15 Ocak 2013 Salı

"Idiocracy" Hal-i Pür Melalimiz...

   Evrim kuralı belli. En akıllı, en hızlı, en güçlü vs. yaşar. Diğerleri budanır.
   Günümüz toplumunda işler böyle yürümüyor. Piramidin üstündekiler fazla çocuk yapmayı tercih etmezken piramidin altındakiler akla zarar bir şekilde çok ürüyorlar. Ve onları bertaraf edecek avcılar da yok. 
    Bu eğilim devam ederse toplumumuz 500 yıl sonra nasıl olur ?
   İşte filmimiz çok etkili bir giriş yaptıktan sonra bu soruya cevap aramaya koyuluyor.
   Filmimiz, çok etkili ve inandırıcı bir antre yaptıktan sonra ilginç mecralara akıyor ve arada yaran sahnelerden sonra herhangi bir çözüm getirmeyip, selamını verip sahneden çekiliyor.
   Amerikan ordusunun (sadece kimsesiz olduğu için seçilen) orta zekada bir askeri, bir deney sonucu uyutuluyor, unutuluyor ve 500 yıl sonra tesadüfen çözülüyor. Bir de ne görsün : dünyamızdaki en zeki insan odur. Konumuz budur...

   Belli ki fazla bir bütçe ile çevrilmemiş bir yapımla karşı karşıyayızdır. Oyunculardan bir tek Luk Vilsını tanıyoruz (Vesendırsın filmlerinden çok takdirimizi almışlığı vardır). Diğerleri ise (senaryo gereği) çok da fazla ünlü olmayan ve akıllı bir duruş sergileme gereğinde olmayan stereotip şahsiyetlerdir (prezidınt kamaço yarmaktadır). Geleceğin sadece Amerikasını görme fırsatını buluyoruz. Nedir : geleceğin, ilk görüşte felaket güldürücü gelse de, biraz düşününce aslında korkunç olduğunu idrak ediyoruz. Masturbasyon otomatlarına dönüşmüş kahve dükkanları, tüketimin ve medyanın varmış olacağı nihai sonuç ve insanların havsala dışı eblehlikleri...

   Bu tablo insanı güldürür. Hele bazı sahnelerde iyice yardırır. Mesela IQ testinde sorulan soruların ve insanların verdiği tepkilerin temaşası... Lakin film bittikten sonrasında biraz tefekküre dalarsanız verilen mesajın çok da abartılı olmadığı hatta düpedüz gerçek olduğunü düşünüyor ve dehşet içinde kalıyorsunuz.  Üstelik IQ katsayısının fazla iddialı olmayan güzel ve yalnız ülkemdeki durumun 500 yıl sonrasını değil, (bu ivmeyle giderse) 50 yıl sonrasını bile hayal etmeniz; bünyede kaynar suda haşlanan ıstakoz etkisi yaratmakta. 
   Sinemaya eğlenme amaçlı yöneliyorsanız filmimizi izleyebilirsiniz. İkinci yarıdan sonra sinemasal açıdan biraz gevşeme yapsa da sonuna kadar izlenebilir (birçok sahnede gülmek garanti). Lakin fakir gibi distopyaya meraklıysanız kaçırmamanız gerekir. Daha önce belirttiğim gibi film bitince düşünecekleriniz biraz keyfinizi kaçırabilir ama demedi demeyin !...

14 Ocak 2013 Pazartesi

"A Woman in Berlin" Savaş Kötüdür...

   İşgaller beraberinde tecavüzleri de getirir. Savunmuyorum, tespit yapıyorum. Destrodonun zuhuru libidoyu da tetikler ve süperego altedilir. İnsanlığın bu noktaya gelebilmek için binlerce yıldır verdiği uğraş, şiddetin ortaya çıkmasıyla langır lungur yıkılır. Bu cilayı sabitlemek içinse, dipte yatan şiddet mahlukunu hiç uyandırmamak gerektir. Kimimiz bu mahluku doyurmak için vurdulu kırdılı filmler seyrederiz, kimimiz bilgisayar oyunlarında zombi vururuz, kimimiz futbol seyrederiz, kimimiz dedikodu yaparız. Herkesin yöntemi kendine... Lakin bu haris mahluk, savaş denen devlet destekli mekanizma ile uyandırılırsa hemmen kardaşı libidoyu da kendine yarenlik yapmak üzere uyaracak ve birlikte ahlak moral süperego falan dinlemeyerek adeta adi bir zırtlana dönüşecektir. (zırtlan : yozlaşmış sırtlan). Öyleyse ne yapacağız : savaş olmasın diye vargücümüzle karşı duracağız, en azından dileyeceğiz, itikadımıza göre dua edeceğiz. Farkındaysanız yazı, film tanıtımından başka mecralara kayıyor, titreyip kendimize dönerek filmimize geçelim.
    "2.Dünya Savaşı biter, onun hikayesi başlar" diyor filmin afişlerinden birinde. Katılmıyorum, ilk bir kaç dakikada onun hikayesinin başlangıcını da görüyoruz. "Berlin düşer, kadınlar hayatta kalma mücadelesi verirler." Konuyu da bu şekilde özetledikten sonra gelelim sübjektif yorumlarımıza.
   Almanya'da filmimize esin olan kitap yayınlanınca kızılca kıyamet kopmuş, kitabın yazarının ismi hep anonim olarak kalmış. Neymiş : alman kadınlarını kötülüyormuş. Yok öyle bir şey ! Filmde izlediğimiz kadınların tümü de en derin içgüdümüzü yaşayakalmaktadır, yaşamı sürdürme içgüdüsü... 
   Yönetmen bey; filmin ilk dakikalarından itibaren yıkıntılar arasındaki kadınların, bir ordu dolusu (bu benzetme mecazi değildir) testosteron bulutları içinde dolaşan işgalci askerlerin arasındaki kurbanlık kuzu görüntülerini çok iyi aktarmıştır. İnsanın içi ürperiyor. 
  Sadece işgalci rusların değil alman ordusunun da üstüne taşlar atılmıştır. Yani aleni bir kayırma yoktur. Sadece olay Berlin'de geçmektedir. Ruanda'da, Bağdat'ta, Paris'te, Atina'da da geçebilir ve fon değişir. Aktörler yine aynı replikleri tekrarlar aynı sahneleri oynarlar. Hiç fark olmaz.
   İki saati geçen süresi ile, karamsar (aynı zamanda gerçekçi) bakış açısı ile, çizdiği ana ve yan karakterlerin sahiciliği ile (akkoyunlar, karakoyunlar, onuru ile ölenler, onuru yaşamaya tercih edenler, zalimler, mazlumlar vs.vs.) filmimiz kendini bir şekilde izletmiştir.
   Nina Hoss bizi şaşırtmamış çok iyi oynamıştır.
   Moğol piyade, olağanüstü şarkısı (o baslar o gırtlaktan nasıl çıkar ? aklım çıktı !) ve durağan oyunculuğuyla bana çok sahici gelmiştir.
   Eğlenmek için değil ders almak için izlenirse pek şükela olur.
   Çocuklar için sert sahneler içerdiğinden afiş uyarısına uymakta fayda vardır (16+)
   Düşmeyi resmen ilan eden generalin ifadesi de vurucudur.

   Şu aralar izlemekte fayda vardır (belki izleyenlerde savaşın gerçekleri konusunda bir idrak patlaması olur)


"Cebi Delik" Yazarak Hayatını Kazanmaya Niyetlenenlere.

   "Bir haftada iki Pol Oostır kitabı okunur muymuş ?" diyen bibliyofillere verilecek cevabi tarzda bir kitabımızın tanıtımına hoş geldiniz ifhal olmaz bibliyofiller !...
   Bir kere "Hand to Mouth" (ki meali : "elden ağıza"dır, "cebi delik"de bunu karşılamasına karşın "elden ağıza" daha hoşuma gitmiştir) roman ve hatta novella değil, üstelik tam da otobiyografi denemeyecek kadar kuralsızca, adeta sohbet edilircesine sunulan bir hayat öyküsüdür. Bir günde bitti. Yavaş okursanız Ankara-İstanbul otobüs seyahatinde biter, hızlıysanız yağmurlu bir İstanbul akşam trafiğinde halledilir (131 sayfa). 
   Evet okunmasına çabuk okunur da hazmı da bu kadar kolay mıdır ? Hayır...
  Bay Oostır (biliyoruz ki kendisi artık dünya nimetlerinden faydalanmakta herhangi bir ekonomik zorluk çekmemektedir) çocukluğundan başlayarak yazma serüvenini aktarmaktadır bizlere. İçinde yazma güdüsü olan bir insanın hayatın olağan zorluklarıyla başa çıkmasını (yahut çıkamamasını), vahşi kapitalizmin geçerli olduğu günümüzde sanata yönelimin zorluklarını ve buna benzer ikilemleri, yaşadığı yerler, kişiler ve olaylarla satırlara yerleştirmektedir. Yazarın kitaplarına aşinaysanız; kitapların yazarın hayatından nasıl esinlendiğini görmek adına çok ilginç ipuçları içeren, dili akıcı, sıkmayan bir otobiyogfimsidir. Nedir : kitapta değişmeyen yegane olgu yaşam gailesidir. Üstelik sonunda bunun ne şekilde nihayete erdiğini de görememekteyiz. Bu açıdan biraz güdük kalsa da, yazmaya ve hayatını bu şekilde kazanmaya niyetlenmiş kalem efendisi olmaya niyetli kişilerin okuyup, hazmetmelerinde sayısız yararlar vardır.  Kütüphanenize katmayabilirsiniz lakin bir şekilde elinize geçerse kaçırmayınız derim...


"Seven Psychopaths" Şaşırmadım !...

   Bay Martin yine şaşırtmadı beni. Bitince ağlasam mı gülsem mi diye bocaladığım bir film çekmiş. Yine...
   "Brüj'de" pek güzeldi. Bir süredir de bekler olmuştuk 7 psikopatı. Kısmet bu geceyeymiş.
   Afişin yanındaki kasta bir bakın adeta Brahman kastı.  Kolinferıl var, Semrakvel var, Vudiherılsın var, veee kült aktörüm Kristofırvolkın var, üstüne kaymak olarak da Tomveytz var. Şimdi bu kadro yanyana dizilip geyik yapsalar ben yine izlerim. 
   İrlandalı (üstelik de eli kalem tutan irlandalı) yazarımız, yedi psikopatlı bir senaryo yazmaya hallenir, olaylar gelişir. Konu budur.
   İşleniş ve senaryonun ilerlemesi ise ayrı bir hikayedir. İşin hoş tarafı filmin içindeki senaryoyla izlediğimiz filmin senaryosunun paralel bir gelişme göstermesidir. İkisinin arasındaki korelasyonlar, dikkatli olmayan trol izleyici kitlesi için biraz kafakarıştırıcı olabilir. Filmimiz iki bölüme ayrılmış (tıpkı filmde yazılan senaryo gibi), ilk yarıda biraz Tarantino etkisi görülse de ikinci yarı aksiyon biraz durulmakta, diyaloglar daha bir ön plana geçmektedir. Son bölümde Hans'ın çözümü olan senaryo düğümünün çözülmesi ve Hans'ın filmdeki sonu arasındaki bağıntı da dikkatli sinefillerin gözünden kaçmayacaktır. Film süresince hiç bir hayvana zarar verilmemesi de dikkat çekecek kadar göze batmaktadır. (Boni'nin hastasıyım !...)
   Komedi ve kara film ve suç ve senaryo yazma süreci konularına ilgiliyseniz öneririm. Yalnız bir "Brüj'de" değil onu baştan belirteyim. Bir de tarzında komedi falan diyerek çoluk çocukla izleme yanlışına düşmeyin, akan kanlar/patlayan kafalar Tarantino filmlerini aratmamaktadır. 

 

FİLMİ SEYREDENLER VE SEYRETMEYE NİYETLENENLER İÇİN KÜÇÜK BİR KAÇ NOT :  Kolinferıl'ın ilk korktuğu sahnelere bir bakın, adam kendini aşmış.
Tam gülmeye niyetlendiğiniz sahnelerin hemen sonrasında yönetmen hemmen protogonistlerden (birkaç tane var) birini harcamaktadır, ne ağlatmakta ne güldürmektedir. 

13 Ocak 2013 Pazar

"The Party" Sellers, Edwards, Mancini vs.

   Taa 44 yıl öncesinden gelen görüntülerin insanı hala güldürebilmesini de "sinemanın büyüsü" olarak tanımlamak gerektir.
   "Peter Sellers'ın canlandırdığı Hrundi V. Bakshi karakteri, Hollywood'da başarılı olamamış sakar bir figürandır. Hint asıllı Bakshi, son oyunculuk denemesinde film setinde koca bir kaleyi kaza sonucu havaya uçurunca kovulur ve işsiz kalır. Ünlü bir Hollywood yapımcısının evindeki sosyete partisine bir yanlışlık sonucu davet edilir. Bakshi, unutulmaz bir parti gecesi yaşatacaktır." şeklinde bir konumuz var. Senaryo sadece 56 sayfa imiş, filmin çoğunluğu spontane oyunculuklarla (bir nevi tuluat) çekilmiş. Filmimiz neredeyse tek bir mekanda geçmektedir. Bu nedenle oyunculuklar üzerine (aslında sadece Piitır Sellırsın üzerine) odaklanmak daha kolay olmaktadır. Zaten kendisi de bunu çok iyi başarmaktadır. Bu kadar düz görünüşlü bir insanın, bu denli güldürebilmesi de kuntastiktir. 
   Filmimiz aslında sadece güldürmemekte;  sınıfsal dışlanma, aşağılama, makinleşme sürecinin getirdiği yabancılaşma gibi alt metinler de vermektedir. Meşaz meraklısı sinefiller bunlara dikkat edip güzelce meşazlarını alabilirler. Normal insanlar (hayat onlara ne kolaydır !) ise arkalarına yaslanıp kahkahalarını salabilirler.  Tabii bir de başlıktaki isimlere dikkat etmek gerekir : Sellers, Edwards, Mancini - oyuncu, yönetmen, müzikçi. Bu üçü : rakı roka balık gibidir, birleşince şükela olur.
   Bu filmi ikinciye seyredinceye dek (birincisi sayılmaz çünkü 1. çok küçücüktüm 2. TRT'de siyah beyaz izlemiştim) en komik beden dilinin Stiiv Martin'de olduğunu zannederdim. Yanılmışım (Bkz.aşağıdaki video). 
   İlla yeni şeyler seyredeceğim, hengovırlar bana çok komik geliyor gibi saplantılarınız varsa izlemeyin. Ama : naif oyunculuk nasıl olur, biraz 60-70 ler havası soluyayım, güleyim diyorsanız yakın durun.
Yalnız şu diyalog da fakiri kendinden geçirmiş, içindeki Hindistan özlemini taşan süt misali kabartmıştır :
Jerk - Who do you think you are ? (- Sen kendini ne zannediyorsun birader?)
Bakşi - In India we do not think who we are, we know who we are. (- Hindistan'da bizler kim olduğumuzu sanmayız, biliriz.)
BÜYÜKSÜN BAKŞİ !...




11 Ocak 2013 Cuma

"Killing Them Softly" Yasaklayın Gitsin !...


   Açılış sahnesinden itibaren amerikan rüyasına karşı ciddi eleştiriler getirdiğini hissediyorsunuz (afişlerden de bellidir). Film süresince devamlı maruz kaldığınız resmi demeçler (hah iyice AA'na bağladım) ve akıp giden senaryo arasındaki ciddi çelişkiler de bunu pekiştiriyor. Son sahnedeki cümle de noktayı koyuyor. (America is not a country, It's just a business)
   Evet : çok küfürlü ve gereksizce uzun diyaloglar içeriyor,
   aksiyon bekleyenleri fena halde hayal kırıklığına uğratabiliyor,
   olay akışı bazen saç baş yolduracak denli yavaş,
   filmdeki en gıcık karakter hariç herkes sigara tüttürüyor (bu sigara lobisi ne vahşiymiş arkadaş !)
   bredpit fazla kasarak oynamış,
   hiç kadınsız bir film,
   vermek istediği düşünceyi tüm filme yaymıştır.

   Buna mukabil : ilginç bir film,
   bir çok sonucun yorumlanmasını izleyiciye bırakıyor (ki seyircinin zekasına iltifattır bence),
   sanat yönetmeni süpersonik bir iş çıkarmış,
   oyunculuklar (ki ceymzgandolfini, reyliyotta iyidirler), renkler, kadrajlar tatmin edici,
   Kültür bakanımız tarafından "yasaklayın gitsin" eleştirisine maruz kalmış (ki sırf bunun için bile izlenebilir),
   Amerika denen ülkeye, standart holivut filmlerinden daha farklı bir açıyla (kanımca doğru açı da budur) bakabiliyor.

   Övmek de, yermek de istemem, karar sizindir. Bence izlenebilir ama arşive almaya da değmez..   




10 Ocak 2013 Perşembe

"The Mill and the Cross" Tablo Gibi Bir Eser !..

   Dikkat buyurunuz ! Film demiyorum "eser" diyorum. Çünkü birazdan tanıtacağımız eser sinema değil, film değil başka türlü birşeydir. (ne ağaca benzer, ne de buluta, burası gibi değil gideceğim memleket, denizi başka deniz, havası başka hava (ne dağıldık yahu))

    1564'de flaman ressam Pieter Bruegel, "The Procession to Calvary" diye bir tablo yapar. İsa çarmıhını taşıyordur: Günümüzde Viyana'da sergilenen detay manyağı bu eser Yönetmen Leh Mayevkski'ye ilham verir ve bunu çeker.  
   Her sekans tablo gibidir. Senaryo yok sayılabilir. Altyazı, çevirmenleri bayram ettirmiştir. Tüm diyalogları toplasan bir Yılmaz Özdil yazısı etmez. Brüügel rolünde Ratçır Hauer (Bladerunner'den beri hastasıyız), diğer belli başlı rollerde ise Maykıl York ve küçükemrah'ın ağlarken takındığı kaş stili kaşlı Şarlot Rempling (Bkz.aşağı) varlar. Oyunculuktan ziyade poz verme vardır. Zira yapımımız bunu gerektirmektedir. Müzikler, kostümler, dekor, mekanlar herhangi bir eleştirel kritiği darmaduman edecek niteliktedir. Anlatılmaz yani, görülür. 

   Nedir : bu eser izlenmez, seyredilir.
   Bugüne dek edebiyattan sinema uyarlaması görmüştüm de tablodan sinema uyarlaması görmemiştim. İyi oldu. Resme fazla müeddep olamasak da vardır bir tecessüsümüz. Lakin bu tecessüsün sıkleti bu eseri seyretmeye kafi gelmemiştir. (başıma taş mı düştü ne ? Bülent Ersoy (I robot) gibi konuşmaya başladım). Yani benim güdük resim bilgim bu eserden yeteri kadar zevk almamı engellemiştir. Yönetmenin ve ekibin çabası her türlü takdire şayandır. 
   Brüügel'in tablosuna daha önceden de aşinaysanız, resim sanatına meraktan ziyade alakalıysanız, resim müzelerinde bulunan tablo önü bankları kullanıyorsanız bu yapımı seyretmeyi kaçırmayınız. Değilseniz de uzak durunuz. (mesela Bela Tarr sevenler sevecek (zira renklidir), Turin Atı'ndan kaçanlar, bundan da kaçacaktır (bu bilgi iflah olmaz sinefiller içindir)).
   Sinema sanatına tutkunsanız bu tarz ilk uyarlama olduğundan izlenir, ama ikincisi çekilse izler miyim ? Hiç zannetmiyorum. 
   Tanıtım biter...



9 Ocak 2013 Çarşamba

"Timbuktu" Paul Auster'den Köpeklerin Dünyasına Bir Bakış...

   Önce uyarımı yapayım : eğer bir köpeğiniz yoksa, ya da zamanında bir köpeğiniz olmadıysa, en azından bu türe sıcaklık duymuyorsanız romanımıza fazla kanınız ısınmayabilir. Okumasanız da olur.
   Bay Ostır yine bizi şaşırtmaya devam ediyor. 
   Uçuk şair, iflah olmaz Noel Baba, aylaklık doktoralı Bay Vili ile köpeği Bay Kemik'in (asıl dilindeki melodik ahengi daha firfirikli olduğundan bundan kelli sefil tanıtımımızda kendileri Mistır Bons diye anılacaktır) hikayesi gibi başlayan novellamız ilerleyen safhalarda protogonistin Mistırbons olduğunu görmemizle hafif bir afallatma tattırmaktadır. Arada fantastik sayfalar da içeren kitabımız özellikle hayvanseverlere ilginç tatlar yaşatacaktır. 
   Karşımızdaki bir haçiko bir lessi değil. Dümdüz bir köpek (böyle de demeyeyim de Mistır Bons diyeyim, baya baya sevdim kendisini çünkü).  Bay Ostır'ın birçok yapıtında olduğu gibi, hayalle gerçek arada karışmaktadır. Bir süre sonra alışıyor ve ritme kendinizi kaptırıyorsunuz. Zaten Mistırbons'un dünyasına girdiğinizde ilginç bir değişim geçiriyor ve olaylara pek de zorluk çekmeden onun gözünden bakar, değerlendirir oluyorsunuz.
   Öyle roman olacak bir kurgu olmasa da fantastik gerçeklik hissi uyandırır bünyede.
   Daha fazla ipucu spoyler sayılabileceğinden kıralım kalemimizi, keselim tanıtımımızı.
   İlk paragrafta belirtilen özelliklerdeyseniz kaçırmayın. Eğer bir köpek sahiplenmeye niyetleniyorsanız yine kaçırmayın (alacağınız sorumluluğun idraki açısından).  
HAMİŞ : Romanın içeriğinde hemen sezemediğim bir alt mesaj (sosyolojik tespit vs.) var mı diye düşünüyorum da, şu an bulamıyorum. Belki ikinci okumada çıkar. Sezen varsa lütfen bana yazsın.

"Branded" Marka Kavramı Üzerine...

   Harika bir mesajı, karmançorman bir akışla ziyan zebil eden bir distopyayla yine karşınızdayız iflah olmaz sinefiller...
   Ruslar koptu geliyor (ama neticede kopuk geliyor Bkz.Tarkovski)... Timur Bekmambetov falan derken baya baya holivut tarzı filmler yapıyorlar. Bu da işte bu minvalde olagelen yapımlardan biridir.  Eski bir rus, yeni bir amerikalı yönetmen bulunur. Parayı ruslar verir, ikincil rollere ikincil rollerin usta isimleri yerleştirilir (bkz.cefritambur, meksvonsidov), rus yönetmenimizin hayalgücü olabildiğince çalıştırılır, mebzul miktarda CGI üretilir, yapıştırılır. Sonuç da işte bu filmdeki gibi olur.
   "Mişka, perestroyka sonrası kapitalizmin kucağına adamakıllı yerleşen rusyanın ilk pazarlamacılarından biridir, olaylar gelişir. "
   Olaylar gelişir gelişmesine de filmimiz meşaz mı vereceğim yoksa kahramana mı odaklanacağım, aile dramı mı yerleştireceğim, gizem mi yaratacağım, sistem eleştirisi mi geliştireceğim, ne yapacağım ? Diyerekten, bütün bu saydıklarımı yapmaya çalışarak hiçbirini de tam yapamayarak hayalkırıklığı yaratmaktadır. 
   Bütün bu karmaşanın ardında şükela bir mesaj (dikkat buyurunuz meşaz değil !), ciddi bir toplumsal eleştiri vardır. Bunların işlendiği sahneler gayet de doyurucudur. Marketing denilen zenaatin teşrih masasına yatırılışı vardır (ki filmin bizzat vurguladığı stratejiye kurban olduğunu da düşünmüyor değilim). İnsanlardaki marka tutkusunun neffis bir görsel vurgulanması vardır. Böyle yazınca düşünüyorum da bir hayli içerik varmış. Lakin bunlar öyle darmadağınık, öyle çapraşık bir şekilde işlenmiştir ki ne sanat yönetmeninin incelikli çabası, ne görüntü yönetmeninin dikkate değer emeği bunu telafi edememektedir. 
   Çook boş vaktiniz var ve "Akasya Durağından" başka seyredecek başka birşey yoksa izleyebilirsiniz.

Sevdiceğime...

"Ben sana teşekkür ederim, beni sen öptün,
Ben uyurken benim alnımdan beni sen öptün;
Serinlik vurdun korulara, canlandı serçelerim;
Sen mavi bir tilkiydin, binmiştin mavi ata,
Ben belki dün ölmüştüm, belki de geçen hafta.

Sen bana çok güzeldin, senin ayakların da."

Ülkü Tamer'den "Ben Sana Teşekkür Ederim"

Haa bir de bu var :

"Ben piyano çalıyorum sen orada kaç yıl
Saçlarını at seni sevmeyi değiştiriyor çünkü
Ellerini at gözlerini at dudaklarını at yoksa
Ben seni öpüyorum senin dudaklarınla her gün

Senin gökyüzün benim gökyüzümden piyanolu
Kirpiklerini at gözlerini öpüyorum çünkü
Kaşlarını at ağzını at kulaklarını at
Ben seni okşuyorum senin esmerliğinle yoksa

Ben senin dişlerinle gülüyorum daha ne
Senin yıldızların her gece Beethovenli
Piyanoyu al seni düşünmeyi tutuyor çünkü
Ben seni sevdalıyorum sen orada kaç yıl"

Salah Usta'dan "Piyanolu Ases"

"3 Idiots" Marifet İltifata Tabidir....

Pastırmalı bir kurufasulye düşünün (güveçte pişmiş olacak ama)
Üzeri duble kaymakla taçlandırılmış ve fırınlanmış ayva tatlısı düşünün (içinde elma rendesi ve kuruüzüm olacak)
Kuzu etli tam kıvamında bir keşkek düşünün (bu sadece Marmara ve Egeliler için)
Kemikli kuzu eti ile pişmiş helva gibi bir nohut düşünün
Avusturya usulü üstü çıtır bir elmalı ştrudel düşünün.
İçi çeviz ile doldurulup sütle pişirilmiş kuru incir tatlısı düşünün.

Sonra bütün bu tabakların ana notalarını karıştırıp uzunca pişirin. Aklınıza önce iğrenç birşey gelecek değil mi ?
Hemen acele etmeyin kesin hüküme varmak için, bir soluk alın ve aşurenin bileşenlerini bir aklınıza getirin. Yaa klişelerle düşünmek insanı yanıltabiliyor değil mi ?

   IMDB'de yüksek not alan bolivut filmlerine hep kuşkuyla yaklaşırım (zira Hindistan'ın nüfusu da 1.2 milyar civarıdır). Lakin yapılan olumlu eleştirilere dayanamadım ve nihayet bugün izledim. 
   Filmimizde aklınıza gelecek ne kadar klişe varsa kullanıyor. Sıkılacağınızı zannediyorsunuz ve fena halde yanılıyorsunuz. 170 dakika su gibi akıyor. 
   Eğitim sistemine feci halde gıcık (gayet de haklıdır gıcıklığında) Ranço, oda arkadaşları Farhan ve Raju ile birlikte okulu bitirmeye çalışır. Olaylar gelişir...
   Bu arada aşk da var, arkadaşlık da, aile de, sistem eleştirisi de, sosyal eleştiri de, kıskançlık da, ihanet de, başarı da, yenilgi de, gülümseme de, ağlama da (ve elbette bolivut klasiği dans ve müzik de (zubi dubi de candır ha !)).  
    Şimdi üç saate yakın süre bu klişelerle geçmez demeyin. Son zamanlarda kendimi oyuncularla bu kadar içselleştirdiğim ve maaile bu kadar keyifle izlediğimiz bir film; pek nadirdir. Nedir : filmimiz yeni bir şey söylememekte lakin klişeleri o kadar naif bir üslupla aktarmaktadır ki adeta "rahmetli Ertem Eğilmez mi çekmiştir acep ?" şeklinde sorular oluşmaktadır akılda. Görüntüler, kostümler, müzikler, danslar, oyunculuklar (kimi zaman (aslında çoğu zaman) abartılı da olsa neticede burası bolivut), kurgu, senaryo tatmin edicidir. Hikaye ,sinek kağıdının sinekleri çektiği gibi çekmektedir izleyiciyi. Sabi sübyan ile seyredilebilitesi (var mı böyle bir kelime ?) süpersoniktir.
   Velhasıl : mavi pazartesi sendromundan kurtulmak için pazar geceleri seyredilirse bünyeye dopaminendorfinadrenalin takviyesi yapar ve sıkıcı haftaya iyi bir başlangıç yapmanızı sağlayabilir. 

8 Ocak 2013 Salı

"Grabbers" Alkolden Hazzetmeyen Kanemiciler..


   Yok aklınıza birtakım siyasi imgeler falan gelmesin. Bunlar bildiğiniz uzaylı.

   "İrlanda'nın bir adasına musallat olan kan emici uzaylıların alkolden hoşlanmadıklarını anlayan kahramanlarımız, fırtına yüzünden adaya gelemeyen yardımı beklerken (artık mecburen) zom olup hayatta kalmaya çalışırlar." (böylece tek cümlede konu özeti rekorumu da kırmış bulunmaktayım)

   Uzaylı komedi filmlerinin İngiliz versiyonudur. İngilizceye aşinaysanız o formal dilin irlanda aksanıyla yerle yeksan oluşunu görebilirsiniz. Hoşunuza bile gidebilir. Senaryoda mantık tutarlılık aramayın, yoktur. Olmasına gerek var mıdır ? Yoktur.

   Oyunculuklar abartısız, sadedir. İzole bir adanın alkole mütemayil sakinlerinin tam olarak hayat bulmuş halidir. Efektler tahminimin ötesinde iyidir. Müzik, kostüm, dekorlar, kurgu da iyidir. Varsın meşaz vermesin. Fazla bir beklentiniz yoksa, eğlenmek için gayet uygundur. Bazı sahneler, uzaylı şiddeti içerdiğinden, sabi sübyan ile seyretmek sıkıntılı rüyalara neden olabileceğinden varsın çocuklarımız seyretmesinlerdir, onlar uyuduktan sonra patlamış mısır bira ile iyi gider.

   Yalnız film bitince insanın içinden bazı muzır şeyler geçiyor. Misal : "keşke tüm alkol sevmez kanemicilerden böyle kolay kurtulmak mümkün olsa"...
 

4 Ocak 2013 Cuma

"İkiilebir" Tasavvufi Metafizik.

   "Son Yeniçeri" arkasıdan "Kalem Efendisi" derken müptelası olduk Bay Çamuroğlu'nun. Anlatımı sade, kurgusu akıcı, verdiği bilgiler (incelendiğinde) teyid edilir, karakterleri kanlı canlıdır. 2001'de yayımlanmış "İkiilebir"inin üzerine de bu gazla bir daldık.
   Benim üslubumda yaklaşanlar için ilk uyarıyı yapayım ! Yukarıda belirttiğim romanların kalibresinde bir roman değildir. Ama yazarımız kitabının başına da zaten "roman" tanımlamasını koymamıştır. Daha kişisel, daha içedönük, takibi daha yoğunlaştırma gerektiren bir eserdir önümüzdeki 165 sayfalık kitap... 
   Çift zamanlı akagelen bir konumuz vardır. Günümüzde geçeni ne kadar sıkıcıysa, 1300'lerde geçeni bir o kadar heyheylidir. 
Bir yanda tıkanma yaşayan yazarımız istişareye yatmaktadır
Diğer yanda : Türklerin islamiyete mühtedi oldukları çağların başlarında bir moğol kumandanı, yıllardır refakat edip canını koruduğu haydari babasını; sonunu ölüm olacağı kesin bir göreve götürür. 
   Konu budur.
   İşleniş pek çetrefillidir. İlkinden hemen ikinciye geçen konuda, kimin kim olduğu konusunda zaman zaman tedirginlikler yaşamışlığım vardır. Sıklıkla yeralan iç konuşmalar çoğunlukla hafakan basmalarına neden olmuştur. Lakin altını, üstünü çizdiğim; soru işaretleriyle süslediğim, daha sonra araştırmak üzere fosforladığım yerler çoktur. Nedir : sıradan romanlarda bu kadar gri hücre çalıştırmamışımdır. En altta bazı alıntılar vardır. Bu alıntılar okunduğunda cerbeze etkisi yaratıyorsa yakın durunuz.  Yoksa hiiç yaklaşmayınız.


Allahım bana eşyayı olduğu gibi göster ! (bu kimden bilmiyorum ama bana uyuyor)
Cennet ehlinin çoğu ahmaklardır. (Bu hadis-i şerif)
"Davul sesine inekler
Koşturup gelecekler.
Davula gerilmeye
postlarını verecekler"
(Bu Brecht'den)
"Ölüm, ahiret hallerinin birincisidir... İnsan uyandığı zaman, iyilik, kötülük gibi ruyada gördüklerinden herhangi bir şeyi bulamaz; gördüğü şeyleri ona ancak bir arif tarif eder... Bu sebepledir ki, bu dünya hayatı, bir uykudur. Ölüm ile ahirete intikal ettiği zaman, kendisiyle birlikte ev, bark, mal, mülkü beraberinde götüremez... Tıpkı uykudan uyandığı zaman, uykudaki şeylerden elinde birşey göremediği gibi. Şu halde uyanıklık ahirette olacaktır..."
(Bu da Muhyiddin İbnü'l Arabi'den)

"What's Eating Gilbert Grape" Sizin zincirlerinize ne bağlı ?

   Gilbırt Greyp'i ne kemirmekte ? ya da Gilbırt Greyp ne yiyor ? şeklinde (temayülünüze kalmış) dilimize çevrilebilecek filmimiz; Yönetmen Hallstrom Beyin yeni dünyada çektiği ilk filmidir (Yemen'de Somon Balıkçılığından sonra merakımıza yenilemeyerek izlemişiz, çok da iyi yapmışızdır.) Kanımca "Gilbert Greyp'i ne sarmalıyor" diye çevrilse en güzel bir şey olurdu. Neyse; çeviride bu kadar kaybolmadan (dikkatli sinefiller hemen göndermeyi almışlardır, Ah hayat onlar ve benim için ne kadar çetrefilli, ne kadar zordur !) filmimizi tanıtmaya çalışalım.
   "Gilbırt; babasının intiharından sonra obezite sınırlarını aşan annesi, 10 yaşına kadar yaşamaz denilen ve 18 yaşına gelen zihinsel özürlü kardeşi, atarlanmanın doruğunda bir ergen olan kızkardeşi ile (şimdi hakkını yemeyelim) ev işlerinin üzerinde döndüğü başka bir kızkardeşi ile babalarından kalan, hertarafı dağılan, kırsalın ortasındaki bir evde; bizdeki mezralara karşılık gelen bir amerikan kasabasında yaşayakalmaktadır. Derken kasabaya Cülyet Luvis gelir, olaylar (gelişmez aslında) sıralanır."
   Sıradan bir yönetmenin elinde mendil israfına neden olabilecek bu drama; bu kez son derece objektif, ağlatma trüklerine girmeden, arada gülümseten, hayatı tam da klişelerle yorumlamadan, olduğu gibi yansıtmaya çabalayan bir çerçevede sunulmaktadır.  
   Gilbırt'ın yüzüne baktıkça, yaşadığı zorunlulukların yansımasını, zincirleri kopartmadaki vicdani ikilemi, sevgi ile karışık nefreti (var mı böyle bir şey demeyin. Var...), yırtma isteğini, sahip olma arzusunu, kayıtsızlığını vs.vs. görüyorsunuz. Nedir : Conidep izlemeye değerdir. Arni rolünde tıngırdatan Leonardodikapriyo ise kendisinden pek hazzetmesem de önyargılarımı yerle yeksan ederek "bu çocuk hakikaten de zihinsel özürlüymüş de sonradan düzelmişmidir ki ?" diye düşünmeme yol açacak kadar rolünü yaşamıştır. Nedir : Leonardodikapriyo'da görmelere sezadır.  (böyle uzun cümleler kurmasam iyi olacak)
   Diğer oyuncular da üsttekileri aratmamaktadırlar. Cülyetluvis'in güzelliği ve insanın ürpelerini dirilten (arnavut lehçesinde "tüylerini diken diken eden") bir alto sesi vardır. Diğer yan karakterler de (Meri Stiinbörgın olsuuun, Con Reli olsun, diğerleri olsun) pek şükeladır.  Kurgu, müzik, görüntülerde kusur yoktur. (özellikle finaldeki yangın sahnesinde verilen yanan naylon perdelerin üzerinde gördüğümüz "hepi börtdey" yazıları iç burmaktadır). 
   Evet tarihi eskidir, konu klişedir.
   Ama film bitince otuzikinci boğuma dek yutkunma hissi vermiştir (bkz. "gırtlak kırk boğumdur")

   Filmler hakkında sübjektif bir sınıflandırmam vardır. Sevdiceğimin uyukladığı ve uyuklamadığı filmler olarak ikiye ayrılırlar. Bunda sonuna dek, ilgiyle izlenmiştir. Ben de arşivime almışımdır. O derece... Sabi sübyanla da, arkadaş grubuyla da seyredilebilirdir.


Birkaç sahneyi de yazmadan geçemeyeceğim : (hafif spoyler içerir)
Beki Gilbırt'a neler istettiğini saydırırken "kendin için ne istiyorsun ?" dediğinde Gilbırt'ın afallaması...
Gilbırt'ın Arni'yi Beki ile suyun içinde gördüğü sahnedeki yüz ifadesi...
Gilbırt'ın Foodland'den elindeki paketle çıkarken patronuna yakalanması (valla ben mahçup oldum)
Filmin sonlarında Arni'nin Gilbırt'a Beki için (bu kadar tamlama yeter !) "say thank you, Gilbert say thank you" demesi de ne accaip duygu silsileleri yaratmıştır öyle.

2 Ocak 2013 Çarşamba

"Yukarı Mahalle" Steinbeck Amerikalı Sait Faik midir ?

   Bence Evet.
   Başlıktaki soruyu da böyle cevapladıktan sonra gelelim tanıtımımıza.
   Kitabımızın daha güncel baskıları da vardır elbette. Lakin fakir, tam da yukarıdaki surette zuhur eden baskısına nadirkitap.com sayesinde mazhar olmuştur (Bestami Bey sağolsundur, varolsundur). Öyle şükela bir baskıdır ki, basım yılı falan hakgetire olup kartonkapaktan sonra ilk sayfa, Bay Ştaynbekin önsözüyle paldır küldür, çamurlu ayakkabılarıyla salona dalmaktadır. Böylece yeniyetmeliğimizde defalarca hatmettiğimiz Yukarı Mahalle, Sardalye Sokağı, Tatlı Perşembe serisinin bünyede yarattığı edebi travmayı, elliye merdiven dayadığımız bu yaşlarda tekrardan yaşıyoruz (deja vu mu ?). 
   Novellamızın dili, iş bu çeviride okumalara sezadır. "Mütecessis insanların mutbaklarından çimlerdeki çiylere bakmağa doyamamaktayızdır.". Sadece bu (çevirmen anonimdir) bile ikinci bir okumayı haketmektedir. 
   Bay Ştaynbek, her zaman olduğu gibi bakıp görmediğimiz karakterlere yoğunlaşıp ilk büyük savaş sonrası aniden gelişen toplumsal ve iktisadi rehavet dönemini kafa açıcı bir naiflikte okura aktarmaktadır. Sardalya Sokağında gelişecek ve Tatlı Perşembe'de bağlanacak olaylar silsilesi tam da Yukarı Mahalle'de giriş taksimini açmaktadır. 
   Nedir giriş taksimi ? Meşkedilecek esere genel bir hazırlık hamlesi olup tek başına fazla bir şey ifade etmez. Kulakları esere hazırlar. Burada da gelişecek olayların çerçevesi açıklanıp, mekanın zamanın siyahbeyaz bir fotografisi çekilmekte, karakterler cilalanmaktadır. Ama bu fotoğraf siyahbeyaz olmasına rağmen adeta bir Man Ray fotografisidir.
   Arkadaşları evini yaktıktan sonra "amaan boşver, dünya malı dünyada kalır" kalenderliğiyle donanmış bir Deni, hırsızlamak için çevirmedik dolap bırakmayan arkadaşlarına, yıllardır biriktirdiği paralarını emanet eden ve (bilmeden de olsa) gizli hazinesinin (arkadaşlarınca) hortumlanmasını son anda engelleyen Korsan ve dahi buna benzer meziyetlere haiz renklisinemaskop karakterler, gözümüzün önünden kayııııp geçmektedir. Böylece okura "vardı böyle bir zamanlar !..." hayıflanması yaşatmaktadır. Aynı hüneri edebiyatımızda Sait Faik Usta da göstermekte ve gözlerde buğu yaratma sanatını her okumada tekrar yaşatmaktadır. 
   Daha önce bu tarz satırlara aşina olmayan troller için kitabımız resmen zaman ziyanlığı olarak adlandırılsa da, bu üsluptaki satırlara aşina olanların (eski günleri yad etmek için bile olsa) bir daha okumaları, muhayyile genleşmesine yol açacaktır (garanti !...).
   Haydi eski "tüfengler", iyi okumalar !...

"Flight" Alkol Bütün Kötülüklerin Anasıdır...Kokaini Bilemiyorum.

    İlk ve son onbeş dakikası haricinde Denzıl Vaşinktın'ı "insan değildir" diyerekten ağzına ıslak meşe odunuyla vurma arzumuzu zorlukla gemlediğimiz bir filmle karşı karşıyayız sinefiller.
   "Kötü hava koşullarından dolayı her tarafı dağılan bir uçağı büyük bir hünerle indirip kazayı olabilecek en az kayıpla atlatmayı sağlayan şükela bir pilot, içkili ve uyuşturucu kullanmışsa ne olur ?"
    Konumuzu da böylece özetledikten sonra gelelim hakkında söylenebilecek subjektif yorumlara :
   Sabi sübyanla ve hatta bayırdan yuvarlanan bidon sesleri çıkararak konuşan ergenlerle dahi izlenmesi önerilmez. Nedir; ilk sahneden itibaren yoğun bir içki, sigara ve nüdizm vardır.
   Afişe ve fragmanlara bakıp bir uçak kazası filmi zannedilmesin, aslında çok sağlam dramadır. 138 dakika sabredip sonunu getiren profesyonel sinefiller bir sürü anafikir çıkarabilirler muhakkak. Fakirse konuya sondan yaklaşmayı tercih eder. Utanmadan iddia ediyorum ki : filmimiz ne alkolü, ne uyuşturucuyu, ne bağımlılığı (aslında birazcık bağımlılığı), ne "act of God"ı (bunun tercümesi de "Tanrının İşleri" değil, "mücbir neden"dir kanımca), ne suç kavramını, ne dini propagandayı, ne basının dezenformasyonunu, ne adsız alkolikleri ne de başka bir şeyi konu etmektedir. Yegane konu; vicdan hesaplaşmasıdır. Son sahnelerdeki çözülmenin (ya da bağlanmanın) başlarında adamımızın ağzından çıkan "Tanrım bana yardım et" lafzının bile aslında kendine yönelik olduğunu çıkarıyorum. İstemeyen katılmasın, ben böyle gördüm...
   Canki Nikolü nereden tanıyorum, nereden tanıyorum diyordum ki çıkardım. Vatsın'ın (Şerlokgillerin Vatsın) nişanlısıydı. Tarlatandan enjektöre yatay geçiş yapınca çıkaramadım.
   Torbacı Bay Goodmın yine döktürmektedir. Kuntastik performansı aklıma hep "Büyük Lebowski"yi getirmiştir.
   Denzılvaşinktın, oyunculukta kendi sınırlarını zorlamaya devam ediyor. Özellikle uçuş sahnelerindeki performansı, işini ne denli ciddiye aldığını belirtir ölçektedir. Bir de içkili ve uçmuş sahneleri gerçekten mi o haldeyken çektiler diye ciddi kuşkularım vardır (leventkırca'dan bile iddialı, o kadar yani).
   Tek kritiğim : o bağımlılık sahneleri o kadar sündürülmeseydi film daha makul bir uzunlukta olabilir, aynı meşazı yine verebilirdi.
   Yine de rahatlıkla izlenebilirliği vardır. Oyunculuk konusunda takıntılıysanız ıskalamayınız.