20 Ocak 2021 Çarşamba

"Bilim ve Felsefe" Satışa Oynamayan, Oynasa Ülkenin Kaderini Değiştirecek Kitap!

   21 Makale, 192 Sayfa, okuması kolay değil ama öyle bildiğiniz felsefe yayınları gibi anlaşılmamaya yönelik olarak yazılmadığından (bence felsefi metinler sadece bu konu üzerinde ihtisaslaşan azınlığın anlayacağı şekilde yazılıyor ve geniş kitlelere ulaşamıyorlar (bir iki yazar hariç)) azıcık çaba göstermeniz halinde üst anlayış ve zihinsel hazlar yakalayabilirsiniz.
   Bugün bilim olarak adlandırdığımız olgunun taa yüzyıllar öncesinden günümüze olan sergüzeştini anlamaya çalışıyoruz. "İlim" ve "bilim" nedir, nasıl şekillenmiştir, nerelere savrulmuştur, "scienta"dan "science"a yapılan evrimleşme bu coğrafyada nasıl gerçekleşmiştir, iktidar bilim/felsefe ilişkileri nelere yol açmıştır, kırılma noktaları nereleridir (ki özellikle ilk bölümde (bilale anlatır gibi açıklanan) kırılmalar pek yerindedir), Kemalizm pozitivist midir?, bilimsel aydınlanmanın karşıtları/yandaşları kimlerdir?, şu an nerede duruyoruz?, aslında nerede durmalıyız? Gibi sorulara açıklamalar getiriliyor. Bu açıklamalar herhangi bir ideolojinin yahut tarihi yanlılığın yanında durarak değil, olabildiğince tarafsız bir perpektiften yapılıyor. 
   Okunduğunda "biz nasıl bu hale geldik?" sorusuna cevaplar üretebileceğiniz, günümüz siyasi ideolojisini daha iyi tahlil edebileceğiniz değerli bir kitap. Öyle zaman geçirmek için okunacak bir metin değil (fakir günde ancak bir bölümü zihinde sindirebildi!). Ancak yaşadığımız günleri ve hatta onyılları/yüzyılları daha net bir şekilde idrak etmek için bu çabaya değer. Zihin açmaya yeltenen kitap kurtlarına öneririm. 

14 Ocak 2021 Perşembe

"Eski Dünya Seyahatnamesi" Bildiğiniz Gibi Olmayan Gezi Kitabı.

 
   Çin'den İspanya'ya, Rusya'dan Yemen'e İlber Hoca'nın seyahat izlenimleri. Ancak bildiğiniz gezi kitaplarından değil. Benim bildiğim seyahatnamelerde genellikle ülkenin coğrafi, demografik ve daha ziyade turistik özellikleri öne çıkar. Bu kitap başka. Ülkelerin (yoksa coğrafyaların mı demek daha doğrudur?) tarihi arkaplanları eksene alınmış. Haliyle Mısır'da nerelere gideceğiniz yazmıyor da, Mısır'ın cemaziyülevvelini yazıyor. İspanya'dan bahsolunurken Emevilerin etkilerini ve ilginç bir şekilde Katalanların, Baskların bundan nasıl etkilendiklerini öğreniyorsunuz. 
   Yapacağınız seyahatte "aaa nerelere gideyim? neler yiyeyim?" düşüncesindeysiniz uzak durunuz ancak o destinasyonun (ne işim olur destinasyonla?) menzilin neler yaşayıp da bugünlere geldiğini ve (bilhassa) memleketimiz ve tarihimizle olan rabıtasını anlamak istiyorsanız (bilinçli seyyahların genel ortak noktası) bu 288 sayfalık okuması gayet de keyifli seyahatnameyi ıskalamayınız efendim.

12 Ocak 2021 Salı

"Chinese Take-Away", Darin'in Hatrına!

 
   Ricardo Darin hatrına oturup birbuçuk saatimi geçirdiğim filmdir. 

   Buenos Aires mukimi inatçı, bedbin, huysuz bir nalburun başına hiç yoktan bir Çinli düşer. Hayatı boyunca yalnız yaşamış Roberto için hayat zorlaşmaktadır.

   Filmimiz herhangi bir soruya cevap vermediği gibi sorular da sordurmuyor. Ancak; güzel bir karakter betimlemesi, iyi oyunculuklar, küçük gaglar (ne işim olur gagla?) şakalar, sıkmayan ve sarmayan bir senaryo görmek istiyorsanız öneririm.

7 Ocak 2021 Perşembe

"Bir Mars Destanı" Weinbaum: İkinci Nova.

 
   Daha önce "Sıfır Çemberi"ni okuduğum ve asıl patlama yaptığı öykülerinin o versiyonda olmadığını görünce edindiğim kitaptır. İthaki yayınları bu edisyona o meşhur Mars öykülerini (ve başka bir kaç öyküyü) eklemiş, başına da Asimov'un şükela bir önsözünü oturtmuş (Asimov: Weinbaum yaşasaydı Campbell devrimi olmazdı "Weinbaum" devrimi olurdu diyor). Ayzek Bey, gencecik yaşta ölüp bilimkurgu öykücülüğünü ancak 1.5 yıl sürdürebilen yazarımızdan "bilimkurgunun ikinci novası" diye bahsediyor.
   Elbette ki yazıldığı yıl olan 1934'teki bilimkurgunun durumunu bir gözönüne getirmek gerekir. Bir iki dergide yayımlanan "eğlendirici" çocuk hikayeleri. Bugüne evrilen türün henüz emeklediği dönemler. O dönemde yazılan ve türün kaderini belirleyen kafa açıcı hikayeler de Bay Stenli'nin kaleminden dökülmüş. İlk iki hikaye (toplam yedi öykü var) Mars'la ilgili ve günümüzde bile eğlenerek ve kafa açacak nitelikte (mükemmel toplumların yönetim şekli anarşidir!). Ben eğlendim ve bitirince sorular sordum. Ama bilimkurgu okumuyorsanız, sarfınazar edebilirsiniz.

5 Ocak 2021 Salı

"Bay Uzay Gemisi" Philip K.Dick'in Toplu Öykülerinin İlki.

 
   Bay Dik'in romanlarının büyük kısmını bitirdim ama öyküleri es geçmişim (ne ayıp!). Büyülüfener Yayınlarının versiyonunu Begüm Hanımın çevirisini okudum (gayet de özenliydi çeviri). Tüm öykülerin sadece dokuz aylık bir dönemde (1951-1952 arası) yazıldığı söyleniyor. Söylentiler doğruysa: Dik Bey LSD'yi damağına yapıştırır, oturur daktilonun başına yerinden kalkmadan günlerce yazarmış. Ancak bunun doğru olması biraz güç, zirâ (zirâ?!) öyküler öyle fazla uyarılmışlıkla, başka boyutlarda yazılacak kadar uçuk değil (Bkz. William S. Burroughs"The Naked Lunch" işte bunda birtakım bilinç açıcı kimyasal/organik yardımcılar var!). Ama bu öyküler akıl fikir işi (bilinç akışı bile yok). 
   Bay Dik'in sorunu belli, gerçeklik ve paradigmamız. Bunlarla uğraşıyor ve bunu gayet iyi başarıyor. 635 sayfalık ve birçok öyküden mürekkep kitabımız, burada tek tek yazamayacağım, bakış açınızı sallayan metinlerle dolu. Bu verimli vaha, birçok filme/romana da konu olmuş. Kimilerini alta yazdım, daha da çok var. Olmayanları da eşeleyebilirler (fikirler kuntastik). Hele ki Roog diye bir öykü var ki, sinemaya aktarılabilemez. Nedir: dört ayaklı bir dostumuz, bir köpek gibi düşünüyoruz (kendi bakış açımıza geçtiğimizde "hah, anladım!" diyoruz ki tadından yenmez).
   Velhasıl; bilimkurguya meyyalseniz muhakkak, değilseniz (ama hayal etmeyi, şeylere farklı köşelerden bakmayı seviyorsanız) hararetle öneririm. Yoksa uzak durun!
Ayarlama Ofisi-The Adjustment Bureau
Barınak-Take Shelter (Cefnikıls bunu ben yazdım diyor ama doğrudan buradan apartma (arakolpa'yı bu konularda kandırmak zordur nitekim!))
Oyuncak Hikayesi-Toy Story
Silo-Silo
Hesaplaşma-Paycheck

4 Ocak 2021 Pazartesi

"Uzaktan Kumandalı Kız" 1973'den Günümüze İsabetli Bir Bakış.

 
   Yazarımız yıllarca erkek mahlasıyla yazmış bir kadın. Bu da "eril yazım", "dişil yazım" konusunda tereddütleri olan kitap kurtlarını meraklandıracaktır. Ben bir fark göremedim. Ayrıca Alice Sheldon, CIA çalışanı ve 1987'de kendi yaşamına son vermiş. Nereden bakılırsa ilginç bir yaşam. Bunun yazdıklarına etkisi ne oldu diyerek başka yazdıklarının da tadına bakmak isterim. Herneyse!
   1973'de yayımlanan kitabımız bilinç akışı tekniğiyle yazıldığından biraz güldür güldür ilerliyor. Kimi bölümleri nereye oturtacağınızı bilemiyorsunuz ama olsun: taşlar yerine oturuyor okudukça.
    Belirsiz gelecek, distopik bir Dünya. Reklamsız bir tüketim piyasası. Bunu aşmaya çalışan azgın şirketler. Hipofiz bozukluğu olan ucube görünümlü bir genç kadın: P.Burke.  Uzaktan nöro bağlantı ile çalışan ve tüketim modeli görevi olan plasental kabuklar. Burke'ün başarısız intihar girişimi ile PK kullanıcısı olmasına giden yol, bir aşk hikayesiyle sekteye uğrar, olaylar gelişir.
   Keşke novella yerine (Ursula K.Le Guin'in önsözüyle toplamda 70 sayfa) düz yazımlı bir roman olsaymış!

3 Ocak 2021 Pazar

"Soul" Pixar'ın son işi.

 
   Genç balık yaşlı balığa sormuş "-Okyanusa gitmek istiyorum. Okyanus nerede babalık?
   Yaşlı balık yanıtlamış "-Okyanus burası evlat."
   Genç balık "-Olur mu yahu! Burası sadece bir parça su."

   Filmimizin konusu budur. Ama işçilik iyi. Şu düşünceyi 1s40d'ya sığdırmak incelik ister. Güzel yapmışlar. Ezecek bir akşamınız varsa öneririm (caz sevenler daha bir fazla sever).

"Tuhaf Kütüphane" Murakami'den Bir Garip Masal!

 
   Murakami'yi seviyorum. Bu minvalde yazdıklarının tümünü okumayı hedeflemem nedeniyle bu neşriyatı da edindik ve oturduk başına. 

   Bakmayın tanıtımlarda 72 sayfa olarak nitelendirilmesine, resimsiz sayfaları çıkarın 36 sayfa kalıyor. Onun da fontları büyük sayfaya 24 satır olarak yayıldığını düşünün. Elinizde tertemiz bir 25 sayfalık öykü kalır. Öykünün içeriğini de aslında bir masal olarak kabul edebilirsiniz. Öylesine fantastik bir metin ki, öykü demek olmaz. Hâl böyleyken, bombastik bir pazarlama harikası olarak ciltli kapaklı satılan, kağıdı çok kaliteli, illüstrasyonları başarı bir kitaba 30 küsur lira vermek belki içinize siner. Kitaba verdiğim paraya acımıyorum ama 25 sayfalık masala bu parayı vermek bana koydu! Koleksiyonerseniz alınır, yoksa değmez! Bir kütüphaneden edinin, yarım saatte okuyup iade edersiniz. Paranız cebinizde kalsın (bugünlerde ihtiyacınız yoksa bile olanlar çok).

29 Aralık 2020 Salı

"The Assistant" ABD Çalışma Hayatına Kısa Bir Bakış Yahut Weinstein Fobisi.

 

   Yeni mezun, oldukça zeki, potansiyeli olan genç çalışanların izlemeleri gereken filmdir. Birbuçuk saatlik filmimizin sonunda başrolümüz bir kez dahi gülümsemiyor, deliler gibi çalışıyor (ilk gelir, son çıkar), istismarlara şahit oluyor (nedir ki: her iki taraf da mutlu!), sesini çıkarmaya çalıştığında yıldırılıyor (-Bak! kariyerini bitirme. O pozisyon için elimde 400 özgeçmiş var!). 
   Herneyse konumuz: büyük bir sinema filmi şirketinde bir ofis asistanının bir günü. Sabahın köründe başlıyor, gecenin ilerleyen saatlerinde bitiyor. IMDb puanı 6 küsurmuş, boşverin. Zaten düz sinefile gelmez. Ne yapacaksınız sıkıcı bir ofis gününü izleyip de. Ancak ABD'deki çalışma koşullarını (ki ülkemiz de hızla o yöne evriliyor), genç/zeki/donanımlı ve fakat deneyimsiz çalışanların ahvalini görmek isterseniz buyrunuz. 
PS : Filmde hiç görünmeyen istismarcı patronun Harvey Weinstein olduğundan huylanmıştım. Sonra kritikleri okuduğumda yanılmadığımı ve hatta yönetmen Kitigriin hanımın, Weinstein olayından sonra bu filmi çektiğini öğrenince, üç hücreli beynimden gurur duydum.

28 Aralık 2020 Pazartesi

"Düne Kadar Dünya" Geniş Zamanlarda Okunmalı!

 
   Evrimsel biyolog Bay Diamond'un "Tüfek, Mikrop, Çelik"inin hastasıyız. Daha sonra basılan (ve ekleri gitgide güncellenen) edisyonlarını bile okumuşluğumuz vardır. Son onbeş gündür de bu ytong ebatlarındaki (696 S.) kitabıyla hemhal oluyorum. 
   Eski toplumlardan neler öğrenebilir, neleri günümüze adapte edebiliriz diye bir sorunun cevabını arıyoruz. Cerıd Bey, mesleğini icra ettiği uzun yıllarda, dünyamızın kenarda köşede bulunan en ilkel (en az bozulmuş) toplumlarıyla haşır neşir olmuş. Yeni Gine'den Avustralya'ya, İnuitler'den (hayır eskimo değil İnuit) Kuzey Amerika Yerli halklarına kadar birçok sonra keşfedilmiş toplumlarla birlikte çalışmış, hayat tarzlarını gözlemlemiş. Bu gözlemleri de bir bilim insanı perspektifinden yapmış. Sonra da, bu toplumların ne tür özelliklerini, günümüz toplumlarına uyarlayabiliriz diye düşünmüş ve bu kitabı yazmış. 
   Çocuk yetiştirme, yaşlılara olan yaklaşım, anlaşmazlıkların çözümü, dini inanışlar, risk yönetimi, beslenme ve fiziksel sağlık gibi çeşitli bölümlerde hem eski toplumların yaklaşımlarını inceliyoruz hem de bölüm sonlarında yaşadığımız toplumdaki bu uygulamaları didikliyoruz. Sonunda neler yapılabilir, neleri kendimize uyarlayabiliriz sorularının cevabını alıyoruz. 
   İlk bölümlerin pek sarmadığını ancak ilerleyen bölümlerde (özellikle de din faslına girdiğimizde) elimden bırakamadığımı belirtmeliyim. Din bölümünden itibaren beslenme ve sağlık kısmında çok çıkarılacak dersler vardır. E-kitaptan okudum (pişmanım), basılı halini de edinip altını üstünü çizerek, fosforlayarak, sayfa ayraçları koyarak okunmalı. Kitabı bitirdikten sonra eski siz olmayacağınızı tahmin ediyorum. Muhakkak ki bazı yargılarınızı, dogmalarınızı değiştirebilecek bir metin. Öneririm.

26 Aralık 2020 Cumartesi

"Midnight Sky" Bilimkurgu ama değil de sanki!

   Uyarıcımız çalıştı, oturdum akşam izledim. Corckluuni, Sabörbikın'dan sonraki sinema filmi yönetmenliğinde bir Netfliks filmini kotarmış. 

   Dünyada bir şeyler ters gitmiş ve bildiğimiz yaşam sona ermiştir/ermek üzeredir. Elbette uzun zaman önce yaşanacak gezegen bulmaya gitmiş Aeter uzay gemisindekilerin bundan haberi yoktur. Kutup dairesindeki gözlemevinde bulunan huysuz bir bilim insanı; tahliyeyi reddeder ve gelen gemiyle irtibat kurmak için tek başına kalır (zaten ömrünün sonlarına gelmiştir). 

   Üç eksenli senaryo, uzay gemisindekiler, Dünyadakiler ve neden izlediğimizi filmin sonlarında idrak edeceğimiz geri dönüşlerle ilerliyor. Eğer tekerlekli ofis sandalyelerinden yönetilen kocaman bir uzay gemisi izlemek sizin mantığınıza ters düşmüyorsa (aynı şekilde kutuplarda buz gibi sudan çıkıp yola devam etmek gibi garabetler de cabası), bir şekilde kendini izletiyor filmimiz. CGI efektleri, evet göze batıyor ancak konusunun bilimkurgu olarak yazılmasına karşın pelikulamız bilimkurgu filmi değildir. Daha ziyade aile olgusunun didiklenmesi gibi algıladım (o fedakarlıklar, çekilen zorluklar, kuvvetli bağlar vs.). Bilimkurgu peşindeyseniz uzak durun, ama "ezecek iki saatim var, ne yapsam" diyorsanız başına oturabilirsiniz. 

24 Aralık 2020 Perşembe

"The Burnt Orange Heresy" Yanık Portakal Sapkınlığı, Sanat Piyasaları Üzerine.

   Coseppekapotondi Bey, En İyi Teklif'ten bugüne izlediğim en sağlam "sanat piyasaları" filmini yapmış. Sanat piyasaları; filmin geçtiği fon tabiy ki, aslolan insanın hırslarının peşinde ne kadar gidebileceğidir. 1s39d'lık filmimiz, öncelikle çekildiği yer (İtalya'nın bombastik bir gölü Garda mı Como mu bilemedim) itibarıyla insanı cezbediyor. Başrol olmasa da en önemli diğer iki rolde arz-ı endam eden Mikcegır ve Danıldsatırlend ise adeta ayva tatlısının üzerindeki kaymak. Yırtıcı sanat simsarı ve aşmış emekli ressam rolleri bir insana bu kadar mı yakışır? 
   Filmimiz ilk anından itibaren diyaloglardaki vasat üstü akış sayesinde düz sinema izleyicisini (bakın sinefil değil!) kendinden uzaklaştırır. Ancak diyalogları doğru okursanız tadından yenmez. Ayrıca metaforlar kutaforlar sinekler filmimiz boyunca uçuşur durur (en son sahnede ise (buzdolabının üzerindeki çizim (filmin adını aldığı tablodaki parmak izi)) resmen içinizin yağları erir). Zekice yazılmış ve ustaca çekilmiş bir kordelayı kaçırmak istemeyen sinefillere iyi seyirler...


15 Aralık 2020 Salı

"Rojo" Arjantin Kırmızısı.

 

   1970'li yılların ortası, Arjantin'deyiz, kasaba eşrafından avukat Kladyo; bölgenin şık restoranında eşini beklerken bir hödüğün tacizine uğrar. Bu tacizi bertaraf ettiği gibi, hödüğü köpek hayvanının mahrem bölgelerine giriş çıkışını sağlar (elbette sosyal olarak (Kladyo kibar adamdır)). İki saate yakın (1s49d) filmimiz bu sahnelerle açılınca "aha" dedim "beyine takla attıran bir filmle karşı karşıyayım". Yanılmamışım. 

    Genç yönetmen Bünyamin Naiştat (muhtemelen levanten), yaşının ötesinde bir tecrübe göstererek, şükela bir iş çıkarmış. Bir kere iş iyi kotarılmış. Kullanılan filtrelerden (bildiğiniz 70'li yıllarda çekilmiş film izliyorsunuz hissi veriyor), sekans açılarına, sünmeyen senaryodan, ekonomik (ama yerinde) müzik kullanımına, iyi oyunculuklardan (Dieguito'ya nasıl kıl oldum! (gerçek hayatta da adı aynıymış)) metaforlara; özenli bir iş var.

   Öte yandan filmimiz hem bir dönemi yansıtıyor (darbe öncesi gelişmemiş ülke aurası) hem de hep muteber olacak soruları sorduruyor. 

  • Mevcut düzeni korumak adına ne kadar ileri gidilebilir?
  • İlahi adalet diye bir şey mevcut mudur?
  • Karma bizi nasıl etkiliyor? (Karma var mı?)
  • Güneş tutulmaları sırasında hava kızarıyor mu?
  • Filler tepişince, çimenler ezilir mi? (soruya gel!)
ve daha neler.

   Geniş zamanlarda izlemediğim için (kafa boşaltmak için başına oturmuştum, yanlış yapmışım) bolca geçen metaforları çözümleyemedim (peruk, güntutulması, Şili'li meşhur dedektifin mütedeyyinliği (ve hatta fundamentalistliği)) ancak geniş zamanlarda bir kez daha izleyip, hem senaryoyu anlamlandırmaya (bir çok gönderme havada kalıyor) hem de metaforları çözmeye çalışıciim. Netfliks'te ve sinemalarda görülmeyecek filmdir. Politik sinemaya ilgi duyuyorsanız öneririm.

10 Aralık 2020 Perşembe

"Undine" Petzold'un Su Perisi.

 

   Mitolojiye göre undine, bir nevi doğa gücü olan su perisi (elemental). İnsan olabilmesi için bir insankişisiyle birlikte olması gerekiyor. Bu adamcağızın işi zor, sadakatsizlik ederse ölüyor. Karışık işler. 
   Kızımız başrolümüz Undine, tarihçi. Şehircilik müzesinde çalışıyor. İlk sahnede terk ediliyor (polabeer'in gözyaşları (kızcağızın gözleri o kadar güzel ki!) içime dokundu). 10 Dakika sonra da yeni sevgili buluyor (franzrogovski kadar çirkin ve çekici aktör de azdır herhalde (bu arada yönetmenin bir önceki filminde de aynı kast var (ninahoss yaşlandı zaar))). Olaylar gelişiyor. 
   Yönetmenimiz Petzold'un çizgisi belli. Büyülü gerçekliğe göz kırpan, zaman/zeminden azade, değişik işler yapıyor (merak eden varsa bu sefil ağ güncesinde petzolt diye aratın, önceki işlerinden yazmışlığım vardır). Bu da zihni (izlendiğinde) yormayan, daha sonra aklınıza soru işaretleri getiren, değişik kapılar açan, özenli sinema diliyle (renkler, diyaloglar, sekanslar, açılar, renkler, müzikler (bilhassa müzikler), kurgu, oyunculuklar) gözünüze/beyninize/kulağınıza hoş gelen bir kordela. Bakmayın IMDb'deki 6.4 reytinge, oylayan çoğunluğun sevdiği filmler avengers falan ("demokrasi cahil çoğunluğun tahakkümüdür" mü demişti Aristoteles?). Tek hoşuma gitmeyen şey: neredeyse bir 20 dakika falan Berlin şehrinin tarihi tanıtımının yapılmasıdır (niye öyle yapmışlar bilemedim).
   Ben sevdim, herkes sevemez, sinefil ıskalamaz! (seven ne yapmaz:))

"Rabbim Beni Doktorlardan Koru!" Beklediğim gibi değil...

 
   İsmail Hakkı Hoca iddialı bir bilim insanı. Biyografisine ve titrlerine (Tıp profesörü, Beyin cerrahı, Bilim Adamı, Düşünür, Teolog, Yazar, Şair, Güftekar) bakınca insan etkilenmeden edemiyor. He also works as the President of CNS 'INTERNATIONAL ASSOCIATION AND NERVOUS SYSTEM SURGERY ASSOCIATION in the USA." diye bir ibare var özgeçmişinde mesela. Buraya tıklayarak araştırdığınızda göremiyorsunuz (ben bütün alt komitelere dahi baktım) ama olsun! Sadece bilim insanı değil, rubailer yazıyor, güfteleri var, edebiyata meraklı, tam benim kafada (yalnızca din ve siyaset konularında ayrı (hem de oldukça ayrı) tonlarda çalıyoruz). 
   Kardeşcağızım bir televizyon programında görmüş, önerdi. Kitaplarını araştırdım, ismi ilgimi çektiğinden bu neşriyatı edindik, başladık okumaya.
   Dört bölümden mürekkep 255 sayfalık kitabımız, Hocanın medimagazin adlı bir sağlık portalında yazdığı makalelerden oluşuyor. Genel konularda kalem oynatan hocanın (akademik dünyanın içyüzünden tutun, mürekkepli kalem kullanımına, klasik Türk müziği makamlarından, "H" faktörüne (akademisyenler bileceklerdir)) okunması kolay bir üslubu olsa da bitirildiğinde akılda iz bırakan pek bir yazısı (bence) maalesef yok. Bunun yanında gerek önsözde, gerek biyografide, gerekse sonsözde (ki her nedense İngilizce bir versiyonu da eklenmiş sona) zahiren bir kendini beğenmişlik kokusu var. Kimi sayfaların sağ yanaklarına afili özlü sözler diklemesine konulmuş (buna benzer alametler rahmetli Yaşar Nuri Öztürk'te de vardı). Nebliyim oldukça havalı da olmuş ancak içindeki cevheri ve marifeti, iltifata tabi olacak şekilde tanıtmak bana itici geliyor. Misal: Gazi Yaşargil Hoca'nın yayınlarına bakınca (buradan) genellikle bilimsel eserler üzerine olduğunu, atıf sayısının pik yaptığını görüyorsunuz. Ancak kendisinin yazdığı kitapta böyle iddialı cümleler olduğunu hiç zannetmiyorum (okuma listeme aldım, karşılaştırma yapmak için onu da okuyiciim). 
   Ayrıca pozitif bilimlerle ilgilenen bir insanın, bilimsel gerçekleri birtakım dini kurallar/ayetlerle açıklamaya çalışması (bu ayetle ilgili de bir açıklama yaparsa seviniriz: tıklayınız) gerçekçi görünmüyor (yaratılışçılığa inanmayı değil bilmeyi tercih etmesi ve bilimsel olarak bunun imkansız olması) Hem suyun başındakilere temenna yağdırması hem de "kimseye müdanaam yoktur" demesi; fakire samimi gelmedi açıkçası. Bu tarzda kitapları bulunan Ahmet Rasim Küçükusta hocanın kitaplarının yanına bile yaklaşamaz. Yine de siz bilirsiniz.
PS: Empty can loudly sounds! (ben de bir ingilizce kelam bırakayım bari!)

5 Aralık 2020 Cumartesi

"Melekler Zamanı" Iris Murdock'tan Yüksek Edebiyat

 

   Roman türü ilk çıktığı zaman burun kıvırılıyordu (o zamanlar edebiyat, tiyatro oyunu ve şiir demekti) "hıh düşük edebiyat!" diye. Sonra devir değişti tabi. Roman yerini sağlamlaştırmakla kalmadı şiir ve tiyatroyu da yerinden etti. İlerleyen zamanla romanda da bir "yüksek edebiyat" snopluğu oluşması kaçınılmazdı, öyle de oldu. Kendi adıma yüksek edebiyat klasiklerle sınırlıdır ama öyle olmadığını da biliyorum. Bu minvalde mebzul miktarda felsefe içeren kitapları olduğunu bildiğim Iris Murdock'ı şimdiye kadar hep ihmal ettim. Ancak ilgiyle takip ettiğim ağ güncelerinden Okuma Günlüğüm Kitaplık'ın hatırnaz yazarıyla yaptığımız bir yazışmada kendisi işbu neşriyatı tavsiye edince daha fazla kayıtsız kalmayarak oturduk başına.

   Tanrıya inancını kaybetmiş, hizmetçisi ve kızıyla memnu yakınlaşmalar içinde, kendi zihninde kaybolmuş (kıçını kızılcık sopasıyla dövme isteği uyandıran), ancak gizemli bir etkisi olan bir peder: Carel. ABD'den İngiltere'ye atanıyor (orada protestanların işi biraz meşakkatli). Kilise, Carel'in acaipliklerini bildiğinden cemaatsiz (sadece kulesi ve lojmanı kalmış) bir kiliseye atıyor bu sıradışı pederi. Lojmanın apartman görevlisi Eugene (ne biçim Rus adı bu!), Eugene'in oğlu Leo, Carel'in emektarı Pattie, kızı Muriel ve (sözde) yeğeni Elisabeth; Londra'nın kalkmak bilmeyen sisleri arasında kendilerine bir hayat çizmeye çalışır, olaylar ilerler.

   285 sayfalık kitap, tahminlerimin ötesinde bir sürede bitebildi. Karakterler arızalı, atmosfer depresif, dil akıcı ancak bir türlü sirayet edemedim metne. Son okuduklarımın hep kaybedenlere/arızalılara odaklanmasından mıdır, yoksa romanımızın içinde çokça varoluşçu ögeler bulunduğundan mı bilmem, bitirmekte zorluk çektim. Ancak şurası muhakkak ki: Bayan Mördak "yüksek edebiyat"la hemhâl oluyormuş. Kendisinin polisiye eserleri de varmış "varoluşçu polisiye" okumak, kulağa oldukça ilginç geldiğinden bir de onlardan yana şansımı deneyeceğim. 

   Demem o ki: Bayan Mördak'ın yazdıklarına başlayacaksanız, bence bu romanla başlamayabilirsiniz.

30 Kasım 2020 Pazartesi

"İçeriden Ölmek" Karamsar...

 
   Gece Kanatları ve Dünyalı İstilacılar'dan tanışık olduğumuz Bay Silverberg'in nisbeten yeni (1972) yayımlanmış, 248 sayfalık bir romanıdır. 

   David Selig, insanların zihinlerine sızma, düşünceleri (ve hatta anıları, ruh halleri, niyetleri) ayan beyan görme yeteneğiyle doğmuş bir insankişisidir. Yaş aldıkça bu yetisi körelmeye başlar. Bölümler halinde geriye yapılan dönüşlerle hayatını daha iyi anladığımız başkahraman, bu yeteneğini kendisi için pek kullanmamış ve genellikle sızlanan, amaçsızca dolanan ve bir yere varamayan kişi olmuş. Olayların aktarıldığı süreç, Selig'in yeteneğinin iyiden azaldığı, karıştığı zamanlar. Oldukça karamsar ve depresif akan bir roman. 
   Bayan Tunç'un muhteşem kaybedeni Osman'dan sonra pek çekemedim doğrusu. O döneme (1970'li yıllar) dair ABD düşünsel ve sanatsal yaşantısına ilgi duyanlar alıp okuyabilirler ancak üst üste kaybeden romanları okumak bünyeyi yoruyor!

25 Kasım 2020 Çarşamba

"Osman" Ayfer Tunç'un Kaybedenler Kulübü!

 

   Öyle bir balık hafızam var ki "Kapak Kızı" ve "Yeşil Peri Gecesi"ni okumalara doyamadığım halde, bu romanın kahramanını daha önceki romanlarda hatırlayamadığımdan sıfırdan başlayarak okuduğum, 504 sayfalık en son Ayfer Tunç romanıdır.
   Romanlarda bir serim-düğüm-çözüm sıralaması olur şiarını yok edercesine çözümle başlayıp, muhtelif serim ve düğümlerle (birbirini rastgele takip ederek) ilerleyen, okudukça okurun elinden bırakmakta güçlük çektiği, baş karakter (ya da anti kahraman mı demeliyiz?) ile kesinlikle bir içsellik kuramayacağınız (ama bir şekilde anlayacağınız) şükela bir edebiyattır. 
   Profesör oğlu Osman, hevesleri olan ama çabası olmayan bir insankişisidir. Hem annesinden hem babasından kalan servet ona güzel günler yaşatmaktadır. Ancak hazıra dağ dayanmazken bir de Şebnem (Bkz. Kapak Kızı, Yeşil Peri Gecesi) faktörü çıkar karşısına. Olaylar, ilk okuduğumuz sona doğru ilerler. Ama nasıl ilerler? Burada bayan Tunç ilginç bir hinlik yapıp (hinliğin ilginç olmayanı mı var Arakolpa? (bu nasıl cümle?)) olayları Osman'ın bir sahaftan elde edilen günlük defterleri ve bağımsız yapılan ropörtajlara dayanarak anlatmış. Haliyle; şeylerin, kişilerin bakış açısına göre nasıl değiştiğini görüp hayret ediyor, ropörtajlarda anlatılanların büyük kısmının dedikodu olmasını içselleştirip merak ediyor ve nihayet yazılanların bir sentezini yapıp nelerin geçtiğini anlamaya çalışıyorsunuz. Her hâlükarda ilginç bir edebi çaba (hem yazarın yaptığı hem de sizin okudukça yapmaya çalıştığınız).
   Standart bir anlatım olmadığından karakterlerin betimlemesini ya Osman'ın yahut konuşulan kişilerin son derece sübjektif yorumlarından yapacaksınız. Böyle yaptığınız hâlde dahi okudukça tüm karakterler ete kemiğe bürünüyor. Uzunca bir sürece odaklandığından, hem eski Türkiye'yi özlüyorsunuz, hem de Osman'ı şöyle sağlam/esnekçe bir kızılcık sopasıyla adamakıllı ıslatmak isteği duyuyorsunuz (öyle böyle değil!). Ancak karakterlerin hepsini çok iyi anlıyorsunuz.
   Arka kapakta yazılanların tüm romanı özetlemesine karşın elinizden bırakmakta zorlanacağınız bu romanı, edebiyat tutkunlarına hararetle öneririm. Bu yıl okuduğum en iyi memleket romanı!

22 Kasım 2020 Pazar

"Bitmeyen Savaş" Joe Haldeman'dan Savaşın Anlamsızlığı Üzerine...

   Talihsiz yazarımız Co ne de güzel üniversiteden hem fizik hem de astronomi alanında mezun olmuşken pattadanak Vietnam'a savaşa gönderilir. Yaralanır, "Mor Kalp" madalyası falan alır. Bu arada ruhu da yaşadıklarından ötürü eskisi gibi değildir. Bundan sonra astrofizikçi olamam der ve yaratıcı yazarlık dalında da lisansüstünü tamamlar. Kendini yazmaya verir. 
   İlk romanı Bitmeyen Savaş, hem Hugo hem Nebula'yı toparlayarak bu yolda ilerlemesini sağlar. Fakir, İthaki'nin ilk basımını okudu. 300 sayfaya yakın romanımızda William Mandela adlı bir fizikçi, istememesine karşın ilk dünyalar arası savaşa gönderilir. Olaylar gelişir. 
   Herhangi bir derinlik iddiası olmamasına, karakterlerin ayrıntılı bir şekilde betimlenmemesine, okura "sanki gelişine vururcasına" yazıldığı gibi gelen romanımız; göründüğü gibi değildir. 
   Zahiren savaş romanı gibi gelişir, ama derinde savaşın anlamsızlığına, vahşiliğine, ekonomik rabıtalarına ve yönetenlerin nasıl işine geldiği konularında meşazlarını bir güzel verir. Görecelilik kuramını şükela bir şekilde işler, havsalanızın içine girmesini sağlar. Bu sayede 70 doğumlu kahramanımızın bir şekilde 23. yüzyıla ulaşmasını sağlar ve bu sürede olabilecekler konusunda tahminlerde bulunur (açıktır ki: Bayan Haldeman'ın sevgili oğlunun eşcinselliğe ve hiçcinselliğe ilişkin ilginç öngörüleri vardır (bunların büyük kısmına da katılmaktayımdır!))
   Her türlü müskiratla, her türlü zaman ve zeminde okunabilecek bir dile-kurguya sahiptir. Bakış açınızı genişletmek için daima okunur. 

18 Kasım 2020 Çarşamba

"Dune" En nihayet!

  Yıllar önce Lynch'in filmini izlemişim (sonra çekilen uyduruk dizilerinin de ilk bölümlerine tahammül ettim ama onlar sayılmaz). Sonra 486dx bilgisayarlarda oyununu uzunca oynamışım. Yıllar sonra Jodorowsky'nin bombastik kaybediş öyküsü üzerine çekilmiş şükela belgeseli izlemişim. Villeneuve'ün filminin çekildiğini de öğrendikten sonra Bilim ve Ütopya'ya Aralık sayısı için bir yazı yazmışım ("Dune ve Talihsiz Sinema Maceraları" Bkz.Aralık 2020 Bilim ve Ütopya). Ama buna karşın romanını okumamışım. 
   Ne ayıp!
   Sarmal Yayınlarının 2002 baskısını buldum ve okudum. Birazcık uzun (776 sayfa). Bay Hörbırt, Tolkien'in izinden gidip bir evren kurmuş ve bu evrenin içinde bir öykü anlatmış. Öyküden bahsetmeyeceğim. Meraklısı bulur okur. 
   Bilimkurgu üzerine aylık kalem oynatmama karşın fantastiğin de kıdemli bir takipçisiyim. Bu minvalde Yüzüklerin Efendisi serisini de memlekette zuhur ettiği tarihte bulup okumuştum. Arthur C.Clarke'ın "bilimkurgudaki Yüzüklerin Efendisi" olarak nitelendirdiği "Dune"un bu kalibreye yaklaşmadığını üzülerek gördüm. Sonraki serileri henüz okumadım ancak "Dune Çöl Gezegeni"nden aldığım haz, Tolkien'in YE ilk kitabından aldığım hazdan oldukça gerideydi. 
   Nedir: Dune'un sonraki devam kitaplarını da aldım. Motive olursam açıp okuyacağım ama hayli meşakkatli bir yol. Ayrıca şunu da yazmamak olmaz. Şimdiye kadar yapılmış hiçbir sinema uyarlaması kitapta yazılanları tam olarak aktarmamış. O halde bu sagaya bir merakınız varsa elbette ki bulup okuyunuz ama bir Yüzük Kardeşliği değil!