30 Ağustos 2020 Pazar

"Hesabım Var" Dedektif (eski) İmam Selman Bulut Polisiyesi...

 Selman Bulut, imamlıktan istifa etmiş, katil damat adayını dünyanın acımasızlığına terk etmiş, dünyalar kıymetlisi kızı Zeynep'i akıl hastanesine yatırmış bunlar yetmezmiş gibi medarı maişet motorunu yürütmek için Laleli'de bir pavyonda bağlaması "Muhsin"i tıngırdatarak yevmiyesini doğrultmaktadır. Derken olaylar gelişir.
   İtirazım Var'ı izlemiş, beğenmiş ve bu mecrada tanıtımını yapmış bir insankişisi olarak henüz pek yeni yayımlanmış (Temmuz 2020) fazlada hacimli olmayan (352 S.) bu kitabı es geçmek olmazdı. Nitekim paradigmamı oldukça sallayan bir distopyadan sonra (bkz. bir önceki yayın "Kurma Kız") zihin yaylarımı biraz gevşetmek adına hemmen Bayan Ünlü'nün (ki ölümünün ardından oğlunun yazdığı şiir her seferinde zırıl zırıl ağlatır fakiri!)  sevgili oğlu Onur Bey'in sinema filmi devamı romanının başına oturdum. 
   Maalesef zihin yaylarımı gevşetmediği gibi zembereğe bir iki tur daha attırdı. Bir kere karakterleri zihninizde canlandırmaya gerek yok (sinema filminden biliyorsunuz), mekanlar bilindik mekanlar (genelde suriçi, tarihi yarımada), yazarımızın dili pek oyuncaklı pek nükteli (yalnız yazmasam olmaz: nükte adına kimi zorlamalar da gözümüze batmadı değil! (nedir o kırmızı buzdolabı taşıyan cücelerin başının tepesine çöreklenmeleri falan!)), olaylar durdurak bilmeden (yokuş aşağı freni patlamış giden hafriyat kamyonu gibi) geliyor. Velhasıl bir günde bitti (kafamda bir tuhaflık!).
   Afili filintalar üslubuna aşinaysanız, polisiye seviyorsanız öneririm.

"Kurma Kız" Başka Bir Yaşam!

   Bilimkurgu romanı yazmak zor zanaat! Zihninizde bir dünya tasarladığınız yetmiyormuş gibi buna okuyucuyu inandırmak, o dünyanın içine çekmek ve edebiyatın roman türüne olan klişelerine de uymak zorundasınız. Hem bir yabancılaşma yaratacak hem de bunun içselleştirmesini sağlayacaksınız. Zor iş, zor!
   Bayan Bacigalupi'nin sevgili oğlu Paolo, bunu (üstelik de ilk romanında) pek güzel başarmış. Şimdiye kadar okuduğum bilimkurgulardan (sayıda pek de çokturlar ha!) oldukça farklı bir yerlerde duran 500 sayfalık romanımızın pek çok saygın ödülü var (Hugo, Nebula daha neler neler...) 
   23.Yüzyıl, "Gülümseyen İnsanlar Ülkesi" Tayland Krallığı. 23.yüzyıl denilince akla uçan otomobiller, ışınlanan insanlar, uzay yolculukları falan gelmesin. Bildiğimiz bilimkurgulardan ve distopyalardan çok daha farklı bir dünya betimlenmiş. Fosil yakıtlar, bildiğimiz silahlar, güçlü hükümetler, çelik/ilaç/petrol/silah tröstleri yok. Buna mukabil en büyük güç (evet devletlerden de güçlüler) gıda/gen şirketleri. Bu çevrimden elinden geldiğince soyutlamış kendini Tayland. Rüşvet artık kurumsallaşmış. 
   Romanımızın her bölümünde bir kişinin şapkasını takıyoruz. Gen-kırma biyogıda şirketlerinin paravan ajanı Anderson, Anderson'un sarı kartlı yaşlı çinli müdürü Hok-Seng, Çevre Bakanlığının rüşvet almayan başkomiseri Caydi ve romana adını veren kurma kızımız (hiçi-kiçi) Emiko. Böylece oluşturulmaya başlayan dünyaya çeşitli kişiliklerin perspektifinden göz atıyoruz. Çok da iyi oluyor. 
   Bir kere başlandığında sizi içine çeken bir metin. Satırlarda yazan sıcağın, nemin, çürüyen sebzelerin, kanın, terin, lağımların, okyanusun (üstelik bu sıcak günlerde okunduğunda) adeta kokusunu alabiliyorsunuz. Kimi zaman cinsellik ve daha sıklıkla şiddet içeren oldukça sert sayfaları var. Karakterleri zihninizde canlandırdığınızda, hayal edilen dünyayı gerçekliğe doğru çekebiliyorsunuz. Ve kabul etmeliyim ki, son yıllarda okuduğum distopyalar içinde gerçeğe en yakını olarak "Kurma Kız"ı müstesna bir yere yerleştirmiş bulunmaktayım. Öyle zombili-canavarlı-uzaylı (ayağı yere sağlamca basmayan) distopyalardan değil. Üstelik 10 yıl önce yazılmış olmasına karşın pandemilerin önemini bu kadar öne çıkarmasındaki öngürüyü alkışlamak gerek.
    İyi bilimkurgu, iyi edebiyat sevenlere öneririm...

22 Ağustos 2020 Cumartesi

"Bilim Tarihi Araştırmalarında Yöntem" Bilim ve Tarihle İlgilenenlere...

   Herşeyin tarihi var. Sanatın, felsefenin, siyasetin, dinin ve daha nice disiplinin şımşıkırdak tarihleri, tarihçileri var. Bunun için açılmış kürsüler, epistemik cemaatler var. Bu disiplinlerin hangisi insanevladını bugüne getiren en önemli faktördür? Haydi bakalım! 
   Nereden bakılırsa bakılsın cevaplaması zor bir soru. Bulunduğunuz yere bağlı olarak vardığınız sonuç farklılık gösterir. Fakirin bulunduğu köşeden bakılınca sonuç bilim gibi görünüyor. Ancak tarihi olan tüm disiplinlerin aksine bilimin tarihi oldukça yeni ve hakkettiği yerde (maalesef) değil. Sanat tarihi okuyup hava atan birilerine denk gelmişimdir de, bilim tarihi pek de öyle hava atılacak bir disiplin değil gibi sanki.
   Bay Sarton, bilim tarihinin en önemli kurucu babalarından. 272 sayfalık, 9 bölümlü (8 bölümü G.Sarton yazmış) kitabımız bilim ve tarihle, popüler yazıları okumanın ötesinde ilgilenen, bilgisini sistematikleştirme çabasındaki okura hitap eder. Yalnız içlerinde "Bilim Tarihi ve Bugünün Problemleri" adlı makale yalnızca yukarıdaki okurlara değil, insanevladının olumsuz fıtrat özelliklerine rağmen (bencillik, yıkıcılık, açgözlülük vs.) nasıl olup da hala ilerleyebildiğine yönelik bombastik tespitler içerir. İki kez okudum, yarın bir kez daha okuyacağım (o derece!). 
   Çevirilerini, edisyonunu yapan kişilerin ikisinın Hocalarım olmasından gurur duyduğum kitabı, bilim ve tarih meraklılarına; 7.bölümü ise tüm kârilere öneririm. 
HAMİŞ: Bu yazı niye böyle beyaz üzerine oldu hiç bilmiyorum!

 Eğer, bilim, sistematize edilmiş pozitif bilgi olarak tanımlanırsa… bilim tarihi, bu bilginin gelişiminin betimlenmesi ve açıklanmasıdır… Bir kimse, pozitif bilginin kazanılması ve sistematize edilmesinin gerçekten birikebilen ve ilerleyebilen tek insanî faaliyet olduğunu aklında tutarsa, bu çalışmaların önemini hemen kavrar. Şayet insanoğlunun gelişimini açıklamak isterse, açıklaması bu faaliyet üzerinde odaklanmalıdır ve bu geniş anlamıyla bilim tarihi, bütün tarihsel araştırmaların kilit taşı olmaktadır… Herhangi bir tarih, bilimin ortaya çıkışının izahı ile başlamalıdır." G.Sarton

19 Ağustos 2020 Çarşamba

"Komplocular" Kiralık Katilin Korelisi!

   Sistem şöyle işliyor: yollarına çıkan bir pürüzün düzeltilmesi için sermaye/siyaset çevreleri bir komplocuyla anlaşıyor. Komplocu bu pürüz (ki kastedilenin bir insankişisi olduğunu anlamışsınızdır herhalde) için gerekli verileri toparlıyor, ortadan kaldırılması için güzel bir senaryo hazırlıyor, bu iş için çalışan organizasyonlardan birine gidip teklif alıyor, teklif uygunsa işi yaptırıyor. Bu organizasyonlar bir nevi lonca gibi çalışıp ellerinin altında suikastçılar bulunduruyor. 
   Reseng bu suikastçilerden biri. Piyasanın en eski loncası "kütüphane"de çalışıyor. Çöplükte doğmuş, kütüphanede büyümüş, işinin ehli. Ancak bir gün klozetinde bir bomba bulunca işler karışır, olaylar gelişir.
   334 sayfalık romanımızın başlangıcı pek sürükleyici. İlk sayfalardan başlayarak egosantrik kişiler cirit atmakta, bunların aforizmik (var mı böyle bir kelime bak bilemedim!) konuşmaları da ilgi çekici. Baş karakterden başlayıp, yan karakterlere kadar devam eden bir şenlikli hava hiç durmuyor. Kapanış sahnesi ise Nolan Bey'in "Tenet" filmine taş çıkaran bir aksiyon içeriyor. 
   Ama sevemedim!
   Nedir: Ne bu tip kiralık katilli romanlara başlamama vesile olan "Şibumi"ye ne de favori polisiye yazarlarımdan L.Block'un filatelist kiralık katillerine yaklaşamayan bir protagonistimiz var. Reseng'in yetenekleri fazla ama derinliği yok. Çevresindekiler de buna keza son derece karikatürize edilmiş karakterler. Kurgu ve anlatılanlar ise ortalama bir polisiyeye yakışır tarzda. Evet, yaz günlerinde gideri var, kolay okunuyor ama verdiğim paraya değmedi. İlk fırsatta birine hediye edilecekler rafında durup duruyor. Siz bilirsiniz yani!

11 Ağustos 2020 Salı

"Kızçocuğu" Onur Ünlü'nün İlk Romanı.

   Kızçocuğu Ayşe yana yakıla intikam peşinde koşar. Okur da şaşkınlıkla izler!
   Geçen sene nasıl olup da ıskaladıysam, ancak şimdi nasip oldu  Onur Ünlü'nün 264 sayfalık ilk romanını alıp okumak. Ah Muhsin Ünlü'nün Gidiyorum Bu'su kütüphanemin az sayıda şiir kitaplarından biridir. Afili Filintalar'daki yazılarını da okuyordum, son zamanlarda gittikçe deneysel bir hale getirdiği (son filmlerinden pek de hazzetmiyorum aslında) sinema filmlerini de izliyordum. Roman nedense gözümden kaçmış.
   İlk 20 sayfadan sonra "eeeh! başlarım böyle aşkın ızdırabına" diyerek yarıda bırakacaktım, sonlara doğru ise (artık üslubu nasıl içselleştirdiysem) elimden bırakamadım. muratuyurkulak, alpercanıgüz, emrahserbes ve bilhassa muratmenteş üslubuna aşina değilseniz yanına bile yaklaşmayınız. Eğer aşinaysanız ve hoşunuza gidiyorsa dahi romanın ortalarına gelinceye kadar ancak cümle yapısını ve nasıl okuyacağınızı çözebilirsiniz. Romanımız, iki yönlü ilerlediği yetmezmiş gibi aynı bölümde hem evvel hem ahir hem kadim evvel olayları da (pek de) çetrefilli cümleler ve sonsuz alıntılar/eğretilemeler/metaforlar/aforizmalarla veriyor ki sizi rahatlatan bir okuma yapmanız uzak ihtimal.
   İşin içinde bolca şiddet, aksiyon, cinsellik (hem de en ağırından) var. Nedir: anlatılan bu coğrafyanın hikayesidir. İnkar edilebilir mi? Hayır! İlk başlarda gözlerimin önünden akıveren (başladıkça hızla ilerliyor) satırları bir süre sonra merakla sonlandırdım mı? Evet! Öyleyse Tarantino filmi sevenlere öneririm. Yalnız uyarımı yapayım, oldukça yorucu bir okuma deneyimi oldu.



6 Ağustos 2020 Perşembe

"İslamcı Erol Nasıl Çıldırdı?" Nihat Genç Üslubuyla Siyasal İslamın Evrimi!

   Bayramın 4.günü sabah başlayıp öğleden sonra bitirdiğim kitaptır. 176 sayfa olması nedeniyle biraz zor görünebilir ama öyle değil (sabrediniz yazacağım). Beş yıl gecikmeli okudum ki toz duman dinelsin.
   Hacıbayram'da küçük bir kitap sergisinden başlayan, sonraları birkaç metrekarelik bir dükkana terfi eden bu meyanda "sade müslüman" mizacından, bu görüşteki insanların uğrak yeri olan kitabevinin sahibi Erol'un "kalça" lafzından kelli yavaştan çıldırmasının hikâyesi. 
   Yazarımızın yaşadıklarını hayata aktarma gibi bir alışkanlığı var. Daha önce yayımlanmış kitaplarınnın çoğunda var bu. Ancak bu romanımız, adı üstünde "roman". Haliyle yazılanların kurgulanmış karakterler olduğunu düşünebilirsiniz. Kazın ayağı öyle değil. Aysun da (kendisi gerçekse iki kadeh parlatmayı nasıl da isterim), Nur da (benden uzak Tanrı'ya yakın olsun!), Erol da ve tüm o müdavimler de gözünüzün önünde kanlı canlı hayat buluyorlar. 
   Romanımızın akışını belirleyen olaylar silsilesi toplamda 20-30 sayfada anlatılabilecekken, Nihat Abimizin dizgine alınamaz kalemi ve üslubu yüzünden hem hayata dair tespitler hem de siyasal İslam'a dair güzellemeler gırla gidiyor ve kitabımız 176 sayfaya ulaşıyor. Bu bölümleri hızlıca geçerseniz iki saatlik bir yoğun okumayla sonu görürsünüz. 
   Baştaki bölümlerde yer alan siyasal İslam'ın safhaları beni benden aldı. Aysun'un tespitleri de öyle. Bu devran dönünce ileride kült olur. Okuyunuz, okutturunuz. 

4 Ağustos 2020 Salı

"Bilim ve Tarih" Bilime ve Tarihe Yakın Olanlara!



   204 Sayfa, 23 başlık ve bilim ile tarih arasındaki rabıtanın özellikle ülkemizdeki durumunun anlatıldığı hap gibi bir eser. 
   Remzi Hocamız çeşitli kaynaklarda daha önce yayımlanan ancak bazısı bu kitapta (konuları birbirine bağlama amacıyla) ilk kez yayımlanan kimi denemeleri ile tarih ve bilim arasındaki ilişkiyi, bilim tarihi disiplininin tanımını, önemini, durumunu, neler yapılabilir ve ne yapılmalı sorularını güzelce anlatıyor. Eğer bu iki disipline veya sadece birine dahi yakınlık duyuyorsanız muhakkak okumalısınız. Ancak okuma eylemine; sadece ruhu dinlendirmek amacıyla yaklaşıyorsanız okumasanız da olur. Zira burada dile getirilen gerçekler ruhunuzu yatıştırmayacağı gibi "bilmenin" getirdiği o kamburun ağırlaşmasına da neden olabilir. Lakin "bilmemek" de bir okura yaraşmasa gerek! O halde siz bilirsiniz...

3 Ağustos 2020 Pazartesi

"Boksör Böcek" Pazarlama Harikası!


   Sıcak, korona ve büyükşehirde bayram tatilinden farıdığım (var böyle bir fiil! (inanmayan üstüne tıklasın)) günlerde, kapağının ve eleştirilerinin (biraz da afilifilintalarda yapılan tanıtımının da etkisiyle) etkisiyle üç dört günde bitirebildiğim 256 sayfalık bir (ilk) romandır.
   Birbuçuk metre boyunda, dokuz ayak parmaklı, eşcinsel, alkol düşkünü ve (en azından başlangıçta) yenilmeyen bir yahudi boksörün; 2.Dünya Savaşı öncesi İngiltere'sindeki yaşadıkları. Günümüzle paralel ilerleyen paralel akışlı romanımız, ilk bölümlerinde okuru pek bir heyecanlandırarak "du bakalım nerede kalmıştık!" hissiyle peşinden koştursa da, ilerleyen sayfalarda biraz fazlaca detaya boğularak, olayları bağımsız ve gereksiz ayrıntılara garkederek, farklı kanallara (üstelik bu yerler pek ilgi çekici de değil) yerleştirerek; dikkati dağıtarak ve finalde iyice çuvallayarak bitiyor.
   1930'ların İngilteresi, öjenik, semitizm-anti semitizm, eşcinsellik, thule cemiyeti, dönemin entelijansiyasının ahvali gibi konularda görünüşü pek afilli (üzerinde bolca ceviz, nar, tarçın, hindistancevizi konulmuş) ama lezzeti pek yavan bir aşure yemek isteyen kitap düşkünleri okuyabilirler. Yoksa pek de önermem yani!

30 Temmuz 2020 Perşembe

"At the End of the Tunnel" İspanyollardan Güzel İş!

      Kim ne zaman önerdi bilmiyorum ama iyi ki önermişler dediğim filmdir. 
   İki saatlik filmimiz çişe kaldırmadan izleyiciyi başına saplama gibi bir özelliği bünyesinde barındırmaktadır. Dikkat!
   Travmatik bir geçmişin kalıntısı olarak hayatını sürdürmeye çalışan Yoakin, gaile derdinden üst katını bir striptiz dansçısı ve onun küçük kızına kiralar. Derken yan tarafta birtakım insanlar yakındaki bankanın kiralık kasalarına giden bir tünel kazmaya başlar. Olaylar gelişir.
   Taa filmin en başında Casimiro'nun kurabiyelerine enjekte edilen kurabiyeleri görünce "hah" dedim "bu bir yerlerde kullanılır!". Daha sonra ise senaryonun nasıl olup da incelikle ilmek ilmek örüldüğünü, yazılar çıkınca bir kez daha anladım. Meksika açmazı da var, direk dansı da, hayvan sevgisi de var, yeni bir başlangıç da. Daha ne olsun!
   Senaryo, kurgu, oyunculuklar, renkler, çekimler velhasıl tüm film; güzel. Holivut filmlerindeki "seyirciyi ebleh yerine koyma" mottosunun aksine İspanyollar bazı şeyleri yorumlamayı size bırakıyor (çok da güzel oluyor!). O yüzden, yok "adamın geçmişinde ne olmuş?", "eee sonra ne olacak?" tarzında sorular sormayıp bunları kendi muhayyilenizde canlandırınız, o hava görünce beyaza kesen pembe kitleyi çalıştırınız (hani omuzlarımızın üzerinde taşıyıp, kullandığınız oksijenin %30'unu tüketen). Görüntü yönetmeni ise (senaryoda biraz eblehçe işlendiği halde, zahiren çok etkileyici olan) sırf aşağıdaki siluet halindeki kötü adam görüntüsünü işlemesiyle bile alkışı hakediyor. 
   Adamakıllı film bulamadığımız bu günlerde (Tenet'de önümüzdeki ayın sonunda gösterime girecekmiş (artık nerede izleyeceğiz bilmem!)) ilaç gibi gelen filmdir. İzleyin, pişman olmazsınız...

"Asla Vazgeçme Asla" Kişisel Gelişim Hikayesi Gibi Bir Hayat!

   
   Emekli Albay Ali Türkşen hayatını anlatmış. Sadece kronolojik bir tarih sıralaması ile değil, kırılma noktaları (ki bazılarını ben de yaşadım (misal: aynı davada ağırlaştırılmış 25 yıl hapis suçlaması vardı bende!)), ilkeleri, vazgeçtikleri/vazgeçemedikleri, hayatına dokunanları kısaca hepsini.
   360 sayfalık kitap (üstelik yoğun olduğum bir temponun içinde) iki günde bitiverdi. Altını çizdiğim, derkenar yazdığım, kenarını kıvırdığım bir çok bölüm var. Özellikle okumak, müzik, arkadaşlık, inanç, zorluklar, insanın yaşadıklarının onu nasıl değiştirdiği, kibir hakkındaki bölümleri tekrar okumaya değer. Kitabın arka kapağını Sunay Akın şükela bir şekilde hazırlamış. Bazı bölümlerinde biyografi, kimilerinde ise kişisel gelişim esintileri duyacağınızı tahmin ediyor ve hararetle öneriyorum...

27 Temmuz 2020 Pazartesi

Hoşgeldiniz!

Uzakdoğu'da Jhayanta namıyla mülakkap Zafer Bozkaya ağabeyimiz ve Kırmızı Nar namıyla mülakkap yeni müdavimlerimize içten bir "hoşgeldiniz" nidası gönderiyoruz.

PS: Elbette ki dünya gailesinden (sağlık sorunları, pandemik kaşıntılar, tezime odaklanmam, kızımı evlendirmem vs. vs.) bu mesajı yazamadığımız diğer müdavimlere de bâki selâmlar... İyi okuyalım, güzel izleyelim efendim!

"Tıbbın Gizemli Tarihi" Malumatfuruşluğun Dibi!

   Zeki Tez Hoca'nın kitaplarını sever misiniz? Ben çok severim ve neredeyse külliyatına sahibim. Dünya işlerinden okumaya fırsat bulamadıklarımı arada okurum ki zihnim rahatlasın. Bu sayede ortamlarda hava atabileceğim bir çok gerekli gereksiz bilgiye sahip olup, iş bu ağ güncesinin adında da kullandığım bir sıfata sahip olduğumu düşünüyorum (malumatfuruşluk). 
   304 Sayfalık kitabımız Tıp dediğimiz günümüzde bir endüstri halini alan bilimin cemaziyülevvelini faş ediyor. Öyle sıkıcı, didaktik bir havada değil, kendi ince nüktelerini satır aralarına yerleştirerek, tıp biliminin geçirdiği merhaleleri kâh bilimsel, kâh tarihsel açıdan bir güzel idrak ediyoruz. Bu süreçte duyup da şaşıracağınız bir çok ayrıntıyı da öğrenmeniz cabası. Misal: zamanında aşk tanrıçası Venüs'ün, cinsel yolla bulaşan hastalıkların müsebbibi olduğu düşünülürmüş. Osmanlıca'da Venüs gezegeninin ismi nedir? Zühre! Anladınız mı zührevi hastalıkların adının nereden geldiğini... Reçetenin "R"sinin Horus'un gözü olduğunu biliyor muydunuz peki? 
   Bunlar şu anda aklıma geliverenler (daha neler var!). Bir şekilde hepimizin hayatını etkileyen bu güncel bilim hakkında fikir sahibi olmak için bilgi sahibi olmak şiarıyla okunması gereken bir eserdir. Sakin zamanlarınızda (belki de paralel okumalarda) seviyenizi yükseltir. 

İki Süper Film Birarada! "Jean de Florette", "Manon des Sources"

   Sekteye uğrayan sinema sektörünün doğal bir izdüşümü olarak izlenecek doğru dürüst film bulamadığımız bu günlerde, bomba gibi iki filmin tanıtımını yapmaktan gurur duyarım!
   2009'da dünyamızı terkeden başarılı yönetmen Klodberi'nin ikisi de aynı yıl (1986) vizyona giren ve birbirinin devamı olan "Çiçekli Jan" ve "Pınarların Manon'u" adlı filmleri, bu kuraklıkta adeta birbirinden serin ve lezzetli iki çağlayan kaynaktır.
   Serinin ilki olan Jean De Florette'de (zannımca) 2.Dünya Savaşı öncesindeki Güney Fransa kırsalını görürüz. Akraba içi sığ gen havuzunda debelene debelene 2 kişiye düşmüş Soubeyran ailesinin yaşlısı Sezar, daha genççesi ise Ugolin'dir. Yalnızca kendi çıkarlarını düşünen ve bu uğurda herkese hayınlıklar yapmaktan geri kalmayan bu iki insan müsveddesi; verimli bir kaynağa sahip yan arazinin üstüne çökmek için, ellerinden geleni ardlarına komazlar. Tam tamına iki saat süren filmimiz, herhangi bir aksiyon, kovalamaca, efekt içermemesine, son derece yerele odaklanmasına karşın sağlam senaryosu, kurgusu; özenli sanat yönetimi ve çizgiüstü oyunculuklarla (İvmontan, Jerardepardiyö ve Danyelötol) son ana kadar kendini izlettiriyor ve finalinde insanın içine bir yumruk oturtuyor.
   İflah olmaz sinefiller için formül bellidir: yine iki saate yaklaşan (1s53d) süresiyle filmin devamını izlemek. İkinci filmimiz on yıl sonra başlar. Bu sürede kötü adamlarımızın gencinin bıyığının çıkması dışında bir değişiklik olmamıştır. Ancak kısa sürede gelişen olaylar o bıyıkları tir tir titretecektir.
   Felsefe ve sinemadan hoşlanan arkadaş tayfasıyla en az bir saat geyiği yapılacak bir kesafette  konusu olan filmimiz; görünürde herhangi bir mesaj kaygısında değildir. Lakin verdiği mesajlar (başta: "eden, bulur") sadece didaktik değil tanımlayıcıdır da. Bu minvalde, taşranın pek güzel bir profili çizilmekte (kıskançlık, çekememezlik ve elbette dedikodu bu profilin temel taşlarıdır), karmanın altı çizilmekte, din/mucize/inanç kavramlarına bir açılım getirmekte ve daha pek çok şeyi bu sürede işleyerek izleyiciye zamanın nasıl geçtiğini unutturmaktadır. Bu sürede tonton amca görünüşlü İvmontan ve yakışıklı halini bildiğim için yaptığı rolün hakkını vermesine hayran olduğu Denyılötol'ü bir kenara ayıralım, ilk filmin başından sonuna geçirdiği değişime hayran olduğum Jerardepardiyö'ye sıkı bir alkış gönderelim. Yazımızın sonunda da bu iki şımşıkırdak kordelayı sinefillere de hararetle önerelim.
PS: İkinci filmde Manon'u canlandıran güzeller güzeli Emanuelbeyart, iki yıl kadar Denyılotöl (Ugoline) ile evli kalmış!

21 Temmuz 2020 Salı

"Çığrından Çıkmış Zaman" PKD'den Zaman ve Zemin Yanılsamaları.

   Ragle Gumm, 1959'da bir Amerikan banliyösünde yaşayıp gitmektedir. Savaş gazisi olarak küçük bir aylığı vardır ancak asıl gelirini bir garip logaritma tanımlaması olan gazete bulmacalarıyla elde etmektedir. Gumm, aslında 1950'li yıllarda mı yaşıyordur? İnsanlığın kaderi ona mı bağlıdır? Neler olup bitmektedir?
   PKD'nin zaman ve zeminle bir meselesi olduğunu hep yazdık. 274 sayfalık bu kitap da (çeviri kimi zaman zihin tırmalıyor kesin ("so long" "öylesine uzun" değil "eyvallah" manasına geliyor misâl)) PKD kafasının nasıl bir şey olduğunu anlamak için iyi bir örnek. Yalnız "Truman Show" fikir olarak bundan apartılmamışsa dişimi kırarım. Son sayfalara doğru biraz hızlanma var. Öyle ki son 50 sayfayı iki kez okumak zorunda kaldım. Çoğu yerde "yazar burada ne demek istedi acaba?" diye kendi kendime sordum. Velhasıl: kolay bir okuma olmadı! Sadece bilimkurgu ve PKD meraklılarına öneririm...

20 Temmuz 2020 Pazartesi

"While At War" Amenabar'dan Güzel Bir İş! (Kahrolsun Cuntalar...)


   Don Miguel, Madrit yakınlarındaki Salamanca Üniversitesinin rektörü. Yetmiş yaşının üzerinde, İspanya'nın edebiyattaki epistemik cemaatinin en önemli üyelerinden, iflah olmaz bir muhalif, Krala karşı hep karşı olmasından dolayı tutuklanmış, sürgüne yollanmış, başına olmadık işler gelmiş. Nihayet kral gidici olup da cumhuriyet gelince, itibarı iade edilmiş ama sosyalist hükümete de karşı durmuş, eleştirmiş (her aydının yapacağı gibi!). Veee askeri darbe olmuş! Üstelik darbeciler Don Miguel'i pek sevmekte, yere göğe koyduramamakta, onun edebi argümanlarını darbeyi şekillendirmede kullanmaktadırlar. Unamuno, darbeye önce pek bir sevinir (eleştirdiği sistem değişmektedir). Görmemeye çalıştığı despotluklar yakın çevresini de etkileyip, darbenin altında yatan nedeni ve darbecilerin karakterini anladığında ise artık çok geçtir. Dünyadaki son günlerinde "gelen ağam, giden paşam" düsturuna sarınıp rahat mı edecektir? Yoksa yine başını kaldıracak mıdır?
   Amenabar izleyiciyi yine şaşırtmayarak, iyi bir işe imza atıyor ve 1s47d süresince; bizim kültürümüze/demografimize/ideolojimize yabancı da olsa darbelerin ne menem bir şey olduğunu faş ediyor. Sinema sanatına herhangi bir şey katmasa da, holivutun şapkasını takıp onun yaptıklarını yapsa da: kordelamız her halûkarda izlenmeyi hakeden bir eserdir. Yükselen nasyonal sosyalizmin (nazizmin) rüzgarını arkasına alıp ülkeyi taa 1975'e kadar 36 yıl inim inim inleten General Franko'nun, filmimizin ilk başlardaki munis, sevecen aile babası halini görünce "Aaa dedim, ne kadar darbeciseven filmi yapmış Alehandro!" ancak bu görünümün altındaki karar mekanizmasındaki paradigma filmimizin sonlarında daha gerçekçi işleniyor. Franko'nun değer sistemi son derece basittir. Aynı ideolojiyi paylaşmayan insanlar potansiyel suçludur ve yokedilmelidir. Bu düşünceyi "yapma Franko! Neticede din kardeşiyiz, bak yargısız infaz yaptığın kişiler de iyi hristiyanlar!" hamlesiyle (karısı pek mütedeyyindir Franko'nun) aşmaya çalışan Unamuno'ya "biz hainlere ölmeden önce günah çıkarma imkanı sunuyoruz, yani sonunda cennete gidebilirler!" diye pratik bir engel çekebilmekte, fikrini çürüten karşı fikirlere karşı o poker suratını gösterip (yemin ederim aynı bakışı bir çok buna benzer kişide (bahriyedeyken (evvet fakir 29 yıl üniforma giydi!)) gördüm!)) kendi kurallarından taviz vermemektedir. 
   Darbeleri, cuntaları tanımak için; ülkeye neler edebileceklerini görmek için muhakkak izlenmeli. Yavaş akışı sorun değil, başlarsanız sonu geliyor zaten. 


19 Temmuz 2020 Pazar

"Greyhound" Garip Bir Nostalji!

   Birbuçuk saatlik filmimiz açılış sahnesinden itibaren insanı çişe göndermeyen bir akışa sahiptir. İlk gemi komutanlığı deneyimindeki Kaptan Krause; refakat ettiği konvoyu, hayın alman ubotlarına karşı korumaya çalışır. Konu budur. 
   Baştan sona CGI olan filmimizin efektleri oldukça başarılı olsa da bir noktadan sonra sadece köprüüstü, kırlangıç, komutan kamarası ve kısmen de yaşam yerlerinin bir dış maketini yapmışlar ve tüm filmi böylece kotarmışlar. Filmin tek kadın karakterinin, ana karakterle olan rabıtası, geçmişi, muhtemel geleceği hakkında en ufak bir fikrimiz yok. Elizabetşu'nun fazla bir yevmiye almadığını tahmin ediyorum (hepitopu 3 dk.zuhur ediyor sahnede). 
   İlk paragrafta anlattığım haricinde hiç bir fazlalık içermeyen filmimiz, yoğun bir şekilde hristiyanlık propagandası yapıyor. Zaten filmin konu edildiği "Good Shepherd" romanının adından da anlaşılabilir bu! Öyle ki, katillerini öldüren baş karakter, düşmanları için de üzülüyor ("kayıp 50 ruh!" demeler, hüzünlü bakışlar vs.), denizaltı avlama manevrasını kutsal kitaplardaki atıflara göre yapıyor (ilk denizaltını avladıkları sahne), kalkınca ve yatmadan önce tüm dualarını okuyor. Amerikan bayrakları birçok sahnede kullanılıyor. Kısacası: holivut denen mekanizmanın tüm dişlileri hareket ettiriliyor. Buna mukabil, izleyicinin canı sıkılıyor mu? Zinhar! Başından sonuna dek birbuçuk saat ilgimiz düşmeden izliyoruz. Neden servis elemanlarının hep siyahi olduğuna kafayı takmıyoruz, komutanın kanayan ayaklarına üzülüp, servis yapan siyahi Klivilınd'ın paramparça olmuş cesedine de fazla yoğunlaşmadan (öyle ki denize zor attılar!) geçip gidiyoruz. Hayat devam edip gidiyor.
PS : Gelelim başlığımızdaki "nostalji" kelimesine ve Arakolpa'nın bu filmi neden böyle sık sık durdurarak, geriye sardırarak iki buçuk saate izlemesinin nedenine: Vaktiniz varsa şöyle açıklayayım: tam tamına 35 yıl önce denizcilik hayatım (aynen de filmdekinin eşi), Fletcher sınıfı bir destroyerde başlamıştı. Bizim bahriyemizde D-348 borda numaralı TCG SAVAŞTEPE (US Navy'deki ismi USS MEREDITH) Normandiya çıkarmasına katılmış bir muhripti. Filmimizde gördüğümüz bütün detayları (o garip elektrik anahtarlarını, davul fırın tepsisine benzeyen dümeni, mekaniki makina telgrafı, 51 ve 52 topu, radar skopunu, SHM'yi (savaşharekatmerkezi), o dik ve daracık merdivenleri (trabzanlarını porsunların ince ince gemici düğümleriyle ördüğü!), dalgaya dalan başüstünü, (filmde gösterilmese de) kıç havalandığında boşa dönen uskurun ürkütücü sesini, gemi karartıldığındaki o pavyonvari kırmızı ışıkları, zor açılan kaportalarını (gemi kapısına kaporta denilmektedir), mekaniki köprüüstü sileceklerini, mekaniki MK1A atış kontrol sistemini, JA telefonu (ses enerjisiyle çalışan, elektriğe ve başka bir tahriğe ihtiyaç duymayan, kablolu telefon), JA telefon taşıyıcısının giydiği o çok büyük ve ağır miğferi (giydim uzun süreler, ondan biliyorum), "personel savaş yerlerine" anonsunu ve çirkin sesli ikazını, "öksüz vardiya"ları, ooo kaptırdım gidiyorum ve daha nice ayrıntıyı) bizzat yaşadım. Aradan geçen zamana bakınca (35 yıl!) yaş aldığımı hissettim ve inceden bir hüzün hasıl oldu. Bu açıdan tekrar izleyeceğim bir filmdir ama böyle bir geçmişim olmasaydı izler miydim? İzlemezdim... Siz bilirsiniz yani.

15 Temmuz 2020 Çarşamba

"Alfa Ayının Kabileleri" PKD'de Yine Üslubunu Konuşturmuş.

   Uygarlık genişlemiş, öyle ki genişlediği gezegenlerin birinin uydusu üzerine bir akıl hastanesi koymuş ve unutmuş (roman bu ya!). Hastalar bakmışlar ki gelen giden yok. Hastaneyi terkedip kendilerine göre bir düzen tutturmuşlar. Heb'ler, Man'lar, Şiz'ler (bunların hepsi birtakım ruh hastalıklarının kısaltılmış halleri) ve daha neler neler kendi kentlerini kurup (Gandikent, Adolfkent vs.) bir nevi federatif yönetimle geçinip gidiyorlar. Derken bu uyducuğun stratejik önemi artınca Dünya ve eski düşmanları olan başka bir uygarlık, uydunun mukimlerini kendi taraflarına çekme konusunda bizans oyunları çevirir. Protagonistimiz, CIA için androidlere propaganda yazan kendi halinde hırslarından arınmış bir insancıktır. Yeni boşandığı evlilik danışmanı psikiatrist hırslı karısı ise Alfa Ayına düzenlenen seferdeki psikoterapisttir. Olaylar gelişir.
   PKD'nin; gerçekle, başta paranoya olmak üzere bilumum zihin bozuklukları ile ve dahi kadınlarla ilgili bir takım alıp veremediği şeyler var. Bu takıntılarının cümlesinin bir macera romanı kıvamında anlatıldığı bu metin, eğlenceli bir bilimkurgu romanı olarak okunabilir. Ancak akıl hastalıklarından muzdarip bir halkın nasıl olup da gül gibi geçinip gittiklerini anlattığı yerler, halihazırda yaşadığımız sisteme yönelmiş sıkı bir eleştiridir aynı zamanda. 
   Hafif üslubuyla, verdiği subliminal mesajlarla yaz günü okunabilecek bir roman. Kimi zaman komploların, saf değiştirmelerin izini sürmekte güçlük çeksek de kolayca akıyor. Türün meraklılarına öneririm.
PS: Ben Metis Yayınlarından çıkan versiyonunu okudum, son çıkanın çevirisinin kötü olduğu yönünde şikayetler var. Benim okuduğum baskıda Tuna Erdem güzel bir çeviri yapmış.

9 Temmuz 2020 Perşembe

"Villa Şakayık" Yıldız Alatan Yine İşbaşında!

   Menopoz sıkıntıları başgösteren Yıldız Alatan'a biraz değişiklik olsun diye eşi Ziya Bey yaz dönemi için Karasu'da Villa Şakayık olarak bilinen villalardan birini kiralar. Ancak memleketlimiz fahri hafiyemiz Yıldız Alatan'ın gözüne takılan birtakım gizemli olaylar gelişmektedir. 
   Sayın Öz'ün (şiir olanları hariç) tüm kitaplarını okumuş bulunmaktayım. Aynı minvalde gelişen, benzer kurgulara sahip polisiyeler; ilk etapta merakla, sonrasında ise daha çok "hımm acaba ne yazmış bu kez?" sorusuyla şıkır şıkır okunası kitaplardır. Ancak daha önceki tanıtımlarımda yazdığım üzre; polisiyelerin olmazsa olmaz şaşırtmaca sonları pek görülmemektedir. Nedir: yazarımız, ilk yazdığı işlerden sonra kendini geliştirmiş Oğlak Yayınlarından çıkan (ve bir seri haline gelmeye meyyal) Yıldız Alatan polisiyelerinde bu engeli kısmen aşmıştır. Son kitabında ise roman boyunca şüphelenilen kişilerde okur yanılmamakta ancak sonlara doğru ilginç bir tvistle (ne işim olur tvistle) şaşırtmacayla, şöyle bir yerinden doğrulmaktadır.
   Kitabımız 1984 yılını (modası, müzikleri (Alan Parsons Project'in "Mammagamma"sını da yıllar sonra dinletti bana!), yaşam tarzı, bilinen olayları) ile okura bir güzel yaşatmakta, kadınlığın-terziliğin (bölümler yine kostüm betimlemeleri ile verilmiş) ince detayları yedire yedire okura vermektedir. Olayların bir yaz tatili süresince vuku bulması ise kitabımızı yazın okunacak ve zihni dinlendirecek kitaplar kategorisine sokmaktadır. 
   Yazın tembellik ederken okunacak kitaptır. Öyle subliminal mesajlar, hayatınıza anlam katacak inciler, kişisel geliştirecek safsatalar peşinde değilseniz çok güzel okunur. 

2 Temmuz 2020 Perşembe

"Osmanlı Epistemesini Anlamak" Okumak Gerektir!

    104 Sayfalık 14 denemeyi içeren kitabımızın başlığı pek günümüzü ilgilendirmiyor gibi dursa da hiç öyle değil. 
   Remzi Hocamız sadece bilim tarihini değil Osmanlıdan günümüze epistemenin tüm veçhelerini açıklamaya yönelik bir eser vermiş. Üstelik burada (hep bize öğretilen) Osmanlının yükselişduraklamaçöküş dönemlerinin daha başka bir nitelendirilmesi ortaya konuluyor (kanımca da pek isabetli oluyor). Denemelerin çoğu aylık bir bilim yayınında (biraz böbürleniyorum ben de aynı dergiye yazıyor olmamla) daha önce yayınlanmış olsa da içlerinden daha önce yayımlanmamış biri, "Episteme Değişimi Nasıl Gerçekleşir?" başlıklı olanı; kanımca en işime yarayandı. Epistemenin ne olduğunu aşağıda yaptığım alıntıda yazmış Hocamız. Yazının kalanı ise; yaşadığımız günleri değerlendirmek isteyen kâriye rehber niteliğindedir. Paradigmanın değişimini çatışma kuramıyla açıklaması bu rehberi daha yetkin hale getirmektedir. Satır aralarında sıklıkla rastgeleceğiniz inciler; beyinde kıvılcımları harekete geçirmektedir (misal:S.11: "Hukuk çerçevesinde Gelenekçiler siyasete, Yenilikçiler de diyanete yön verme tutkusundan vaz geçtiklerinde, muhtemelen önemli bir mesafe katedilmiş ve Türk Düşüncesi'nin önü açılmış olacaktır.").
   Evet! konunun başlangıcı Osmanlı'dır ancak günümüze de pek güzel ışık tutmaktadır. Bu minvalde 14.TL gibi makul ötesi bir rakamla satılan bu kitabı alıp okumamak, ayıp olacaktır.
"Episteme", bütün düşüncelerimizi ve duygularımızı belirleyerek davranışlarımıza yön veren bilgidir ve temelde ideoloji, edebiyat, din, felsefe ve bilim olmak üzere beş temel türevi bulunmaktadır.
Her epistemenin bir cemaati, her cemaatin bir epistemesi vardır. Bu episteme (T.Kuhn'dan esinlenmek suretiyle) "paradigma" olarak adlandırılabilir. Paradigma, hayat rehberidir.
Her epistemik cemaat, rakip cemaatler üzerinde hakimiyet kurmak ve böylece bir topluluk olarak varoluşunu güvence altına almak için onlarla çatışır.

29 Haziran 2020 Pazartesi

"Delibo" Uyurkulak'ın Son Romanı.

 "Har"ı da, "Tol"u da, "Bazuka"yı da okumuş ("Merhume"yi atlamışım bak) ancak bu mecrada yazmaya, o kitapları okuduktan sonra başladığım için yazmamıştım (ne ayıp!). Dün "Delibo" bitti, yazmamak olmaz.
   Mahallenin mobilyası Delibo (Deli İbo) kaybolunca, işini de kaybeden Yusuf, çocukluk aşkı Yasemin'in saikiyle Delibo'yu aramaya hallenir. Olaylar gelişir.
   199 sayfalık roman, "hızlı okumamalıyım!" telkinlerine karşın bir günde bitti. Uyurkulak'ın romanlarında bir paralellik var. Elbette ki kahramanlar, kurgular, mekanlar, zamanlar çok farklı ancak yine de romanlarını bir bütün olarak ele aldığınızda (arka arkaya okursanız) birbirine yakın tadlar alıyorsunuz. Uçlarda karakterler, hepsinde derin bir edebiyat birikimi ve malumatfuruşluğun feriştahı, acı trajediler (sanki başka türlüsü varmış gibi!), ancak filmlerde karşınıza çıkabilecek yan karakterler (şahmaranlar çizen tombul otelci amca/Sabahattin Ali'nin piçi olduğu iddiasındaki emekli edebiyat öğretmeni/Ali Dede vs.), kimi zaman büyülü gerçekliğe kaçan olaylar silsilesi (Narlıdere Cemevindeki semah dönmeler, kuntastik meyhaneler, petetenin önünden geçen gül kamyonu), o pek özlediğim İzmir lehçesi (gelmiyom, istemiyom), kimi isimlerin (fakirin de yaptığı gibi) okunduğu gibi yazılması (Ken Loş) ve daha neler. Bir çok satırda "a ben de bunu hissetmiştim" "ben bunu bir yerde gördüm yav" dediğim yerler oldu. Sizin de olacaktır sanırım. 
   Romanımız başyapıt değil ancak didaktik okumalardan sonra taşlaşan (yahut yorulan) zihni dinlendirmek için son zamanlarda sıklıkla yaptığım polisiye okumalarından sonra ilaç gibi geldi. Ruha şetaret verdi. Hararetle öneririm efendim!