22 Ekim 2020 Perşembe

"İşte Tanrılar" Zor Bilimkurgu!

 
   Niye zor? Çünkü üç büyüklerin en parlak ismi bu kez havsalamızı Dünya ve hatta evren dışı bir bilinçle uyarmaya çalışıyor!
   Yazıldığı zamana göre uzak bir gelecekte üzerinde yaşadığımız küçük mavi nokta (Carl Sagan'a selam olsun), enerji sorununu başka bir boyutla yaptığı madde değiş tokuşundan zahmetsizce, ucuz ve temiz olarak çözmüştür. Ancak bu işler bu kadar kolay mıdır?
   Üç bölümlük kitabımızın ilk bölümü Dünya'da geçiyor. Bu bölümde bilim denilen olgunun ilginç dehlizlerine dalıp, egoların çekememezliklerin ve bilimsel gerçekliklerin nasıl çatıştığını görüyoruz. 
   İkinci bölüm ise başka bir boyuttaki evrende geçiyor. Yumuşaklar ve Sertler olarak ikiye ayrılan hayat formlarının içine girmeye çalışıyoruz. İlk başta Odeen, Dua ve Tritt (ki Rusçada bir iki üç kelimelerinden türetilmiştir) üçlüsünün gailelerini temaşa ediyoruz. Sonra işler değişiyor. Bu bölümde Bay Asimov ustalığını ve hayalgücünün enginliğini kullanıp beynimizde olmadık kapılar açtırıyor. 
   Üçüncü bölüm ise artık üzerinde bir hayatın süregittiği Ay'da yaşananlar konu ediliyor. Kendi bakış açıma göre en gereksiz bölümün de bu olduğunu düşünüyorum. Evet yerküremizdeki atalet ve isteksizliğin yanında Ay'ın nüfus olarak küçük ancak hırslı ve istidatlı halkının karşılaştırması etkileyici ancak ikinci bölümden sonra biraz sönük kalıyor.
   Yazarının "en sevdiğim kitabım" dediği bu 343 sayfalık romanı artık kitapçılarda bulmak zor! Ancak sahaflar ve nadir kitap satan internet sitelerinde bulunabiliyor. Çeviriyi Gönül Suveren gayet güzel yapmış. Bilimkurgu ve beynine şaplak atılmasını seven kitap kurtları okuyabilir. Ama kafa boşaltmak için okunacak şey değil.

16 Ekim 2020 Cuma

"Cha no aji", "The Taste of Tea", "Çayın Tadı": Güzel Film.

   İki buçuk saate yakın (2s27d). Konusu; bildiğimiz serim-düğüm-çözüm klişesinden çok uzak. Japonya'nın kırlık banliyösünde yaşayan bir ailenin hayatının bir bölümünü izliyoruz.
   Balatalardan yanık kokusu gelen sanatçı bir büyükbaba, hipnozcu psikanalist baba, part-time manga çizeri anne, aylak dj amca, aşık go oyuncusu oğulları, kendi dev suretinin gözleri altında şirin bir kız çocuğu Sachiko. 
   Açılış sahnesinden (o ne sakuralı sahneydi o!) itibaren fantazyaya göz kırpmasından belliydi hoşlanacağım. Fantastik unsurlar; hayatınızda göremeyeceğiniz kadar fantastik değil. İzlerken "ne olacak?" değil "neler oluyor?" moduna geçiyorsunuz. Yönetmenin ustalığı ilk 15-20 dakikadan itibaren sizi bir "izleyici" konumuna ustalıkla geçiriyor çünkü. Arada nehirleri, bulutları, güneşi, ayı uzun uzun izliyor; kendi hayatınızda bunları amaçsızca seyrettiğiniz zamanları anımsıyorsunuz. İnsanı yoran değil dinlendiren bir film. Sorduracağı soruları, kör gözüm parmağına usulü gözünüze sokmuyor. Dikkatsizce izlenirse soru bile sordurmadığı söylenebilir. Ancak dikkatli ve rikkatli sinefiller soru sorabilirler, zihinlerinde birtakım zariflikler belirebilir, hoş duygular hissedebilirler. 
   Uzun süresine karşın hiç sıkmayan, sonuna kadar sükunetle izlenen (biraz Japon kültürel emperyalizmi var ama kadı kızında da olur o kadar kusur!), duygulandıran (o açık pencereye ailecek bakmalar falan) süpersonik bir filmdir. Bu sinema filmi kıtlığında iyi film izlemek isteyenlere hararetle öneririm.

12 Ekim 2020 Pazartesi

"Cumhuriyet Dönemi Türkiye'sinde Bilim" Bilim ve Yakın Tarihe İlgi Duyanlar İçin.

 

   Ağır aksak da olsa işleyen bir "Bilim Tarihi" disiplinimiz var. Burada genellikle Osmanlı döneminde yapılmaya çalışılan bilim konu edildiğinden Cumhuriyet dönemimiz biraz ihmal edilmiştir. 
   Aynı zamanda tez danışmanım olan İnan Hoca işte bu eksiği oldukça kapsamlı bir çalışmayla kapatıyor. Osmanlı'nın son döneminden genç Cumhuriyetin bugüne kadar temel bilimlerde yaptığı gelişmeleri ve gelişmemeleri hap gibi vermiş. Okunması kolay, (hele de ihtisasınızın olduğu bir bölüm de varsa) konuları ilgi çekici. Her bilimin (elbette ki bu topraklardaki durumu) kırılma noktaları, önemli isimleri ve biyografileri ve halihazırdaki durumu çok özenli bir dille okura aktarılıyor. 
   Tarih ve bilim meraklılarına hararetle öneririm... 

"Dünyalı İstilacılar" Halkla İlişkilerin Zayıf Toplumlarda Önemi!

   1983'de Baskan basmış. Bay Silverberg ise taa 1958'de yazmış. 
   Pek de uzak olmayan bir gelecekte insanevladı artık yakın gezegenlere ulaşmaya başlamıştır. Keyiften yapılmayan bu yolculukların elbette bir amacı vardır (demokrasi getirmek! (elbette ki şaka yapıyorumdur)). İnsanlığın aradığı fırsat Jüpiter uydusu Ganymede'de karşısına çıkar: değerli madenler ve mineraller. Bu uydunun ilkel ve çok barışçıl bir halkı, kimseye zarar vermeyen bir kültürel yapısı vardır. Ancak bu halk Dünyalıların orada bulunmasını istemiyordur. Olaylar gelişir...
   Yazılış, olay örgüsü ve kurgu olarak altın çağdan hemen sonra yazılmasının etkileri gayet aşikar olmasına karşın kitapta öne sürülen düşünce tarzı (yazıldığı yıllar düşünüldüğünde) insanı afallatıyor. 
   Tüm algısı tamamen medya tarafından yönetilen toplumlarda, kamuoyunun oluşması için nasıl algı operasyonları yürütüldüğüne, nelerin mümkün olabildiğine dair ilginç bir metin. Romanın kaleme alındığı dönemde bu enstrümanlar yalnızca radyo, gazete ve televizyondu. Artık herkes her an küresel ağa bağlı. Bu durumda muktedirlerin işi hem kolaylaşıyor, hem de zorlaşıyor. Biraz düşünülünce anlaşılır!
   Okunmazsa olmaz bir metin değil ancak bilimkurgunun geleceğe yönelik tahminlerinin ne kadar isabetli olduğunu görmek istiyorsanız buyrunuz (zati kısacık 167 sayfa!)... 

9 Ekim 2020 Cuma

"Yeraltı Demiryolu" Bilemiyorum Altan!

 
   Aldığı ödüllerin arasında "Arthur C. Clarke" ödülünü görünce, bir önce okuduğum kitabı (Bkz.Nickel Çocukları) şık bir çelmeyle sona erince alıp okuduğum ama hakkında ne yazacağımı bilemediğim kitaptır. 
   ABD'de köleliğin pik yaptığı dönemler, annesinin terkettiği babasını hiç bilmeyen (ki o dönemlerde zenci çocuklar için çok normal birşeymiş) Cora; plantasyondan kaçar. Olaylar gelişir.
   Hem kapak arkasında, hemi de (hemi!) uluslararası edebiyat eleştirmenleri arasında belirtildiği gibi Kalsınvaythed ABD edebiyatının parlayan yıldızı olarak lanse ediliyor (Vah ABD edebiyatına!). Bu roman da yayınlandığı andan itibaren başta Pulitzer olmak üzere bayağı bir ödüle layık görülmüş. Ancak Clarke ödülü genellikle bilimkurgulara verilir. Bu romana ise haydi haydi "büyülü gerçekliğe ucundan dokunmuş" diyebiliriz. 
   Bölümler arasında lineer bir geçiş yok. Kimi zaman akışın içindeki bir karakterin cemaziyülevvelini görüyorsunuz (Ester), kimi zaman da akıştan koptuğu zaman başına gelenleri okuyorsunuz. Romanın başkişisi Cora. Kızcağız biryerde uzun süre kalıp kalıcı bağlantılar edinemiyor. Bu uzun kaçışta çevresinde çok fazla değişen bir kadro var. Ve okuyucu tüm bu kadroyu zihninde oluşturmakta zorluk çekiyor (onlarca isim var!). 
   Herşeyden önce ele alınan konu sadece o coğrafyaya özgü, içselleştirmenize imkan yok. Kurgulanan olaylar akıcı değil, akışta istikrar yok (bir çatıda yaşanan süreç sündürüldükçe sündürülüyor ve tüm bu bölümden çıkış sadece bir paragrafta geçiştirilmiş), gereğinden fazla isim var ve bunların içi doldurulmamış, "büyülü gerçeklik" cazip bir düşünce ama aklınıza asla bir Gabo gelmesin,  yazacak daha fazlası var ancak fakirde enerji bitti. 
   Hülasa; okumasanız da olur, hatta daha iyi olur!

3 Ekim 2020 Cumartesi

Zaruri Açıklama

   Bu satırları okuyan bir avuç kitapsevere zaruri bir açıklama yapmak farzdır!

   Efendim uzunca bir süreden sonra 15 günlük bir tatile çıktım (doğrusu ihtiyacım da varmış). Bu sürede dokuz kitap okuyunca, yazdığım kitap tanıtımları da biraz tatsız tuzsuz oldu. Nedir: okumuşum, zihnimde-kalbimde birşeyler olmuş ama tutmuş bunları satıra dökemeden bir başkasına girişmişim, o da bitince bir diğerine. Böyle böyle dokuz (ve hatta yazmadığım birini de sayarsak on) kitap üstüste birikince, yazdıklarım da pek sevimsiz (evlat olsa sevilmez!) olmuş. Ama bu günceyi biraz da kendim için tuttuğumdan (o biri hariç) yazmamazlık edemedim. 

   Ancak bundan kelli (kelli!) okuduklarımda gerekli donanım yanımda olduğundan yine o fülfürüşlü üsluba dönüş yapılacaktır ümidindeyim.

   İyi okumalar, iyi seyirler.

NOT: bu metne nasıl bir kapak koyacağımı bilemedim. Sincap koydum. Sincap iyidir.

"Son Şeyler Ülkesinde" Paul Auster Tarzı Distopya.

 
   Bay Ostır'ın distopyasını da okumuş olduk! Yazarımızın daha önceki işlerinden hiçbirine benzemeyen başarılı bir distopyadır. 
   Anna Blume, gittiği yerden haber alınamayan ağabeyini aramak üzere berbat bir yere gider ve hayatı kararır. Hiç bir şey kalıcı değildir, her an son an gibidir, sabuncu dükkanında paten kayarcasına bir akış vardır. Pol Bey, detayın/inandırıcılığın/nedenselliğin peşinde değilmiş bu romanın yazarken, bu açık. Okuduklarınıza mantıklı bir takım çerçeveler çizmeye çalışmayın üzülürsünüz. Bunun yerine betimlenen distopik çevrede hissedilenlere, yaşakalan anlara odaklanmaya çalışın. Kanımca yazar da bunu hedeflemiş. 
   182 sayfalık metin bir mektup şeklinde yazılmış ve akarcasına okunuyor. Kendi adıma bir günde bitirdim (tatil okuması). Okuması, hazmetmesi ve üzerinde düşünmesi oldukça depresiftir. Ancak (serde mazoşistlik mi vardır nedir?) bir şekilde haz da aldım. Siz bilirsiniz yani...

"Günce" Palahniuk'dan Gerçeküstü Gerilim.

 
   Sersefil yaşamından kaçmaya koyulan Misti, güzel sanatlar akademisine kapağı atar. Yeteneklidir de! Derken adalı zengin bir çocukla evlenir. Sınıf atlayacağını düşünürken hayat bambaşka kapılar açar. Açılan kapılara dalan Misti, kısmetine çıkan kaydıraktan hızla inmektedir. Nereye inecektir? 
   Palahniyuk (daha önce okuyanlar bilecektir) bilindik şekilde yazmış. Bolca malumatfuruşluk (kendi adıma resim, sanat, yüz kasları hakkında yüzlerce küçük bilgi özümsedim), aforizma (aslında düşününce siz de üretebilirsiniz), gerçeküstü ögelerle bezenmiş bir kurgu, meraklandıran final, İstiklal Marşı, kapanış.
   Tatilde okunabilecek (öğrenilmiş çaresizliğe isyan etmezseniz) kesafette (224 S.), kafayı yormayan, (yazarın kitaplarını ilk kez okumuyorsanız) afallatmayan bir romandır.
   Bayan Palahniuk'un sevgili oğlunun adetim üzre  seçtiğim tipsiz bir fotografisiyle bu yazı biter...

"Gece Kanatları" Bilimkurgu ile Fantazya Arasında!

 
   Bay Silverberg 1969'da yazmış, aynı yıl Hugo ödülünü kapmış, İthaki 2003'de yayımlamış, fakirse 2020'ye kadar ıskalamış (ne ayıp!).
   Yazarımız belirsiz gelecekteki gezegenimizi betimlemiş. Pek iyimser olmamakla birlikte çok da karamsar değil. Bunu yaparken sizi bir şekilde bu dünyaya çekiyor, inandırıyor ve sorular sorduruyor. Ben çok haz aldım, sizi bilemem.

"Soruşturma" Lem'den Bilimkurgu Gibi Olmayan Bilimkurgu!

 
   Üstadın hafakanlar basarak bitirdiğim kitabıdır. Daha önce okuduğum Lem kitaplarında beynimden adeta kıvılcımlar çıktı, çoğu zaman kitabı yarıda bırakıp uzun uzun düşündüğüm oldu ancak bu öyle değil.
   Halbuse (halbuse!) konu pek ilgi çekici: İngiltere'de cesetler hareket ederek, kaybolmaktadır. Genellikle mezara girmeden olan bu kaybolmalar Skatlındyard'ın dikkatini çeker, soruşturma başlar. Kritiklerde rasyonelliğin ve nedenselliğin sorgulandığı bir Lem romanı dense de, fakir (beyin hücrelerinin kıtlığından mıdır bilemedim) ilk defa devasa bir iç sıkıntısı ile başetmek zorunda kalmıştır kitabı bitirmek için. Bitirince de ne rasyonelliği ne de nedenselliği sorgulayamadım. Belki biraz daha felsefe okusam daha fazla zevk alabilirdim.
   Velhasıl, Lem metinlerine iflah olmaz bir yakınlık duyuyorsanız belki edinebilirsiniz ancak öbür türlü yanına bile yaklaşmayın...

"Sıfır Çemberi" Kısa ve Etkili Bilimkurgu Öyküleri.

 
   Stanley G. Weinbaum ilginç bir şahsiyet. 33 yaşında gencecik ölüyor. Yazarlık kariyeri ancak onsekiz ay sürüyor. Romanı yok, öyküleri var. Ancak bu öykülerin içeriği o kadar önemli ki anlı şanlı bir çok önemli yazar kendisi hakkında çok olumlu eleştiriler yapıyor. Mars'ta kendisinin adını taşıyan bir krater var. 
   Yazarın dilimize çevrilmiş dört kitabından biri "Sıfır Çemberi" sekiz öyküden mürekkep. Hiçbirinde uzay yolculukları, uzay gemileri, süper kahramanlar yoktur. Buna mukabil; şeylere bulunduğunuz yerden farklı bir yerden bakmanızı sağlayacak sorular, daha önce aklınıza gelmeyen tespitler ("Grafik" adlı öykü), tüm Marvel ve DC Comics külliyatının temelini oluşturabilecek şükela bir kısa öykü ("Kusursuz Adaptasyon") ve bunun gibi nice inciler gırla gitmektedir. 
   Yazarımızın diğer kitapları da mecburen alıp okunulacaktır artık! Kısa ancak etkili metinlere meraklıysanız kaçırmayınız...

"Ölümüne Sadakat" Yaşlanan Haytalar!

   Rob 35 yaşında, iflas etmek üzere olan bir plak dükkanının sahibi, insanları değerlendirme kriteri onların dinlediği müzikler, sersefil giyiniyor, hayat kısa, kuşlar uçuyor. 
   İşte tam bu anda olaylara dahil olup, baş kahramanımızın hayatının cemaziyülevveli ile ahirini temaşa ediyoruz. 80-90'lar pop müziğine özel bir ilgi duyuyorsanız pek keyifli okunacak bir roman (262 S.). Ancak dönemin müziğine aşina değilseniz ve müzik hayatınızda önemli değilse (çünkü romanımızda bu bir insan değerlendirme kriteri olarak çok önemli) metni içselleştirmeniz mümkün olamayacaktır. Rob, bir süre sonra bazı şeyleri idrak ediyor (haydi şimdi ipucu vermeyeyim). Neyse, tatilde okunup kafayı yormayacak bir romandır. 

"Yezidiler" Didaktik Bakışla Dini Bir Topluluğun Özeti.

 
   Osmanlı İmparatorluğu zamanında bir arada yaşayan ancak sonradan Irak, Suriye ve Türkiye'de üçe bölünen Yezidilerin hâl-i melalini, bir İslam mezhepleri tarihçisi gözünden, sahada çalışmalar yaparak çıkarılmış birinci gözden tespitler/gözlemlerle okuyoruz. 
   Kitabın basımının yapıldığı yıllarda (1994) 24.309 kişi olduğu belirlenen bu dini temelli topluluk, gerek batı yazınında gerekse ülkemizde çeşitli yayınlara/incelemelere konu olmuş. Ancak Ahmet Turan Hoca'nın (kendisinin bir fotografisini bulamadığımdan alta koyamıyorum maalesef) bence önemli bu çalışması, oldukça soyut bir hayat yaşayan bu küçük topluluğun 26 yıl önceki fotoğrafını gayet derli toplu veriyor. 
   Sosyologlar, etnograflar, teologlar tarafından okunması farz olan incelememiz, ülkemizde yaşanları tanıma iddiasında olan meraklı kâriler tarafından da kaçırılmamalıdır. 

1 Ekim 2020 Perşembe

"Bataklık Çiçeği" Oyuncaklı Öyküler.

 

   110 sayfa 13 hikaye.

   Selahattin Enis acaip bir adam. Osmanlı'da doğmuş Cumhuriyet'te ölmüş. Naturalist olarak addediliyor (naturalizm hakkında yeterli bilgim olmadığından naturalist yazarlık konusunda bir fikrim yok). Ancak bu onüç öyküsünden anladığım kadarıyla, gördüğü çirkinlikleri, o çirkinliklerin içindeki nadir güzellikleri, trajedileri şımşıkırdak bir dille yazıya aktarmış. Kitaptaki her öykü birbirinden farklı akışlarda. Kimi zaman deneme formuna yaklaşanlar olsa da hayattan kesitler, yahut bir insanın sayıklamaları şeklinde olanları var. Tüm bunların ötesinde yazarımızın kullandığı dil oldukça eski olmasına ve çoğunlukla parantez içinde günümüzdeki anlamı yazılsa da, okuyanı mest edecek bir kesafete sahip. 

   Vedat Özdemiroğlu'nun bir yazısında görüp merak ettiğim, birçok kitapçıda (on-line olsun, raftakilerde olsun) bulamadığım ve en nihayet zar zor (Gazi Kitabevinin bir şubesinde kalan tek nüshayı getirterek) bir kopya edindiğim kitabın arka kapağında geçen ifadelerden (ve kitaptaki buna benzer bir çok hikayeden) yazarımızın kadınlara karşı bir husumetinin olduğunu çıkarabiliriz. Hatta "Hufre" adlı metnin tümü kadının cinsel organı üzerinden tüm kadınlığa veryansın bir kötüleme olarak adlandırılabilir. Yazarımıza göre yeryüzündeki tüm kötülüklerin, savaşların, yoksulluğun nedeni kadınlar ve cinsel organlarıdır. Okurken edebi hazzı yalnızca dil kullanımında bulabileceğiniz bu öykü derlemesi, o dönemin yaşantısına bir mercek tutmak için faydalı olsa da zihnimde yeni kapılar açamadı. Kiim öyküleri okurken içimde nasıl kaynaklandığını bilemediğim duyguların uyanması (çoksa Sait Faik öykülerinde olur) gerçekleşmedi. Nasıl yazayım bilemedim: kimi öyküler bittikten sonra yazarın o çok bahsettiği "ispirto" (burada alkol demek istiyor!) kokusunu duyar gibi oldum. Kısacası: siz bilirsiniz...

"Nickel Çocukları" Acıtıcı Gerçeklik!

 
   1960'lı yıllar, ABD'nin güneyi, elvudkörtis'in babası meçhul, anacığı onu terketmiş. O da büyükannesi ile yaşıyor. Elvud, mahallenin diğer çocuklarından farklı, çalışkan, dakik, dürüst. Tam da eğitiminde bir sıçrama yapacakken başına gelen olmadık bir şey yüzünden (derslere katılacağı yere giderken otostop çektiği aracın çalıntı olarak aranması!) bir ıshalevine yerleştirilir (Nickel). Eski öğretim tarzını benimseyen bu kurum (planya!), Elvud'un hayatını ciddi olarak değiştirecektir.
   ABD'de pek meşhur (ABD edebiyat oskarı sayılan Pulitzer'i almışlığı var) Kolsınvaythed'in ses getiren ikinci romanı (Birincisini de aldık okuyciiz artık). 213 sayfa, çevirisi özenli, dili akıcı, olay kurgusu sıkmıyor. Ancak şeylere bakış açısı genellikle ezilen siyah taraftan olduğu için yazdıklarının evrensel olduğunu söyleyemem. ABD'de bir zencinin yaşadıklarını hissedebilmemi sağlayabilse de, benim yaşamıma ilişkin fazla bir çıkarım yapamadım. 
   Yine de özellikle sonlarda yaptığı şaşırtmaca ile fakire değişik sorular sordurmuştur (yaşadıklarımızın ve çevremizin bize biçtiği rol dışında başka bir yer bulup orada ilerlemek mümkün müdür?). Okumaya değerdir...

12 Eylül 2020 Cumartesi

"Macario" Eski Mücevher!

   Zavallı Macario açtır aç! Meslek odunculuk, evi çerden çöpten, kasabanın uzağında bir köyde oturuyor, evde besleyecek altı boğaz (haydi zengin çamaşırlarını üç otuz paraya yıkayıp çocukların bitmek bilmez alma isteklerini kendi çapında karşılamaya çalışan güzel karısını saymayalım, beş (daima aç) çocuk), sömürücü patronlar. 
   Ölüler gününde başlar filmimiz. Çocukların gördükleri bir ölüler evi düzenlemesine "ooo ne çok yiyecek varmış, ölünce buraya gelebilir miyiz?" diye sorduktan sonra "yok! buraya zengin ölüler gelecek" diye cevaplamasından sonra fularımı takıp "hımm köylü devrimine ait bir metafor gelecek galiba" dedim ve haklı çıktım. Neyse, Macario odunlarını çalıştığı fırına teslim ederken fırında dumanı üstünde hindiler görür (sermayenin verdiği güçtür o!). Aklı çıkar hindilerden, rüyalarına girer. Zaten kurufasulye ve dürüm ekmeğinden mürekkep yemeğini de doğru dürüst yiyememekte, çocuklar kapışmaktadır. Hindi saplantısından sonra karar verir "kimselerle paylaşmadan yiyebileceğim bir hindi yiyene kadar tek lokma yemeyeceğim." Karıcığı, hayın müşterilerinden birinin bahçesinden bir hindiyi kaçırır, pişirir (çocuklarına bile göstermeden), Macario ormana ağaç kesmeye giderken yanına verir "Al hindini, kimselerle paylaşmadan gönlünce ye!" der. Olaylar gelişir.
   Meksika bir köylü devrimi yaşadı. Her devrim gibi sonra (başta devrimciler olmak üzere) kendi çocuklarını yedi. Liberalizm ve kapitalizm galebe çaldı (kilise zaten onların yancısı!). 1s.31d.lık filmimizi bu gözle izlersek daha farklı şeyler görürüz, oduncunun hikayesi diye izlersek göreceklerimiz başka türlü olur. Her halûkarda izlerken sıkılmayacağınız, görsellikten/müzikten/oyunculuklardan ve elbette ki görüntülerden (neydi o mağaradaki sahne öyle (sonradan öğrendik ki bu görüntüleri yapan kişi dönemin önemli auteour yönetmenlerinin de gözdesiymiş)) haz alırsınız. İyi sinema, meraklısını 60 yıl sonra olsa da buluyor. İzleyiniz, pişman olmazsınız (bir tek sonundaki twiste (ne işim olur twistle) şaşırtmacaya "ne oluyor yahu" derseniz, Meksika tarihini açıp okuyunuz, iki misli zevk alacaksınız)...
 

"Gösteri Peygamberi" Palahniuk Bildiğiniz Gibi!

 
   Palahniuk kitapları hep aynı! 

   Bir başlıyorsunuz, sanki yokuş aşağıya frenleri boşalmış bir kamyonun kasasında tıngırdıyorsunuz. Dibe varıp darbeyi hissedinceye kadar bir "olamamışlık" hissiyatı! Bitmek bilmeyen tespitler, aforizmalar (bir çoğu da haklı ilginç şekilde), aksiyon, gerçekçi olamayacak olağanüstü kurgular, tesadüfler (ki elbette ki olacak "roman" bu!). 

   Bu kez (ABD'de pek yaygın) mutaassıp tarikatların (Amerikalı İsmailağalılar!) birinin dikkate değmez elemanı Tender Branson üzerinde duruyor Bay Çak. Bir süre sonra kaderin oyuncağı haline gelen zavallı Tendır, düşürmek üzere olduğu bir uçağın karakutusuna anlatıyor romanımızı. 

   Kesinlikle "şöyle bir kafamı dinleyeyim, huzur bulayım, hamakta okuyayım" kitabı değildir. Şarapla, single malt ile, hele hele rakı (zinhar!) ile hiç gitmez. Olsa olsa absent (o da belki). 

PS: Bayan Palahniuk'un oğlunu "yeraltı edebiyatı" yapıyorum ayaklarına yatıp kendini ticari bir meta haline getirişini hiç sevmediğimden buralara da hep tipsiz fotografilerini koyuyorum.

7 Eylül 2020 Pazartesi

"I'm Thinking of Ending Things" Gördüğünüz Gibi Değil!

   "Conmalkoviç Olmak", "Pırıl pırıl Beynin, Sonsuz Günışığı" gibi bombastik filmlerin senaristi Çarlikofmın'ın yeni filmini izlemek için yanıp tutuşuyordum. Dün nasip oldu, oturduk  134 dakika izledik.
   Şu anda açık ediyorum. Bundan sonra yazacaklarım filmimiz hakkında dehşetli ipucu içerir (ne işim olur spoilerle!). Ancak şunu söylemeliyim ki, düz sinema izleyicisi için bu ipucunu bilmeden filmi bitirebilmek oldukça meşakkatlidir. Fakir ki yarım asıra yakın sinema müptelasıdır, beğenisini beğenir (gizli narsist!), metaforlara kutaforlara uyanır, alt meşazları çözümler. Filmimiz sona erdi. Oturdum iki parmak (her zamanki istihkakımın iki misli) single malt zıkkımlandım. Bir yarım saat kadar düşündüm. Vee bingo! Çıktı filmimizin cemaziyülevveli. Protagonistimiz ve filmin adını veren kişi kadın değil, Ceyk!
   Efendim şöyle özetleyeyim: Ceyk, bitmiş okeye dönen yaşlı bir okul hademesidir. Kar fırtınasının ortasında, iş çıkışı, kamyonetinde soyunur ve hipotermiye girmeyi bekler (donarak intihar!). Bu arada aklından geçen 134 dakikayı da (yaşananların gözlerinin önünden bir film şeridi gibi geçmesi) bir güzel izleriz. Hayalinde kendine yakıştırdığı fizikçi/tıpçı/ressam/şair/garson/film eleştirmeni kız, herdaim güdüldüğü (ve sonunda bakımlarını yaparak) onu zincirlere vuran ebeveynleri, ev/iş/dondurmacı üçgeni velhasıl içler acısı, karamsar bir pelikula...
   Başlarda uyanamadım, ortalara doğru "bir şeyler ters gidiyor" hissine kapıldım, sonlara doğru ise hafakanlar bastı. Film bittikten takriben bir saat sonra ise bir aydınlanma geldi!
   Ana akım sinema izleyiciyseniz uzak durun (yakında Bond girecek gösterime onu bekleyin), sanat filmi seviyorsanız bile temkinle yaklaşın. Ancak şimdiye kadar olan sinema filmi deneyimlerinizden farklı bir şey yaşamak istiyorsanız kaçırmayın. Haftasonunuzu heba etmeyin, haftaarası boş bir gecede (grupla asla olmaz!) yalnız başına izlenebilir.
   


4 Eylül 2020 Cuma

"En chance til" (A Second Chance) İskandinav Dramı!




   İzlerken insanda değişik duygular uyandıran 1s42d'lık iyi bir İskandinav dramıdır. İmrenilecek bir yaşantısı olan genç baba Andreas, polislik yapar. Daha önce de tutukladığı Tristan'ın (beş para etmez bir bağımlı) Sanne'den (o da seks işçisidir) peydahladığı bebeciği bir kontrol esnasında kendi pisliğine bulanmış ve buz gibi bir dolabın içinde bulur. Derken Andreas'ın aynı yaşlardaki bebeği bir gece aniden ölüverir. Olaylar gelişir. 
   Süresinin birazcık uzun ve temponun hayli yavaş olmasına karşın izleyicinin dikkatini düşürmeyen bir kordeladır. İzlerken ve bitince hayli sorular sordurmuş ve cevapları/olayları didik didiklettirmiştir. Daha ne olsundur! Birazcık içinizin şişmesine katlanabilirseniz güzel bir filmdir. Nedir: insanın kendi bakış açısı ve yargıları her zaman doğru çıkmayabilir. Neyse odur! (Tam da İskandinav skolastik mottosudur)

"Tanrı'nın Enkazı" Deizme Yakın Sayıklamalar!

   Ecnebi (ecnebi! (yaşını açık etme arakolpa)) gazetelerde Dilbert diye bir bant çizgi roman var. Genelde ofis çalışanlarının sorunlarını işleyen, naif olarak nitelendirilebilecek; arasıra göz attığım bu bant karakterin yaratıcısı, genel çizgisinin dışında kısacık bir metin yazmış (150 s.).
   Bildiğimiz kuryelerden daha okumuş yazmış bir kurye, gizemli ihtiyarın evine bir paket teslim etmeye gider. İhtiyarla sohbeti koyulturlar. Kitap biter. 
   Söyleşi şeklinde yazılmış, bilginin aktarılmasına (ve dolaylı olarak okura aktarılmasına) yönelik bir metin. Yazarımızın kariyerine şöyle bir göz attığınızda bu konuda herhangi bir eğitimi/yönelimi/bilgi birikimi olmadığını gördüğümden, yazılanların sadece kendi tespitleri ve hissettikleri olduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz. 
   Bazı bölümlere katıldığımı söylemekle birlikte kitabın geneline katılmadığımı da belirtmeliyim. Evet Tanrıya inananlar çok az! (yazar şöyle bir örnek veriyor ki bence pek isabetli: "Gelen bir kamyon görüyoruz ve yoldan çekiliyoruz. Bu kamyona duyduğumuz inançtır. Oysa Tanrı'ya inandığımızı söylediğimiz halde onun söylediklerinin hiçbirini yapmıyoruz. İnanç bunun neresinde?"). Evet, arakolpa bu ve bunun gibi satırlara gönülden katılıyor ancak Tanrı'nın külü, geleceği görenler, Tanrı'nın tek iradesinin yokolmak olması gibi düşüncelere katılmak; nebliyim meşrebime oldukça aykırı!
   Zihin egzersizi olarak okuyabilirsiniz, ancak (yazarın kitabın başında dediği gibi) 50'li yaşları geçmişseniz, birtakım dogmaların değiştirilmesini istemiyorsanız yanına bile yaklaşmayın.