6 Aralık 2025 Cumartesi

Blog yazmanın bitmesi!

    Blog yazmak cançekişiyordu da yavaştan öldü galiba. Takip ettiğim yazarlar uzun zamandır yazmıyor. Okuma listem neredeyse altı aydır sadece benim yazdıklarımla dolu. Adetimdir: bir yere gitmeden önce couchsurfingdeki yerel ahbaplardan bilgi almanın yanısıra blog yazılarını da bir okurum. Nedir: yazmak zor bir eylemdir. Bir yeri yazacak kadar çok sevdiyseniz yazdıklarınıza güvenirim. Bunun da ayrımını yapmak yıllarımı aldı. Herkesin beğenisi, beklentisi, ateşleyici faktörü farklı çünkü. Bulursam değmeyin keyfime. Didikler işime yarayanı programıma alırım. Şimdiye kadar beni hiç zorda bırakmadı bu yöntem. Turist tuzaklarından uzak kalıp bir yerin ruhunu daha iyi anlamama neden oldu. Sadece o değil kitap, hayat, mekan, film önerileri de aldığım oldu. 
   Şu hayatın kendisi dahil olmak üzere herşeyin sonu var. Buranın da sonu geldi demek ki. Hazin! Modern zamanlarda insanların zamanı hem çok kıymetli hem de bu kıymetli zamanlarını çöpe harcıyorlar. Her bilgi, her veri; çok kısa ve hızlı olmak zorunda. Beynimiz daha bu verileri işlemek için o kadar hızlı değil, entegrasyon 1 iki kuşak alacak. Şimdiki gençler bunun üstesinden geliyor yavaştan. Ama hazmetmek ve içselleştirmek konusunda oldukça zayıfız. Yahut ruhumuz beynimize yetişemiyor. Bilemiyorum Altan! Neticede başta gördüğünüz logolar galebe çaldı.
   Ben bunları kendime yazıyorum. Yıllar sonra okuduklarımın, izlediklerimin, gezdiklerimin neler olduğunu hatırlamak ilginç bir deneyim oluyor. Kitaplığımda tuttuğum filmleri, arşivimdeki filmleri, albümümdeki gezi fotoğraflarını on yıllar sonra incelemek. O dönem nelere dikkat ettiğimi, şimdiki perpektifimle karşılaştırmak; ufuk açan, aydınlatan bir şey. O yüzden yazmayı bırakamam. Ayrıca okuduklarımı bir kişi dahi okuyup önerilerden faydalanırsa bana artı değer olur. Öyle çok okunmak (ve hatta hiç okunmak), tanınmak gibi bir derdim yok, ölümümden bir 20-30 yıl sonra bu dünya üstünde hiç var olmamış gibi olacağımı biliyorum (acı ama neredeyse herkes için geçerli bu). Kendime yazmak hoşuma gidiyor. 
   Bu mecra bir iki yıla gümler. Bunun üstesinden nasıl gelinir diye bir yardım alıp gerçekleştirmeyi ertelememem gerekiyor. Haydi hayırlısı!

"İsveç Kibritleri" Dönem Romanı.

 

   Kitap kulübümüzün bende çuvallayan ayın kitabıdır. Yazarımız çocukluğunun sokağını bir çocuğun gözünden anlatıyor. Acaip ayrıntılarla dolu. Fransa'da pek popüler ve çok satılanmış. Heyhat, kitap benim için başarılı bir dönem mekan romanı olmaktan fazla bir şey değil. Eğer o dönemi merak edip (60'lar Monparnas) okusam ilgimi çeker de, hiç ilgi duymuyorum. İlk bölümlerden sonra baktım acaba uzunca bir dönemi mi kapsıyor diye. Ortalarda, sonlarda Olivier hiç büyümüyor. Sadece 10 yıllık bir fotografi ile bir sokağın anatomisi veriliyor. Bu da fakire uymuyor. İlk bölümden sonra hızlı okuma ile 3 saatte bitirdim, kitap kulübümdeki başka bir arkadaşıma hediye ettim. Velev ki 70 yaşına yakın bir Parizyen değilseniz ilginizi çekmez efenim.  

"Ateşli Silahlar ve Bilardo" Afili Filintalar Tarzında Yaşadığımız Hayat!

   Bir arkadaşım elime tutuşturdu, hoşuna gidebilir dedi. İnsanın okuma zevkini bilen arkadaşları olması ne güzel. 
   Necip Fazlı kaybedendir. 30 yaşına varmış, mecburi hizmet sevgilisi var, motor kurye ama ehliyeti yok, 6400 lirası var, kirasını verince eline birşey kalmıyor, Sultangazi'de yaşıyor, abisini kıskanıyor (abisi varoş kralı, yavaştan yırtıyor), ideali pahalı otomobillerde (sadece mercedes ve bmw var onda) müzik zevkini yoldan geçenlere de yansıtmak. Yavaştan kaybeden olduğunu ayıyor ve bilinç kayması yaşıyor. Alter egoları onu bu hayattan çıkarmakla kalmayıp gusto oluşturuyorlar (artık aston martine binip makalın içiyor). Bir noktadan sonra alter egolar çoğalıyor, tutulduğu güneşin alter egosuyla dahi müşerref oluyor. Olaylar gelişiyor.
   Bonomo'nun ilk romanı olmasına karşın hiç bir acemilik sezmeden okunuyor. Daha ilk bölümden itibaren fakiri içine aldı. İki günde (iş günü, uykudan feragat ederek) okundu ve bitti. Arkadaşıma verip kendime ayrıca alacağım, rafta dursun arada okurum. Afili Filintaları bilen bilir. Hah işte onların tarzına çok yakın. Hem çok şükela karakter betimlemeleri hem bombastik sosyal tespitler, hem de psikolojik analizler var. Kullanılan dil akıcı, kurgu doludizgin, diyaloglar güncel ve sokaktan (her türlü sokak var, sultangazi de, etiler/ulus da, tahtakale de). Ben severek okudum, öneririm...

"Kokotlar Mektebi" Hüseyin Rahmi'nin Kaleminden Dönemin İlişkileri.

   Hüseyin Rahmi'nin en uzun sürede okuduğum romanıdır. 
   Altını üstünü çizdiğim, üzerinde düşündüğüm, bölümü bitirince kaynak yokladığım lugat karıştırdığım bölümler ganiydi. 
   Bazı şeyleri önceden yazmam gerek. Kokot; her ne kadar bugün pek bilinmiyorsa da dönemin eskort hizmetine verilen isim. Konumuz ilginç. Fransa'dan Bab-ı Âli'ye gelmiş bir fahişe eskisi, yaşının ilerlemesi üzerine (mihrap ve aura yerindedir ama) bu yola düşmüş kızlara "bari işlerini doğru dürüst yapsınlar" mottosuyla bir mektep açar. Kağıt üstünde "barınma yurdu" olarak görünen yerin, kendi meşrebine göre mantıklı ve ulvi bir amacı vardır. Bunu kalem efendilerine de anlatmak amacıyla, dönemin ünlü bir yazarına gider ve olaylar gelişir. 
   Üstad burada yazarın tarafından ve oldukça ortodoks bir gözle bakıyor şeylere. Ancak karşı tarafın argümanlarını o kadar akılcı ve gerçekçi bir şekilde açıklıyor ki kimi zaman "acaba HRG karşı tarafın savlarını mı destekliyor?" diye geçiriyorsunuz aklınızdan. 
   Teşrih masasına yatırılıp didiklenen asıl şeyler: evlilik, ilişkiler ve bunların sürdürülebilirliği olmasına karşın üstadın yaptığı kimi tespitlerin günümüzde de "yazılmayan kural" olarak yaşadığını görünce; metnin zamansızlığını daha iyi anlıyorsunuz. Bu tespitlerin kadınlar için olanları derin bir gözlem ve içselleştirme gerektirir. (uzunca bir parantez açalım. Yazarımızın hayat tarzı hakkında elan yapılan bir gözlem "hımm bu kişi gizli eşcinsel olabilir" dedirtir. Birçok dedikoduya karşın bu konuda herhangi bir açık, ifşa, eylem olmamıştır. Buna karşın belirtelim ki, usta münzevi ve yalnız bir hayat sürmüştür. Dönemin genelgeçer toplum kurallarına aykırı olarak evlenmemiştir. Dantel örmek, güzel yemek yapmak, reçel kaynatmak, turşu kurmak en bilinen hobileridir. Elbette bunlar bir kişinin cinsel tercihlerini yansıtmaz ama milletin ağzı torba değil işte! Bir de kadınların dünyasını kadınlardan iyi bilir ve yazar). Erkekler hakkında detaylı değildir tespitleri ancak hepsi de doğrudur (belki de erkek cinsi o kadar derin değildir). 
   Sadece bunlar için dahi açın okuyun, pişman olmazsınız. Bir de yazmak ihtiyacı üzerine küçük bir alıntı yapıyorum aşağıya. Pek hoşuma gitti.

"Yazayım mı, yazmayayım mı? Bu sorunun burgusuyla kaç gündür beynim oyuluyor. Su yasak ateşli bir hastalığın hararetiyle yanıyor gibiyim. Önümde hokka, kalem, kağıt, tıpkı kesme billur bir bardak içinde buğulanmış buzlu su gibi duruyor. Bu su zehirli de olsa susuzluğumun şiddetine tahammül edemeyeceğim. Bardağın içindekini son damlasına kadar kanımın yangını üzerine boşaltacağım. Buna meslek humması derler."
Sait Faik de "yazmasaydım, deli olacaktım" der. Zor işler vesselam!

11 Kasım 2025 Salı

"Öngörülemeyen Bir Dünyada Yaşamak" Hap Gibi.

   Frederic Lenoir bir düşünür. Bu risaleyi de (57 S.10 Bölüm) covid döneminde yazmış. Adeta bir köşe yazısı uzunluğundaki bölümler ağırlıklı olarak salgın döneminde ruhsal olarak zora düşen hassas ruhlara yönelik kaleme alınmış. Buna mukabil; kötü adam rolünden salgını çıkarıp başka bir zorluğu koyarsanız yine işe yarar tavsiyeler. Bu zorluklar yaşadığınız anlam&varoluş krizi olur, duygusal travma olur, kayıp olur. Hangi zorluğu oturtsanız, sakil durmaz. Özellikle S.25'de "Yavaşlamak ve Anın Tadını Çıkarmak" bölümü; modern zamanlara uyum sağlamış her insanevladının işine yarar. Kuru bir akademik üslubu yok. Alıntıları çok değişik kaynakları içeriyor (Epiktetos da var, Niçe de, yakın tarihli gazete haberleri de). Tek eleştirim kimi paragraflarda sadece Fransa için yazılmış hissi veriyor. Ben kitap rafında kolayca görebileceğim ve ulaşabileceğim bir yere koydum. Özellikle benim gibi balık hafızalı kitapseverlerin ara ara bakıp rastgele bir iki bölüm okumaları bile iyi olur.

"Reçeteye Mizah Ekledim" Gülerek Ağlamak yahut Ağlayarak Gülmek!

   "Damdan düşenin halini, damdan düşen anlar" demiş büyüklerimiz. Ancak işin aslı öyle değilmiş dedirten kitaptır. Yazarımız, kötü bir dönem yaşamış, mücadele edip üstesinden gelmiş. Bu süreçte başrolde olan faktörü de (mizah ve gülebilme yeteneği) satırlarına yedirip bunu; okuduğunuzda su gibi akan bir üslup ve kurgu ile 190 sayfada aktarmış. Nereden bakarsanız bakın, kanserle mücadele ancak yaşayanların ve yakınlarının eksenlerini sarsan bir süreç. Bunun herkese hitap edecek bir şekilde aktarılması marifet. Öncelikle; bu yıldırımın vurduğu insanlar ve yakınlarına öneririm. Olumlu düşünmenin ve gülebilmenin sonunda galip geleceğini hissetmek isteyen okurlar da gönül rahatlığıyla edinip okuyabilirler (kitabın yazar telif geliri, kanser hastalarına bağışlanıyor).  

"Efsuncu Baba", Astrolojiye, Paranormale İnananlara!

   Üstad bu kez fal, büyü, remil ve batıl inançları teşrih masasına yatırmış. Babadan kalan servetini bu yolda çarçur eden, batıl inanışları olan birinin ömrünün kısacık bir kısmını okuyoruz (77 S.). Üslup ve kurgu her zaman alışkın olduğumuz HRG tarzı. Başladınız mı bitirmesi bir oluyor. Levent Kırca skeci izler gibi okuyorsunuz. Ancak bu laylaylom sayfaların arasında pek güncel tespitler de var. Özellikle kapanış son sözünün son iki paragrafını, romanın zamansızlığını hatırlatmak amacıyla aşağıya alıyorum. Kısa bir yolculukta dahi okunur, biter.
   "Henüz çoğumuz hayatın özünü anlamayarak havada saadet, kuyu dibinde cennet arayan, birbirimizden keramet bekleyen, boş şeylere kapılan, vaatlere aldanan saf kimseleriz.
   Bu dünya henüz büyük komik Moliere çağından üç adım ileri gitmedi. Dama üstadın ebedi komedyaları tekrarlanıp duruyor. Yalnız sahnenin ekorları değişti. Tarzlar başkalaştı. İnsanın mayası hep o maya... Kötüler daha kurnazlaştı. Birbirine zarar verme ilerledi. Fenalık büyüdü."
24 Kasım 1924, Heybeliada

25 Ekim 2025 Cumartesi

"Kralın Laneti" yahut Tüberküloz, Mondrian vs.

   Kitap kulübümüz (şükela bir kulüptür (okudüşün)) bu ay bu kitabı önermese gözümden kaçacaktı (reklamını yapmış gibi olmayayım ama: önerdikleri tek kitap bile boş çıkmadı!). Bir kere kapağı fakiri kendinden geçirdi (Mondrian'ın mükemmelliğinde bir sapma!). Konusu da hayli ilginç. Cazıpmeldiroys, dümdüz ve yalnız bir adamdır (kendi tercihidir). Hayatına Eybıl diye bir yeniyetmeyi alır, himaye eder. Olaylar gelişir. Cazıp; Mondrian'ın olgunluk işlerini görünce, içindeki ressamlık ateşini söndürmüştür, tüberküloza karşı marazi bir merakı vardır (hımm!). Daha neler neler!
   Yoğun okuma gerektiren çok yeri olmasına karşın kitap öyle bir yakaladı ki iki güne varmadan bitti (192 S.). Anlatım ve kurgu; zaman&zemin&detaydan azade ana karakterlerin söyledikleri, yaptıkları (Eybıl) yahut düşünceleri&eylemleri (Cazıp, Maykıl) üzerinedir. Bence gayet de iyidir (çünkü asıl onlar verilmek isteniyor). Okurken kıçını kızılcık sopasıyla kızartma (Eybıl), ağzına terlikle vurma (Cazıp) gibi sıradışı istekler duyulabilir (bana oluyor kimi zaman, ilginç!). Burada yorum yapamıyorum çünkü bu kısacık romanda herkesin kendine göre bir yorumu olabilir ve yorumu yapanın bakış açısına göre, doğrunun ta kendisi de o olabilir. O yüzden susuyor ve yalnız yolculuklarda (özellikle) okumanızı tavsiye ediyorum.

RESİM HAKKINDA BAĞIMSIZ&KISA EK
Resmi görmeyi biliyorum da bakmayı henüz öğrenemedim. Mondrian'ı önce burada   okudum. Sonraları bakmayı öğrenmek için şunu   okudum. Buna karşılık Edward Hopper'ın (yalnızlık), Klimt'in (tutku), Hokusai'nin (hayat), Magritte'in (cesur yeni dünyada hayatta kalmaya çabalayan insan) işleri kimi duygular uyandırıyor ama nedendir bilmiyor, anlamlandıramıyorum (vangogh, picasso, miro türü, kimi çevrelerde moda olan ressamların işlerini sevemedim (modadan hoşlanmama durumu)). Bu kitapta ise Mondrian'ın acemilik işlerini incelemem gerektiğini anladım (sadece bir yan katkı!). Bunu duvarımda asılı ve beğenemediğim işler için de yapmalıymışım. Alfabe öğrenmeden Hayyam'a geçilemiyormuş. Yapılacak çok iş var! 

"Beyin Nasıl Çalışır" Bilimsel Kişisel Gelişim.

   Kişisel gelişim kitabı okumuyorum. Halk dilinde bunun için güzel bir sıfatımız var: "keriz silkeleme". Bana öyle gibi geliyor. Okuyanları zinhar hakir görmüyorum (eyvah tevellüt (tevellüt?)belli oluyor!). Ancak anlamlı istatistiklere, araştırmalara, çalışmalara dayanmayıp genellikle yazarın ve yakınlarının başına gelenlerden yola çıkarak oluşturulmuş işler. Sosyal bilimlerde ve özellikle insanın kişiliğine yönelik sosyal bilimlerde nasıl istatistik oluşturulacak? İşte o başka bir fasılın konusu. Neyse ne! 
   İş Bankası Yayınları öyle kişisel gelişim falan yayımlamaz. Önce yazarların geçmişine baktım (ikisi de hem alaylı hem mektepli davranış bilimcisi). Dipnotlara baktım (gazete de var ama çoğunluk hakemli dergilerdeki makalelerden (bilimsel sayılır yani)). Aldım, 1 haftada bitti (dizin ve dipnotlar dahil 215 S.). 
   Beynimiz hala bir muamma. Günümüzün gelişmiş görüntüleme ve ölçümleme tekniklerine rağmen nasıl işlediği anlaşılamıyor (mükemmel bir makinanın işlemcisi çünkü). Davranış bilimcilerin yanlışlanana kadar doğru olduğunu kabul edeceğimiz teoremleri var. 
   Bunlardan en genelgeçer olanı: bu pembe, gri kitlede iki tür işlemci olduğu. Sistem 1 (buna S1 diyelim) faaliyetin %95'ini gerçekleştiriyor (biz buna genellikle bilinçaltı diyoruz). Bunun içinde tüm duyu ve iç organlarının çalışması, motor faaliyetler (nefes alma, beslenme, boşaltma, rutini algılama ve en önemlisi kaydedilen verinin karar gerektirmeyen şekilde işlenmesi (diş fırçalama, yemek yeme, işe&okula gidip gelme vs.)) var. Kapasite çok yüksek (saniyede 11 milyon bit işleyebiliyor). Sistem 2 (S2) ise ancak karar verilmesi ve verinin gerçekten işlenmesinin yapıldığı işlemci. Bunun kapasitesi oldukça az (saniyede 40 bit). Daha fazla enerji gerektiriyor. (biz buna irade diyoruz (aslında iradeyi tetikleyen şey)). 
   İnsanevladı, doğası gereği kolaya kaçmaya meyilli. O yüzden S2'yi mümkün olduğunca az çalıştırıp, S1e abanıyoruz. S1'in hedefi hayatta kalmak ve üremek olduğu için bir kere veri işlendiğinde S2'ye fazla da gerek kalmıyor. Ancak insanoğlunun mağaralardan çıkıp bugüne gelişi S2'nin işi. Bu da hem üretken hem de algısı açık, genelgeçerden farklı düşünmeyi sağlıyor. Güzel yurdumda genellikle S1 (meselenin çözümünün "s.kerler" gibi vecizelerde bulmak bir gösterge sayılabilir) yürürlükte olduğundan buralara gelmediyseniz gelmenize hiç gerek yok. S1, s.kerler modu mutluluktur (tavsiye niteliğinde değil, kişisel görüştür!). Viya öyle!
   Kitapta ayrıca, şimdiye kadarı 185 tanesi wikipediada yer alan ancak çoğunlukta kullanılan genel önyargıların tanımı, bize ettikleri ve nasıl başa çıkılacağıyla ilgili hap gibi bilgiler&tavsiyeler var. 
   Artık yaşanmışlıktan mı yoksa yaş almaktan mı bilmiyorum ama önyargı başa çıkma yöntemlerinin büyük bir kısmını zaten yapıyormuşum farkında değilmişim. Buna mukabil; bunları neden yaptığımı düşünmemiştim ve (açık yazayım) bilmiyordum. Öğrendim, aydınlandım. Peki bunun bana ne faydası oldu? Hiç!
   Tekrar yazıyorum: S1 mutluluktur, çıkmadıysanız çabalamayın!
Diğer yazarın fotosu açık kaynaklarda yok!

17 Ekim 2025 Cuma

Özbekistan Gezi Notları

GENEL NOTLAR

Ne zamandır aklımdaydı. Gittiğim iyi oldu. En büyük havayolumuzun alt şirketinin Taşkent'e doğrudan uçuşunu bulunca kaçırmadım. Önce Taşkent, (tüm şehirlerarası ulaşımı trenle yaptım) sonra Hiva, Buhara, Semerkand ve dönüş için yine Taşkent.

Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim. Görülmeli ama ikinciye gider miyim? Gitmem. Böyle yazdığıma bakmayın (serde snopluk var zaar!) 2nciye giderim dediğim hepi topu bir iki yer var bugüne kadar gördüğüm 44 ülkede.

Şehirleri kısa kısa özetlemeden önce yola çıkacaklara kimi yararlı olabilecek tavsiyeleri şöyle sıralayayım.

Özbekistan yurduma göre daha ucuz (artık böyle rotalar pek yok!). Para birimlerine alışmak pratik gerektiriyor. Kısaca şöyle özetleyeyim. Sondaki üç sıfırı atıp 3.5'la çarpıyorsunuz, tamamdır. Gerçi siz gidene kadar 4'le çarpmanız gerekebilir.

Havaalanından yerel bir sim kart almanız gayet kolay ve ekonomik. Orada aktif hale getirin. Kapsama alanı (biz Özbekcell aldık) fena değil, hızlı da sayılır. 

Turistik yerlerde kredi kartı geçerli ama yüksek komisyonlar var.

Gitmeden Yandex-Go'yu indirip hesabınızı tanımlayın. Tüm şehir içi ulaşım için taksi kullanacaksınız ve cüzdanınız için endişelenmeyeceksiniz. Havaalanlarındaki ve tren garlarındaki tüm taksiciler sizi yandexten soğutup turistik fiyatları iteleme peşinde. Kararlı olun, kanmayın. (Avrupa haricinde bu bir dünya standartı). Uygulamada ödeme yaparken kredi kartı seçeneğini işaretlemeyin. Özbek somu TL'ye çevrilirken ciddi kur farkı oluyor.

Ülke genel olarak (özellikle kimi şehirler) aşırı turistikleşmiş (Taşkent haricinde hepsi öyleydi). Bu gerçek kültürü, günlük yaşayışı gözlemlemenizi engelleyebilir. Turistik yerlerde mümkün olduğunca az zaman harcayıp uzak mahallelere gittim. Kadınlar hayatın her yerinde ve gayet de aktifler ama genel olarak erkekler tarafından bir görmemezlikten gelinme hali var gibi geldi. Taciz edici bakışlar, laf atmalar hiç görmedim ve erkek kadın birbirini tanımasalar da çok kolay ve sıcak bir şekilde iletişim kuruyorlar. Başını örten kadınların yüzdesi ülkemizden az (en azından bu gittiğim şehirlerde, bu şekilde giyinen kadınların büyük çoğunluğu da 1990 öncesi memleketim gibi (geleneksel). Arap etkisi olmadan İslamı yaşıyorlar. Gerçi on yıl önce gidenlerden duyduğum kadarıyla bugün körfez parasının etkisiyle kimi değişiklikler olmuş ama memleketimle mukayese kabul etmez. 

Güvenli. Gece gezdiğim ıssız sokaklarda bile bir tedirginlik hissetmedim. Yalnız kadın gezginler vardı, onlar da gayet rahattı konuştuğum kadarıyla. Kapkaça, yankesiciliğe, hırsızlığa denk gelmedim (A yalan söylemiş olmayayım kuzinimin trende açık bırakıp lavaboya gittiği sırada el çantasından parası ve güneş gözlükleri yürüdü).

Neredeyse tüm binek araçları Chevrolet. Değişik modelleri var ama marka aynı.

Kimi tuvalet kağıtlarında ortada boşluk yok. Markasına bakılırsa ideali böyleymiş.

Özbekçe yazılar konuşulanlardan daha anlaşılır. Hızlı bir konuşma alışkanlıkları olduğundan iletişim zor ama yazılanlar (kimi zaman aşağıdaki gibi (yürek kuvveti yazıyor fesatlar sizi)) gülümsetir ara ara.

Kimi pisuvarlarda (mesela başkent havalimanında) böyle komik uyarı levhaları var.

İnsanlarla iletişim kurmakta zorlandım. Vietnam'da bile tek kelime yabancı dili olmayan (elbette ben de Namca bilmiyorum) insanlarla gayet kolay anlaşırken burada söylediklerimin yarısını anlayan (anlıyorlar ama konuşamıyorlar) kişilerle google translate desteği olmadan anlaşamadım. Şöyle söyleyeyim: "dilinizi anlamıyorum" diye çevirip Özbekçe söylediğimde aynı şeyleri daha yüksek sesle anlatıyorlar. Hem de hızlı hızlı!

Yemekler et ve hamur ağırlıklı. Ancak çok güzel kavunu var. Sert ama tatlı ve sulu. Diğer meyveler ve sebzeler de lezzetli. 

Yazın ve kışın gidilmez. Mayıs, Haziran başı ya da Eylül en ideal zamandır.

Konaklama için standart yıldızını 2 düşeceksiniz. 5 yıldızlı yer 3 yıldıza denk gelir. Ben bütçe işi aile tarafından işletilen konukevlerinde kaldım. Özellikle Hiva'daki pek sıcacıktı. Cümle kapısında ayakkabılarınızı çıkarıyorsunuz, her yer ev içi kadar temiz. 

Başkent Taşkent'te (böyle yazınca acemi şiiri gibi oldu) şu ahir ömründe gördüğüm en matrak&yaratıcı yaya yeşil ışığı vardı. İzlerken sesini açmanız iyi olur.

Acaip bir ahşap işçiliği var. Özellikle kendilerine özgü sütunlar (ki bunlar çok karakteristiktir) çok ince, detaylı ve neredeyse kusursuz işlenmiş. Bir süre sonra o kadar sık kullanıldığını görünce (1000 yıllık olanı da, 1 haftalık olanı da var) "bunlar kesin CNC'de yapılıyordur" dedim ama Hiva'da bir marangozun (turistik yerlerde değil) tezgahında elle işlediğini görünce bir afalladım. Kapılar bir acaip. En alta üşenmeyip çektiğim fotoğrafları koyacağım. Bunlardan garanti 100ü geçer ama en iyi 7-8 tanesini paylaşmazsam şişerim.

Memleket topoğrafya olarak neredeyse çöl. Taşkent Hiva treni 14 saatten fazla sürüyor. Ara ara dışarı baktığımda hep aynı Mars görüntüsüyle karşılaştım. Bu arada tren biletlerini açıldığı andan itibaren alın, şuraya da link koyayım. https://railway.uz/en/
Çok revaçta olduğundan biletler çabucak tükeniyor. Online bilet kullanmanız mümkün.

Ne Danimarka (ve hatta Yunanistan) kadar temiz ne de Ürdün (ve hatta Vietnam) kadar pis. Arada bir yerde. (Batı Avrupa ülkelerini ve Hindistan gibi yerleri sarfınazar ediyorum).

Tuvaletlerin hiçbirinde musluk yok. Küçük paket ıslak mendilinizi almayı unutmayın.

5bin yerine 50bin verdiğim bir taksi şoförü (ve turistik bir yerdi) paramı saydıktan sonra iade etti. Parmağıyla yukarısını işaret ederek "Allah görür!" dedi. Bu beni çok etkiledi, bizim havaalanındaki arap kovalayan taksicileri düşününce.

Müzelerin hepsinde yurdumun politikası takip ediliyor (bilet yıllık müzekart 100 TL/ticket 40 EUR benzeri). Çoğunluk müzelerin içinde fazla bir şey yok. Biz Türkler kayıt ve yazı sevmeyiz, tarihte de öyleymiş. Dönemin inşa edilen kiliselerinde hangi çivinin kaç tane kullanıldığını kayıtlardan bulabiliyoruz ama burada yapıtın kendisine konu olan kişi hakkında bile yazılı belge kısıtlı. Hal böyle olunca sadece zamanın ruhunu durup mimari ve coğrafyada yakalamakla yetindim.

Tüm bu çöl ikliminin ortasında, ipek yolu aktifken mamur ve görkemli şehirlerde anıtsal yapılar inşa edilmiş. Camiler, medreseler, külliyeler, hanlar, türbeler, çarşılar. Hepsinde özenli bir taş ve ahşap işçiliğiyle çok şükela çiniler var. Mimari hatlar genellikle gösterişsiz, düz. Ama yaklaştığınızda nasıl ince ince dantel gibi işlendiğini görüyorsunuz. Sade bir özen var. Güzel.Camilerin minareleri (özbekçesi: minor) alıştığımız gibi değil. Şerefesiz sanayi bacasını andırıyor. Tüm bu anıt yapıların kapıları, kimi kubbeleri, kitabeleri nefis bir turkuaz renkte. Çölün sarısıyla acaip tezat oluşturuyor. Pek latif.

15 Ekim 2025 Çarşamba

"Ateş Canına Yapışsın" Sezgin Kaymaz'dan Zavallı Şeytan!

   Cennette sıradan bir gün. Azazil (ki en büyük meleklerdendir) dersini vermekteyken bir çağrı üzerine tüm melekler toplaşır (ki bu çok nadir olmaktadır). Olaylar gelişir.
   240 Sayfalık Kaymaz'ın dalgacı üslubuyla yazılan roman okurken akmaktadır. İnsan denilen varlığın mekanik saat tıkırtısıyla çalışan cenneti bile sadece akıllı sorularla nasıl sarsıp Azazilin Şeytana dönüşümünü sağladığını görüyoruz. En son şeytanın zavallılığıyla ilgili Andreyev'in "Şeytanın Günlüğü"nü okumuştum. İki ay arayla bu sürgün meleğin biçarelikleriyle ilgili ikinci romanın denk gelmesi acaip. Hepsinde zavallı, kandırılmış betimleniyor. Modern zamanları düşününce bunun doğru olabildiğini aklına getiriyor insan. Vel minel garaip!
   Gelelim ateşin canının yapıştığı Azazil'e. Ustanın dili oyuncaklı, kimi zaman güldürücü, bazı yerlerde soru sordurabilen düşündüren bölümler var. Kendi adıma Havva'nın biraz geçiştirildiğini zannediyorum. Ayrı bir birey değil de sanki mütemmim cüz olarak var. Neyse ne! Ben yazarsam atarlı giderli olur Havva. Adem de atarlanırsa soyumuz başlamadan tükenir. Yavaştan çarşafa dolanıyorum. Özbekistan yazısına geri döneyim (fotoğraf seçimi zor).
   Yollarda okunur, yatak odasında okunmaz (kimi sorular uykunuzu kaçırabilir). Öneririm yani. 
Böyle de yazar fotoğraflarına bayılıyorum. Kalem de var, editör de!

6 Ekim 2025 Pazartesi

"Boyalı Peçe" W. Somerset Maugham'dan Kısmi Zamansız Roman.

  1920'lerden bir aşk öyküsü. Voltır, aristokrat ama pek zengin olmayan bir ailenin sığ ama güzel kızı Kiti'ye tutulur ve evlenme teklif eder. Kiti'nin pek gönlü olmasa da sırf adı kızkurusuna çıkmasın diye kabul eder. Voltır, Kiti'yi çok sever ama bunu belli edemez. Kibardır, ilgilidir, bilgilidir ama bunlar karşısındakine yetmez. Kiti ona aşık değildir, gözü dışarılardadır. Karşısına Çarli çıkınca balıklama atlar. Çarli, sığ kızları çekecek özelliklere sahip (zengin, yetki sahibi, güncel, sportmen, kaslı, uzun boylu, mavi gözlü) ancak 5 para etmeyen bir pespayedir. Üstelik evlidir. Bunlar bir kaçamakta Voltır'a yakalanınca, Voltır pek akıllıca bir kararla Çin'in kolera salgınından kırılan küçük bir köyünde gönüllü hekimlik yapmaya karar verir. Kiti'ye de seçenek sunar "Ya gelirsin, yahut ayrılırız". Kiti şartlar öyle gerektirdiğinden bu adeta intihar görevini kabul etmek zorunda kalır. Olaylar gelişir. 
   Hem verdiği ana fikir (aşk neymiş, emek de değilmiş!), hem de dönemin (1920'ler) ruhunu görmek için (akşam yemeği için giyinmeler, Doğu dünyasına duyulan hakir görmeyle karışık tiksinti vs.) okunur. Filmi de varmış, kast (ne işim olur kastla?) oyuncu seçimleri şahane (ben seçsem daha iyisini seçemezdim!). Onu da izleyeceğim.
   Kitaplığıma gözönünde bir rafa koydum. İleride yeniden okunur. Öneririm yani...
Hamiş: bu arada kitap isminin çevirisi külli yanlış. Modomod boyalı peçe ama aslı "Gizlenmiş, Maskelenmiş Hüzün" olacaktır. Okursanız ve birazcık yabancı diliniz varsa anlayacaksınızdır zaten.

"Hayalet Melodi" İlişkiler, Gizemler.

   Zorlu bir Özbekistan seyahati, ardından gelen internet sorunları, yoğun iş&sosyal tempo derken ağ güncemi ihmal ettim. Önceliği tam seyahatimden önce elime geçen Hayalet Melodi'ye ayırmam gerek.
   Kapsamlı ve bilgilendirici ağ güncesinden (Kitaplık) tanış olduğumuz Eren Hanım'ın yayımlanan ilk kitabıdır. 
      Romanın başlangıcına neden olan fikir pek parlaktır (dizisi olur, o derece!). Yeni bir şehirde yeni bir evde yeni bir kariyere başlayan Filiz, evine yerleşirken evin eski sakinlerine ait bir günlüğü okumasıyla bir sarmalın içine düşer, olaylar gelişir. Gizem gibi başlayıp (kaynağı belirsiz bir piyano eseri!) sayfalar sonra cinayet soruşturmasına evrilen kitabımız (güzel piyanistimiz gıda zehirlenmesi sonucu ölmüş, kocasının onu aldattığı femme fatale (ne işim olur femme fatale ile) ölümcül kadın ise bu konularda pek bilgili. hımm!), insan ilişkilerine de bir hayli yer veriyor. Dili akıcı (265 S.2 buçuk günde bitti), kurgu oyuncaklı, sonu İOA romanları gibi hayli kısa kesilmiş (İOA romanlarında severim ama bu eserde pek sarmadı). 
   Her türlü yolculukta, tatilde okunur. Hem sonunu merak eder hem de bu arada yaşanan ilişkilere kafa yorabilirsiniz.

2 Eylül 2025 Salı

Bernie Rhodenbarr'ları Yeniden Bitirmek.

   Yazacağım demiştim, yazmasam olmaz! 
  Evet, dört yahut beş taneyi de (3ü geçtikten sonra hatırlaması zor!) tamamladıktan sonra (Av Peşindeki Hırsız'ı bitireli 20 dk. oluyor) on yıllık mutad Bernie Rhodenbarr Polisiye serisini halletmiş oldum. 
   Neden arada bir (manyak gibi) en azından iki kez okuduğum kitabı (yahut kitap serilerini) okuyorum diye sorguladım. Biraz kurcalayınca buldum. Hırsızımız benim alter egom olacak kadar çekici. 
   Bir kere sahaf. Ekonomik olarak bir kaygısı olmadan sahaf. Kendi gibi kitap seven insanlarla tanışıp, kitap üzerine güzel sohbetler yapabiliyor. Kâr etme kaygısı yok (kapital azaldığında ya da ihtiyacı olduğunda hemen bulabiliyor). Öyle ki dükkan sahibi insaf dışı bir zam yaptığında çıktığı bir ekstrayla dükkanın bulunduğu binayı almıştır. Aşırıya kaçmadan herşeyden zevk alır (bir duvarında orijinal Piet Mondrian asılıdır, kütüphanesinde Kipling'in Hitler'e imzaladığı, Hitler'in de elyazısıyla kenarına notlar aldığı orijinal bir kitabı vardır). İyi müzik dinler, ortalama yemek yer, iyi içki içer (çok değil, iyi). Hırsızdır, bu etik açısından büyük bir gedik (kafiye yaptım istemeden). Ancak asla ihtiyacı olandan çalmaz. Çaldıkları genellikle vergisi beyan edilmemiş yasa dışı şeylerdir. Kendine göre bir iş ahlakı vardır (aslında Robin Hood'dan tek farkı aldıklarını fakirlere dağıtmamasıdır). 
   Evi ve işi sosyal hayatın merkezindedir. İş çıkışı değişik kulüplerde iyi müzikler dinler. Şımşıkırdak dostları vardır (Martin Gilmartin vs.). En yakın dostu (1buçuk metre (o da topuklu giydiyse) köpek kuaförü, sıkı lezbiyen Caroline'le öğle yemeği ritüelleri (pazartesi çarşamba sahafta, salı perşembe fino fabrikasında, cumaları seçtikleri bir yerde (cuma kimin ödeyeceğine yazı turayla karar verilir)), cuma akşamı 1-2 kadehlik bar sohbetleri şükeladır. Ayrı cinsel yönelimlere sahip olduklarından birbirlerine kapılma riski de yoktur (serinin bir kitabında buna da yer vermişler ve "ıyy evlenseydik bir çuval inciri berbat etmiştik şimdiye" deyip noktayı koymuşlardır). 
   Her iki işinden de çok zevk almaktadır (öyle ki sahaftaki hırsızlıklara (eğer öğrenci ve yoksulsalar) göz yummaktadır). Hırsızlıktan aldığı haz, burada yazamayacağım kadar detaylıdır. 
   Sıkı gözlemci, dikkatli bir analizci, fil hafızalı ön önemlisi her daim dalgacıdır. En müşkül zamanlarda gülümsenecek bir detay buluverir. 
   Eh hâl böyleyken okuyunca insanı belirli bir akışın içine sokmakta ve izleyici olarak kalsanız dahi o akış sizi bir yerden yakalamaktadır. Üstelik işin içine her zaman pek çetrefilli senaryolar da katılır. Bu hoş akıştayken bilgi birikiminizi arttıracak kimi paragraflar da cabası. Misal ben Litvanya, Letonya, Estonya üçlüsünün hap gibi tarihlerini en son seriden öğrendim. Daha önceleri bakmış ama aklımda tutamamıştım oysa şimdi Estonya'nın özgürlük savaşçıları dendiğinde hemencecik biliyorum. Polisiye tarihinin ilk opus magnumu Chandler'ın Büyük Uyku'su daha başka bir yerde. Mondrian'ın eserlerine daha farklı bakıyorum. Bu da az şey değildir. 
   Böyleyken bu seriyi daha okurum gibime geliyor.

Şuraya en son kitabın beni gülümseten bir paragrafını da ekleyeyim de metnin tümü hakkında bir fikir oluşsun: Ketrinle Börni işler tamamlandıktan sonra cila konuşması yapmaktadır.
" -Bu aşamada LYÖ sözkonusu değil sanırım.
  Carolyn pek seyrek zamanlarda olduğu gibi yüzü kızardı. LYÖ, uzun süreli lezbiyen ilişkilerin o garip sekssiz durumunu belirtmek için kullanılan Lesbiyen Yatak Ölümü'nün kısaltılmışıydı. Bence heteroseksüel çiftler de aynı sorunu yaşarlar ama bizim öyle sevimli terimlerimiz yoktur. Biz buna yalnızca evlilik deriz."

"Asi Ruhlar" Halil Cibran'dan Makamlara da Dair.

   Yazarın sağlığında yayımlanan son eseriymiş. Fazla da hacimli olmamasına (131 S.) karşın bir yıla yakın zamandır yatağımın başında uyku öncesi son okumalar için duruyordu. Müzik bölümündeki ilk makamlara başladım birkaç ay önce Nihavent'ten sonrası için hızlı okuma yaptım (sarmadı). Bu arada nihavent ilk makam. En sonundaki hayli uzunca şiirde de beni yakalayan dize bulamayınca rafa kaldırmaya (altlara bir yerlere) karar verdim.
   Cibran'ın sevdiğim eserlerinden biri değildir. Bu benim bönlüğüm yahut idrakımı son aylarda (büyük çaba göstererek) düşürmemden kaynaklı birşeydir belki de bilemiyorum. Hassas kalpler için daha kolay olabilir. Siz bilirsiniz yani!

28 Ağustos 2025 Perşembe

"Hiddet" Michaelides'ten Polisiye.

 Sessiz Hasta'nın yazarının yeni kitabı kitap kulübümüzün bu ayki kitabı seçilince pek bir sevindim. Sessiz Hasta'yı sevmiştim. 
   Emekli süperstar Lana Farrar Londra'daki kasavetli gökyüzünden bunalınca (siz öyle sanın!) aniden bir Yunanistan yapası gelir (orada adası vardır). Kocası, oğlu, iki dostu, kahyası ve adanın bekçisiyle (7 kişiydiler!) güneşli birkaç gün geçirecektir. İşler gelişir.
   Açılış, (pek sevdiğim (ancak 1-2 gün kesintisiz olursa pek sevilmez) ve çok iyi bildiğim) Ege rüzgarıyla yapılıyor. İklimi, rüzgarın karakterini, kokusunu bilirim. O yüzden kitap 1-0 önde başladı. Üstüne üstlük yazarımız duvarları yıkarak okurla konuşuyor ve bunu da gayet barda birşey içerken sohbet eder gibi yapıyor (bizdeki çilingir sofrası). Bu da artı değer. Dili akıcı, kurgu kancalı (bir bölüm biterken diğerini merak ediyorsunuz). 
   Herhalde ömrümde okuduğum ve (bırak içselleştirmeyi, özdeşleşmeyi) beni kendinden nefret ettirmiş (adeta tiskindirmiş (evet tiksinmenin bir derece fazlası)) bir anlatıcı kaleme alıyor romanı. Anlamaya, yaptıklarına geçerli bir sebep bulmaya çalışıyorum olmuyor. Üstelik anlatıcının her zaman nasıl kendine yonttuğu oğlak burcunun inatçılığı gibi bilimsel bir bilgidir (burada ironi yaptım ama gerçeklik payı çoktur). Kitabın yarısından itibaren şaşırtmacalar başlıyor (bunda anlatıcının öznel yansıtması (sokak jargonunda g.tünden uydurması) gözden kaçırılacak gibi değildir). Şaşırtmacalar çetrefilleştikçe bendenizin merakı düştü. Finale ait bir şey yazmayayım da okuyacak olanları kendime çemkirtmeyeyim. Ancak son yüz sayfada finali bildim (kitap 301 S.). Bu, kitaba başladıktan sonra (hem de iş gününde) ertesi günü bitirmemi engelledi mi peki? Elbette ki hayır. 
   Yazarımızın bir önceki kitabıyla birçok benzerlikleri olan ancak zihninizi günlük hayhuydan gayet güzel çıkarma kapasitesi olan bir polisiyedir efem. İstanbul-Ankara hızlı tren yolculuğunda ya da haftasonu kaçamak tatilinde boşluklarda gideri vardır. Siz bilirsiniz yani.

27 Ağustos 2025 Çarşamba

"Anora" Sahici.

   Stream kanallardaki filmleri yazmıyorum. Ama bu film onlar için çekilmemiş. Birçok ödülü var (benim için altın palmiye başkadır). Önceden şöyle bir baktım. Oyuncular, yönetmen, senarist (zaten yönetmen ve senarist aynı kişiler) bildiğim ve takip ettiğim isimler değil. Konu da pek beylik (Pretty Woman'ın remake i gibi). Buna rağmen altın palmiye uğruna bir akşamımı verdim. Ortalarda sarkınca ikinci geceye kaldı (uykuya dayanamıyorum). İkinci gece erken bitince single malt gerekti (o kadar). 
   Ahir ömrümde gördüğüm en duygusal finallerden birini yapmışlar. Üstelik bayağı pornografik görünen bir sekansın içinde. 
   Ani (asıl ismi Anora), bir seks işçisi. Bir oligarkın oğluyla yolu kesişiyor ve kafaları iyiyken Vegasta evleniyorlar. Olaylar gelişiyor. Pritivumın ne kadar holivutsa, bu film o kadar avrupalı. Hayatı, günceli, duyguları çok sahici veriyor. Oligarkın ne iş yaptığını bilmiyoruz ama parayı konuşturmayı biliyor. Konuştururken kendi insanlarına hasis, başkasına cömert. Ani her ne kadar kökeni rus olsa da batı kültürünü benimsemiş. Yaşadığı sert hayat yüzünden kalın bir kabuk örmüş (cazgırlık, kavgacılık vs.) . Bunun altındaysa sevdiklerine karşı olabildiğince özverili (çok az detayda verilmiş, iyi izlemek gerek). Kimse adının anlamını merak edecek denli sevmemiş onu. İçinin boş olduğunu bile bile İvan'a kapılıyor. İvan'ın ailesi durumu öğrenince işler karışıyor. 
   Yazacak çok şey var. Ancak bence herkesin kendi çıkarımları olabilir. İzlemekte fayda var. 

"Şıpsevdi" Hüseyin Rahmi'den Sadece Kalıpları Batılılaşanlara.

   Hüseyin Rahmi kitabı 1911'de yazmış. Osmanlıda frankofonluğun hakim olduğu yıllar. Aslında metni 8 yıl önce 1903'de yazmış ve birkaç tefrika yayımlanmış ama sansüre takılmış. O yüzden romanın önüne iki önsöz yazma gereği hissetmiş. Birincisi sansür meselesinin izahı, ikincisiyse romana gelen eleştirilere haklı bir savunma. 
   Osmanlı'dan beri ışığın batıdan geldiği yönünde bir idrakımız var. Nasıl olmasın? Batı hep diğerlerinden önde olmuş, geridekilerin de ilerlemek için onu kılavuz almaları normal. Yalnız bu kılavuz alma meselesi biraz gıllıgışlı (Salah Usta'ya selam olsun!). Biz zarf almalara bayılırız da mazrufla pek işimiz olmaz. Daha güncel dille söylersek: şekle kolay uyum sağlarız da içeriği pek kullanmayız. 
   Son zamanlarda hep bu örnek aklıma geliyor ondan konuşayım. Geçen haftasonu Niğde'nin Gümüşler Manastırı'nı gezdim. Karşısında belediyenin güzel bir kafesi var. Servis yapan arkadaştan amerikano istedim, hemen geldi. Geçtiğimiz ay Sardunya'nın en büyük şehri Cagliari'de mahalle arasındaki kafede bu siparişi verdiğimde anlamadan yüzüme bakmışlardı. Neticede espressoda mutabık kalmıştık (onu biliyorlar hilafsız). Diyeceğim; son on yılda özellikle gelişen kahve kültürü (ki bu da batıya bir öykünmedir) küçük kasabalarımıza kadar sirayet etmiştir. Buna mukabil: (bilen bilir) avrupalı (ve hatta yeni avrupalı (amerikalı)) aldığı bir şeyi paralanıncaya kadar giyer. En son seyrimdeki hem genç (18) hem de ortayaşlı (60+) mürettebatın üstünde markalı hiçbirşey olmadığı gibi gittiğimiz yerlerden de kendilerine hiçbirşey almadılar. Bir çok batılı arkadaşımın üzerindekileri yıllardır bilirim. Oysa bizde tasarruf alışkanlığı yoktur (Doğu Bonkörlüğü vs. Protestan Ahlakı). Neyse ahkam kesmeyi bırakalım romana gelelim.
   Kahramanımız Meftun, şıpsevdilikten ziyade şeklen batılılaşmayı içselleştiren bir karakter. 1900'lü yılların başında bu işler İstanbul'da da olsa hayli zor. HRG romanın ilk sayfalarında Aksaray'daki sel ızgaralarıyla açıyor ve arka planı gayet iyi anlıyoruz. Bunun yanında (hep yazdığım gibi) bir Ertem Eğilmez filmine rahatlıkla geçecek karakterleri (kimbilir belki de bu romanlardan apartılmıştır) çok sahici diyaloglarla, akışlarla veriyor romanımız. Alıştığımız HRG romanlarından biraz daha fazla hacimli (436 S.). Hem olaylara kaptırıyor hem de yazarımızın güncel (elbette o dönemin) bilimsel, felsefi bilgilerini görüyoruz. Arada çeşitli ahkamlar da kesiliyor. En sevdiğimi alayım: "Yaşamak en sade tarifiyle gönülde yatan istekleri yenilemekten başka bir şey değildir. Sadece yerin ve zamanın, yaşın ve yılın değişmesiyle isteklerin türü değişir. En istekten arınmış yaşamaya uğraşan filozofların şu kararlarında bile bir maksat, bir arzu gizlidir." (S.155) Bence düşünmeye değer. 
   Ben sevdim, siz de sevebilirsiniz.

11 Ağustos 2025 Pazartesi

Lawrence Block'tan "Bernie Rhodenbarr" Serisi Okumanın Hafifliği!

 

   Aradan zaman geçiyor ve ben bu seriyi kâh baştan sona (şimdiye kadar hep öyle oldu!) kâh sondan başa (bu sefer de sondan başladım) okuyorum.
   Yalnız bir hayata başladıktan sonra yönelimlerimi gözlemledim ve tadaa! İşte sonuç: fakir, okurken pek bir yelkenleri suya indirdiğinden, ana karakterde içselleştirecek bir yön varsa muhakkak kendini onun yerine koyuyor. Yaşar Kemal'in Memedlerini okurken "şahinim" oluyor, Madam Bovarinin acılarını, tedirginliklerini dibine kadar hissediyor, kafkanın hangi işini okusa uykuları kaçıyor, klayvkaslır okuduğunda dirkpitt gibi hoplayıp zıplıyor (son gençlikte bıraktım onları şükür!), Bayan Kristinin işlerinde Mösyö Poaronun snopluğu bulaşıyor (böyle gider bu!). 
   Bay Block, Börniyi yazarken şımşıkırdak bir karakter yaratmış. Hamuru kanundışı ama tabiatı iyi. Zeki, digemkâr (ancak asla kendisini yıpratacak kadar değil), fedakâr, iyi arkadaş, sözüne sadık, iletişime açık, zaman zaman duygusal ve her durumda humoru yüksek. En trajik durumlardan gülünecek (en azından gülümsenecek) bir hikmet yumurtlayıveriyor. Üstelik kitapların her birinde kitap kurtlarının ilgisini çekecek bilgi kırıntıları da var. 
   Oluşturduğu fon pek başarılı. Yardımcı karakterler (lezbiyen köpek yıkayıcısı ve en iyi arkadaşı Carolyn, dejenere polis Ray, temerküz kampı kaçkını, şeker düşkünü, çalıntı mallar satıcısı Abel Crowe ve diğerleri) şükela, Börninin kariyer planlaması (düz hırsızlıktan sahaflığa geçiş), işine (hem sahaflığa hem hırsızlığa) gösterdiği özen, kedisi (sahafların mütemmim cüzü) Raffles, (yine yazmazsam içim şişer) hiç bitmeyen sarkazmı (ne işim olur sarkazmla!) dalgacılığı.
   Şimdiye kadar okuduklarımdan gideyim: Gönülçelen Hırsız: adından da şıpınişi anlaşılacağı üzere münzevi yazar Salinger'in "Gönülçelen"ine bir atıf. Burada hem yaratıcı bir kalemin göz önünde olmama tercihini hem de kişiliğini görüyoruz ve Börni az bir pozitif faydayla hem gizemli yazarı hem de kendini mutlu etmeyi başarıyor.
   Kütüphanedeki Hırsız: hava koşullarından ötürü zorunlu izole bir ingiliz malikanesi, polisiye tarihinin nadir bir kayıp eseri, seçkin konuklar ve ardarda cinayetler. Tam Bayan Kristi'lik hikaye ama sonuçta bir amerikan polisiyesi. Sonuç da ona göre!
   Kendini Humphrey Bogart Sanan Hırsız: muzip hırsızımız Bogart filmlerine dadanıyor ve bir anda kendini Bogart gibi hareket ederken buluyor (yenilgide zafer görmek, görkemli kaybedişler, karşılıklıksız fedakarlıklar vs.). Derken uluslararası bir komplonun önce piyonu, sonra atı finalde de veziri oluyor. Finalde yine herkes mutlu!
   Şimdi Polisiye Romanlar Okuyan Hırsız'ı halledeceğim. Bir kaç tane daha devirdikten sonra yine burada hissettirdiklerini yazarım iki satır. 
   Yazarın başka bir polisiye serisi daha vardır. Matthew Scudder. Onu da (daha seyrek) okurum ama içselleştirmeye çekinirim. Büyük kaybedendir Metyuv. Eski alkolik, dejenere polis, sert dedektif, hamuru iyi ama daha karanlık (bırrr). Börni iyidir!
   Her iki seri, okumaktan yılmaya başladığınız anlarda (bunu bilen bilir) can simidi gibidir.

3 Ağustos 2025 Pazar

"Şeytanın Günlüğü" Leonid Andreyev'den Zamansız Roman.

   Şeytanın işi gücü yok, sıkılır. Dünyaya inip şu insanevladını bir gözlemleyeyim der ve amerikalı bir milyarderin ruh kuşunu uçurarak onun bedenine girer. Citta Eterna'ya gideyim de merkezde neler olup bitiyor der. Olaylar gelişir.
   Modern klasikler serisine her başladığımda birazcık geriliyorum. moderniteye yaklaşacağım derken genelgeçer ruh halimizi yansıtmayan, fazla dönemsel kitaplara denk geliyor ve yarım bırakabiliyorum. Bunda öyle olmadı. Yazarımızın hayatını inceledim (sıkıntılı bir ruh), güzel . Sistemle (çarlık) kavgalı ancak yenisine de razı değil (Gorki parlatmış Andreyev'in yıldızını). Sürgünde (Finlandiya (o zamanlar (1918) sürgün yeriymiş zaar (zaar!))) ölüyor. İlk sayfalardan itibaren, okuduğunuzun sadece o çağı değil günümüzü de içerdiğini anlıyor ve daha bir keyifle ilerliyorsunu.
   Kurgunun bir ekseni var. Genelde onu takip ediyoruz. Rutin ilerlemiyor. Kimi zaman bir izlenim uzunca anlatılırken aylar süren periyot 1 iki satırda geçiştiriliyor. Materyalist bakış açısıyla şeytanın kolpaya geldiğini anlayabiliyoruz Lâkin şeytan, aşk denen illete düştüğünden bunu aymıyor tabii. Tüm kötülüklerin müsebbibi, kurnazlıkların, kötücül zekanın merkezi olarak yakıştırdığımız, kimi zaman aşka düşmüşken dahi aklımıza olmadık şeyler getiren karakter; aşk gözünü kör ettiğinde göz göre göre bir kolpanın öznesi olduğunu aymayabiliyor. 
   Velhasıl; 198 sayfalık bu modern klasik zaman ayırmaya değerdir efenim.