30 Kasım 2020 Pazartesi

"İçeriden Ölmek" Karamsar...

 
   Gece Kanatları ve Dünyalı İstilacılar'dan tanışık olduğumuz Bay Silverberg'in nisbeten yeni (1972) yayımlanmış, 248 sayfalık bir romanıdır. 

   David Selig, insanların zihinlerine sızma, düşünceleri (ve hatta anıları, ruh halleri, niyetleri) ayan beyan görme yeteneğiyle doğmuş bir insankişisidir. Yaş aldıkça bu yetisi körelmeye başlar. Bölümler halinde geriye yapılan dönüşlerle hayatını daha iyi anladığımız başkahraman, bu yeteneğini kendisi için pek kullanmamış ve genellikle sızlanan, amaçsızca dolanan ve bir yere varamayan kişi olmuş. Olayların aktarıldığı süreç, Selig'in yeteneğinin iyiden azaldığı, karıştığı zamanlar. Oldukça karamsar ve depresif akan bir roman. 
   Bayan Tunç'un muhteşem kaybedeni Osman'dan sonra pek çekemedim doğrusu. O döneme (1970'li yıllar) dair ABD düşünsel ve sanatsal yaşantısına ilgi duyanlar alıp okuyabilirler ancak üst üste kaybeden romanları okumak bünyeyi yoruyor!

25 Kasım 2020 Çarşamba

"Osman" Ayfer Tunç'un Kaybedenler Kulübü!

 

   Öyle bir balık hafızam var ki "Kapak Kızı" ve "Yeşil Peri Gecesi"ni okumalara doyamadığım halde, bu romanın kahramanını daha önceki romanlarda hatırlayamadığımdan sıfırdan başlayarak okuduğum, 504 sayfalık en son Ayfer Tunç romanıdır.
   Romanlarda bir serim-düğüm-çözüm sıralaması olur şiarını yok edercesine çözümle başlayıp, muhtelif serim ve düğümlerle (birbirini rastgele takip ederek) ilerleyen, okudukça okurun elinden bırakmakta güçlük çektiği, baş karakter (ya da anti kahraman mı demeliyiz?) ile kesinlikle bir içsellik kuramayacağınız (ama bir şekilde anlayacağınız) şükela bir edebiyattır. 
   Profesör oğlu Osman, hevesleri olan ama çabası olmayan bir insankişisidir. Hem annesinden hem babasından kalan servet ona güzel günler yaşatmaktadır. Ancak hazıra dağ dayanmazken bir de Şebnem (Bkz. Kapak Kızı, Yeşil Peri Gecesi) faktörü çıkar karşısına. Olaylar, ilk okuduğumuz sona doğru ilerler. Ama nasıl ilerler? Burada bayan Tunç ilginç bir hinlik yapıp (hinliğin ilginç olmayanı mı var Arakolpa? (bu nasıl cümle?)) olayları Osman'ın bir sahaftan elde edilen günlük defterleri ve bağımsız yapılan ropörtajlara dayanarak anlatmış. Haliyle; şeylerin, kişilerin bakış açısına göre nasıl değiştiğini görüp hayret ediyor, ropörtajlarda anlatılanların büyük kısmının dedikodu olmasını içselleştirip merak ediyor ve nihayet yazılanların bir sentezini yapıp nelerin geçtiğini anlamaya çalışıyorsunuz. Her hâlükarda ilginç bir edebi çaba (hem yazarın yaptığı hem de sizin okudukça yapmaya çalıştığınız).
   Standart bir anlatım olmadığından karakterlerin betimlemesini ya Osman'ın yahut konuşulan kişilerin son derece sübjektif yorumlarından yapacaksınız. Böyle yaptığınız hâlde dahi okudukça tüm karakterler ete kemiğe bürünüyor. Uzunca bir sürece odaklandığından, hem eski Türkiye'yi özlüyorsunuz, hem de Osman'ı şöyle sağlam/esnekçe bir kızılcık sopasıyla adamakıllı ıslatmak isteği duyuyorsunuz (öyle böyle değil!). Ancak karakterlerin hepsini çok iyi anlıyorsunuz.
   Arka kapakta yazılanların tüm romanı özetlemesine karşın elinizden bırakmakta zorlanacağınız bu romanı, edebiyat tutkunlarına hararetle öneririm. Bu yıl okuduğum en iyi memleket romanı!

22 Kasım 2020 Pazar

"Bitmeyen Savaş" Joe Haldeman'dan Savaşın Anlamsızlığı Üzerine...

   Talihsiz yazarımız Co ne de güzel üniversiteden hem fizik hem de astronomi alanında mezun olmuşken pattadanak Vietnam'a savaşa gönderilir. Yaralanır, "Mor Kalp" madalyası falan alır. Bu arada ruhu da yaşadıklarından ötürü eskisi gibi değildir. Bundan sonra astrofizikçi olamam der ve yaratıcı yazarlık dalında da lisansüstünü tamamlar. Kendini yazmaya verir. 
   İlk romanı Bitmeyen Savaş, hem Hugo hem Nebula'yı toparlayarak bu yolda ilerlemesini sağlar. Fakir, İthaki'nin ilk basımını okudu. 300 sayfaya yakın romanımızda William Mandela adlı bir fizikçi, istememesine karşın ilk dünyalar arası savaşa gönderilir. Olaylar gelişir. 
   Herhangi bir derinlik iddiası olmamasına, karakterlerin ayrıntılı bir şekilde betimlenmemesine, okura "sanki gelişine vururcasına" yazıldığı gibi gelen romanımız; göründüğü gibi değildir. 
   Zahiren savaş romanı gibi gelişir, ama derinde savaşın anlamsızlığına, vahşiliğine, ekonomik rabıtalarına ve yönetenlerin nasıl işine geldiği konularında meşazlarını bir güzel verir. Görecelilik kuramını şükela bir şekilde işler, havsalanızın içine girmesini sağlar. Bu sayede 70 doğumlu kahramanımızın bir şekilde 23. yüzyıla ulaşmasını sağlar ve bu sürede olabilecekler konusunda tahminlerde bulunur (açıktır ki: Bayan Haldeman'ın sevgili oğlunun eşcinselliğe ve hiçcinselliğe ilişkin ilginç öngörüleri vardır (bunların büyük kısmına da katılmaktayımdır!))
   Her türlü müskiratla, her türlü zaman ve zeminde okunabilecek bir dile-kurguya sahiptir. Bakış açınızı genişletmek için daima okunur. 

18 Kasım 2020 Çarşamba

"Dune" En nihayet!

  Yıllar önce Lynch'in filmini izlemişim (sonra çekilen uyduruk dizilerinin de ilk bölümlerine tahammül ettim ama onlar sayılmaz). Sonra 486dx bilgisayarlarda oyununu uzunca oynamışım. Yıllar sonra Jodorowsky'nin bombastik kaybediş öyküsü üzerine çekilmiş şükela belgeseli izlemişim. Villeneuve'ün filminin çekildiğini de öğrendikten sonra Bilim ve Ütopya'ya Aralık sayısı için bir yazı yazmışım ("Dune ve Talihsiz Sinema Maceraları" Bkz.Aralık 2020 Bilim ve Ütopya). Ama buna karşın romanını okumamışım. 
   Ne ayıp!
   Sarmal Yayınlarının 2002 baskısını buldum ve okudum. Birazcık uzun (776 sayfa). Bay Hörbırt, Tolkien'in izinden gidip bir evren kurmuş ve bu evrenin içinde bir öykü anlatmış. Öyküden bahsetmeyeceğim. Meraklısı bulur okur. 
   Bilimkurgu üzerine aylık kalem oynatmama karşın fantastiğin de kıdemli bir takipçisiyim. Bu minvalde Yüzüklerin Efendisi serisini de memlekette zuhur ettiği tarihte bulup okumuştum. Arthur C.Clarke'ın "bilimkurgudaki Yüzüklerin Efendisi" olarak nitelendirdiği "Dune"un bu kalibreye yaklaşmadığını üzülerek gördüm. Sonraki serileri henüz okumadım ancak "Dune Çöl Gezegeni"nden aldığım haz, Tolkien'in YE ilk kitabından aldığım hazdan oldukça gerideydi. 
   Nedir: Dune'un sonraki devam kitaplarını da aldım. Motive olursam açıp okuyacağım ama hayli meşakkatli bir yol. Ayrıca şunu da yazmamak olmaz. Şimdiye kadar yapılmış hiçbir sinema uyarlaması kitapta yazılanları tam olarak aktarmamış. O halde bu sagaya bir merakınız varsa elbette ki bulup okuyunuz ama bir Yüzük Kardeşliği değil!

4 Kasım 2020 Çarşamba

"Deerskin" Dünyada Deri Ceket Giyen Tek Kişi Olmak İstiyorum. Hepsi Bu!

   Zavallı Jorj. Artık başına ne geldiyse (karısından ayrılıyor, banka hesabı donduruluyor (dımdızlak)) gerçekle bağlarını yavaştan kopartırayak bir dağ kasabasına, pek hoşlandığı bir deri ceketi almaya gidiyor (halis geyik derisi). Elindeki son parayı da (üstelik bir hayli para!) bu cekete verince hayallerindeki kendine ulaşmaya bir adım yaklaşıyor. Bir süre sonra ceket Jorj'la konuşmaya başlayacak ve neler neler olacaktır.
   Yönetmen Kuentindüpiyo ile taa Lastik'ten beri tanışıyoruz (karamizah sevenler başrolü bir otomobil lastiğinin oynadığı 
bu kuntastik filmi kaçırmasın). Nasıl absürt bir kara mizahla karşılaşacağımı tahmin ediyordum. Ancak Jandujardin ve Adelhanel'in bombastik oyunculukları, iskandinav filmlerini andıran sepya mavi ve yeşil filtreler, güzel müzik ve elbette senaryonun ivmelenen yapısı ve muhteşem finali ile fakiri kendinden geçirmiştir. Elbette ki filmde gördüklerimizin, gördüklerimiz dışında anlatmak istedikleri var (başkişinin yavaş yavaş zahiren olduğu kadar batınen de değişimi, egonun evrimi, ilahi adalet (geyik gibi vurulmak!) ve daha neler). Bu gözle izlerseniz ve metaforların kökenini anlamaya çalışırsanız daha fazla haz alırsınız. Süresi kısa (1s.17d.). Düz sinema izleyicisine gelmez ama gördüklerinizi anlamlandırmaya çalışarak izleyen sinefil keyif alacaktır.
 (Filmimizin afişi de son yıllarda gördüğüm en başarılı afişlerdendir)

"Geceyarısı Çocukları" Büyülü Gerçekliğin Dibi!

 
   Selim Sina, yaşadığı dağdağa bitince hayatını yazar. Bizler de okuruz. Selim, Hindistan'ın bağımsızlığını ilan ettiği saatte doğar. Hindistan'ın yaşını taşır. O saatte doğan 1001 çocuğun herbirinin olduğu gibi doğaüstü yetenekleri vardır. Yaşı ilerledikçe hayat onu çeşitli mecralara sürükleyecektir. Bunlara şahit olurken bir yandan genç Hindistan'ın tarihini (içeriden ama) öğreniriz, bir yandan Selim Sinai'nin yaşadıkları (ve hayal ettiklerine) şaşakalırız. 
   Büyülü gerçeklik diyeceğim, diyemiyorum. Çünkü kimi bölümlerin gerçeklikle rabıtası pek az! Daha ziyade "büyülü" faktörü öne çıkıyor. Romanımızın başları bu dengeyi yakalıyor yakalamasına ama sonlara doğru geldikçe fantastik (ve hatta bombastik (toplu kastrasyonlar falan)) bir atmosfer, okura kaldığı yerde miydi? yoksa neredeydi gibi sorular sorduruyor. Uzun zamanlarda okumak ve aceleye getirmemek daha iyi olur (bu nedenle ikinci bir okumayı hakketmektedir). Zira kimi bölümlerde ("Yılanlar ve Merdivenler" misal) anlatılan olayların arkasında anlaşılmayı bekleyen hikmetler vardır.
   Tek derdim: fakir Metis baskısını okudu (496 Sayfa), bir de ne göreyim Can Yayınlarının baskısı daha kalın (704 Sayfa (Metis'ten 208 sayfa daha kalın)). Bu kadar fark font farkından olamaz diye düşünüyorum, acaba içerik de mi daha zengin! Bilemiyorum ama tek derdimiz bu olsun. 

25 Ekim 2020 Pazar

"Le Couperet" "The Ax" Bugünlerde Bakmak Ufku Genişletir.

    Üst düzey yöneticisiniz, 15 yıldır büyük ve kurumsal bir firmada çalışıyorsunuz. Bir anda şirket "küçülüyor" ve tazminatınızla birlikte kapı önüne konuluyorsunuz. Yetenekleriniz ve çalışma hayatına ilişkin niteliklerinizde en küçük bir zayıflık yok. Nitelikli işsizsiniz. Evin taksidinin bitmesine 10 yıl var. Aşık olduğunuz bir eşiniz, şımşıkırdak iki evladınız var. Üst orta gelir tuzağında tutturmuş olduğunuz bir hayat standartınız var ve bunlardan ödün vermek istemiyorsunuz. Bir süre sonra sizinle aynı kaderi paylaşan ne kadar çok insan bulunduğunu öğreniyor ve nitelikli işsizlerin aslında en güçlü rakipleriniz olduğunu idrak ediyorsunuz. Eski durumunuza dönebilmek adına ne kadar ileri gidersiniz?
   Kosta Bey'den kapitalizme yönelik şükelâ bir yergi.
   İki saate yakın sürede Bruno'nun nasıl örnek vatandaşlıktan seri katilliğe geçişini gözlüyor ve yönetmenin araya yerleştirdiği subliminal mesajlarla (neydi o her daim gözümüzün ucuyla farkettiğimiz mücevherat&iç giyim reklamları, borsaya ilişkin pozitif veri analizleri!) filmimizin sonunu getiriyoruz. 
   2005'de Avrupa'daki fabrikaların kapanıp işgücünün ucuz olduğu yerlerde açılması gibi bir furya vardı (hala da var). Patron, sizin ne kadar nitelikli olduğunuza değil fayda/maliyet hesabına bakar. İnsan faktörü onun için üretilen mamul standartı tutturduğu sürece önemli değildir. 
   İşte, işsizliğin bu kadar arttığı günlerde memleketimin sinefilin kayıtsız kalmaması gereken bir kordela! Eğer etik değerleriniz "oha bu kadar da olmaz ki!" diyorsa homo economicus olmanıza daha var demektir ancak filmimizin ortalarından itibaren baş karakteri ve eylemlerini içselleştiriyorsanız durum vahim.
   Velhasıl; hem iyi film izlemek hem de kişisel bir test almak istiyorsanız, oyunculukların (Bruno o sevimsiz karakteri ete kemiğe büründürmesi nedeniyle Cesar'ı kapmış), kurgunun, senaryonun, müziğin çizginin üstü olduğu bu filmimizi öneririm.



"Ne le dis à personne" Tanıdık Bir Hikaye!

    Alex, seyisin oğlu. Margot, yerel polis şefinin kızı. Çocukluktan aşıklar. Alex yakışıklı, Margot perikızı. Evlenirler, Alex çocuk doktoru olur, Margot sosyal hizmetler görevlisi. Mutlulukları anlatılmaz! Derken olaylar gelişir.

   2s11d boyunca çişe kaldırtmadan izletti. Ortaların sonuna doğru "neler oluyor yahu! kim kimdi?" diye sorular soruyor insan, ama sabrediniz! Sonunda herşey bittamam açıklanacak.  Kurgusu kimi zaman çetrefilleşse de ilginizi hiç düşürmeden (uzunca süresine karşın) izleyebileceğinizi garanti ederim. Kısacası 14 yıldır izlemeyi ıskaladığım bu helecanlı (evet helecanlı) Fransız pelikulası şu film yokluğunda iyi geldi. Hararetle öneririm efendim.

PS : Bruno adamın dibiymiş ama. Bir de o ilegal ekipteki kız ne korkunç bir şeydi öyle!

22 Ekim 2020 Perşembe

"Antebellum" Koşarak Uzaklaşın!

 "Get Out" ve "Us"ın yapımcıları deyince pek de bir heveslenmiştim. Fragmanı da etkileyiciydi. Sinemalarda göremedim. Malum ortamlara düşünce dün akşam hazırlıklarımı yapıp başına oturdum. 
   Oturmaz olaydım! Neymiş sinema filmlerinde yapımcı değil yönetmen önemliymiş. Gerçi Get Out'un yönetmeni Cordınpiili en son işinde (Us) biraz çuvallamıştı. Büyülü gerçekliği eline yüzüne bulaştırmıştı ama olsun. Antebellum, Us'ı mumla arattırıyor. 
   Hiç konusunu falan anlatıp kendimi yormayacağım. Başından sonuna kadar başarısız bir film. Bu; klişeler, gereksiz diyaloglar, olmadık sahneler, altı doldurulmamış karakterlerle dolu şeyin hayatınızdan 1s45d'yı çalmasına izin vermeyiniz, verdirtmeyiniz!

"İşte Tanrılar" Zor Bilimkurgu!

 
   Niye zor? Çünkü üç büyüklerin en parlak ismi bu kez havsalamızı Dünya ve hatta evren dışı bir bilinçle uyarmaya çalışıyor!
   Yazıldığı zamana göre uzak bir gelecekte üzerinde yaşadığımız küçük mavi nokta (Carl Sagan'a selam olsun), enerji sorununu başka bir boyutla yaptığı madde değiş tokuşundan zahmetsizce, ucuz ve temiz olarak çözmüştür. Ancak bu işler bu kadar kolay mıdır?
   Üç bölümlük kitabımızın ilk bölümü Dünya'da geçiyor. Bu bölümde bilim denilen olgunun ilginç dehlizlerine dalıp, egoların çekememezliklerin ve bilimsel gerçekliklerin nasıl çatıştığını görüyoruz. 
   İkinci bölüm ise başka bir boyuttaki evrende geçiyor. Yumuşaklar ve Sertler olarak ikiye ayrılan hayat formlarının içine girmeye çalışıyoruz. İlk başta Odeen, Dua ve Tritt (ki Rusçada bir iki üç kelimelerinden türetilmiştir) üçlüsünün gailelerini temaşa ediyoruz. Sonra işler değişiyor. Bu bölümde Bay Asimov ustalığını ve hayalgücünün enginliğini kullanıp beynimizde olmadık kapılar açtırıyor. 
   Üçüncü bölüm ise artık üzerinde bir hayatın süregittiği Ay'da yaşananlar konu ediliyor. Kendi bakış açıma göre en gereksiz bölümün de bu olduğunu düşünüyorum. Evet yerküremizdeki atalet ve isteksizliğin yanında Ay'ın nüfus olarak küçük ancak hırslı ve istidatlı halkının karşılaştırması etkileyici ancak ikinci bölümden sonra biraz sönük kalıyor.
   Yazarının "en sevdiğim kitabım" dediği bu 343 sayfalık romanı artık kitapçılarda bulmak zor! Ancak sahaflar ve nadir kitap satan internet sitelerinde bulunabiliyor. Çeviriyi Gönül Suveren gayet güzel yapmış. Bilimkurgu ve beynine şaplak atılmasını seven kitap kurtları okuyabilir. Ama kafa boşaltmak için okunacak şey değil.

16 Ekim 2020 Cuma

"Cha no aji", "The Taste of Tea", "Çayın Tadı": Güzel Film.

   İki buçuk saate yakın (2s27d). Konusu; bildiğimiz serim-düğüm-çözüm klişesinden çok uzak. Japonya'nın kırlık banliyösünde yaşayan bir ailenin hayatının bir bölümünü izliyoruz.
   Balatalardan yanık kokusu gelen sanatçı bir büyükbaba, hipnozcu psikanalist baba, part-time manga çizeri anne, aylak dj amca, aşık go oyuncusu oğulları, kendi dev suretinin gözleri altında şirin bir kız çocuğu Sachiko. 
   Açılış sahnesinden (o ne sakuralı sahneydi o!) itibaren fantazyaya göz kırpmasından belliydi hoşlanacağım. Fantastik unsurlar; hayatınızda göremeyeceğiniz kadar fantastik değil. İzlerken "ne olacak?" değil "neler oluyor?" moduna geçiyorsunuz. Yönetmenin ustalığı ilk 15-20 dakikadan itibaren sizi bir "izleyici" konumuna ustalıkla geçiriyor çünkü. Arada nehirleri, bulutları, güneşi, ayı uzun uzun izliyor; kendi hayatınızda bunları amaçsızca seyrettiğiniz zamanları anımsıyorsunuz. İnsanı yoran değil dinlendiren bir film. Sorduracağı soruları, kör gözüm parmağına usulü gözünüze sokmuyor. Dikkatsizce izlenirse soru bile sordurmadığı söylenebilir. Ancak dikkatli ve rikkatli sinefiller soru sorabilirler, zihinlerinde birtakım zariflikler belirebilir, hoş duygular hissedebilirler. 
   Uzun süresine karşın hiç sıkmayan, sonuna kadar sükunetle izlenen (biraz Japon kültürel emperyalizmi var ama kadı kızında da olur o kadar kusur!), duygulandıran (o açık pencereye ailecek bakmalar falan) süpersonik bir filmdir. Bu sinema filmi kıtlığında iyi film izlemek isteyenlere hararetle öneririm.

12 Ekim 2020 Pazartesi

"Cumhuriyet Dönemi Türkiye'sinde Bilim" Bilim ve Yakın Tarihe İlgi Duyanlar İçin.

 

   Ağır aksak da olsa işleyen bir "Bilim Tarihi" disiplinimiz var. Burada genellikle Osmanlı döneminde yapılmaya çalışılan bilim konu edildiğinden Cumhuriyet dönemimiz biraz ihmal edilmiştir. 
   Aynı zamanda tez danışmanım olan İnan Hoca işte bu eksiği oldukça kapsamlı bir çalışmayla kapatıyor. Osmanlı'nın son döneminden genç Cumhuriyetin bugüne kadar temel bilimlerde yaptığı gelişmeleri ve gelişmemeleri hap gibi vermiş. Okunması kolay, (hele de ihtisasınızın olduğu bir bölüm de varsa) konuları ilgi çekici. Her bilimin (elbette ki bu topraklardaki durumu) kırılma noktaları, önemli isimleri ve biyografileri ve halihazırdaki durumu çok özenli bir dille okura aktarılıyor. 
   Tarih ve bilim meraklılarına hararetle öneririm... 

"Dünyalı İstilacılar" Halkla İlişkilerin Zayıf Toplumlarda Önemi!

   1983'de Baskan basmış. Bay Silverberg ise taa 1958'de yazmış. 
   Pek de uzak olmayan bir gelecekte insanevladı artık yakın gezegenlere ulaşmaya başlamıştır. Keyiften yapılmayan bu yolculukların elbette bir amacı vardır (demokrasi getirmek! (elbette ki şaka yapıyorumdur)). İnsanlığın aradığı fırsat Jüpiter uydusu Ganymede'de karşısına çıkar: değerli madenler ve mineraller. Bu uydunun ilkel ve çok barışçıl bir halkı, kimseye zarar vermeyen bir kültürel yapısı vardır. Ancak bu halk Dünyalıların orada bulunmasını istemiyordur. Olaylar gelişir...
   Yazılış, olay örgüsü ve kurgu olarak altın çağdan hemen sonra yazılmasının etkileri gayet aşikar olmasına karşın kitapta öne sürülen düşünce tarzı (yazıldığı yıllar düşünüldüğünde) insanı afallatıyor. 
   Tüm algısı tamamen medya tarafından yönetilen toplumlarda, kamuoyunun oluşması için nasıl algı operasyonları yürütüldüğüne, nelerin mümkün olabildiğine dair ilginç bir metin. Romanın kaleme alındığı dönemde bu enstrümanlar yalnızca radyo, gazete ve televizyondu. Artık herkes her an küresel ağa bağlı. Bu durumda muktedirlerin işi hem kolaylaşıyor, hem de zorlaşıyor. Biraz düşünülünce anlaşılır!
   Okunmazsa olmaz bir metin değil ancak bilimkurgunun geleceğe yönelik tahminlerinin ne kadar isabetli olduğunu görmek istiyorsanız buyrunuz (zati kısacık 167 sayfa!)... 

9 Ekim 2020 Cuma

"Yeraltı Demiryolu" Bilemiyorum Altan!

 
   Aldığı ödüllerin arasında "Arthur C. Clarke" ödülünü görünce, bir önce okuduğum kitabı (Bkz.Nickel Çocukları) şık bir çelmeyle sona erince alıp okuduğum ama hakkında ne yazacağımı bilemediğim kitaptır. 
   ABD'de köleliğin pik yaptığı dönemler, annesinin terkettiği babasını hiç bilmeyen (ki o dönemlerde zenci çocuklar için çok normal birşeymiş) Cora; plantasyondan kaçar. Olaylar gelişir.
   Hem kapak arkasında, hemi de (hemi!) uluslararası edebiyat eleştirmenleri arasında belirtildiği gibi Kalsınvaythed ABD edebiyatının parlayan yıldızı olarak lanse ediliyor (Vah ABD edebiyatına!). Bu roman da yayınlandığı andan itibaren başta Pulitzer olmak üzere bayağı bir ödüle layık görülmüş. Ancak Clarke ödülü genellikle bilimkurgulara verilir. Bu romana ise haydi haydi "büyülü gerçekliğe ucundan dokunmuş" diyebiliriz. 
   Bölümler arasında lineer bir geçiş yok. Kimi zaman akışın içindeki bir karakterin cemaziyülevvelini görüyorsunuz (Ester), kimi zaman da akıştan koptuğu zaman başına gelenleri okuyorsunuz. Romanın başkişisi Cora. Kızcağız biryerde uzun süre kalıp kalıcı bağlantılar edinemiyor. Bu uzun kaçışta çevresinde çok fazla değişen bir kadro var. Ve okuyucu tüm bu kadroyu zihninde oluşturmakta zorluk çekiyor (onlarca isim var!). 
   Herşeyden önce ele alınan konu sadece o coğrafyaya özgü, içselleştirmenize imkan yok. Kurgulanan olaylar akıcı değil, akışta istikrar yok (bir çatıda yaşanan süreç sündürüldükçe sündürülüyor ve tüm bu bölümden çıkış sadece bir paragrafta geçiştirilmiş), gereğinden fazla isim var ve bunların içi doldurulmamış, "büyülü gerçeklik" cazip bir düşünce ama aklınıza asla bir Gabo gelmesin,  yazacak daha fazlası var ancak fakirde enerji bitti. 
   Hülasa; okumasanız da olur, hatta daha iyi olur!

3 Ekim 2020 Cumartesi

Zaruri Açıklama

   Bu satırları okuyan bir avuç kitapsevere zaruri bir açıklama yapmak farzdır!

   Efendim uzunca bir süreden sonra 15 günlük bir tatile çıktım (doğrusu ihtiyacım da varmış). Bu sürede dokuz kitap okuyunca, yazdığım kitap tanıtımları da biraz tatsız tuzsuz oldu. Nedir: okumuşum, zihnimde-kalbimde birşeyler olmuş ama tutmuş bunları satıra dökemeden bir başkasına girişmişim, o da bitince bir diğerine. Böyle böyle dokuz (ve hatta yazmadığım birini de sayarsak on) kitap üstüste birikince, yazdıklarım da pek sevimsiz (evlat olsa sevilmez!) olmuş. Ama bu günceyi biraz da kendim için tuttuğumdan (o biri hariç) yazmamazlık edemedim. 

   Ancak bundan kelli (kelli!) okuduklarımda gerekli donanım yanımda olduğundan yine o fülfürüşlü üsluba dönüş yapılacaktır ümidindeyim.

   İyi okumalar, iyi seyirler.

NOT: bu metne nasıl bir kapak koyacağımı bilemedim. Sincap koydum. Sincap iyidir.

"Son Şeyler Ülkesinde" Paul Auster Tarzı Distopya.

 
   Bay Ostır'ın distopyasını da okumuş olduk! Yazarımızın daha önceki işlerinden hiçbirine benzemeyen başarılı bir distopyadır. 
   Anna Blume, gittiği yerden haber alınamayan ağabeyini aramak üzere berbat bir yere gider ve hayatı kararır. Hiç bir şey kalıcı değildir, her an son an gibidir, sabuncu dükkanında paten kayarcasına bir akış vardır. Pol Bey, detayın/inandırıcılığın/nedenselliğin peşinde değilmiş bu romanın yazarken, bu açık. Okuduklarınıza mantıklı bir takım çerçeveler çizmeye çalışmayın üzülürsünüz. Bunun yerine betimlenen distopik çevrede hissedilenlere, yaşakalan anlara odaklanmaya çalışın. Kanımca yazar da bunu hedeflemiş. 
   182 sayfalık metin bir mektup şeklinde yazılmış ve akarcasına okunuyor. Kendi adıma bir günde bitirdim (tatil okuması). Okuması, hazmetmesi ve üzerinde düşünmesi oldukça depresiftir. Ancak (serde mazoşistlik mi vardır nedir?) bir şekilde haz da aldım. Siz bilirsiniz yani...

"Günce" Palahniuk'dan Gerçeküstü Gerilim.

 
   Sersefil yaşamından kaçmaya koyulan Misti, güzel sanatlar akademisine kapağı atar. Yeteneklidir de! Derken adalı zengin bir çocukla evlenir. Sınıf atlayacağını düşünürken hayat bambaşka kapılar açar. Açılan kapılara dalan Misti, kısmetine çıkan kaydıraktan hızla inmektedir. Nereye inecektir? 
   Palahniyuk (daha önce okuyanlar bilecektir) bilindik şekilde yazmış. Bolca malumatfuruşluk (kendi adıma resim, sanat, yüz kasları hakkında yüzlerce küçük bilgi özümsedim), aforizma (aslında düşününce siz de üretebilirsiniz), gerçeküstü ögelerle bezenmiş bir kurgu, meraklandıran final, İstiklal Marşı, kapanış.
   Tatilde okunabilecek (öğrenilmiş çaresizliğe isyan etmezseniz) kesafette (224 S.), kafayı yormayan, (yazarın kitaplarını ilk kez okumuyorsanız) afallatmayan bir romandır.
   Bayan Palahniuk'un sevgili oğlunun adetim üzre  seçtiğim tipsiz bir fotografisiyle bu yazı biter...

"Gece Kanatları" Bilimkurgu ile Fantazya Arasında!

 
   Bay Silverberg 1969'da yazmış, aynı yıl Hugo ödülünü kapmış, İthaki 2003'de yayımlamış, fakirse 2020'ye kadar ıskalamış (ne ayıp!).
   Yazarımız belirsiz gelecekteki gezegenimizi betimlemiş. Pek iyimser olmamakla birlikte çok da karamsar değil. Bunu yaparken sizi bir şekilde bu dünyaya çekiyor, inandırıyor ve sorular sorduruyor. Ben çok haz aldım, sizi bilemem.

"Soruşturma" Lem'den Bilimkurgu Gibi Olmayan Bilimkurgu!

 
   Üstadın hafakanlar basarak bitirdiğim kitabıdır. Daha önce okuduğum Lem kitaplarında beynimden adeta kıvılcımlar çıktı, çoğu zaman kitabı yarıda bırakıp uzun uzun düşündüğüm oldu ancak bu öyle değil.
   Halbuse (halbuse!) konu pek ilgi çekici: İngiltere'de cesetler hareket ederek, kaybolmaktadır. Genellikle mezara girmeden olan bu kaybolmalar Skatlındyard'ın dikkatini çeker, soruşturma başlar. Kritiklerde rasyonelliğin ve nedenselliğin sorgulandığı bir Lem romanı dense de, fakir (beyin hücrelerinin kıtlığından mıdır bilemedim) ilk defa devasa bir iç sıkıntısı ile başetmek zorunda kalmıştır kitabı bitirmek için. Bitirince de ne rasyonelliği ne de nedenselliği sorgulayamadım. Belki biraz daha felsefe okusam daha fazla zevk alabilirdim.
   Velhasıl, Lem metinlerine iflah olmaz bir yakınlık duyuyorsanız belki edinebilirsiniz ancak öbür türlü yanına bile yaklaşmayın...

"Sıfır Çemberi" Kısa ve Etkili Bilimkurgu Öyküleri.

 
   Stanley G. Weinbaum ilginç bir şahsiyet. 33 yaşında gencecik ölüyor. Yazarlık kariyeri ancak onsekiz ay sürüyor. Romanı yok, öyküleri var. Ancak bu öykülerin içeriği o kadar önemli ki anlı şanlı bir çok önemli yazar kendisi hakkında çok olumlu eleştiriler yapıyor. Mars'ta kendisinin adını taşıyan bir krater var. 
   Yazarın dilimize çevrilmiş dört kitabından biri "Sıfır Çemberi" sekiz öyküden mürekkep. Hiçbirinde uzay yolculukları, uzay gemileri, süper kahramanlar yoktur. Buna mukabil; şeylere bulunduğunuz yerden farklı bir yerden bakmanızı sağlayacak sorular, daha önce aklınıza gelmeyen tespitler ("Grafik" adlı öykü), tüm Marvel ve DC Comics külliyatının temelini oluşturabilecek şükela bir kısa öykü ("Kusursuz Adaptasyon") ve bunun gibi nice inciler gırla gitmektedir. 
   Yazarımızın diğer kitapları da mecburen alıp okunulacaktır artık! Kısa ancak etkili metinlere meraklıysanız kaçırmayınız...