1 Haziran 2013 Cumartesi

"Dark Skies" Paranormal Uzaylılar...

   Uzaylıların bu kez korkuttukları bir bilim kurguyla karşınızdayız sinefiller.
   Ekonomik krizden hafiften etkilenen bir amerikan orta sınıf ailesi. Banliyöde morgıçı ödenen şükela bir ev, aniden işsiz kalan baba, iki çocuk. Derken hayatlarında gelişen normal ötesi olaylar. Evlerine pike yapan yüzlerce kuş, ani hafıza kayıpları, aynı anda sekiz yerden zorlanan ev girişleri, ev içindeki eşyaların yerlerinin değişmesi vs.vs.
   Filmimiz sonuna dek (yaygın aykyuu seviyesindeki insankişileri için) ilgiyi düşürmeden izlenmeyi  başarıyor. Öyle pek selebriti bir kastı olmasa da, oyuncular ellerinden geleni yapıyorlar. 
   Kendi gevrek mantık silsilesi içinde kabul edilebilir bir akış örgüsü var. Ancak pirinç patlağı gibi değil de un kurabiyesi gibi bir mantık silsilesine sahipseniz aklınıza sorular gelebiliyor.
   Neden ?
   İnsanları korkutuyorlar
   Teleportasyon yetenekleri olduğu halde kapıları zorluyorlar
   Kuşları telef ediyorlar
   Üstlerine başlarına birşeyler giymiyorlar
   Evin içinde garip eşya değişiklikleri yapıyorlar
   Doğrudan hedeflerini alıp gitmek yerine süreci sündürdükçe sündürüyorlar (bu fiile de iyice alışıyorum)
   Görüntü kayıt cihazlarını bozabildikleri aşikar olduğu halde, kılçık gölgeler bırakıyorlar
   ve buna benzer bir sürü soru.....

   Evin içine kameralar konulup, görüntüler izlenmeye başladığında "acaba paranormal aktivite ile bir bağıntısı olabilir mi ?" diye düşündüm, afişe göz attığımda yanılmadığımı gördüm. Bu kez cin yerine uzaylı koymuşlar. İki uzaylı kostümü ve ışık oyunlarıyla da paranormal bir bilim kurgu kotarılmış. Sıfır efekt maliyeti ile gerdiren bilim kurgu olmuş. Üç buçuk milyon dolara çekilen filmle bugüne dek on sekiz milyon dolar hasılat yapmışlar. Korkarım bu türün devamı da gelir.  

   O halde ne yapıyoruz : karanlık gökyüzünü bir kenara koyup otuzbeş yıllıktır falan demeyip adamakıllı (hem de geren ama olumlu geren) Üçüncü Türle Yakın İlişkilere odaklanıyoruz. Paranormal Aktivite seven ergenler hoşlanabilir lakin bilimkurguyu sevenler uzak dursun...

27 Mayıs 2013 Pazartesi

"Zombi Savaşı" Bildiğiniz Gibi Değil...

 
   Zamanında Hoca Nasreddin'in yaptığı gibi bindiğimiz dalı kestiğimizi görmemek için ciddi kafa karışıklığı içinde olmak gerektir. 
   Hoş ! bu kafa karışıklığını medya, gündem, canım ülkem el birliğiyle sağlamaktadır ama bazı aklı evveller uçuruma koşar adım seğirttiğimizin  idrakindedir (Bkz. bu satırları okuyanlar). 
   Bırakın sınırları, sınırsız düşünün şöyle bir : 
kontrolsüzce çoğalıyoruz, 
kontrolsüzce tüketiyoruz, 
kontrolsüzce sömürüyoruz, 
kontrolsüzce harcıyoruz...
   Gelecek yılları, torunlarımızı, çocuklarımızı, bırakın onları, kendimizi bile düşünmeden yapıyoruz bunları... Neden diyen varsa, bir zahmet hızlıca son yüzyılın bir kronolojik gelişmesini okusun. En çok yirmi dakika alır. Yaşı kırkın üzerinde olanlar şöyle bir yirmi beş otuz yıl öncesini (musluktan su içtiğimiz yılları) anımsasın. Bu da beş dakikanızı alır. Bir de "yükselen yeni nesil"e baksın. Nasıl : yolun sonu görünüyor değil mi ?
   Traşı keselim, kitaba gelelim...
   Kitabın ismine ve kapağına bakıp, sıradan korku romanı zannetmeyin. Kitap bir dizi röportajdan oluşuyor. Elbette tümü kurgu olan bu röportajlar, olmuş bitmiş bir zombi savaşından sonra tanıklarla yapılan (şaşırtıcı derecede gerçekçi) konuşmalardan mürekkeptir. Kah bir sosyal güvenlik görevlisi, kah bir psikiatri koğuşu sakini, kah bir mahkum; artık geçmiş olan savaş hakkında çeşitli deneyimlerini aktarıyorlar. Dünyanın her yerinden yapılan bu rastgele sayıklamalar, her nedense insana rahatsızlık verici bir gerçeklik hissi veriyor. Gelişigüzel yerleştirilmiş gibi duran parçacıkları bir araya getirdiğinizde ise büyük resim yavaş yavaş zihninizde beliriyor. 
   Yıllarca üzerinde çalışılan ve bizleri bugünkü durumumuza getiren askeri, ekonomik, bilimsel çalışmaların bir anda kendi kendimize düşman olmamız sonucunda heba (haydi heba demeyelim de beyhude) olmasını anlıyor ve düşünüyoruz. Bu üçlünün en hakikatlisi yine bilimdir. (ekonomi ve askerlik konusunda ise aklıma hep şu örnek geliyor : ilkel toplulukların biri kendilerine tapınacak bir heykel yontuyor ve zamanlarının çoğunu onu incelemeye ayırıyorlar (benim okuduğumda buzağıydı). "oo buzağı soğukta çatlıyor" , "buzağı sıcakta gevşiyor yahu" falan diye tespitlerde bulunuyorlar, sonraki kuşaklar bu ritüelleri sorgulamaksızın iyice benimseyince, bildiğiniz din yapıyorlar. Hayatları böylece geçip gidiyor)
   Röportajların her birinden rahat bir kısa film, birazcık zorlamayla da holivut işi aksiyon filmi, çok zorlamayla da iyi sinema filmi çıkabilir aslında. Holivut da bunun kokusunu almış ve bredpitli, edherisli, senaryoda da deymınlindelof adının geçtiği (koşarak uzaklaşın !) tamamen gişeye yönelik çekilen ve post akoliptik türe hiç bir yenilik katmayacağını tahmin ettiğim (haa tek görsel yenilik : karınca misali kuleler dikebilen, yavaş bir otomobil kadar hızlı koşabilen (hem de gündüz gündüz) zombi sürüleri olmuştur) hol hol holivut kokan bir film kotarmış ve önümüzdeki ay gösterime sokacaktır. 
     Halbuse; Bay Tarantino, kitaptaki kör japonun hikayesini alsa şöyle 120 dk.lık bir film yapsa tadından yenmezdi... Heyhat...
   Kısa keselim. 
   Post apokaliptik meraklıları alsınlar, okusunlar, eğer buradan öğrenmişlerse bana duacı olsunlar.  Sosyoloji ve distopya meraklıları da yakın dursunlar. Bilimkurgucular pas geçebilir. Romantikler koşarak uzaklaşsın. (isteklerimin sonu gelmiyur !), hayat bayram olsun, piyaleler bade dolsun. 
Yalnız bu hafta iyi zombi yaptı haa !.. Warm Bodies'ten sonra Z War derken usuldan mırıldanıyorum : 
"Zombili bili bili bom booooom, zombili bili bili bom"

"Warm Bodies" Aşk Herşeye Muktedirdir

   Kafamı ciddi ciddi karıştıran filmdir. 
   Konuyu, afişi, fragmanı şöyle bir inceleyince aklıma gelen düşünce şudur : "Vampirli, kurtadamlı, cadılı, uzaylı ergengençlik filmlerimiz var, niye zombilimiz yok ? (Bizde niye yok diyor ! (Sayın Bahçeli'ye selam olsun))". 
   Ergengenç filmi olarak yaklaşacak olursanız tüm klişeleri karşılamaktadır. Tanınmamış başroller, yardımcı rollerde çok sağlam oyuncu (Bkz.John Malkovich), mantık barındırmayan senaryo, ıslak öpücükler, üstü kapalı geçen cinsellik, özenli CGI çalışması, hepsi bir tamam vardır. 
   Lakin; yönetmenimizin çok ince gördüğü bazı detaylar vardır ki, filmimizi standartergengenç kategorisinden ayırmaktadır. 
   Misal : filmimizin başında esas zombimizin iç konuşmasıyla şöyle bir monologu var "-Eskiden çok daha iyiydi herhalde, herkesin kendini ifade edebildiği, duygularını aktardığı, ve arkadaşlıklarımızın tadını çıkarabildiğimiz zamanlar.....". Bu monolog uzarken mekanın zombisiz haline bir hareketli fleşbek yapıyor ve insanları gözlüyoruz. Bir de bakıyoruz ki : insanların tümü (sabi sübyan dahil) cep telefonundan mesajlaşıyor. Belki kimsenin dikkatini çekmemiştir ama fakiri yarmıştır bu satirik tespit.
   Misal : romeo ve juliet'e (balkon sahnesine) bariz göndermeler vardır. (R. ve Julie de cabası)
   Misal : mizah çok dozunda kullanılmıştır (bir "Shaun of the Death" değildir ama idare ederdir)
   Misal : müzikler gayet güzeldir. (Pretty Woman da beni benden almıştır)
   Misal : konteynerde hurda biriktiren Wall-E'ye de inceden gönderme vardır.
   Misal : esas zombimizin Kim Kardasian'a attığı nazarlar.
   Bu misaller uzar gider. Neticede verilen mesaj (iflah olmaz kötümser olduğum halde içimde ebleh bir iyimserlik de kalmış olacak ki) "Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey" dir. Mesaj güzel, özellikle esas zombi çocuğumuz pek şeker (iç diyalogları çok sevdim), 98 dakika sıkıntısızca akıp gidiyor. 
   Ne diyeyim : gençergenli zombi filmi severler izlesin, vasataltı sinefil izlemesin, dikkatli sinefil dikkatli izlesin....



Kısa Kısa Filmler... "Beautiful Creatures", "Black Death" ve "The World According to Monsanto"

"Beautiful Creatures" 2013
   Bildiğiniz efektli doğaüstülü cadılı ergen gençlik filmidir. Yine beylik bir senaryo (alacakaranlık kuşağında ekmek gördü ya holivut, eşeledikçe eşeliyor), bolca efektler, başrole az masraflı başroller (Ceynkempiyın'ın kızı olmak dışında hiçbir yıldız ışığı olmayan esas kız, oğlanı ise hiç tanımıyorum), yardımcı rollere (bu rollere asla yakıştıramadığım) çok esaslı oyuncular, sonu başından belli olan bir senaryo, lakin gişede de çuvallamış (an itibarıyla bütçenin ancak üçte birini amorti edebilmişler), başarısız bir filmdir. 
   Ben yanarım yanarım da "The Mission"da izlediğim (hala da izlerim) Ceremiayrıns ve "Sense and Sensebility"de izlediğim Emmatamsın'a yanarım. Yazıktır, günahtır, oynamayın böyle filmlerde yahu...



"Black Death" 2010
   Ned Stark'ın artık Şoon Biin'in üzerine yapıştığını idrak ettiğimiz filmdir. Afişteki çekilmiş kılıca bakıp aksiyon falan beklemeyin, zira o kılıç kınından sadece bir kez çekiliyor. Games of Thrones'da garibim Ned'in kafası kopuyordu, bu filmde bir tek kafası kopmuyor. Böyle gayriciddi bir başlangıç da yaptıktan sonra, gelelim filmimize...
   Veba salgınından muzdarip olan ortaçağ Avrupasında, Vatikan neden bazı köylerin salgına uğramadığını araştırmak için bir grup silahşorü bölgeye gönderir, olaylar gelişir. Kadro, görüntüler, müzikler vasatüstüdür. Lakin senaryoda bir kopukluk, bir derinleşememe sorunu vardır. Dönemin ruhunu gerçekçi bir şekilde yansıtmasına rağmen, vereceği mesajlar konusunda hayli karışık bir yapım var önümüzde. Kilise karşıtı mı ? değil, kilise yandaşı mı ? o da değil. Aksiyon filmi mi ? değil, dönem filmi mi ? o da değil. Ya da ben anlayamamışımdır. Ama oturup yerli dizi seyredeyim derseniz, yerine tabii ki öneririm. 
   Yoksa da önermem...

"The World According to Monsanto" 2008
   Tarihi eski, süresi uzun (aslında değil de (108 dk.) öyle geliyor), akışı yavaş, ülkemizi doğrudan ilgilendiren coğrafyalarda geçmiyor, kimi diyaloglar çok uzun, çarpıcı değil, görselleri zayıf (netcede görüntülenen eylem, tarımdır (bu konuda çarpıcı görüntüler beklemek de gerçekçi değildir)),  görüntüler/çekimler kaliteli değil. 
   Bu kadar olumsuz eleştirisini belirttikten sonra normal olan nedir :  "Seyretmenizi önermem" demek. Fakir tabiyki anormal (beklenen) önerisini yapacak ve "Kayıtsız kalmayınız" diyecektir.
   Zira;
   Monsanto şimdilik sadece soya ve mısırla ilgilense de buğday da (coğrafyamız da) iştah kabartan bir pazardır.
   GDO konusunda çok cahiliz. Ya bu konuda bilinçli olarak bilgisizleştiriliyoruz ya da bilmem artık.
   Monsanto ülkemizde ziraat fakültelerine küçükten yardımlara başladı (Bkz."Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmemesi").
   Tarım, 10.000 (yazıyla onbin) yıl kadar önce bu topraklarda başladı. Bunu yozlaştırmamak da bizlere düşmeli...
   Yolsuzluk, rüşvet, döner kapılar (bakınız işte bu çok ilginç bir kavram), sadece gelişmemiş ülkelerde olmuyor. 

   Belgeselimizi izlerken kabak kalye yermiş gibi oluyorsunuz. Olsun... Bittikten sonra çevrenize daha farklı bir gözle bakıyor, ekonomi sayfalarının küçücük haberlerini daha farklı yorumluyorsunuz. Belgeselin amacı insanı düşündürmekse, bu dokümanter işini gayet güzel yapmaktadır.
   Kayıtsız kalmayınız...   

26 Mayıs 2013 Pazar

"The Company You Keep" Redford'un Gözettiği Arkadaşlıkları...

   Kırklı yaşları bitirip elliye varmama az bir zaman kalmasına rağmen, uyku perisi hiç bir filmi yarım bıraktıramadı bana. 
   Bu film hariç...
   Sayın Redford'un önceki yönetmenlik deneyimlerini izlemişliğimiz var. "Bizi Ayıran Nehir" olsun, "Kuiz Şov" olsun takdirimizi kazanmıştır. Konuya ve kadroya (bilhassa da kadroya) baktığımızda beklentiyi yüksek tutuyorsunuz. Bu tanıtımda kadroyu yazmasam şişerim. Buyrunuz efendim : Rabırtredford (ki baştan sona kadar bir onu kesintisiz görebilmekteyiz), Suzınserendın, Şiyalebuf, Culikristi, Niknolti, Kriskuupır, Terınshavırd, Brendıngliisın, Stenlitukki, Semelyıt, Enakendrik (kadro olgun (şiyalebuf ve enakendrik haricinde) ama çok sağlam). Normalde bu isimler bir odaya dolaşıp geyik yapsa izlenir (en azından ben izlerim). 
   Konumuz ise şöyle özetlenebilir : 30 yıl önce cinayetle sonuçlanan bir silahlı soyguna katılan ekipteki savaş karşıtı kahramanımız; kimliğinin ortaya çıkması üzerine, onu kovalayan efbiay timinden kaçıp, ismini aklamaya çalışır.
   Konumuz iddialı, kadromuz şükela. Kısacası un, yağ, şeker var. Ama helva olmamış...
   Oyuncular ellerinden geleni yapmışlar, müzik, görüntü yönetimi de iyi. 
   Lakin iki saati aşan (121 dk.) sürede, gereksiz yere uzayan diyaloglar, son derece üstünkörü işlenmiş karakterler (ya da şöyle diyelim bir türlü derinleşemeyen karakterler), aslında çok heyecanlı olan konunun o heyecanı bir türlü izleyiciye aktaramaması, bazı soru işaretlerinin çözüme ulaştırılamadan üstü açık bırakılması (misal : sarışın kızcağız nick ve mimi'nin kızı mıdır ?), senaryodaki anlaşılmaz mantık aksamaları, gözkapağı üzerine iki adet mandanın çöreklenmesine neden olmakta ve bu mandalar uyku perisinin marifetiyle bünyeyi uykunun karanlık derinliklerine çekmektedir 
   Hayalinizdeki Rabırtredford "Akbabanın Üç Günü", hadi bilemediniz "Benim Afrikam"daki rabırtredford ise hiç izlemeyin. Üstad (76), yine yakışıklı ama yıllar etkisini göstermiş. Yine de "kadrodaki isimler çok iddialı" derseniz, buyurun seyredin...

19 Mayıs 2013 Pazar

"Dublörün Dilemması" Romandaki Rezervuar Köpekleri....

   Mutad korsan alışverişlerimi yapıyor idim. (vardır böyle alışverişlerim) 2005'te yayımlanmış her nedense pas geçmiştim. Dublörün Dilemmasını da alayım dedim (nasolsa beş lira !) İki sayfa okudum, kitabı imha ettim. Dedim "bunun korsanı alınmaz !"
   Neyse; edindik resmi kanallardan, başladım hatmetmeye. Paralel okumada onbeş gün sürdü bitmesi. 263 sayfa 99 bölüm. Bölüm başları, beyin tokatlayan alıntılardan oluşuyor. Cüneyt Arkın'dan da alıntılar var, hayali şeyhlerden de. Kapak, evlere şenlik. Ah Muhsin Ünlü'ye bile poz verdirmişler (ki afili filintalardan takipteyiz kendini (ki evdeki beş şiir kitabından biridir "Gidiyorum Bu" (ki o şiirler duru dimağla nasıl yazılır hala bilememekteyim (ki parantez rekorumu kırıyorum an itibarıyla)))) Arka planda pirekukusu kadar ilanları büyüteçle inceleyen şizofrenler ise (bkz.profil fotom) gülümseten ilanlar görebileceklerdir.
   Tamamen kurgu bir olay örgüsünün etrafında, kahramanların gözünden birinci anlatıcı olarak aktarılan bir romanla karşı karşıyayızdır. Olay; Tarantino filmlerini aratmayacak bir hareketlilikte ve gerçek olamayacak denli gerçeküstüdür. 
   Lakin kullanılan dil... İşte burada klavye kilitleniyor ve tanımlamakta güçlük çekiyorum. Olaya sardırdığınız anda (ki danseden kelimeler nedeniyle gayet kolaydır sardırmak) arada sokuşturulan bir cümle, bir tespit insanı düşünmeye zorluyor. Kah bilimsel gerçekler, kah şahsi düşünceler (bkz. dipnotlar) insanı hep gülümseterek düşündürüyor. 
   Kayıtsız kalınmayacak ve birkaç okumayı hakeden bir romandır. O halde mecbur; yazarımızın daha önce yazdıkları ve daha sonra yazdıklarını alıp okuyacak ve bu sefil güncede yazacağım.
   Son olarak şunu belirtmeden geçemeyeceğim : Yazar hakkında yaptığım küçük bir araştırmada siyasi olarak tamamen zıt kutuplarda olduğumuzu farkettim ve fakat, bu gerçek kitap hakkındaki düşündüklerimi zerre değiştirmedi. Nasıl ki bir pedofilin filmlerini izleyebiliyorsam (bkz.Polanski), bir ayyaşın şiirlerini okurken tefekküre dalabiliyorsam (bkz.Bukowski), bir şizofrenin yaptığı tablolar duvarımı süsleyebiliyorsa (bkz.Van Gogh) sanatçının kimliği ve ürettiklerinin birbirinden tamamen bağımsız olduğunu idrak etmiş durumdayımdır. Varsın; Sayın Menteş Yeni Şafak'ta yazsın, "Dublörün Dilemması" korsan alınmaz arkadaş...

DİPNOTLAR :
SUBJEKTİF YARGI : "Okur biraderim, okur bacım, seni tanımam etmem; bilmen gerekir ki, bir kadına elini verirsen, önünde sonunda tepene çıkmayı başaracaktır."
BİLİMSEL (Subjektif) GERÇEK : Baudrillard hakkında söylenenler. (Bkz.roman sayfa 155-156) (yazmaya üşendim. Çok uzun)
Ah Muhsin Ünlü'nün takıldığım şiiri (ki "Gidiyorum Bu"da yoktur)

15 Mayıs 2013 Çarşamba

"Side Effects"

   Adetimdir, izlemeden önce filmin konusuna dair birşeyler araştırırım. Bay Soderberg Contagion'da gıda sektörüne iyi çengel atmıştı. Filmin adı ve konusunu görünce "Hah dedim, şimdi sıra ilaç sektöründe !". Oturduk, izledik.
   Depresyona giren kızımız, yeni psikiatrının reçetelerine uygun olarak yeni bir tedaviye başlar, kocasını öldürür, olaylar gelişir. Konumuz budur.
   Tempo bazen sünse de (var böyle bir fiil !) genel olarak ilginiz düşmeden izlenebilir. Oyunculuklar ise iyidir (cudlovı tenzih ederim, teknik olarak gayet başarılıdır)(ketrinzetacons'un çerçeveli gözlükleri ise "zurefa" (Bkz.Attila İlhan "Haco Hanım Vay !") karakterine pek fazla bir şey katmamakta, oyunculuk vasatı aşmamaktadır. (Zaten filmden hemen sonra bipolar bozukluk (eskinin manikdepresyonu) teşhisiyle kliniğe kaldırılmıştır)) (parantez hesabım şaşmıştır an itibarıyla)
   Filmimizde iyi adam diyebileceğimiz kimseler yoktur. Her karakter öyle ya da böyle bir şekilde kötücüldür. Müzikler, görüntüler, çekimler ortalamanın üzerindedir. 
   Filmimize getireceğim en büyük eleştiri ise verilen meşaza olacaktır. İlk yarısında aynen "Contagion" gibi sert başlayan, kısa planlarla seyirci katkısı gerektiren, ilaç endüstrisine sıkı salvolar savuran filmimiz; ikinci yarıdan itibaren bir mesaj filmi değil bir holivut filmi haline bürünmekte, seyirciye bırakılan soru işaretleri gereksizce açıklanmaya çalışılmakta, ilk başta hırpalanan ilaç sektörü (nedendir bilmiyorum. lobileri mi çok güçlüdür ? filme sponsor mu olmuşlardır ? artık bilmem !) pışpışlanıp, pir-ü pak edilmekte, bu da fakirin asfalyalarını feci halde attırmaktadır. 
   İçerdiği bazı cinsel içerikli sahneler yüzünden sabi sübyanla seyredilebilitesi (işte böyle bir kelime var mı gerçekten bilmiyorum) yoktur. Ama siz çocukların yatmasını beklemeyin birlikte izlemeye başlayın ilk yirmi dakikadan sonra onlar sıkılıp başka meşgaleler uyduracaklardır. 
   İlaç sanayiine saydıran film izleyeyim diyorsanız izlemeyin, ama komplolu, entrikalı vasatüstü holivut (pilavüstükuru gibi oldu bu da) izleyebilirim, beni bozmaz diyorsanız buyurunuz efenim...

11 Mayıs 2013 Cumartesi

"Beyaz Türkler Küstüler" Evet !...

 
   80'li yıllardan hayli sonraydı. Özal gençliğiydik, apolitik, bilgisiz, kafası kesilmiş tavuklar gibi duvarlara çarpa çarpa koşuşturan. Hayatımıza aniden giren kavramları anlamlandırmaya çalışıyor, bize büyümüş gözlerle bakan atalarımıza-babalarımıza, kısık gözlerle bakıyorduk. Derken Bayan Alatlı'nın o meşhur dörtlemesine maruz kaldık. (Viva la Muerte,  Nuke Türkiye, Valla Kurda Yedirdin Beni ve O.K.Musti Türkiye Tamamdır) Artık çevremize daha farklı bakıyor, bazı kavramların daha fazla incelenmesi gerektiğini idrak ediyor ve daha fazla okuyorduk (..m). Fakire bu etkiyi yapmıştı bahsedilen dörtleme. Romana teşne olduğumdan roman muamelesi yapmaya çalışıyordum, olmuyordu. Sosyolojik araştırma desem o da değildi. Herhangi bir kategoriye dahil etmeye çalıştığımda hiçbirine uymayan ilginç bir deneyimdi. 
   Günay Rodoplu çevresinde akagelen ve dönemin ruhunu çok iyi yakalayan, inceleyen ve tespiti yapıştıran bir tespitler silsilesi demek daha doğru olur diye düşünüyorum. Nedir : bu dörtleme sayesinde sağ, sol, liberalizm, milliyetçilik, etnik milliyetçilik, kapitalizm, ülke, nekrofiliya, türkü, kökler ve daha sayamayacağım kadar çok kavram şekilleniyor, tanımlanıyor ve acımasızca eleştiriliyordu. Alatlı, herhangi bir kliğe dahil olmadan toplumda gördüğü ne varsa teşrih masasına yatırıyor ve en ince ayrıntısına dek didikliyordu. (bu didikleme huyu "Gogol'un İzinde" üçlemesinde de kendini gösterir ve bazen okura saçbaş yoldurtur) Ne yapalım ? Çaresiz Sayın Alatlı'yı kült yazarlarımızın içine kattık ve her kitabını zamana yaya yaya, sindire sindire okuduk. 
   Schrödinger'in Kedisi ikilemesi çok ilginç bir zamanda (2001'de) aynı yıl içinde iki kitap olarak yayımlanmış ve ütopik bir yapıt olmasına rağmen kendi özel okur kitlesi tarafından hemen benimsenmişti (kitapta adı geçen Ergenekon yapılanması özellikle dikkat çekiciydi).  
   Derken meşhur dörtlemenin beşleyeceğini öğrendik ve bekledik. Nihayet onsekiz sene sonra serinin beşincisine de usul usul başladık. Şeytan Sofrası'nda körfeze bakan sarışın bir kadının sırttan çekilmiş fotoğrafının görüldüğü kapak (önceki kitapların kapaklarının hiçbirinde fotoğraf yoktu) ve 455 sayfalık hacmiyle beni bir ay kadar meşgul eden kitap ancak dün nihayete erdi.
   Peşinen belirteyim : üslup, yöntem, tarz, janr (adına ne derseniz artık) dörtlemeyle paralel olsa da ilk dört kitabın çarpıcılığı bu kitapta yoktur. Ya geçen yıllar fakiri değiştirdi (buna inanmak istiyorum) ya da Hazret değişti. 
   Günay Rodoplu'nun ölümünden sonra anlatıcılığı Mehmet Sedes ve ikinci eşi Meral üstlenmekteler.  Kırmızı halı paçozluğu bölümüyle ve Hacı Taşan'ın muhteşem dizeleriyle başlayan eserde, zamanın ruhuna uygun olarak paçozluk, expatlık, pespayelik, müptezellik, puşlostluk (bkz.Dostoyevski) gibi çeşitli haller altında zuhur eden günümüz selebritilerine ve hallerine ver yansın edilmektedir. Kitapta adı geçen (günümüz popüler kültüründe çokça bilinen) çeşitli isimlerden bazıları, balık hafızamın hatırladığı kadarıyla şöyledir. Sevan Nişanyan, Mustafa Sarıgül, Ali Nesin, Betul Mardin, Ulus Baker (ki bu denli eleştirilmesini yadırgadım), Tarhan Erdem, Muazzez İlmiye Çığ, İnciluz Rahmi, Kürt aristokrasisi !, Gonca Kuriş ve niceleri...
   Yazılanlar sadece kişilerin çevresinde dönmemekte, yaşananlar da tespitlerden paylarına düşeni almaktadır. Bu sayede Apo'nun ideolojisi ile eski ahit arasındaki korelasyonu, genç siviller ve ışıkçı tayfasını (bkz.tebliğler)(bkz.ruhselman), masonik oluşumları, Türkmenbaşı faşizmi, yeni nesil mütedeyyin sosyete ve daha pek çok ahvali şaşırarak, silkinerek okuyoruz. 
   Velhasıl, kayıtsız kalınacak bir matbuat değildir. Okurken roman diye yaklaşmayın yeter. Yanında başka bir şey de okumayın (ben yaptım pişman oldum). İkinci ve üçüncü okumaları, hatta derin okumayı bile hakkeden bir eserdir. Alatlı fanları bitirmişlerdir çoktan da, bunlar yazara aşina olmayanlar için yazılmıştır.
   Bir de yıllardır anonim zannettiğim serçeli haikunun yazarını bana öğretmiştir ki, sağolsundur...  

"Kime kin ettin de giydin alları
 Yakın iken ırak ettin yolları
 Mihnet ile yetirdiğim gülleri
 Varıp gittin bir soysuza yoldurdun."
Hacı Taşan

"Ben sade bir serçeyim sazlıkların arasında
 Şarkı söylemem.
 Unutmam.
 Kışın gitmem."
Viktorya Tedoru

8 Mayıs 2013 Çarşamba

"Hansel & Gretel Witch Hunters" Böyle de olmaz ki !

 Etek giyerek cadı taklidi yapan goblinler (aikido / jiu-jitsu yapıyorlar) var, normal troller var, baştan aşağı deriler giyerek van helsing rolü kesen esas oğlan/kız var, kutsal suyla yıkanmış makineli tüfek (yanlış anlaşılmasın filmimiz orta çağda geçiyor) var, süt şişelerinin üstüne yapıştırılan kayıp çocuk (neyse ki fotoğrafları değil) çizimleri var (film orta çağda geçiyor yine hatırlatıyorum), cadı avcısı fanları var (toplama haber kataloğu imzalatıyorlar), çok sık ziyan edilen insan kafaları var, patlayan gövdeler var, akla zarar kostümlü cadılar var (misal : aşağıdaki leydigaga), hoplamalarzıplamalar gani, arada bir gobline dönüşse de famkeyansen var, nal çivisi gibi enjektörle insülin yapan esas oğlan var (orta çağ diyorum bak !), çocukluğumuzun ürkütücü masalının komediye dönüşmüş hali var. 
   Nedir : beklentilerinizi düşük tutarsanız pekala da gideri vardır ama "klip" değil, "film" izleyeyim derseniz yanına bile yaklaşmayın.
LADY GAGA

KAPICI HÜSEYİN EFENDİ

MUHTELİF CADILAR

6 Mayıs 2013 Pazartesi

"Pas ve Kemik" Birbirine İyi Gelmek !

   Yönetmene dikkat ! 
   Bu Jak Odyar namıyla maruf yönetmenkişisi 2009'da "Peygamber" ile fakirin zihnini sinematik anlamda pek çelmiştir. Üstüne bir de (kendi anadilinde oynadığı zamanlar) izlemelere doyamadığımız Mariyon Kotiyar'lı "de douille et d'os" bu hafta gösterime girince izlemeden edemedik.
   "Ali, Belçika'dan Güney Fransa'ya neden olduğunu bilmediğimiz nedenlerden hicrete kalkmış bir sığırdır. Öylesine bir sığırdır ki : önce (kendi fıtratınca) yeşerdiği bir kadının, bacaklarını kaybetmesinden sonra yaptığı yatma teklifini bir manda zerafetiyle gerçekleştirir, köpekleri sevmez, kendi çocuğunu sevmez, kendini bile sevmez. Engel olarak düşünürsek, ampüte Mariyon'dan kat be kat engellidir. (sadece son beş dakikaya kadar bunun farkında değildir)
   Stefani, engellenmeden önce kibirli, başına buyruk (nası diyorsunuz hımmm... arogan) bir karakterken, süngüsü düşünce (Allah'ın sopası yok !) daha kalender bir insankişisidir. Bir şekilde bu iki engellinin yolu kesişir, olaylar gelişir." (bu filmin konusu ancak bu kadar yoz bir şekilde anlatılabilir (maksat film hakkında fazla ipucu vermemek sevgili sinefil (kasıtlı yozluk yani)))
   Konu budur.
   Her an, her açıdan aktüel kamera kullanan yönetmenimiz, bizleri yaşananların içine kadar sokuyor, Bayan Kotiyar'ın ağlamaklı gözleri, Bay Matiyas'ın bol kaslı vücudu, Sem'in kısacık sarı saçları pek alkış topluyor, Stefani'nin kazadan sonraki kendinden iki parça taşıyan balinayla karşılaştığı sahne (nasıl olduğunu anlamasam da) garip hisler uyandırıyor, yönetmenin müzik seçimi kimi zaman saçbaş yolduruyor,  ampüte sevişme sahneleri kimi zaman rahatsız ediyor, konu zaman zaman iyice darmadağın oluyor (ama hayat da öyle değil midir ?), (DİKKAT BURASI FİLM HAKKINDA İPUCU İÇERİR) sonu bildiğimiz tarzda Fransız filmlerine benzemeyecek kadar masalsıdır, lakin bütün bu sıraladıklarıma rağmen izlenmeyi de hakediyordur. 
   Sabi sübyana sert gelebilir, bir "Un Prophete" olmayabilir, ama her halukarda dondurmacıaslanlardan, demiradamlardan daha gerçektir. Yakın durunuz... 

30 Nisan 2013 Salı

"The Last Stand" Valilikten Şerifliğe Giden Yol !...

   Eski dünya vücut şampiyonu da olsa insan, 66 sından sonra vücudunu göstermekte zorluk çekiyor tabiy ki. Yine de güzel kilo vermiş eski California Valisi. Sanatçının zenaatkarını sevmem. Şvarzenıgırr da öyledir. Güzel bir vücuttan başka katacağı pek bir şey yoktu sinemaya. Aksan falan hak getire (bir entınıhopkins değildir). Ne yaptı ? Önce barbarkonan oldu (konuşmazdövüşür bir prototip) sonra terminator (konuşmazsonlandırır bir prototip), komedide çuvallayınca (bakınız "ikizler", "kreş polisi") Kenedigillerden bir gelin alıp"kaliforniyaya vali olayım bari" dedi. 2011'de valilikten ayrılınca çerezlik "Harcananlar2"de küçük bir rolle kameraya ısında veee huzurlarınızda "son mevzii".
   Harcıalem bir holivut aksiyonuyla karşı karşıyayızdır sevgili sinefiller.
   Her ne kadar Güney Kore'den (o kendine özgü aksiyon estetiğiyle) yönetmen ithal etseler de, filmimiz yine holivut çerçevesinde sıkışmış kalmış, birbuçuk saatin sonunda zihni pırıl pırıl eden bir aksiyon filmidir.
   Kah American Way tarzı eski usül milliyetçiliğe göz kırpmakta, kah ateşli silah lobisine kırıtmakta, kah (ufak ufak) kendi kendine dalgasını geçmekte; kısacası zevahiri kurtarmaya çabalamaktadır.
   Yardımcı rollerde Forıst Vitıkır, Luiz Guzman (ne de severim kendilerini) ellerinden geleni yapıyor. Yönetmenimiz de elinden geleni yapmış, mısır tarlalarında Thin Red Line estetiği yakalamaya çalışmış,  aksiyon sahnelerinde Tarantino sertliği bulmaya çabalamış, yeni geldiği muhitin bütün kalıplarına uymuş, ortaya da bu film çıkmıştır.
   Bu akşam ne yapayım da bilinçaltımdaki destrudoyu yatıştırayım. Şu önümdeki bir buçuk saati  bir güzel harcayayım diyorsanız, seyredebilirsiniz. Yok derdiniz başkaysa, oturun bir otuz sayfa kitap okuyun daha iyi olur...

İş bu yorum; iki duble yeşil efe refakatinde yazıldığından fazla mantık içermeyebilir. Peşinen özür dilerim...

28 Nisan 2013 Pazar

"The Host" Teenage Bilimkurgusu...

   Hayatımda ilk kez bilimkurgu seyrederken uyukladığım filmdir.
   Meyers'in kitabından uyarlanmış bir senaryo olmasından kıllanmış olmam lazımdı halbuki. Meyers senaryosu da şu demektir : iş yaparsa devam filminin çekilmesi muhtemel, gençlere (hadi ergenlere diyelim) hitap eden, bu konuda daha önceden ortaya konan eserlerden hayli "esinlenen", gayet ticaret kokan bir mamul. 
   Filmimiz de saydığım kalıpların dışına çıkmamaktadır. Bilimkurgu olarak düşünüldüğünde parlak bir fikrin (olmuş bitmiş bir uzaylı istilası) nasıl Meyers üslubunda hamhaşat (var mıdır böyle bir sıfat ?) olduğunu maalesef üzülerek görüyoruz. 
   Konumuz kısaca şöyle : dünyamız uzaylılar tarafından istila edilmiştir, bu uzaylılar spermazoit görünümlü, insan bedenlerine konak olarak yerleşen gayet de centilmen istilacılardır (ne yalan söyleyeyim ortaya çıkan dünyaya bayıldım (reklamsız, markasız bir dünya !)). İstilacılar parlak gümüşi lens kullanmakta, kırışık göstermeyen açık renkli giysiler giymekte, dünyanın kirlenmesini durdurdukları halde felaket egzost salan, Detroit sanayisinde komple nikelaj yapılmış spor otomobiller kullanmaktadırlar. Esas kızımız (bu kızcağızın isminin söylenişini bilip de beni bilgilendirene müteşekkir olacağım) bu istilaya karşı koyabilen ender türdaşlarımızdandır. Kahramanımız bir istilacıya mecburen konak olur. Lakin direnir, istilacının  kanı da kızımıza ısınır. O da hafiften direnişçi olur, olaylar gelişir.
   Güzel başlayan ilk on dakikadan sonra, ne karakterlere ne de kurguya odaklanamayan filmimiz özellikle ilk yarıdan itibaren hafakanlar bastırmaktadır. Senaryo mantık hatalarıyla doludur (mesela uzaydan gelip dünyamızı istila eden ırkın bir termal kameralarının olmaması (daha fazlasını yazmaya vallahi yazmaya üşeniyorum)). 
   Yaratıcı bir fikrin, fena olmayan bir kadroyla (yanarım yanarım sıkı oyuncu William Hurt'un "Ceb Amca" rolünde harcanmasına yanarım) , dünyanın parasıyla nasıl yağmurda öpüşmeli, koşarak ağlamalı ergengençlik filmine görüştüğünü görmek isteyenler buyursun seyretsin. 

21 Nisan 2013 Pazar

"Lezzetin Tarihi" Prof.Dr.Zeki Tez'den Şikemperverlere...

   İddia ediyorum : bu kitap NTV yayınlarından çıksa bugüne dek çoktan on baskıyı devirmişti. Üzülerek idrak ediyoruz ki, günümüzde kitap satışlarını birazcık da (birazcıktan fazla aslında) reklam stratejileri belirliyor.
   Hocamızın kitabı, biri diğerlerinden daha geniş olmak üzere ("Tarihte Yiyecek-İçecek Kültürü Üzerine") beş başlıkta sunuluyor (diğerleri : "Kahve ve Kakao Üzerine", "Tarihin Demi : Çay", "Şekerin Tatlı Tarihi", "Tarihte Tütün Keyfi"). Ağ güncemin alt başlıklarından biri malumatfuruşluktur. Bugüne dek bu kitabı ıskalamış olmak da bendenizin ayıbıdır. 
   Kitabımız; roman ya da inceleme gibi "açıp, başından başlayıp sonuna kadar okuyayım" yöntemiyle okunacak bir kitap değildir. Üç haftadır elimde, komodinimde, iş molalarında sürüklenip duruyor henüz 153 ncü sayfasındayım. Her bir konu bir cerrah ustalığıyla incelenmiş, bir tarihçi titizliğiyle tasnif edilmiş, bir edebiyatçı diliyle yazılmıştır. Bir başlandığında sular seller gibi akmaktadır. Lakin (evet bir de işin "lakin" boyutu vardır), dağarcığımıza sunulan bilgiler o kadar ardı ardına gelmekte ve o kadar geniş bir yelpazeye yayılmaktadır ki vasati beyinlerin (Bkz. benimki) bu kadar malumatfuruşluğu hazmetmek için kallavi fasılalara ihtiyacı olmaktadır.
   Kitapta; her gün kullandığımız gıdaların tarihçelerinden, günümüze dek olan değişimlerinden, kolanın (çamaşır kolası değil ama) gelişimine, Fars kültüründeki popüler bir içecek olan "penç" ile Batı kültüründeki "punch" arasındaki korelasyona, bozadan, şıraya (müşkül ahval şahitleri), ale'den, oley'e binlerce, (abartmıyorum belki de onbinlerce) ilginç (ve yararlı) bilgiye ulaşmanız mümkün. (misal : Kaynakça 255 (yazı ile : ikiyüzellibeş) kitaptan mürekkeptir)
    Şikemperverler ve rindmeşreplere daha fazla hitap ettiği aşikardır. Tarihe, mutfağa, yeme içme kültürüne, keyif verici maddelere (sulu kuru her türlü !), bilgiye ve malumatfuruşluğa meyyalseniz kaçırmamanız gerekir. Yok benim için yemek önemli değil ekmek arası pilav benim işimi görür derseniz, okumasanız da olur.
 
Bu vesileyle bu hazineye ulaşmamı sağlayan 
Foça'daki bibliyofil dostumuz Zuhal Hanıma da bin selamlar...

18 Nisan 2013 Perşembe

"The Hedgehog" yahut "Le Herisson" veyahut Kirpi !

   Komedi olmamasına rağmen insanı sıcacık gülümseten filmdir. Okumaya meyyal olmayanlar izlediğinde bibliyofilin aldığı zevkin pek azını alabilir. Nedir; filmimizde kah Bay Leo Tolstoy, kah Bay Junichiro Tanizaki sahne alarak bibliyofilin frontal loplarını şenlendirmektedir. (bilhassa Anna Karenina'nın ilk cümlesinin, filmin düğümü olacak ilişkiye vesile olduğunda...)
   "Paloma, onbir yaşında olmasına rağmen hem yetenekli, hem de cin gibi zeki bir kızımız olduğundan, hayatın sırrını çabucak çözmüş ve aslında büyük bir akvaryumda yaşadığımızı anlamıştır. Cici kızımızın ölümle ilgili fazla birikimi olmadığından (ki maalesef ileride o da olacaktır) ve akvaryumda yaşamaya katlanamayacağından, onikinci yaşgününde intihar etmeye karar verir. Derken, ("belki şehre bir film gelir" Bay Burkay'a selam olsun) apartmana egzantrik bir komşu taşınır (doğu bilgeliğinin simgesi Bay Kakuro Ozu), apartman kapıcısı Bayan Michel'in (tanıyanlar içinse (ne şanslıdır onlar !) : Röne) değişik vasıfları öğrenilir. Olaylar gelişir."
   Filmin neredeyse tamamı kapalı mekanlarda geçmekte, hiç bir ünlü oyuncu rol almamakta, dekorkostüm masrafları neredeyse hiç olmamakta (olmadı bu cümle !), görüntü yönetmeni pek iyi iş çıkarmamakta lakin senaryonun sağlamlığı bütün bu handikapları aşarak ilk onbeş dakikadan sonra izleyiciyi sarmalamaktadır. Kullanılan animasyonların pek şık olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim. Filmin sonuna dek (senaryodaki ana temanın ölüm olduğu halde) akvaryumdaki balığa hallenen kedi gibi gülümsedim ve "böyle Fransız filmi olur mu ?" diye düşünürken yönetmen bey fakiri ters köşeye (hem de fena halde) yatırdı. 
   Daha fazla ayrıntı filmi bozabilir, kestim...
   Lakin filmin üzerinde durduğu temeller üzerinde iki satır yazmasam şişerim.
   "Bir insanın birden çok vasfı olabilir"
   Bu cümle fakiri kendinden almıştır. Gerçekten de her gün karşılaştığımız insanların hangi yüzlerini tanıyabiliyoruz ? Hep rastladığımız, sıradan zannettiğimiz, burun kıvırdığımız insanları nasıl, neye göre değerlendiriyoruz ? Sosyal statü, açıkça zikredilmeyen kast sistemi, varsıllık, yoksulluk... Hep bu zahiri koşullara göre değerlendirmiyor muyuz karşımızdakini ? Kaçımız aslında o insanın değişik vasıfları olduğunu merak ediyor, öğrenmeye kalkıyor ? 
    Pek azımız... Oysa yaşadığımız bu büyük akvaryumda insanların birbirini keşfetmeleri için azıcık çaba yetiyor. O zaman aslında bu akvaryumda karbonkopya lepisteslerin yanısıra zebra çikletlerin, papağan balıklarının, ejderha denizatlarının ve hatta dev medüslerin olduğunu idrak edebiliyoruz. 
   Bu kadar ahkam yeter.
   Filmi izleyenler için bir cümleye daha dikkat çekmek isterim.
   "Ne kedi dışarı çıksın, ne kapıcı içeri girsin"
   Dirim, ölüm, bitter çikolata, kediler, kitaplar, yaratıcılık, kader gibi konular ilginizi çekiyorsa, yakın durunuz. Sabi sübyanla dahi izlenebilirliği vardır. İkinci izlemeyi bile hakkeder (şahsen arşive aldım).
   Haydi iyi seyirler...


13 Nisan 2013 Cumartesi

"Jagten" Av

Ortalamanın Faşizmi
   İzlerken sinemanın gücüne bir kez daha inanmamızı sağlayan bir Danimarka filmiyle karşınızdayız sinefiller.
   Küçük bir kasabada anaokulu öğretmenliği yapan Lucas, çocuk tacizi konusunda suçlanınca yaşayakalmaya çalışır. Tretman ne ki ? Tek cümlede açıklanıveren konumuz, iki saate varan kordelamızda öyle bir işlenir ki sinefilde onarımı imkansız sinematik travmalar yaratır.  
   Kendi adıma filmin ilk yarım saatinden itibaren öyle bir gerilim ve hiddetle doldum ki, film bittiğinde içimi çekip film (özellikle de çok düşünmek gerektiren finali) hakkında düşünmek yerine, iki günlük malt viski istihkakımı onbeş dakikada bitiriverdim (yine de gerektiği kadar sakinleşemedim).
   Modern zamanlardaki bireyin yalnızlığını görüyoruz, kişilerarası ilişkilere neşter atıyoruz, toplumun değer yargılarını mikroskopa yatırıyoruz, dar bütçeyle nasıl iyi film yapılır dersi alıyoruz, objektifte geniş açı kullanımının (okul bahçesi ve kilise (ki Lucas'ın dışsallaşmasının tavan yaptığı anlardır)) duygulara nasıl yansıdığını temaşa ediyoruz, Mads Mikkelsen'in oyunculuğuna şapka çıkarıyoruz (Gazinoroyal'deki Löşif ne kadar yapaysa, Lukas o kadar gerçek (çok iyi oyuncu çok (ki bu gazla yeni dizisi Hanibal'e de bir göz aticiiz))) (Allam yazıyı yine paranteze boğdum !), Danimarka'da larsfontriers'den başka iyi yönetmenler de olduğunu anlıyoruz, kızıyoruz, çaresizliğe kapılıyoruz, düşünüyoruz.  Eee daha ne olsun !
   İzleyelim, önerelim, alışkanlığımız varsa arşive atalım hatta !...
Son söz de Gustave Le Bon'dan gelsin : 
"Sosyal bir kitlede kişi sayısı arttıkça düşünsellik azalır, duygusallık artar."(Bkz.futbol maçları)(Bkz.Jagten)

8 Nisan 2013 Pazartesi

"Gangster Squad" Çuntouchables !

 
   40'lı yılların sonu Losencılıs.
   Fötr şapkalar, yüksek belli pantalonlar, derin yırtmaçlar, tamburalı makineli tüfekler, ipek gibi bir caz, şehri haraca kesen, tüm yetkilileri satın almış sadist bir mafya babası, onun soluğunu kesmeye niyetli uyumsuzlardan oluşan bir polis grubu.
   Başrollerde Sean Penn, Ryan Gosling, Josh Brolin, Emma Stone, Giovanni Ribisi (bu covanni iyi aktör), Nick Nolte (yalnız ne yaşlanmış, ne kilo almış tomcordeş (bu benzetme nüfus kağıdını defter olarak alanlar içindir)) gibi ağır toplar.
   İnsan güzel bir şey bekler değil mi ?
   Olmamış işte. 
   Beklentileriniz düşükse, sanat yönetmeninin hatırına (çünkü hakkaten de çok çalışmış, zahir(yukarıdaki afişe bakar mısınız ?)) dizinizi kırıp seyredebilirsiniz. Sonuna kadar da ilginiz düşmez. Kostümler, dekorlar, müzikler, ambiyanns; tamm o dönemleri yansıtıyor. Görüntü yönetmeni de iyi iş çıkarmış (araba takip sahnesindeki CGI'lar falan hiç sırıtmıyor).  Senaryo, kurgu aksamıyor. Ama olmamış.
   Tüm karakterler asla derinleşmiyor (hele caşbrolin aynı yüzle başladı ve bitirdi o derece (adam öldürürken de, küvette yumuşarken de aynı mimikler))(şoonpen'den hiç bahis açmayalım lütfen (bildiğiniz losencılıslı aliağaoğlu olmuş)), bir sonraki sahne hemmencecik tahmin edilebiliyor, önceden kimin öleceği (zuhur ettiği ilk sahneden itibaren) tahmin edilebiliyor,  gerçekçilik yok, sürpriz yok, klişe üstüne klişe var, çok iyi holivut filmi olmuş.
   Yönetmenin yerine olsam, bu kadar iyi malzemeyle işe başlamadan önce, 26 yıl önce çevrilmiş olmasına rağmen bu yapımı kat be kat aşan "The Untouchables"i bir izler, arada not alırdım. Yine de hakkını yemeyelim, iyi seyirliktir (arakolpa film kriterleri Md.1 = sevdiceğim uyumadan sonuna kadar izleyebildi). Sabi sübyanla izlenmez (ilk üç dakikada, adamın biri cart diye ortadan ikiye ayrılmaktadır)
   Başlıkta Çuntouchables gibi bir şey göreceksiniz. O "Ç", çakma'nın kısaltmasıdır. 
      

7 Nisan 2013 Pazar

"Biz Apaçık Yazılar İndirmişizdir" Ağlasam mı, gülsem mi ?

   Aydının bir görevi de muhalif olmaksa, bugüne dek böyle münevver kalem görmedim.
   Her dönem, ama istisnasız her dönem, iktidarda kimin olduğu hiç önemli değil, hep muhalefet okudum (siyasal olarak). Bugünlerde bunu yapabilmek zor. Zira muhalifler pek az. Nihat Genç de okuyorum, Kaan Sezyum da... Bak üçüncü isim gelmedi aklıma. (ciddi muhalifler pek sıkıcı olabiliyorlar da)
   İtiraf ediyorum geç tanıdığım bu kalem, fakirin indinde sermuharrirdir artık. 
   Kıymet Nadir Bindebir; anladığım kadarıyla günümüzde herhangi bir basın kuruluşunda asla ve kat'a yer alamayacak denli dobra ve "kral çıplak" (ne kelime ! "padişah hepimizi s.nkaf etmekte, ediyor") diyebilen (yazabilen), bu yüzden çeşitli mecralarda (ancak hiçbiri popüler, medyatik değil) yazabilmiş, nihayetinde yazma eylemine ancak kısıtlı ulaşım imkanlı olarak kendi internet sitesinde devam edebilen bir nevi şahsına münhasır, ters organik bağlantılı (çok şükürdür o tersliklere !), uzaktan hemşehrim, yakından fikirdaşım, yazılarına (özellikle bu müptezel matbuat arasında) abonemüptelaiptila olduğum, okurken ağlasam mı gülsem mi bilemediğim, uykudan önce okuyunca uykularımın kaçtığı, öğleden sonra okuduğumda sinirlerimin bozulduğu, kahvaltıdan sonra okuyunca uykumun geldiği, bindebir bulunan nadir bir kıymettir.
   İlk yayımlanan kitabını (Hamdolsun Verdiğin İnternete) (önce param yoktu alamadım, sonra) ara tara bulamadım. İnternet sitesi üzerinden bir e-posta attım. Şık bir yanıtla, fakire bir PDF kopyasını yollayıverdi. Üstelik sefil ağ güncemden alıntılanmış tümcelerle. Böyle de zariftir. (şu anda bir "gizli böbürlenme" yaşıyorum)
   "Biz Apaçık Yazılar İndirmişizdir", yazarın 2007-2009 yılları arasında yayımlanan çeşitli kısa yazılarından oluşuyor. Dokuz ana başlık altında toplanmış hap gibi tespitler. Altına imza atabilmek, (bu paranoid ortamda) cesametli husye gerektirir. Analitik kari (yine şapka bulamadım klavyede), bu yazıların hep bir açıdan bakılarak yazıldığı eleştirisini getirebilir. Ancak fakir o denli analitik değildir. Ve o açı, tam da benim oturduğum yerden temaşa edilen açıdır. 
   Yazarın tespitleri, bombastik bir mizahla taçlandırılarak okurun gözlerine aktığından, durumun vehametini gülümseyerek (ama acı acı) idrak edebiliyoruz. Kaldı ki, mizah otoriteye karşı elimizdeki en güçlü kozdur (diye düşünüyorum). KNB de mizahı alabildiğine yetkin, ham ve zihin parlatıcı bir dozda kullanmaktadır.
   Klasik bir koro (TSM korosu ama (zira batı koroları bile en azından iki sestir)) halinde tezahür eden matbuat ve görsel medya ile çepeçevre kuşatıldığımız cessur modern zamanlarda (Haksli'ye selam olsun) KNB yazıları/kitapları bir çok insan için çölde vaha, kutupta ufo, fırtınada korunak, mide fesadında limonlu karbonat, balığın yanında rakı, peynirin yanında şarap, yağmurlu yolda önünde duran üstelik tam da gideceğin yere bırakan kadillaktır. 
   Okuyunuz, okutturunuz....
 
HAMİŞ : Bu arada "Hamdolsun Verdiğin İnternete" her ne kadar PDF olarak elimde varsa da. Kitaplığımın onsuz eksik olduğunu düşündüğümden,  bulan rastlayan olursa (bedelinin üstünde (hatta çok üstünde) bir meblağa da olsa) ödemeli kargo ile (banka hesap numarasını da belirterek) bana ulaştırabilirse minnettar kalırım.
(GÜNCELLEME : buldum, sipariş ettim. Emeği geçenlere binlerce şükran)

1 Nisan 2013 Pazartesi

"Sultanı Öldürmek" Reşat Ekrem Koçu mu olsan Sir Arthur C.Doyle mu olsam ?

   Korsan kitap piyasasının yüzünü güldüren ve korsan jargonunda kısaca "Sultan" olarak adlandırılan bir Ahmet Ümit polisiyesiyle karşınızdayız iflah olmaz bibliyofiller. 
   Sayın Ümit'in en hafakanlar bastıran romanlarından biri olduğunu itiraf etmeliyim. Günümüzde işlenen bir cinayetin; birinci tekil şüphelisinin ağzından anlatılan öyküsü, ilk yirmi sayfasından itibaren (zannımca gereksizce uzun) iç sayıklamalar ve ilk çeyreğinden itibaren de (zannımca güzelce bilgilendirici) tarihsel bilgilerle şekilleniyor. Vedat Türkali'yi çağrıştıran iç sayıklamalar çıkınca 200 sayfa kadar kısalabilecek romanımız, tarihi bilgiler de çıkınca rahat bir 150 sayfa daha kısalabilir ve okunması çok kolay bir 150 sayfalık polisiye kitap olabilirmiş.
   Yalnız şöyle de bir sakıncası var : olay örgüsü; iç konuşmalar ve tarihi gerçeklerle o denli girift bir şekilde örülmüş ki, bu saydıklarım çıkınca "cingöz recai" tarzında kuru bir polisiye kalıyor elimizde. O halde gözümüz mahkum bu 528 sayfalık cesametli kitabı okumaya koyuliciiz.
   Ama Sayın Bay Ümit'in "Sis ve Gece"si ile "Beyoğlu Rapsodisi" kalibresinde bir şey bekliyorsanız, hiç yaklaşmayınız. Zira bittikten sonra ağızda kekremsi bir tat bırakan, "ohh ne iyi yapmışım da okumuşum" diyeceğiniz bir polisiye değildir.