memleketimizdeki denizaltıcılığın da sergüzeştini anlatan bir eser kaleme almış. 1915, 1918, 1934 ve 1942 yıllarında eş zamanlı olarak ilerleyen metnimiz; Dünya Savaşları arasındaki geçişleri, İmparatorluğun son zamanları, Cumhuriyetin ilk yılları arka planında denizaltıcılık ekseninde Atılay Denizaltısının hazin kazasını mercek altına alıyor. Edebi bir eser olmaktan ziyade belgesel/dokümanter yanı daha ağır basan bir kitap. Gerçek bir olayı aktarırken gerçek kişilerden bahsediliyor ve kullanılan jargon oldukça resmi. Hani dramatize edilmiş belgeselleri görmüşsünüzdür ya! İşte aynısı. Çok aradımsa da yazarımızın bir fotografisini bulamadığım için eksik olduğunu düşündüğüm bir kitap tanıtımının sonuna geldik. Eseri, hem tarih hem de denizaltıcılığa meraklı tüm okurlara öneririm.

31 Ocak 2021 Pazar

"Bloody Hell" Helsinki Chainsaw Massacre.

 
   Açıkçası başına otururken pek de fazla beklentide olmadığım bir ABD-Avustralya ortak yapımıydı (Avustralyalılar bazen güzel işler çıkarıyor). İçine su katıldığında beyazlayan sıvıdan üç kadeh kadar tükettiğimden beklenti haliyle düşüyor. O da nesi! Kafamın hali bir kenara bırakıldığında bile haftasonu makarasında gideri olacak bir pelikula çıktı karşıma. 
   Suçlu mu yoksa suçsuz mu sekiz yıl mahpuslarda yatan (bu soru bile taraflar arasında ihtilaf çıkarabilecek kesafettedir) Rex, ortamlardan kaçmak üzere verdiği rasyonel bir kararla (bu rasyonel karar aşamasının üç teşebbüsü de Finlandiya çıkmıştır) Helsinki'ye kaçar. Burada fantastik ve bombastik bir döngüye girer, olaylar gelişir.
   Kast hiç tanınmamış.Yönetmenimizin öyle bir otör (auteur) hali yok, senarist ise daha önce sadece kısa filmler yazmış. Ama ben beğendim kardişim! Müzikler süpersonik bir kere (metal dinleyesim geldi), masaaltından zuhur eden çiviler sahnesi ise adeta bir deus ex-machine kaldıracı gibi filmimizi "hah bu olmuş!" noktasına getirdi, sonrasında atılan (bir ikincisinin çekilme ihtimaline yönelik (ki bence olmasa daha iyi olur)) kılçıklar boğazınıza takılıyor ama o kadar kusur kadı kızında da olur.
   Korku değil, salt gülmece de değil, sorular sordurmayan, cevaplar aramayan, destrodonuzu tatmin etme potansiyeline sahip, birbuçuk saatinizi güzelce ezmeye yarayan haftasonu filmidir.  Öneririm yani.



30 Ocak 2021 Cumartesi

"White Tiger" Bir "Varoş Milyoneri" değil!

 

   Balram nasıl fakir, ne kadar biçare (ilkokula gelen müfettiş istidadını farkediyor ve onu burslu Delhi'ye okula gönderiyor ama ailesinin durumu yok. Balram mecburen kömür kırmaya talim!). Derken bir şekilde yırtmaya karar veriyor (o coğrafyada tatlıcı kastının cesaret edeceği şey değil). Olaylar gelişiyor.
   
   Başrolümüz Slumdog Millionaire'deki Dev Patel yaşlarında ama kalibresi pek düşük, üstelik daha kötücül. Yaşananlar ise daha tekinsiz. Sinema filmi olarak ele aldığınızda mukayese edeceğiniz bir varoş milyoneri mikyası olmasa belki başarılı denebilir. Ancak her netflix yapımı gibi bittiğinde ağzınızda kekremsi bir tad bırakıyor (bilmiyorum doğru mudur ama benim hissettiğim budur!). Şükela bir ABD güzellemesi (yaşasın kara ulaşmak için tüm yöntemlerin kabul gördüğü vahşi liberalizm!), inceden yardıran (neşter) bir Hindistan eleştirisi, Çin'e gözkırpmalar, insanın bencil ve karanlık yüzüne yüzeysel bir bakış, 2 saati aşkın (2s5d)  Hindistan mekanları izleme (her yabancının ilgisini çekecek mücessem tezatlar), İstiklal Marşı, kapanış. Filmimiz bitince aklımda kalan tek sahne Balram'ım suç ifadesini imzaladıktan sonra gözlerindeki acı ve gözyaşları ile sosyal statüsü gereği takındığı yaltaklanır gülümseme idi (hakkını yemeyelim etkileyici sahneydi). Yapacak hiç bir şeyiniz yoksa bakın, yoksa izlemeseniz de olur.

25 Ocak 2021 Pazartesi

"Promising Young Woman" Sarsıyor İyice!

   Afişi, lambaları, fragmanı yaldır yaldır holivut koksa da çok ciddi sistem (hadi sistem demeyelim de cinsiyetçi kast diyelim) eleştirisi yapan, izledikçe (özellikle sonlara doğru) seyirciyi sağlı sollu kroşelerle sarsan filmdir.
   Şimdi adından başlayalım "ümit veren genç kadın" isimli filmimiz açılış sahnesinden itibaren kadının neye "ümit verdiğini" çok bariz bir şekilde açık ediyor. Yani hiç bir şekilde "geleceği parlak" anlamında kullanılmamış bir sıfat tamlaması. Ancak filmin adamakıllı eleştirilerini ve yönetmenin dediklerini incelediğimde "promising young man" ifadesinin, genellikle aşırı alkol kullanımı sonucu tecavüz edilen kadınların davalarındaki (elbette ki konu hukuk çerçevesinde ele alındıysa) davalı olunan erkekler hakkındaki beraat kararlarında sıklıkla kullanılan bir deyim olduğunu öğrendim. "Bak efendi çocuk, duruşmada takım elbise de giymiş, açıköğretimde de okuyor. Geleceği parlak bir gencadam. Hayatını karartmayalım (zaten kız da alkollüymüş). Beraat verelim." cümlesindeki italik ifadeler, filmimizin (pek de metaforik) adının müsebbibiymiş. 
   "Dünyanın bin türlü derdi var. 10 yıl sonra elimizi yıkayacak su bulamayacağız. Senin derdin ne Arakolpa?" diyenler olabilir. Haklıdırlar. Ama bu da bir dert. Bu yıl kadın cinayeti olmayan hepi topu bir elin parmakları kadar ilimiz var. Kadınlar öldürülüyor, hırpalanıyor, istismar ediliyor, negatif ayrımcılığa tutuluyor, hor görülüyor, başta yazdım bir kez daha yazayım öldürülüyor (ÖLDÜRÜLÜYOR) yahu daha ne olsun. Fiziki olarak güçlü olan güçsüzü eziyor (hele karşı cinsse daha fazla eziyor). Bunun eğitimle falan da bir ilgisi yok. Okumuşu da okumamışı da var bu kitlenin içinde. Stanislaw Lem ustanın öngördüğü tersine evrim durumlarınımı yaşıyoruz belki de bugünlerde. Ama muhakkak ki: kadına şiddetin çok arttığı (belki de ifşa edildiği) ilginç zamanlar yaşıyoruz (Çin bedduası: "dilerim ilginç günlerde yaşarsın"). Görsel olarak (floresan, fosforlu renkler) pek neşeli, ancak içinde derin bir hüzün ve haklı bir öfke barındıran 1s53d'lık filmi (iki saate yakın), içindeki bazı sahneleri sarfınazar etmek suretiyle (özellikle eczanede geçen sahneler neydi öyle!) pek hararetli bir şekilde öneririm. (filmi "okuyabilen" sinefil, başkahramanımızın ebeveynlerinin 1980'lerde kalmış o bombastik dekorasyonu hakkında da metaforlar/kutaforlar türetebilirler ama fakir henüz o aşamada değil!)
 

20 Ocak 2021 Çarşamba

"Bilim ve Felsefe" Satışa Oynamayan, Oynasa Ülkenin Kaderini Değiştirecek Kitap!

   21 Makale, 192 Sayfa, okuması kolay değil ama öyle bildiğiniz felsefe yayınları gibi anlaşılmamaya yönelik olarak yazılmadığından (bence felsefi metinler sadece bu konu üzerinde ihtisaslaşan azınlığın anlayacağı şekilde yazılıyor ve geniş kitlelere ulaşamıyorlar (bir iki yazar hariç)) azıcık çaba göstermeniz halinde üst anlayış ve zihinsel hazlar yakalayabilirsiniz.
   Bugün bilim olarak adlandırdığımız olgunun taa yüzyıllar öncesinden günümüze olan sergüzeştini anlamaya çalışıyoruz. "İlim" ve "bilim" nedir, nasıl şekillenmiştir, nerelere savrulmuştur, "scienta"dan "science"a yapılan evrimleşme bu coğrafyada nasıl gerçekleşmiştir, iktidar bilim/felsefe ilişkileri nelere yol açmıştır, kırılma noktaları nereleridir (ki özellikle ilk bölümde (bilale anlatır gibi açıklanan) kırılmalar pek yerindedir), Kemalizm pozitivist midir?, bilimsel aydınlanmanın karşıtları/yandaşları kimlerdir?, şu an nerede duruyoruz?, aslında nerede durmalıyız? Gibi sorulara açıklamalar getiriliyor. Bu açıklamalar herhangi bir ideolojinin yahut tarihi yanlılığın yanında durarak değil, olabildiğince tarafsız bir perpektiften yapılıyor. 
   Okunduğunda "biz nasıl bu hale geldik?" sorusuna cevaplar üretebileceğiniz, günümüz siyasi ideolojisini daha iyi tahlil edebileceğiniz değerli bir kitap. Öyle zaman geçirmek için okunacak bir metin değil (fakir günde ancak bir bölümü zihinde sindirebildi!). Ancak yaşadığımız günleri ve hatta onyılları/yüzyılları daha net bir şekilde idrak etmek için bu çabaya değer. Zihin açmaya yeltenen kitap kurtlarına öneririm. 

14 Ocak 2021 Perşembe

"Eski Dünya Seyahatnamesi" Bildiğiniz Gibi Olmayan Gezi Kitabı.

 
   Çin'den İspanya'ya, Rusya'dan Yemen'e İlber Hoca'nın seyahat izlenimleri. Ancak bildiğiniz gezi kitaplarından değil. Benim bildiğim seyahatnamelerde genellikle ülkenin coğrafi, demografik ve daha ziyade turistik özellikleri öne çıkar. Bu kitap başka. Ülkelerin (yoksa coğrafyaların mı demek daha doğrudur?) tarihi arkaplanları eksene alınmış. Haliyle Mısır'da nerelere gideceğiniz yazmıyor da, Mısır'ın cemaziyülevvelini yazıyor. İspanya'dan bahsolunurken Emevilerin etkilerini ve ilginç bir şekilde Katalanların, Baskların bundan nasıl etkilendiklerini öğreniyorsunuz. 
   Yapacağınız seyahatte "aaa nerelere gideyim? neler yiyeyim?" düşüncesindeysiniz uzak durunuz ancak o destinasyonun (ne işim olur destinasyonla?) menzilin neler yaşayıp da bugünlere geldiğini ve (bilhassa) memleketimiz ve tarihimizle olan rabıtasını anlamak istiyorsanız (bilinçli seyyahların genel ortak noktası) bu 288 sayfalık okuması gayet de keyifli seyahatnameyi ıskalamayınız efendim.

12 Ocak 2021 Salı

"Chinese Take-Away", Darin'in Hatrına!

 
   Ricardo Darin hatrına oturup birbuçuk saatimi geçirdiğim filmdir. 

   Buenos Aires mukimi inatçı, bedbin, huysuz bir nalburun başına hiç yoktan bir Çinli düşer. Hayatı boyunca yalnız yaşamış Roberto için hayat zorlaşmaktadır.

   Filmimiz herhangi bir soruya cevap vermediği gibi sorular da sordurmuyor. Ancak; güzel bir karakter betimlemesi, iyi oyunculuklar, küçük gaglar (ne işim olur gagla?) şakalar, sıkmayan ve sarmayan bir senaryo görmek istiyorsanız öneririm.

7 Ocak 2021 Perşembe

"Bir Mars Destanı" Weinbaum: İkinci Nova.

 
   Daha önce "Sıfır Çemberi"ni okuduğum ve asıl patlama yaptığı öykülerinin o versiyonda olmadığını görünce edindiğim kitaptır. İthaki yayınları bu edisyona o meşhur Mars öykülerini (ve başka bir kaç öyküyü) eklemiş, başına da Asimov'un şükela bir önsözünü oturtmuş (Asimov: Weinbaum yaşasaydı Campbell devrimi olmazdı "Weinbaum" devrimi olurdu diyor). Ayzek Bey, gencecik yaşta ölüp bilimkurgu öykücülüğünü ancak 1.5 yıl sürdürebilen yazarımızdan "bilimkurgunun ikinci novası" diye bahsediyor.
   Elbette ki yazıldığı yıl olan 1934'teki bilimkurgunun durumunu bir gözönüne getirmek gerekir. Bir iki dergide yayımlanan "eğlendirici" çocuk hikayeleri. Bugüne evrilen türün henüz emeklediği dönemler. O dönemde yazılan ve türün kaderini belirleyen kafa açıcı hikayeler de Bay Stenli'nin kaleminden dökülmüş. İlk iki hikaye (toplam yedi öykü var) Mars'la ilgili ve günümüzde bile eğlenerek ve kafa açacak nitelikte (mükemmel toplumların yönetim şekli anarşidir!). Ben eğlendim ve bitirince sorular sordum. Ama bilimkurgu okumuyorsanız, sarfınazar edebilirsiniz.

5 Ocak 2021 Salı

"Bay Uzay Gemisi" Philip K.Dick'in Toplu Öykülerinin İlki.

 
   Bay Dik'in romanlarının büyük kısmını bitirdim ama öyküleri es geçmişim (ne ayıp!). Büyülüfener Yayınlarının versiyonunu Begüm Hanımın çevirisini okudum (gayet de özenliydi çeviri). Tüm öykülerin sadece dokuz aylık bir dönemde (1951-1952 arası) yazıldığı söyleniyor. Söylentiler doğruysa: Dik Bey LSD'yi damağına yapıştırır, oturur daktilonun başına yerinden kalkmadan günlerce yazarmış. Ancak bunun doğru olması biraz güç, zirâ (zirâ?!) öyküler öyle fazla uyarılmışlıkla, başka boyutlarda yazılacak kadar uçuk değil (Bkz. William S. Burroughs"The Naked Lunch" işte bunda birtakım bilinç açıcı kimyasal/organik yardımcılar var!). Ama bu öyküler akıl fikir işi (bilinç akışı bile yok). 
   Bay Dik'in sorunu belli, gerçeklik ve paradigmamız. Bunlarla uğraşıyor ve bunu gayet iyi başarıyor. 635 sayfalık ve birçok öyküden mürekkep kitabımız, burada tek tek yazamayacağım, bakış açınızı sallayan metinlerle dolu. Bu verimli vaha, birçok filme/romana da konu olmuş. Kimilerini alta yazdım, daha da çok var. Olmayanları da eşeleyebilirler (fikirler kuntastik). Hele ki Roog diye bir öykü var ki, sinemaya aktarılabilemez. Nedir: dört ayaklı bir dostumuz, bir köpek gibi düşünüyoruz (kendi bakış açımıza geçtiğimizde "hah, anladım!" diyoruz ki tadından yenmez).
   Velhasıl; bilimkurguya meyyalseniz muhakkak, değilseniz (ama hayal etmeyi, şeylere farklı köşelerden bakmayı seviyorsanız) hararetle öneririm. Yoksa uzak durun!
Ayarlama Ofisi-The Adjustment Bureau
Barınak-Take Shelter (Cefnikıls bunu ben yazdım diyor ama doğrudan buradan apartma (arakolpa'yı bu konularda kandırmak zordur nitekim!))
Oyuncak Hikayesi-Toy Story
Silo-Silo
Hesaplaşma-Paycheck

4 Ocak 2021 Pazartesi

"Uzaktan Kumandalı Kız" 1973'den Günümüze İsabetli Bir Bakış.

 
   Yazarımız yıllarca erkek mahlasıyla yazmış bir kadın. Bu da "eril yazım", "dişil yazım" konusunda tereddütleri olan kitap kurtlarını meraklandıracaktır. Ben bir fark göremedim. Ayrıca Alice Sheldon, CIA çalışanı ve 1987'de kendi yaşamına son vermiş. Nereden bakılırsa ilginç bir yaşam. Bunun yazdıklarına etkisi ne oldu diyerek başka yazdıklarının da tadına bakmak isterim. Herneyse!
   1973'de yayımlanan kitabımız bilinç akışı tekniğiyle yazıldığından biraz güldür güldür ilerliyor. Kimi bölümleri nereye oturtacağınızı bilemiyorsunuz ama olsun: taşlar yerine oturuyor okudukça.
    Belirsiz gelecek, distopik bir Dünya. Reklamsız bir tüketim piyasası. Bunu aşmaya çalışan azgın şirketler. Hipofiz bozukluğu olan ucube görünümlü bir genç kadın: P.Burke.  Uzaktan nöro bağlantı ile çalışan ve tüketim modeli görevi olan plasental kabuklar. Burke'ün başarısız intihar girişimi ile PK kullanıcısı olmasına giden yol, bir aşk hikayesiyle sekteye uğrar, olaylar gelişir.
   Keşke novella yerine (Ursula K.Le Guin'in önsözüyle toplamda 70 sayfa) düz yazımlı bir roman olsaymış!

3 Ocak 2021 Pazar

"Soul" Pixar'ın son işi.

 
   Genç balık yaşlı balığa sormuş "-Okyanusa gitmek istiyorum. Okyanus nerede babalık?
   Yaşlı balık yanıtlamış "-Okyanus burası evlat."
   Genç balık "-Olur mu yahu! Burası sadece bir parça su."

   Filmimizin konusu budur. Ama işçilik iyi. Şu düşünceyi 1s40d'ya sığdırmak incelik ister. Güzel yapmışlar. Ezecek bir akşamınız varsa öneririm (caz sevenler daha bir fazla sever).

"Tuhaf Kütüphane" Murakami'den Bir Garip Masal!

 
   Murakami'yi seviyorum. Bu minvalde yazdıklarının tümünü okumayı hedeflemem nedeniyle bu neşriyatı da edindik ve oturduk başına. 

   Bakmayın tanıtımlarda 72 sayfa olarak nitelendirilmesine, resimsiz sayfaları çıkarın 36 sayfa kalıyor. Onun da fontları büyük sayfaya 24 satır olarak yayıldığını düşünün. Elinizde tertemiz bir 25 sayfalık öykü kalır. Öykünün içeriğini de aslında bir masal olarak kabul edebilirsiniz. Öylesine fantastik bir metin ki, öykü demek olmaz. Hâl böyleyken, bombastik bir pazarlama harikası olarak ciltli kapaklı satılan, kağıdı çok kaliteli, illüstrasyonları başarı bir kitaba 30 küsur lira vermek belki içinize siner. Kitaba verdiğim paraya acımıyorum ama 25 sayfalık masala bu parayı vermek bana koydu! Koleksiyonerseniz alınır, yoksa değmez! Bir kütüphaneden edinin, yarım saatte okuyup iade edersiniz. Paranız cebinizde kalsın (bugünlerde ihtiyacınız yoksa bile olanlar çok).

29 Aralık 2020 Salı

"The Assistant" ABD Çalışma Hayatına Kısa Bir Bakış Yahut Weinstein Fobisi.

 

   Yeni mezun, oldukça zeki, potansiyeli olan genç çalışanların izlemeleri gereken filmdir. Birbuçuk saatlik filmimizin sonunda başrolümüz bir kez dahi gülümsemiyor, deliler gibi çalışıyor (ilk gelir, son çıkar), istismarlara şahit oluyor (nedir ki: her iki taraf da mutlu!), sesini çıkarmaya çalıştığında yıldırılıyor (-Bak! kariyerini bitirme. O pozisyon için elimde 400 özgeçmiş var!). 
   Herneyse konumuz: büyük bir sinema filmi şirketinde bir ofis asistanının bir günü. Sabahın köründe başlıyor, gecenin ilerleyen saatlerinde bitiyor. IMDb puanı 6 küsurmuş, boşverin. Zaten düz sinefile gelmez. Ne yapacaksınız sıkıcı bir ofis gününü izleyip de. Ancak ABD'deki çalışma koşullarını (ki ülkemiz de hızla o yöne evriliyor), genç/zeki/donanımlı ve fakat deneyimsiz çalışanların ahvalini görmek isterseniz buyrunuz. 
PS : Filmde hiç görünmeyen istismarcı patronun Harvey Weinstein olduğundan huylanmıştım. Sonra kritikleri okuduğumda yanılmadığımı ve hatta yönetmen Kitigriin hanımın, Weinstein olayından sonra bu filmi çektiğini öğrenince, üç hücreli beynimden gurur duydum.

28 Aralık 2020 Pazartesi

"Düne Kadar Dünya" Geniş Zamanlarda Okunmalı!

 
   Evrimsel biyolog Bay Diamond'un "Tüfek, Mikrop, Çelik"inin hastasıyız. Daha sonra basılan (ve ekleri gitgide güncellenen) edisyonlarını bile okumuşluğumuz vardır. Son onbeş gündür de bu ytong ebatlarındaki (696 S.) kitabıyla hemhal oluyorum. 
   Eski toplumlardan neler öğrenebilir, neleri günümüze adapte edebiliriz diye bir sorunun cevabını arıyoruz. Cerıd Bey, mesleğini icra ettiği uzun yıllarda, dünyamızın kenarda köşede bulunan en ilkel (en az bozulmuş) toplumlarıyla haşır neşir olmuş. Yeni Gine'den Avustralya'ya, İnuitler'den (hayır eskimo değil İnuit) Kuzey Amerika Yerli halklarına kadar birçok sonra keşfedilmiş toplumlarla birlikte çalışmış, hayat tarzlarını gözlemlemiş. Bu gözlemleri de bir bilim insanı perspektifinden yapmış. Sonra da, bu toplumların ne tür özelliklerini, günümüz toplumlarına uyarlayabiliriz diye düşünmüş ve bu kitabı yazmış. 
   Çocuk yetiştirme, yaşlılara olan yaklaşım, anlaşmazlıkların çözümü, dini inanışlar, risk yönetimi, beslenme ve fiziksel sağlık gibi çeşitli bölümlerde hem eski toplumların yaklaşımlarını inceliyoruz hem de bölüm sonlarında yaşadığımız toplumdaki bu uygulamaları didikliyoruz. Sonunda neler yapılabilir, neleri kendimize uyarlayabiliriz sorularının cevabını alıyoruz. 
   İlk bölümlerin pek sarmadığını ancak ilerleyen bölümlerde (özellikle de din faslına girdiğimizde) elimden bırakamadığımı belirtmeliyim. Din bölümünden itibaren beslenme ve sağlık kısmında çok çıkarılacak dersler vardır. E-kitaptan okudum (pişmanım), basılı halini de edinip altını üstünü çizerek, fosforlayarak, sayfa ayraçları koyarak okunmalı. Kitabı bitirdikten sonra eski siz olmayacağınızı tahmin ediyorum. Muhakkak ki bazı yargılarınızı, dogmalarınızı değiştirebilecek bir metin. Öneririm.

26 Aralık 2020 Cumartesi

"Midnight Sky" Bilimkurgu ama değil de sanki!

   Uyarıcımız çalıştı, oturdum akşam izledim. Corckluuni, Sabörbikın'dan sonraki sinema filmi yönetmenliğinde bir Netfliks filmini kotarmış. 

   Dünyada bir şeyler ters gitmiş ve bildiğimiz yaşam sona ermiştir/ermek üzeredir. Elbette uzun zaman önce yaşanacak gezegen bulmaya gitmiş Aeter uzay gemisindekilerin bundan haberi yoktur. Kutup dairesindeki gözlemevinde bulunan huysuz bir bilim insanı; tahliyeyi reddeder ve gelen gemiyle irtibat kurmak için tek başına kalır (zaten ömrünün sonlarına gelmiştir). 

   Üç eksenli senaryo, uzay gemisindekiler, Dünyadakiler ve neden izlediğimizi filmin sonlarında idrak edeceğimiz geri dönüşlerle ilerliyor. Eğer tekerlekli ofis sandalyelerinden yönetilen kocaman bir uzay gemisi izlemek sizin mantığınıza ters düşmüyorsa (aynı şekilde kutuplarda buz gibi sudan çıkıp yola devam etmek gibi garabetler de cabası), bir şekilde kendini izletiyor filmimiz. CGI efektleri, evet göze batıyor ancak konusunun bilimkurgu olarak yazılmasına karşın pelikulamız bilimkurgu filmi değildir. Daha ziyade aile olgusunun didiklenmesi gibi algıladım (o fedakarlıklar, çekilen zorluklar, kuvvetli bağlar vs.). Bilimkurgu peşindeyseniz uzak durun, ama "ezecek iki saatim var, ne yapsam" diyorsanız başına oturabilirsiniz. 

24 Aralık 2020 Perşembe

"The Burnt Orange Heresy" Yanık Portakal Sapkınlığı, Sanat Piyasaları Üzerine.

   Coseppekapotondi Bey, En İyi Teklif'ten bugüne izlediğim en sağlam "sanat piyasaları" filmini yapmış. Sanat piyasaları; filmin geçtiği fon tabiy ki, aslolan insanın hırslarının peşinde ne kadar gidebileceğidir. 1s39d'lık filmimiz, öncelikle çekildiği yer (İtalya'nın bombastik bir gölü Garda mı Como mu bilemedim) itibarıyla insanı cezbediyor. Başrol olmasa da en önemli diğer iki rolde arz-ı endam eden Mikcegır ve Danıldsatırlend ise adeta ayva tatlısının üzerindeki kaymak. Yırtıcı sanat simsarı ve aşmış emekli ressam rolleri bir insana bu kadar mı yakışır? 
   Filmimiz ilk anından itibaren diyaloglardaki vasat üstü akış sayesinde düz sinema izleyicisini (bakın sinefil değil!) kendinden uzaklaştırır. Ancak diyalogları doğru okursanız tadından yenmez. Ayrıca metaforlar kutaforlar sinekler filmimiz boyunca uçuşur durur (en son sahnede ise (buzdolabının üzerindeki çizim (filmin adını aldığı tablodaki parmak izi)) resmen içinizin yağları erir). Zekice yazılmış ve ustaca çekilmiş bir kordelayı kaçırmak istemeyen sinefillere iyi seyirler...


15 Aralık 2020 Salı

"Rojo" Arjantin Kırmızısı.

 

   1970'li yılların ortası, Arjantin'deyiz, kasaba eşrafından avukat Kladyo; bölgenin şık restoranında eşini beklerken bir hödüğün tacizine uğrar. Bu tacizi bertaraf ettiği gibi, hödüğü köpek hayvanının mahrem bölgelerine giriş çıkışını sağlar (elbette sosyal olarak (Kladyo kibar adamdır)). İki saate yakın (1s49d) filmimiz bu sahnelerle açılınca "aha" dedim "beyine takla attıran bir filmle karşı karşıyayım". Yanılmamışım. 

    Genç yönetmen Bünyamin Naiştat (muhtemelen levanten), yaşının ötesinde bir tecrübe göstererek, şükela bir iş çıkarmış. Bir kere iş iyi kotarılmış. Kullanılan filtrelerden (bildiğiniz 70'li yıllarda çekilmiş film izliyorsunuz hissi veriyor), sekans açılarına, sünmeyen senaryodan, ekonomik (ama yerinde) müzik kullanımına, iyi oyunculuklardan (Dieguito'ya nasıl kıl oldum! (gerçek hayatta da adı aynıymış)) metaforlara; özenli bir iş var.

   Öte yandan filmimiz hem bir dönemi yansıtıyor (darbe öncesi gelişmemiş ülke aurası) hem de hep muteber olacak soruları sorduruyor. 

  • Mevcut düzeni korumak adına ne kadar ileri gidilebilir?
  • İlahi adalet diye bir şey mevcut mudur?
  • Karma bizi nasıl etkiliyor? (Karma var mı?)
  • Güneş tutulmaları sırasında hava kızarıyor mu?
  • Filler tepişince, çimenler ezilir mi? (soruya gel!)
ve daha neler.

   Geniş zamanlarda izlemediğim için (kafa boşaltmak için başına oturmuştum, yanlış yapmışım) bolca geçen metaforları çözümleyemedim (peruk, güntutulması, Şili'li meşhur dedektifin mütedeyyinliği (ve hatta fundamentalistliği)) ancak geniş zamanlarda bir kez daha izleyip, hem senaryoyu anlamlandırmaya (bir çok gönderme havada kalıyor) hem de metaforları çözmeye çalışıciim. Netfliks'te ve sinemalarda görülmeyecek filmdir. Politik sinemaya ilgi duyuyorsanız öneririm.

10 Aralık 2020 Perşembe

"Undine" Petzold'un Su Perisi.

 

   Mitolojiye göre undine, bir nevi doğa gücü olan su perisi (elemental). İnsan olabilmesi için bir insankişisiyle birlikte olması gerekiyor. Bu adamcağızın işi zor, sadakatsizlik ederse ölüyor. Karışık işler. 
   Kızımız başrolümüz Undine, tarihçi. Şehircilik müzesinde çalışıyor. İlk sahnede terk ediliyor (polabeer'in gözyaşları (kızcağızın gözleri o kadar güzel ki!) içime dokundu). 10 Dakika sonra da yeni sevgili buluyor (franzrogovski kadar çirkin ve çekici aktör de azdır herhalde (bu arada yönetmenin bir önceki filminde de aynı kast var (ninahoss yaşlandı zaar))). Olaylar gelişiyor. 
   Yönetmenimiz Petzold'un çizgisi belli. Büyülü gerçekliğe göz kırpan, zaman/zeminden azade, değişik işler yapıyor (merak eden varsa bu sefil ağ güncesinde petzolt diye aratın, önceki işlerinden yazmışlığım vardır). Bu da zihni (izlendiğinde) yormayan, daha sonra aklınıza soru işaretleri getiren, değişik kapılar açan, özenli sinema diliyle (renkler, diyaloglar, sekanslar, açılar, renkler, müzikler (bilhassa müzikler), kurgu, oyunculuklar) gözünüze/beyninize/kulağınıza hoş gelen bir kordela. Bakmayın IMDb'deki 6.4 reytinge, oylayan çoğunluğun sevdiği filmler avengers falan ("demokrasi cahil çoğunluğun tahakkümüdür" mü demişti Aristoteles?). Tek hoşuma gitmeyen şey: neredeyse bir 20 dakika falan Berlin şehrinin tarihi tanıtımının yapılmasıdır (niye öyle yapmışlar bilemedim).
   Ben sevdim, herkes sevemez, sinefil ıskalamaz! (seven ne yapmaz:))

"Rabbim Beni Doktorlardan Koru!" Beklediğim gibi değil...

 
   İsmail Hakkı Hoca iddialı bir bilim insanı. Biyografisine ve titrlerine (Tıp profesörü, Beyin cerrahı, Bilim Adamı, Düşünür, Teolog, Yazar, Şair, Güftekar) bakınca insan etkilenmeden edemiyor. He also works as the President of CNS 'INTERNATIONAL ASSOCIATION AND NERVOUS SYSTEM SURGERY ASSOCIATION in the USA." diye bir ibare var özgeçmişinde mesela. Buraya tıklayarak araştırdığınızda göremiyorsunuz (ben bütün alt komitelere dahi baktım) ama olsun! Sadece bilim insanı değil, rubailer yazıyor, güfteleri var, edebiyata meraklı, tam benim kafada (yalnızca din ve siyaset konularında ayrı (hem de oldukça ayrı) tonlarda çalıyoruz). 
   Kardeşcağızım bir televizyon programında görmüş, önerdi. Kitaplarını araştırdım, ismi ilgimi çektiğinden bu neşriyatı edindik, başladık okumaya.
   Dört bölümden mürekkep 255 sayfalık kitabımız, Hocanın medimagazin adlı bir sağlık portalında yazdığı makalelerden oluşuyor. Genel konularda kalem oynatan hocanın (akademik dünyanın içyüzünden tutun, mürekkepli kalem kullanımına, klasik Türk müziği makamlarından, "H" faktörüne (akademisyenler bileceklerdir)) okunması kolay bir üslubu olsa da bitirildiğinde akılda iz bırakan pek bir yazısı (bence) maalesef yok. Bunun yanında gerek önsözde, gerek biyografide, gerekse sonsözde (ki her nedense İngilizce bir versiyonu da eklenmiş sona) zahiren bir kendini beğenmişlik kokusu var. Kimi sayfaların sağ yanaklarına afili özlü sözler diklemesine konulmuş (buna benzer alametler rahmetli Yaşar Nuri Öztürk'te de vardı). Nebliyim oldukça havalı da olmuş ancak içindeki cevheri ve marifeti, iltifata tabi olacak şekilde tanıtmak bana itici geliyor. Misal: Gazi Yaşargil Hoca'nın yayınlarına bakınca (buradan) genellikle bilimsel eserler üzerine olduğunu, atıf sayısının pik yaptığını görüyorsunuz. Ancak kendisinin yazdığı kitapta böyle iddialı cümleler olduğunu hiç zannetmiyorum (okuma listeme aldım, karşılaştırma yapmak için onu da okuyiciim). 
   Ayrıca pozitif bilimlerle ilgilenen bir insanın, bilimsel gerçekleri birtakım dini kurallar/ayetlerle açıklamaya çalışması (bu ayetle ilgili de bir açıklama yaparsa seviniriz: tıklayınız) gerçekçi görünmüyor (yaratılışçılığa inanmayı değil bilmeyi tercih etmesi ve bilimsel olarak bunun imkansız olması) Hem suyun başındakilere temenna yağdırması hem de "kimseye müdanaam yoktur" demesi; fakire samimi gelmedi açıkçası. Bu tarzda kitapları bulunan Ahmet Rasim Küçükusta hocanın kitaplarının yanına bile yaklaşamaz. Yine de siz bilirsiniz.
PS: Empty can loudly sounds! (ben de bir ingilizce kelam bırakayım bari!)

5 Aralık 2020 Cumartesi

"Melekler Zamanı" Iris Murdock'tan Yüksek Edebiyat

 

   Roman türü ilk çıktığı zaman burun kıvırılıyordu (o zamanlar edebiyat, tiyatro oyunu ve şiir demekti) "hıh düşük edebiyat!" diye. Sonra devir değişti tabi. Roman yerini sağlamlaştırmakla kalmadı şiir ve tiyatroyu da yerinden etti. İlerleyen zamanla romanda da bir "yüksek edebiyat" snopluğu oluşması kaçınılmazdı, öyle de oldu. Kendi adıma yüksek edebiyat klasiklerle sınırlıdır ama öyle olmadığını da biliyorum. Bu minvalde mebzul miktarda felsefe içeren kitapları olduğunu bildiğim Iris Murdock'ı şimdiye kadar hep ihmal ettim. Ancak ilgiyle takip ettiğim ağ güncelerinden Okuma Günlüğüm Kitaplık'ın hatırnaz yazarıyla yaptığımız bir yazışmada kendisi işbu neşriyatı tavsiye edince daha fazla kayıtsız kalmayarak oturduk başına.

   Tanrıya inancını kaybetmiş, hizmetçisi ve kızıyla memnu yakınlaşmalar içinde, kendi zihninde kaybolmuş (kıçını kızılcık sopasıyla dövme isteği uyandıran), ancak gizemli bir etkisi olan bir peder: Carel. ABD'den İngiltere'ye atanıyor (orada protestanların işi biraz meşakkatli). Kilise, Carel'in acaipliklerini bildiğinden cemaatsiz (sadece kulesi ve lojmanı kalmış) bir kiliseye atıyor bu sıradışı pederi. Lojmanın apartman görevlisi Eugene (ne biçim Rus adı bu!), Eugene'in oğlu Leo, Carel'in emektarı Pattie, kızı Muriel ve (sözde) yeğeni Elisabeth; Londra'nın kalkmak bilmeyen sisleri arasında kendilerine bir hayat çizmeye çalışır, olaylar ilerler.

   285 sayfalık kitap, tahminlerimin ötesinde bir sürede bitebildi. Karakterler arızalı, atmosfer depresif, dil akıcı ancak bir türlü sirayet edemedim metne. Son okuduklarımın hep kaybedenlere/arızalılara odaklanmasından mıdır, yoksa romanımızın içinde çokça varoluşçu ögeler bulunduğundan mı bilmem, bitirmekte zorluk çektim. Ancak şurası muhakkak ki: Bayan Mördak "yüksek edebiyat"la hemhâl oluyormuş. Kendisinin polisiye eserleri de varmış "varoluşçu polisiye" okumak, kulağa oldukça ilginç geldiğinden bir de onlardan yana şansımı deneyeceğim. 

   Demem o ki: Bayan Mördak'ın yazdıklarına başlayacaksanız, bence bu romanla başlamayabilirsiniz.