Nihat Genç'in sanki insanın sırtına ayakkabıcı bizi ("biz"i bildiniz mi?) dürtüklercesine bir üslubu var. Arada ani güldürse de ("soğuk kış sabahları Ankara, piskopos götüne benzer" diye bir satıra denk gelince ne yapılır!) genellikle dürtülüyormuş gibi olursunuz. Bu hissin çoğu, hikayenin omurgasından gelse de üslubun rolü gözardı edilemez. 200 sayfalık bu kitabını bugüne dek ıskalamışım. Başlar başlamaz "başlamaz olaydım" diye diye bitti. Öykülerin hangisini yazayım bilmem. Hepsi etkileyici (belki "Melek Teyzeyle Sosyoloji"ye azıcık torpil yapabilirim) hepsi birbirinden karamsar, hepsi gerçek hayatın içinden acıtıcı öyküler. Büyük şehirlerde egzost ve atık soluyoruz ya. Bu öyküler de öyle görmemek istiyorsunuz ama görememezlik edemiyorsunuz. Arada silkinmek için okunur.
Bu arada son okuduğum yazılardan birinde "Artık zihnimdeki deniz çekildi. Eski doludizgin öyküleri yazamıyorum." mealinde bir şeyler okudum. Nebliyim üzüldüm. Böyle acıtıcı öykülerin devamının gelmeyeceğini bilmek mazoşist bünyeye iyi gelmiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder