30 Temmuz 2020 Perşembe

"Asla Vazgeçme Asla" Kişisel Gelişim Hikayesi Gibi Bir Hayat!

   
   Emekli Albay Ali Türkşen hayatını anlatmış. Sadece kronolojik bir tarih sıralaması ile değil, kırılma noktaları (ki bazılarını ben de yaşadım (misal: aynı davada ağırlaştırılmış 25 yıl hapis suçlaması vardı bende!)), ilkeleri, vazgeçtikleri/vazgeçemedikleri, hayatına dokunanları kısaca hepsini.
   360 sayfalık kitap (üstelik yoğun olduğum bir temponun içinde) iki günde bitiverdi. Altını çizdiğim, derkenar yazdığım, kenarını kıvırdığım bir çok bölüm var. Özellikle okumak, müzik, arkadaşlık, inanç, zorluklar, insanın yaşadıklarının onu nasıl değiştirdiği, kibir hakkındaki bölümleri tekrar okumaya değer. Kitabın arka kapağını Sunay Akın şükela bir şekilde hazırlamış. Bazı bölümlerinde biyografi, kimilerinde ise kişisel gelişim esintileri duyacağınızı tahmin ediyor ve hararetle öneriyorum...

27 Temmuz 2020 Pazartesi

Hoşgeldiniz!

Uzakdoğu'da Jhayanta namıyla mülakkap Zafer Bozkaya ağabeyimiz ve Kırmızı Nar namıyla mülakkap yeni müdavimlerimize içten bir "hoşgeldiniz" nidası gönderiyoruz.

PS: Elbette ki dünya gailesinden (sağlık sorunları, pandemik kaşıntılar, tezime odaklanmam, kızımı evlendirmem vs. vs.) bu mesajı yazamadığımız diğer müdavimlere de bâki selâmlar... İyi okuyalım, güzel izleyelim efendim!

"Tıbbın Gizemli Tarihi" Malumatfuruşluğun Dibi!

   Zeki Tez Hoca'nın kitaplarını sever misiniz? Ben çok severim ve neredeyse külliyatına sahibim. Dünya işlerinden okumaya fırsat bulamadıklarımı arada okurum ki zihnim rahatlasın. Bu sayede ortamlarda hava atabileceğim bir çok gerekli gereksiz bilgiye sahip olup, iş bu ağ güncesinin adında da kullandığım bir sıfata sahip olduğumu düşünüyorum (malumatfuruşluk). 
   304 Sayfalık kitabımız Tıp dediğimiz günümüzde bir endüstri halini alan bilimin cemaziyülevvelini faş ediyor. Öyle sıkıcı, didaktik bir havada değil, kendi ince nüktelerini satır aralarına yerleştirerek, tıp biliminin geçirdiği merhaleleri kâh bilimsel, kâh tarihsel açıdan bir güzel idrak ediyoruz. Bu süreçte duyup da şaşıracağınız bir çok ayrıntıyı da öğrenmeniz cabası. Misal: zamanında aşk tanrıçası Venüs'ün, cinsel yolla bulaşan hastalıkların müsebbibi olduğu düşünülürmüş. Osmanlıca'da Venüs gezegeninin ismi nedir? Zühre! Anladınız mı zührevi hastalıkların adının nereden geldiğini... Reçetenin "R"sinin Horus'un gözü olduğunu biliyor muydunuz peki? 
   Bunlar şu anda aklıma geliverenler (daha neler var!). Bir şekilde hepimizin hayatını etkileyen bu güncel bilim hakkında fikir sahibi olmak için bilgi sahibi olmak şiarıyla okunması gereken bir eserdir. Sakin zamanlarınızda (belki de paralel okumalarda) seviyenizi yükseltir. 

İki Süper Film Birarada! "Jean de Florette", "Manon des Sources"

   Sekteye uğrayan sinema sektörünün doğal bir izdüşümü olarak izlenecek doğru dürüst film bulamadığımız bu günlerde, bomba gibi iki filmin tanıtımını yapmaktan gurur duyarım!
   2009'da dünyamızı terkeden başarılı yönetmen Klodberi'nin ikisi de aynı yıl (1986) vizyona giren ve birbirinin devamı olan "Çiçekli Jan" ve "Pınarların Manon'u" adlı filmleri, bu kuraklıkta adeta birbirinden serin ve lezzetli iki çağlayan kaynaktır.
   Serinin ilki olan Jean De Florette'de (zannımca) 2.Dünya Savaşı öncesindeki Güney Fransa kırsalını görürüz. Akraba içi sığ gen havuzunda debelene debelene 2 kişiye düşmüş Soubeyran ailesinin yaşlısı Sezar, daha genççesi ise Ugolin'dir. Yalnızca kendi çıkarlarını düşünen ve bu uğurda herkese hayınlıklar yapmaktan geri kalmayan bu iki insan müsveddesi; verimli bir kaynağa sahip yan arazinin üstüne çökmek için, ellerinden geleni ardlarına komazlar. Tam tamına iki saat süren filmimiz, herhangi bir aksiyon, kovalamaca, efekt içermemesine, son derece yerele odaklanmasına karşın sağlam senaryosu, kurgusu; özenli sanat yönetimi ve çizgiüstü oyunculuklarla (İvmontan, Jerardepardiyö ve Danyelötol) son ana kadar kendini izlettiriyor ve finalinde insanın içine bir yumruk oturtuyor.
   İflah olmaz sinefiller için formül bellidir: yine iki saate yaklaşan (1s53d) süresiyle filmin devamını izlemek. İkinci filmimiz on yıl sonra başlar. Bu sürede kötü adamlarımızın gencinin bıyığının çıkması dışında bir değişiklik olmamıştır. Ancak kısa sürede gelişen olaylar o bıyıkları tir tir titretecektir.
   Felsefe ve sinemadan hoşlanan arkadaş tayfasıyla en az bir saat geyiği yapılacak bir kesafette  konusu olan filmimiz; görünürde herhangi bir mesaj kaygısında değildir. Lakin verdiği mesajlar (başta: "eden, bulur") sadece didaktik değil tanımlayıcıdır da. Bu minvalde, taşranın pek güzel bir profili çizilmekte (kıskançlık, çekememezlik ve elbette dedikodu bu profilin temel taşlarıdır), karmanın altı çizilmekte, din/mucize/inanç kavramlarına bir açılım getirmekte ve daha pek çok şeyi bu sürede işleyerek izleyiciye zamanın nasıl geçtiğini unutturmaktadır. Bu sürede tonton amca görünüşlü İvmontan ve yakışıklı halini bildiğim için yaptığı rolün hakkını vermesine hayran olduğu Denyılötol'ü bir kenara ayıralım, ilk filmin başından sonuna geçirdiği değişime hayran olduğum Jerardepardiyö'ye sıkı bir alkış gönderelim. Yazımızın sonunda da bu iki şımşıkırdak kordelayı sinefillere de hararetle önerelim.
PS: İkinci filmde Manon'u canlandıran güzeller güzeli Emanuelbeyart, iki yıl kadar Denyılotöl (Ugoline) ile evli kalmış!

21 Temmuz 2020 Salı

"Çığrından Çıkmış Zaman" PKD'den Zaman ve Zemin Yanılsamaları.

   Ragle Gumm, 1959'da bir Amerikan banliyösünde yaşayıp gitmektedir. Savaş gazisi olarak küçük bir aylığı vardır ancak asıl gelirini bir garip logaritma tanımlaması olan gazete bulmacalarıyla elde etmektedir. Gumm, aslında 1950'li yıllarda mı yaşıyordur? İnsanlığın kaderi ona mı bağlıdır? Neler olup bitmektedir?
   PKD'nin zaman ve zeminle bir meselesi olduğunu hep yazdık. 274 sayfalık bu kitap da (çeviri kimi zaman zihin tırmalıyor kesin ("so long" "öylesine uzun" değil "eyvallah" manasına geliyor misâl)) PKD kafasının nasıl bir şey olduğunu anlamak için iyi bir örnek. Yalnız "Truman Show" fikir olarak bundan apartılmamışsa dişimi kırarım. Son sayfalara doğru biraz hızlanma var. Öyle ki son 50 sayfayı iki kez okumak zorunda kaldım. Çoğu yerde "yazar burada ne demek istedi acaba?" diye kendi kendime sordum. Velhasıl: kolay bir okuma olmadı! Sadece bilimkurgu ve PKD meraklılarına öneririm...

20 Temmuz 2020 Pazartesi

"While At War" Amenabar'dan Güzel Bir İş! (Kahrolsun Cuntalar...)


   Don Miguel, Madrit yakınlarındaki Salamanca Üniversitesinin rektörü. Yetmiş yaşının üzerinde, İspanya'nın edebiyattaki epistemik cemaatinin en önemli üyelerinden, iflah olmaz bir muhalif, Krala karşı hep karşı olmasından dolayı tutuklanmış, sürgüne yollanmış, başına olmadık işler gelmiş. Nihayet kral gidici olup da cumhuriyet gelince, itibarı iade edilmiş ama sosyalist hükümete de karşı durmuş, eleştirmiş (her aydının yapacağı gibi!). Veee askeri darbe olmuş! Üstelik darbeciler Don Miguel'i pek sevmekte, yere göğe koyduramamakta, onun edebi argümanlarını darbeyi şekillendirmede kullanmaktadırlar. Unamuno, darbeye önce pek bir sevinir (eleştirdiği sistem değişmektedir). Görmemeye çalıştığı despotluklar yakın çevresini de etkileyip, darbenin altında yatan nedeni ve darbecilerin karakterini anladığında ise artık çok geçtir. Dünyadaki son günlerinde "gelen ağam, giden paşam" düsturuna sarınıp rahat mı edecektir? Yoksa yine başını kaldıracak mıdır?
   Amenabar izleyiciyi yine şaşırtmayarak, iyi bir işe imza atıyor ve 1s47d süresince; bizim kültürümüze/demografimize/ideolojimize yabancı da olsa darbelerin ne menem bir şey olduğunu faş ediyor. Sinema sanatına herhangi bir şey katmasa da, holivutun şapkasını takıp onun yaptıklarını yapsa da: kordelamız her halûkarda izlenmeyi hakeden bir eserdir. Yükselen nasyonal sosyalizmin (nazizmin) rüzgarını arkasına alıp ülkeyi taa 1975'e kadar 36 yıl inim inim inleten General Franko'nun, filmimizin ilk başlardaki munis, sevecen aile babası halini görünce "Aaa dedim, ne kadar darbeciseven filmi yapmış Alehandro!" ancak bu görünümün altındaki karar mekanizmasındaki paradigma filmimizin sonlarında daha gerçekçi işleniyor. Franko'nun değer sistemi son derece basittir. Aynı ideolojiyi paylaşmayan insanlar potansiyel suçludur ve yokedilmelidir. Bu düşünceyi "yapma Franko! Neticede din kardeşiyiz, bak yargısız infaz yaptığın kişiler de iyi hristiyanlar!" hamlesiyle (karısı pek mütedeyyindir Franko'nun) aşmaya çalışan Unamuno'ya "biz hainlere ölmeden önce günah çıkarma imkanı sunuyoruz, yani sonunda cennete gidebilirler!" diye pratik bir engel çekebilmekte, fikrini çürüten karşı fikirlere karşı o poker suratını gösterip (yemin ederim aynı bakışı bir çok buna benzer kişide (bahriyedeyken (evvet fakir 29 yıl üniforma giydi!)) gördüm!)) kendi kurallarından taviz vermemektedir. 
   Darbeleri, cuntaları tanımak için; ülkeye neler edebileceklerini görmek için muhakkak izlenmeli. Yavaş akışı sorun değil, başlarsanız sonu geliyor zaten. 


19 Temmuz 2020 Pazar

"Greyhound" Garip Bir Nostalji!

   Birbuçuk saatlik filmimiz açılış sahnesinden itibaren insanı çişe göndermeyen bir akışa sahiptir. İlk gemi komutanlığı deneyimindeki Kaptan Krause; refakat ettiği konvoyu, hayın alman ubotlarına karşı korumaya çalışır. Konu budur. 
   Baştan sona CGI olan filmimizin efektleri oldukça başarılı olsa da bir noktadan sonra sadece köprüüstü, kırlangıç, komutan kamarası ve kısmen de yaşam yerlerinin bir dış maketini yapmışlar ve tüm filmi böylece kotarmışlar. Filmin tek kadın karakterinin, ana karakterle olan rabıtası, geçmişi, muhtemel geleceği hakkında en ufak bir fikrimiz yok. Elizabetşu'nun fazla bir yevmiye almadığını tahmin ediyorum (hepitopu 3 dk.zuhur ediyor sahnede). 
   İlk paragrafta anlattığım haricinde hiç bir fazlalık içermeyen filmimiz, yoğun bir şekilde hristiyanlık propagandası yapıyor. Zaten filmin konu edildiği "Good Shepherd" romanının adından da anlaşılabilir bu! Öyle ki, katillerini öldüren baş karakter, düşmanları için de üzülüyor ("kayıp 50 ruh!" demeler, hüzünlü bakışlar vs.), denizaltı avlama manevrasını kutsal kitaplardaki atıflara göre yapıyor (ilk denizaltını avladıkları sahne), kalkınca ve yatmadan önce tüm dualarını okuyor. Amerikan bayrakları birçok sahnede kullanılıyor. Kısacası: holivut denen mekanizmanın tüm dişlileri hareket ettiriliyor. Buna mukabil, izleyicinin canı sıkılıyor mu? Zinhar! Başından sonuna dek birbuçuk saat ilgimiz düşmeden izliyoruz. Neden servis elemanlarının hep siyahi olduğuna kafayı takmıyoruz, komutanın kanayan ayaklarına üzülüp, servis yapan siyahi Klivilınd'ın paramparça olmuş cesedine de fazla yoğunlaşmadan (öyle ki denize zor attılar!) geçip gidiyoruz. Hayat devam edip gidiyor.
PS : Gelelim başlığımızdaki "nostalji" kelimesine ve Arakolpa'nın bu filmi neden böyle sık sık durdurarak, geriye sardırarak iki buçuk saate izlemesinin nedenine: Vaktiniz varsa şöyle açıklayayım: tam tamına 35 yıl önce denizcilik hayatım (aynen de filmdekinin eşi), Fletcher sınıfı bir destroyerde başlamıştı. Bizim bahriyemizde D-348 borda numaralı TCG SAVAŞTEPE (US Navy'deki ismi USS MEREDITH) Normandiya çıkarmasına katılmış bir muhripti. Filmimizde gördüğümüz bütün detayları (o garip elektrik anahtarlarını, davul fırın tepsisine benzeyen dümeni, mekaniki makina telgrafı, 51 ve 52 topu, radar skopunu, SHM'yi (savaşharekatmerkezi), o dik ve daracık merdivenleri (trabzanlarını porsunların ince ince gemici düğümleriyle ördüğü!), dalgaya dalan başüstünü, (filmde gösterilmese de) kıç havalandığında boşa dönen uskurun ürkütücü sesini, gemi karartıldığındaki o pavyonvari kırmızı ışıkları, zor açılan kaportalarını (gemi kapısına kaporta denilmektedir), mekaniki köprüüstü sileceklerini, mekaniki MK1A atış kontrol sistemini, JA telefonu (ses enerjisiyle çalışan, elektriğe ve başka bir tahriğe ihtiyaç duymayan, kablolu telefon), JA telefon taşıyıcısının giydiği o çok büyük ve ağır miğferi (giydim uzun süreler, ondan biliyorum), "personel savaş yerlerine" anonsunu ve çirkin sesli ikazını, "öksüz vardiya"ları, ooo kaptırdım gidiyorum ve daha nice ayrıntıyı) bizzat yaşadım. Aradan geçen zamana bakınca (35 yıl!) yaş aldığımı hissettim ve inceden bir hüzün hasıl oldu. Bu açıdan tekrar izleyeceğim bir filmdir ama böyle bir geçmişim olmasaydı izler miydim? İzlemezdim... Siz bilirsiniz yani.

15 Temmuz 2020 Çarşamba

"Alfa Ayının Kabileleri" PKD'de Yine Üslubunu Konuşturmuş.

   Uygarlık genişlemiş, öyle ki genişlediği gezegenlerin birinin uydusu üzerine bir akıl hastanesi koymuş ve unutmuş (roman bu ya!). Hastalar bakmışlar ki gelen giden yok. Hastaneyi terkedip kendilerine göre bir düzen tutturmuşlar. Heb'ler, Man'lar, Şiz'ler (bunların hepsi birtakım ruh hastalıklarının kısaltılmış halleri) ve daha neler neler kendi kentlerini kurup (Gandikent, Adolfkent vs.) bir nevi federatif yönetimle geçinip gidiyorlar. Derken bu uyducuğun stratejik önemi artınca Dünya ve eski düşmanları olan başka bir uygarlık, uydunun mukimlerini kendi taraflarına çekme konusunda bizans oyunları çevirir. Protagonistimiz, CIA için androidlere propaganda yazan kendi halinde hırslarından arınmış bir insancıktır. Yeni boşandığı evlilik danışmanı psikiatrist hırslı karısı ise Alfa Ayına düzenlenen seferdeki psikoterapisttir. Olaylar gelişir.
   PKD'nin; gerçekle, başta paranoya olmak üzere bilumum zihin bozuklukları ile ve dahi kadınlarla ilgili bir takım alıp veremediği şeyler var. Bu takıntılarının cümlesinin bir macera romanı kıvamında anlatıldığı bu metin, eğlenceli bir bilimkurgu romanı olarak okunabilir. Ancak akıl hastalıklarından muzdarip bir halkın nasıl olup da gül gibi geçinip gittiklerini anlattığı yerler, halihazırda yaşadığımız sisteme yönelmiş sıkı bir eleştiridir aynı zamanda. 
   Hafif üslubuyla, verdiği subliminal mesajlarla yaz günü okunabilecek bir roman. Kimi zaman komploların, saf değiştirmelerin izini sürmekte güçlük çeksek de kolayca akıyor. Türün meraklılarına öneririm.
PS: Ben Metis Yayınlarından çıkan versiyonunu okudum, son çıkanın çevirisinin kötü olduğu yönünde şikayetler var. Benim okuduğum baskıda Tuna Erdem güzel bir çeviri yapmış.

9 Temmuz 2020 Perşembe

"Villa Şakayık" Yıldız Alatan Yine İşbaşında!

   Menopoz sıkıntıları başgösteren Yıldız Alatan'a biraz değişiklik olsun diye eşi Ziya Bey yaz dönemi için Karasu'da Villa Şakayık olarak bilinen villalardan birini kiralar. Ancak memleketlimiz fahri hafiyemiz Yıldız Alatan'ın gözüne takılan birtakım gizemli olaylar gelişmektedir. 
   Sayın Öz'ün (şiir olanları hariç) tüm kitaplarını okumuş bulunmaktayım. Aynı minvalde gelişen, benzer kurgulara sahip polisiyeler; ilk etapta merakla, sonrasında ise daha çok "hımm acaba ne yazmış bu kez?" sorusuyla şıkır şıkır okunası kitaplardır. Ancak daha önceki tanıtımlarımda yazdığım üzre; polisiyelerin olmazsa olmaz şaşırtmaca sonları pek görülmemektedir. Nedir: yazarımız, ilk yazdığı işlerden sonra kendini geliştirmiş Oğlak Yayınlarından çıkan (ve bir seri haline gelmeye meyyal) Yıldız Alatan polisiyelerinde bu engeli kısmen aşmıştır. Son kitabında ise roman boyunca şüphelenilen kişilerde okur yanılmamakta ancak sonlara doğru ilginç bir tvistle (ne işim olur tvistle) şaşırtmacayla, şöyle bir yerinden doğrulmaktadır.
   Kitabımız 1984 yılını (modası, müzikleri (Alan Parsons Project'in "Mammagamma"sını da yıllar sonra dinletti bana!), yaşam tarzı, bilinen olayları) ile okura bir güzel yaşatmakta, kadınlığın-terziliğin (bölümler yine kostüm betimlemeleri ile verilmiş) ince detayları yedire yedire okura vermektedir. Olayların bir yaz tatili süresince vuku bulması ise kitabımızı yazın okunacak ve zihni dinlendirecek kitaplar kategorisine sokmaktadır. 
   Yazın tembellik ederken okunacak kitaptır. Öyle subliminal mesajlar, hayatınıza anlam katacak inciler, kişisel geliştirecek safsatalar peşinde değilseniz çok güzel okunur. 

2 Temmuz 2020 Perşembe

"Osmanlı Epistemesini Anlamak" Okumak Gerektir!

    104 Sayfalık 14 denemeyi içeren kitabımızın başlığı pek günümüzü ilgilendirmiyor gibi dursa da hiç öyle değil. 
   Remzi Hocamız sadece bilim tarihini değil Osmanlıdan günümüze epistemenin tüm veçhelerini açıklamaya yönelik bir eser vermiş. Üstelik burada (hep bize öğretilen) Osmanlının yükselişduraklamaçöküş dönemlerinin daha başka bir nitelendirilmesi ortaya konuluyor (kanımca da pek isabetli oluyor). Denemelerin çoğu aylık bir bilim yayınında (biraz böbürleniyorum ben de aynı dergiye yazıyor olmamla) daha önce yayınlanmış olsa da içlerinden daha önce yayımlanmamış biri, "Episteme Değişimi Nasıl Gerçekleşir?" başlıklı olanı; kanımca en işime yarayandı. Epistemenin ne olduğunu aşağıda yaptığım alıntıda yazmış Hocamız. Yazının kalanı ise; yaşadığımız günleri değerlendirmek isteyen kâriye rehber niteliğindedir. Paradigmanın değişimini çatışma kuramıyla açıklaması bu rehberi daha yetkin hale getirmektedir. Satır aralarında sıklıkla rastgeleceğiniz inciler; beyinde kıvılcımları harekete geçirmektedir (misal:S.11: "Hukuk çerçevesinde Gelenekçiler siyasete, Yenilikçiler de diyanete yön verme tutkusundan vaz geçtiklerinde, muhtemelen önemli bir mesafe katedilmiş ve Türk Düşüncesi'nin önü açılmış olacaktır.").
   Evet! konunun başlangıcı Osmanlı'dır ancak günümüze de pek güzel ışık tutmaktadır. Bu minvalde 14.TL gibi makul ötesi bir rakamla satılan bu kitabı alıp okumamak, ayıp olacaktır.
"Episteme", bütün düşüncelerimizi ve duygularımızı belirleyerek davranışlarımıza yön veren bilgidir ve temelde ideoloji, edebiyat, din, felsefe ve bilim olmak üzere beş temel türevi bulunmaktadır.
Her epistemenin bir cemaati, her cemaatin bir epistemesi vardır. Bu episteme (T.Kuhn'dan esinlenmek suretiyle) "paradigma" olarak adlandırılabilir. Paradigma, hayat rehberidir.
Her epistemik cemaat, rakip cemaatler üzerinde hakimiyet kurmak ve böylece bir topluluk olarak varoluşunu güvence altına almak için onlarla çatışır.

29 Haziran 2020 Pazartesi

"Delibo" Uyurkulak'ın Son Romanı.

 "Har"ı da, "Tol"u da, "Bazuka"yı da okumuş ("Merhume"yi atlamışım bak) ancak bu mecrada yazmaya, o kitapları okuduktan sonra başladığım için yazmamıştım (ne ayıp!). Dün "Delibo" bitti, yazmamak olmaz.
   Mahallenin mobilyası Delibo (Deli İbo) kaybolunca, işini de kaybeden Yusuf, çocukluk aşkı Yasemin'in saikiyle Delibo'yu aramaya hallenir. Olaylar gelişir.
   199 sayfalık roman, "hızlı okumamalıyım!" telkinlerine karşın bir günde bitti. Uyurkulak'ın romanlarında bir paralellik var. Elbette ki kahramanlar, kurgular, mekanlar, zamanlar çok farklı ancak yine de romanlarını bir bütün olarak ele aldığınızda (arka arkaya okursanız) birbirine yakın tadlar alıyorsunuz. Uçlarda karakterler, hepsinde derin bir edebiyat birikimi ve malumatfuruşluğun feriştahı, acı trajediler (sanki başka türlüsü varmış gibi!), ancak filmlerde karşınıza çıkabilecek yan karakterler (şahmaranlar çizen tombul otelci amca/Sabahattin Ali'nin piçi olduğu iddiasındaki emekli edebiyat öğretmeni/Ali Dede vs.), kimi zaman büyülü gerçekliğe kaçan olaylar silsilesi (Narlıdere Cemevindeki semah dönmeler, kuntastik meyhaneler, petetenin önünden geçen gül kamyonu), o pek özlediğim İzmir lehçesi (gelmiyom, istemiyom), kimi isimlerin (fakirin de yaptığı gibi) okunduğu gibi yazılması (Ken Loş) ve daha neler. Bir çok satırda "a ben de bunu hissetmiştim" "ben bunu bir yerde gördüm yav" dediğim yerler oldu. Sizin de olacaktır sanırım. 
   Romanımız başyapıt değil ancak didaktik okumalardan sonra taşlaşan (yahut yorulan) zihni dinlendirmek için son zamanlarda sıklıkla yaptığım polisiye okumalarından sonra ilaç gibi geldi. Ruha şetaret verdi. Hararetle öneririm efendim!

27 Haziran 2020 Cumartesi

"Crossing the Bridge: The Sound of Istanbul" Nasıl Hüzünlü Bir Belgeseldir Bilemezsiniz!

   Bu mecrada nasıl oldu da bugüne kadar yazmadığımı bir türlü anlayamadığım belgeseldir. Nedir: mutad aralıklarla devamlı izlerim (hiç de sıkılmam!). Duvara Karşı'nın müziklerini yapan basçı aleksandırhaake, Fatih Akın yönetiminde 2005'de birbuçuk saatlik bu belgeseli çekmiş. 
   Çeken gözde, coğrafyadan uzak kalmanın etkileri görülüyor. Akın, belgeselin sonunda bu kadim şehrin en eski müziği olduğu yakıştırmasını gizli gizli yaptığı Müzeyyen Senar (bakın bu ismi yamuk yumuk yazmaya kalibrem yetmez!) şarkısını, köklerden değil bir halk müziği uyarlamasından yana kullanmış (ne uzun cümle oldu bu). Ya da şöyle ifade edeyim: buraya bir III.Selim bestesi konulsa daha iyi olurmuş. Neyse ne!
   Belgeselimiz; 2005 yılı itibarıyla kentin bir müzik haritasını çıkarıyor ama bunu öyle böyle değil süpersonik bir şekilde yapıyor. Sokak müzisyenlerinden (ne oldu sahi Siyasiyabend'e?), Kürtçe müziğe (yeni yeni serbestleşen türkülerle (müzikte milliyetçilik de en hazetmediğim şeydir)), rapçilerden (Ceza, Ayben), sokak dansçılarına, Orhan Gencebay'dan Sezen Aksu'ya, Selim Sesler'den (yattığı yerde dinlensin, iyi klarnetçiydi) Baba Zula'ya (en sevdiğim Kanada çingenesi Brenna MacCrimmon'a bin selam olsun! (yanyana biraladığımız gecelerin hatırına)) ve daha neler nelere tüm şehrin müzikal fotografisini temaşa ediyoruz bir garip geçmişe özlem duygusuyla.
   Müzikal açıdan değerlendirdiğinizde: güzel bir iş, özenli bir iş. Belgesel olarak kaçırılmamalı!
   Gelelim hüzün durumuna.
   Belgeselimiz günün müzikal fotoğrafını çekerken elbette ki toplumun, demografinin, hayat tarzının da bir görünümünü (üstelik de pek şükela şekilde) aktarıyor izleyiciye. İşte; doğduğum şehrin onbeş yıl önceki halleri ile bugünkü haline baktığımda, ister istemez bir hüzün çörekleniyor insanın iman tahtasına. Ne oldu da nerelere geldik? Nereye gitti o insanlar? Ne yaptık birbirimize? gibi sorular üşüşüveriyor insanın başına.
   Müziğe ilginiz vardır yoktur ama değişimin ne boyutlara geldiğini idrak etmeniz için kaçırılmamalıdır...

"Little Joe" Ödüllerini Haketmiş Film.

 
   Çiçek ıslahçısı Alis, eşinden ayrılmış oğulcuğu Co ile İngiliz kibar semtlerinde yaşayıp gitmektedir. Biraz işkolik olan soğan kabuğu saçlı Alis, yeni geliştirdiği deneysel çiçeğe (biraz da oğluna öykünerek) "Küçük Co" adını verir. Gen modifikasyonunun ürünü olan bu varlığı imkansız bitki (çünkü yaprağı yoktur ve üreyememektedir), kendine gerekli ilgi ve bakım sağlandığında sahibini mutlu eden hormonlarla dolu nefis bir koku yaymaktadır. Deneme aşamasında bitkinin kimi yan etkileri olduğu ortaya çıkar, olaylar gelişir.
   1s45d'lık filmimizin temposunun çok yavaş olduğu, aldığı ödülleri haketmediği, sonunun baştan belli olduğu gibi mebzul miktarda eleştiri mevcuttur. 
   Dikkate almayınız efendim!
   Kordelamız herşeyden önce (iş olarak yaklaştığımızda) dantel gibi ince ince işlenmiş bir ürün. Her sahnesi, kadrajı, kurgusu, renkleri, müziği (bilhassa müziği (japon kukla tiyatrosunun müziğine benzer, tedirgin edici gürültülerle dolu bir müzik)), kostümleri, kastingi (ne işim olur kastingle?) oyuncu seçimi, mekan seçimi, sanat yönetimi ve elbette ki tedirginlik verici senaryosuyla çizgi üstü bir yapım fakire göre. 
   İzlemesi meraklandırıcı (bu merak galiz bir merak değil daha ziyade bâtın bir meraktır yalnız!) olduğu gibi bittikten sonra da zihinde farklı kapıları aralayabiliyor ve sorular sorduruyor. Gen müdahaleleri nereye gidiyor? Kârlılık nelerin üstüne basabilir? Ergenlerin değişimi bizleri ne kadar etkiler? Ve daha neler!
   Bence bilimkurgunun iyi bir örneği olan bu örneği es geçmemek gerektir...

25 Haziran 2020 Perşembe

"Fener Balığı" Nuray Atacık'tan bir Polis Romanı.

   Elektrik Mühendisi Nuray Hanım'dan 500 sayfalık bir ilk roman. İlk roman olmasına karşın polisiyelerin o okuru tuttu mu bırakmayan havasına sahip. Polisiye roman nasıl yazılırsa öyle yazılmış. Bir cinayet, çözmeye çalışan insanlar. Ancak romanımızı polisiye olarak adlandırmak için (elbette fakire göre) katilin son ana kadar ortaya çıkmaması ve sonra okuru şaşırtarak, ters köşelere yatırarak son sayfalarda bir açıklama olması beklenir. 
   Fener Balığı böyle yapmıyor. Ortanın sonlarına doğru katilin kim olduğunu biliyor, bazı sayfalarda onun anlatımıyla dahi sayfaları çevirmekteyiz. Bu açıdan bakıldığında romanımıza polisiye roman değil "polis" romanı demek daha doğru olur gibime geliyor. Çünkü, cinayeti çözmeye çalışan polis ekibinin oldukça ayrıntılı bir karakter çalışması, olayların gelişmesi gayet güzel verilmiş. Ortalara doğru artık gözünüzde canlandıracağınız kadar ete kemiğe bürünüyorlar. Katilin kim olduğunu bilmemize karşın son sayfalarda yükselen tansiyon nedeniyle son sayfaya kadar merakla okunuyor. Bu biraz da ilk sayfadan itibaren karşımıza çıkan (adeta karikatürize edilerek işlenmiş) para ve güç meftunu zayıf karakterli antagonistten (ne işim olur antagonistle?) kötü adamdan kaynaklanıyor sanırım. 
   Kendimizden polisiye yazarlarına ilgi gösterelim ki, daha iyi işler okuyabilelim. Bu da okunmayı hakeden bir iş. 

18 Haziran 2020 Perşembe

"Dersimiz Cinayet" Christie'den Poirot.


   Kendimi bildim bileli okuyorum. Sadece eğlenmek için okuduğum zamanlarda Christie Teyzenin neredeyse tüm kitaplarını okumuş, Poirot'nun hafiften hayranı olmuştum. Nedir: 30 yılı aşkın elime almadığım için, geçenlerde bir ucundan "Dersimiz Cinayet"e başlayınca, eski bir eldiveni elime geçirir gibi oldum. Kitabın başında "Cinayete Karışanlar", "Hercule Poirot'un Elinde Şu İpuçları Vardı", "Hercule Poirot Şu Soruları Yanıtlamak Zorundaydı" bölümleri, Poirot'nun yumurta kafası ve sıkça kullandığı "küçük gri hücreleri". 
   Elbette 30 yıl önce okuduğum (ve hayli ayrıntılı) bu zekice cinayeti anımsayamadım ancak kabul etmeliyim ki, Agatha Teyze'nin yazdıkları bugün bile hala merakla okunuyor. Eğer gündemden, hayhuydan uzaklaşmak için kafa boşaltmayı düşünürseniz yatmadan önce öneririm. Steril bir merak duygusuyla uykunun şefkatli kollarına atılırsınız.

"A Man Who Killed Don Qixote" 25 Küsur Yıldır Çekilemeyen Film.


   Brazil'den beri Montipiton üyesi (pitonları bilen bilir!) terigilyım beyin hastasıyız. Bu talihsiz pelikulayı çekmeye taaa 1989 yılında hallenmiş. Değişik rolleri değişik kişilere yazmış. Bunlardan bazılarının gündemi çok yoğunmuş (Conidep), kimileri ise zamana yenik düşmüş (Conhört), para ise gelmekte pek nazlanmış. Öyle olunca üstad taa 2018'de çekebilmiş filmini.
   Gençliğindeki sinema ışıltısını reklam filmleri çekmekte oldukça söndürmüş bir genç yönetmen, tesadüfen ilk çıkış yaptığı öğrencilik filminin (ki bu da bir Kişot (haydi İspanyollar gibi söyleyelim: Kihote) senaryosudur) izlerini bulur, olaylar gelişir.
   İlk yarı ben dahil diğer izleyicileri de içine çeken senaryo, ikinci yarıdan itibaren benim haricindekilere hitap etmedi. Nedir: terigilyım filmlerinin müptelası değilseniz, açmaz. Düz izleyiciye darmadağınık, k.çı başı başka yerde bir film gibi gelebilir. Ancak izlediğiniz filmlerde bazı sahneler, çekim açıları, efektler size bir yönetmeni çağrıştırıyorsa (var böyle yönetmenler!) ve Bayan Gilliam'ın oğlunun filmlerinde bu izleri ayırt edebiliyorsanız, değmeyin keyfinize. Arkanıza yaslanıp, bu neresinin hayal, neresinin gerçek, neresinin geçmiş, neresinin şimdi olduğu belli olmayan kordelanın tadını çıkarın...
   Ayrıca Kihote (iyice ispanyola bağladım!) rolünde canıtınprayz iyi kotarmış, edımdrayvıra ise kaylorenden beri ısınamadım (bir tek Paterson'da iyiydi), kastın geri kalanı, kostüm, dekor, kurgu usta işidir. Bir de kordelamız oldukça yaşlı, yaşlılara hürmet etmek gerekir!

"Bir Soran Olursa" 1987'den Yalçın Küçük

   Prof. Yalçın Küçük, ülkemizde farklı düşünen ender münevverlerden biri. Geçen yıl oldukça şaşırarak okulumda (DTCF) İbranice sınıflarını takip ettiğini öğrenmiş, 80 yaşında birinin öğrenme azmine hayran olmuştum. Taa 1987'de yayımlanmış bu kitabının "bu kitap" olarak yazılmadığını, farklı zamanlarda yazılmış makaleler, konuşma dökümleri ve ropörtajlardan oluştuğunu söyleyelim. 272 sayfalık bu kitap günümüzü aydınlatmasa da, askeri darbe sonrası Türkiye'den değişik izlenimler edinmenize neden olabilir. Ayrıca Hoca'nın yaşanılan dönemin ötesine yönelik saptamaları var ki tadından yenmez. 
   Kaçırılmamalı diyemeyeceğim ama bulunursa okunmalı...

3 Haziran 2020 Çarşamba

"I See You" Düşük Bütçeli Ters Köşe.

   Ürkek bünyelerde önce korku sonra gerilim ve nihayet polisiye tadı bırakacak filmdir. Holivut yapımı olmasına , düşük bütçesine, hiç bilinmeyen kastına (bir tek Helınhant var tanıdıkbildik ama o da yaşlandıkça iyiden korku filmi afişine benzemiş Allahın gücüne gitmesin), başarısız müzik ve ses miksajına (neydi o ucuz korku filmlerinin "zınn zınn" gerilim sesleri!) karşın başarılı kurgusu ve senaryosu ile insanı devamlı ters köşelere yatıran, bir şans verilmesi gereken filmdir.
   İlk tvistten (ne işim olur tvistle) şaşırtmacadan sonra ilginiz yükseliyor ve devam ettikçe daha da yükseliyor, doğaüstü tekinsize karşı olan tedirginliğiniz yok olurken ilginiz yükseliyor ve finalde bir kez daha şaşırıp çıkan yazılara bakıyorsunuz.
   Bu aralar sinema kesat! Böyle filmler az geliyor, izlemek lazım.

"Kent" Altın Çağlarında Bilimkurgu

   Simak bey taa 1952'de yazmış bunu. Bilimkurgunun bilimkurgu olduğu çağlar! Çook uzun yüzyıllar (belki de binyıllar) sonrasında o zamanların neredeyse efsane/mit değerlendirildiği günümüzden çok sonra geçen sekiz öykü. (karışık oldu biraz!  Şöyle örnekleyeyim: kitaptaki öyküler 4230 yılında okunuyor, 3000'li yılların başında geçen olayları konu alıyor (tarihler atmasyondur!)).
   İlk öyküde, artık işlevini yitiren "kent" kavramı teşrih masasına yatırılıyor ve çok farklı yeni fikirlerin zuhur ettiği bombastik bir zaman yolculuğuna çıkıyoruz. Kiminde insanoğlu Jüpiter'in muazzam basıncı ve amonyak denizlerinde yaşayabilmek için biyolojik değişim geçiriyor ve Jüpiter sakini oluyor. Amanın o da nedir oluyor ve her nedense o gövde/ruh kombinasyonu daha şanjanlı olduğundan neredeyse tüm insanlık mutasyon geçirmiş Jüpiterli bir ırk oluyor, Dünyamızda kalanlar ise gittikçe azalıyorlar ve en nihayet bitiyorlar. Tabiy ki bu sadece bir özet, bunun onlarca alt kurgusu olan öyküleri de anlatılan sekiz masalda bir güzel ele alınıyor. 
   Geldik işin garip tarafına: kim anlatıyor bu öyküleri ve öykü aralarındaki değerlendirmeleri kimler yapıyor. Bunu öğrenmek için artık kitapçılarda olmayan, ancak nadir kitap satan sahaflardaki kitabı alıp (bugün itibarıyla temiz kopyasını 14 TL'e buldum, bence uygun) öğrenmek gerekiyor. Ancak şöyle bir ipucu verebilirim: hayvan dostları pek gülümseyecekler sonucu öğrendiklerinde.
   Bilimkurgu ve hayvanları sevenler alıp 1952'den günümüze gelen ilginç fikirlere şaşırabilirler. 

"Yalanlar Bilimi Psikiatri" Çılgın Macar'dan Acı Gerçekler...

 
   Thomas Szazs (soyadı da palindromdur ha!) psikoanaliz psikiatristi, emmeritus profesör, çılgın bir Macar. Önce "Deliliğin İmalatı"nı yazmış (mecbur onu da alıp okuyciiz) sonraları da işbu kitabı. 
   Fıtratım batsın! çok sıfatlı metinlerden hep kıllanmışımdır (misal: "azgın, hain, ırz düşmanı kelebekler, mütecaviz bir şekilde çiçeklere konuyorlardı"). Bay Szazs da çok bilenmiş olacak ki Sigmund Bey'e aşırı sıfatlı b.k atan bir metin kaleme almış. Nedir; okudukça ve yazılanları başka kaynaklardan teyit ettikçe görüyoruzdur ki, yerinde davranmıştır. 
   Şaka bir yana, psikiatrinin pabucunu dama atan bir kitaptır. İçinde sadece akıl hastalıklarına değil bir çok önemli olguya ait altı üstü çizilecek yerler vardır. Misal alttaki alıntı beni benden almıştır, çok doğrudur. Önce psikiatrinin tarihi ve çıkış noktasındaki aksaklıkların altı önemli atıflarla çiziliyor. Sonra bugünki durumuna gelmesini ve halihazır durumu, en nihayet gelecekte neler olabileceğini görüyoruz. 
   Son zamanda okuduğum en bilgilendirici ve şaşırtıcı kitaptı. Geniş zamanlarda önce "Deliliğin İmalatı"'nı sonra bunu bir kez daha okuyacağım. Herrn Alzheimer ve Mr.Parkinson gibi biyolojik olarak gerçekleşen beyin hastalıkları hariç, yok efendim "hiperaktivite", "sosyal anksiyete", "bipolar bozukluk", "majör/minor depresyon" gibi şeyler bu kocaman yalanın ürünleri. Bir şekilde devlet ve sermaye gruplarıyla dayanışma içindeki bu "bilimsi disiplin", insanı doğuştan hakkı olan en basit karar verme ve özgürlük gibi haklarından edebiliyor. 
   Birazcık uzayacak ama örnek vermesem olmaz: hukukta "aksi ispat edilene kadar suçsuzsunuzdur" ancak psikiatride size "hasta" teşhisi konulursa ya bir yere kapatılır yahut beyninizi köreltecek ilaçlar almaya mahkum bırakılırsınız. Bunun aksini ispat etmeniz gerekir ve bu çok zordur. 
   Bir de: eşcinselliğin 1973 yılına kadar psikiatrik hastalık sayıldığını yeni öğrendim ve Alan Turing'in haline bir kez daha üzüldüm. 
   Hülasa, okuyunuz efendim...

  • Doğada yalana yer yoktur. Doğa ne yalan ne doğru söyler. Sırları yoktur: “sır” dediğimiz şey, doğanın işleyişi hakkındaki bilgisizliğimize verdiğimiz addır.
  • Sorumluluk, Tanrıya, havaya, evsahibine, ebeveynlere, çocuklara, siyasete, koşullara vb. yüklenip alınan bir şeydir. Astrolojinin hüküm sürdüğü çağlarda bu yıldızlara da yüklenebiliyordu.
  • Karar verebilmek yetisi insanoğlunun hem laneti, hem lütfudur. 
  • Can sıkıntısı, çaresizlik, bezginlik, bıkkınlık ve mutsuzluk (ve daha hatırlayamadığım birçok negatif duygu) insan doğasının ayrılmaz bir parçasıdır. Başka bir deyişle her zaman süpersonik olamayız, bu doğal değildir!