Son yıllarda sinema salonlarına yabancılaştım.
Aşina olduğum salonlar bir bir kapandı. Reks, Süreyya (o şimdi opera salonu (bir tek ona üzülmüyorum, yine insanları topluyor çünkü)), As, Konak, İpek, Elhamra, Alkazar, Sinepop (tren vagonu gibiydi), Site ve dahi Rüya ile Güneş'i atlamamak gerekir (Rüya sinemasına ilk gittiğimde insanların rahat rahat sigara içtiklerini görünce aklım çıkmıştı (fırlama arkadaşlarımın gazıyla gittiğim Aksaray Güneş'te ise makinist "parça" koyamadan polis basmıştı)), finalde de Emek (ahh Emek!)(siyah biyeli yakalar ve bordo ceketleriyle yer göstericiler, gişede sarışın, uzun saçlı, geçkince bir abla, film başlamadan hemen önce duyulan perdeyi indiren motorun belli belirsiz sesi, tuvaletlerde bekleyen teyze, Barış Manço'yu da Cem Karaca'yı da ilk orada dinlemiştim.)(velhasıl Emek başka bir yazının konusu olacaktır. Aşikardır. O yüzden keselim.)
Salonlar fade away olunca (silikleşerek kaybolan bir görsel efekt) içeride bir şeyler de koptu herhal. İlle sinemada izlenecek filmler haricinde pek gidemez olduk. Sonra internet icat oldu. Torrentiydi, anında izlemeleriydi, geniş ekran televizyonlar, ses sistemleri falan derken sinefil iyice izolasyona itildi.
Rahata alışmak kolay. Bünye, eski eldiveni giyercesine alıştı yeni kolaylıklara. Bir yerden kulağımıza çalınan filmi, evde ayaklarını uzatarak, istediğimizi yiyip içerek, sessizlik kuralına uymaksızın, orijinal diliyle izlemek hoşumuza gitti. Üstelik film iyi çıkınca, yönetmenin önceki işlerini izlemek, film biter bitmez hakkında geyik çevirmek de mümkün. Hâl böyle olunca sinefil de kolaya meyletti.
Sonra sinema salonları endüstrileşti. Pıtırak gibi açılan kapitalizm tapınakları (AVM diyorlar adına) içlerine birer sinema salonu yerleştirdi. İnternetten alınan biletler hemmen gişede tedavül edilip, havalı fuayelerinde, ücretsiz tuvaletlerinde (bir tek onu eleştirmiyorum), gümüş perdelerinde, süpersonik ses sistemlerinde, rahat koltuklarında filmleri göstermeye başladılar.
Aman ne iyi.
Ancak diğer yönden bu lükslere muhtaçsanız, başka sonuçlarına katlanmak zorundasınız. Salona varıncaya kadar vitrin bakacaksınız, "Gelecek Program" ve "Pek Yakında" bölümlerini unutacaksınız, film başlamadan önce yarım saat (30 dakika) reklam seyredeceksiniz, reklamlara ayrılan zaman jenerikten kesildiğinden müziği kim yapmış, görüntü yönetmeni kimmiş bilemeyeceksiniz, film bittikten sonra aracınızı bıraktığınız yeri hatırlamakta zorlanacak, açsanız AVM gıdalarından siftineceksiniz (yemeyin onları !).
Şikayetlenmek, mızıldanmak para etmiyor. Eski salonlar bitti işte.
Önümüze bakalım.
Başka Sinema diye bir şey var. Bazı salonlar, kadri kıymeti bilinmemiş ama kıymetli filmleri seans seans paylaşıp, eski usül sinemayı yaşatmaya çalışıyor. Sinebebe, Başka Çarşamba ve Bu Perşembe gibi yaratıcı fikirlerle günü yakalıyorlar.
Ankara Büyülü Fener'deki "Başka Sinema" ile yeni tanıştım. Geç tanımışım. Gişeden biletimi alıp, salona girmeden önce bir insana biletimi kestiriyorum (barkodumu makine okumuyor), rahat bir salonda, (en önemlisi) aynı kafada insanlarla filmimi izliyorum (bu arada kimseyi "- telefonu kapayın, ışığından rahatsız oluyorum" çemkirmeleri yapmak zorunda kalmıyorum, çünkü kimse film izlerken telefonuyla oynamıyor). Film izlemek için plan yapıyorum, zaman ayırıyorum. Film izlemek için alışveriş yapmak zorunda kalmıyorum.
Özlemişim bunları.
Gidin, siz de eski usül film izlemeyi ne kadar özlediğinizi hissedip şaşıracaksınız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder