19 Ocak 2025 Pazar

"Aslında Herkes Haklı! Ali Lidar'dan...

   43 Şiir, 122 sayfa. Üç aydır yatağımın yanındaki komodinin üzerinde, ara ara okuyarak nihayet dün tamama erdirdim.
   Lidar, kırgn, kızgın, öfkeli ve maalesef çoğu zaman kötümser. Bu bağlamda; okuduklarını içselleştirecek olursanız art arda okunması kimi zihinler için yorucu olabilir. Buna mukabil, hangimiz kimi zaman bu ruh halinde olmuyoruz ki! Onunçün; yaşadıklarımızı, sözcükleri daha ustalıkla kullanan birinin kaleminden gözlemlemek kafa açıcı olabiliyor. Aşağıda sevdiğim şiirlerinden birini alıntılıyorum. Umarım telif sorun olmaz.
Mutsuz ve Endemik (İthaki Baskısı S.11)

bak olacak olan oluyor
engel olmak ne mümkün
üstelik OHAL var tüm anayollar tutulmuş
hava yolları ve karayolları ve demiryolları ve
bilumum resmi kanallar
üstelik sevmek de yorulmuş
yıkılmaya yüz tutmuş
yıkılmaya yüz tutmuş bahçeli evler gibiyim
müteahhitlerin pis pis kestiği

merhamet et haranızdaki atlardan getir
haranızdaki atlardan getir merhamet et
atlardan getir merhamet et haranızdaki
atlardan getir binip gideyim
patikalardan patika beğeneyim merhamet et
sür beni sürgünü olayım civarındaki ağaçların
yerini yadırgayan mutsuz ve endemik
ve kuşkulu ve telaşlı bir bitki gibi
mağrur 
yalnız 
ve mutsuz

gideyim buralardan
taammütsüz günahım çünkü
ne diye gireyim kısmetinle arana
merhamet et, gideyim
belki senden uzaklaşırsam
yaklaşırım yaradana

7 Ocak 2025 Salı

"Mutfak ve Kültür & İnsanın Beslenme Tarihi" Yemek Kitabı değil Antropolojik Gastroloji.

  Mutfak işlerine sarınca, bu işin tarihi nedir diye merak ediyor insan. Bizdeki gastronomi bölümlerinde var mıdır bilemem ama yurtdışındaki pişirme tarihi derslerinde ders kitabı olarak kullanılan sayın Civitello'nun kitabını okudum. 
   450 sayfalık (hem de küçük yazılarla ve yüzeyi normalden daha büyük) kitap, öyle başından başlayayım ve sonuna kadar okuyayım tarzı bir kitap değil bence. Bildiğiniz gastronomik antropoloji tarzı yazılmış bir metin. 50 sayfada bir durup soluklanmak gerekti. Yazarımız insanlığın kayıtsız (yazının icadından önceki) halinden başlayarak günümüze kadar insanevladının yeme içme alışkanlıklarını, elinden gelen her coğrafyayı katarak açıklıyor. Bu, kolay iş değil. Uzak Asyada, Güney ve Kuzey Amerikada, hülasa her coğrafyada farklı kaynaklar, ekonomiler, eğilimler ve bununla paralel olarak mutfaklar var. 
   Kendi adıma bugüne kadar bildiğim kimi şeylerin nedenini nasılını öğrenmek oldukça aydınlatıcıydı. İtiraf edeyim okuduklarımın çoğunu da bilmiyordum. (Misal: koşer (Musevi helâli) meyvenin en az üç yıl meyve vermiş bir ağaçtan yenilmesi zorunluluğu). Arada kimi reçeteler de var ama bir ikisi haricinde denemeye değer bulmadım. 
   Kitap hakkındaki tek (ve bence önemli) eleştirim: bölümlerin neredeyse yarısının yayılmacı egemen kültürün (Amerika ve Avrupa) mutfağına ayırılmış olmasıdır. Misal: kokakolaya koca bölüm ayrılmasına karşın Türk mutfağı sadece bir paragrafta geçiştirilmiş (S.97 o da ancak ortası). 400 yıl boyunca uygar dünyanın büyük kısmını kontrol eden, her kültürden etkilerin olduğu (balkanı da var, ortadoğusu da, yunanı da, ermenisi de daha yazmaya eriniyorum) zengin bir mutfağı da böyle geçiştirmek. Ne bileyim, bilemedim.  
   Eğer mutfakta zaman geçirmeyi seviyorsanız, edinmenizde faydalar vardır. Arada bir karıştırır, ilginizi çeken bölümleri okuyabilirsiniz.

2 Ocak 2025 Perşembe

Okuma Tüyoları yahut Bilge Biriyle Benzerlikler&Farklılıklar.

   Bu günceyi bir nevi günlüğüm olarak tutuyorum (elbette sadece okuduklarım ve izleyip hoşlandığım şeyleri içeriyor). Hâl böyleyken dün dinlediğim ve beni etkileyen bir podcastı da ekleyebilirim rahatlıkla. Fakir; "nasıl olunur" adlı seriyi takip ediyor. Kimi zaman ilginç şeyler duyuyorum. En son Adnan Bali'yi dinledim kimi önyargılarla. Böyle üst düzey yöneticiler ve iş insanları (hele de emekli olmuşlarsa) biraz sıkıcı olabiliyor. Bu kez sonuna dek ilgiyle dinlendi. Demek ki neymiş: önyargı kötü bir şeymiş.  

   Nedir, konumuz okuma ve izlemedir. Öyleyse; kendimce sözlerini ilgiyle dinlediğim ve kimi şeyleri öğrendiğim (kimilerini öğrenmeye ve uygulamaya ciddi niyet duyuyorum) birinin bu konuyla söyledikleriyle, fakirin paralellikleri ve ayrımlarını da yazmamak olmazdı. 

   "Zamanımız kıymetli ve biz bu dünyaya boşuna gelmedik" diyor Bali. "Elbette kendimizi büyüteceğiz, bir fark yaratmaya çalışacağız. Bu edinimlerimize de bağlı. Bir şeyi ancak beni büyütüyorsa izler ve okurum. Bunların hepsini kayıt ederim, konularını&içeriğini değil hissettiklerimi öğrendiklerimi. Sonuç faydalıysa benzerlerini bulup okur izlerim" de diyor. 

   Bendeniz sinema filmleri için aynı mottoyu izlesem de kitaplar konusunda aynı fikirde değilim. Hep bana olumlu şeyler katacak, hazmedeceğim, içselleştirecek sayfaları okumaktan daraldığım oluyor (iki hücreli beynimin yetmemesi!). Çalışmaktan ısınan gri kitleyi boşa çıkarıp boş da durmamak için ne yapıyorum? Gelsin polisiyeler, duygusal romanlar, korku ve fantazya edebiyatı. Onda da iyiden çöp olanları değil türünün kendimce güzel örneklerini okuyorum ama. Sinemada da durum öyle. Misal: genellikle çok satan kitaplar ve çok izlenen filmlerden hazzetmiyorum. Her zaman değil ama çoğunlukla öyle. 

   Sohbet ilerledikçe duydum ki Adnan Bey'in favori kitaplarında bu tip bir genel geçerlik sezmesem de kimi izledikleri, benim zaman kaybı olarak gördüğüm şeyler. Belki o da beynini çalıştırmadan meşgul etmek için bu yola başvuruyordur. Bilemedim. 

    Kısacası; dinlerseniz faydalanacak bir şeyler bulabilirsiniz, bana öyle oldu.

"İzmir Postası'nın Adamları" İzmirliler Kaçırmamalı.

   Daha önce Deli İbram Divanı'nı okuyup beğenmiştim. Dedim ilk kitabını da bir okuyayım. 159 sayfa, onbeş öykü. Bazı öyküler kitaba ara verip düşündürttü (bu değerlendirmeler tamamen özneldir). Diğerleri hakkında bir şey diyemeyeceğim ama oldukça sert geldi bana. 
   Ahkam kesebileceğim tek şey: Büke, öykünün geçtiği kentleri başarılı bir şekilde aktarıyor okura. Bu konuda oldukça muğlak öyküler olmasına karşın (Misal Pando'da (sahi uzun zamandır kapalıydı orası. Açılacak diyolladı) ballı kaymaklı sütlü kahvaltı yapmayan semtin Beşiktaş olduğunu ayamaz). Ancak, İzmir öyle bir anlatılmış ki gözünüzde canlanıyor. Yazarımız bunu şehri anlatarak değil yerlerin hissettirdikleri üzerinden yapmış daha çok. Bu da "demek ki benimle aynı şeyleri hissediyormuş" zannına neden oluyor (ki bence şükela bişiydir). 
   Uzun yol yapıyorsanız güzel gider.

"Huzur" Tanpınar'dan Okunacaklar Listesi No.2

   Yirmi yıl kadar önce okuyup biraz zor bitirmiştim. Bu kez de Endülüs diyarlarında başlayıp taa bugüne kadar uzadı (bir aydan fazla). Uzunluğu değil (419 Sayfa) son bölümün ruh hali olabilir en büyük nedeni. 
   Dört bölüm, her birinin adları romandaki başlıca karakterler ancak eksende Mümtaz ve Nuran'ın aşkları vardır (gariptir gerçek hayatta adları taşıyan benden fazla yaş almış birbirlerini seven bir çift arkadaşım var). Tanpınar bir kelime ustası. Sizi nasıl hissettirmek isterse oraya götürüyor. Bu minvalde şöyle bir ipucu verebilirim. Birinci bölüm sıkıcı, ikinci bölüm neşeli, üçüncüsü hüzünlü ve dördüncüsü de çok sıkıcıdır. Haliyle sonlara gelindiğinde ister istemez sayfalardaki hüzün ve sıkıntı (meğer ki okuduklarınızdan çok etkilenmiyor ve içselleştirmiyorsanız) okuru biraz daraltabilir. 
   Buna karşın okunmaz mı? Okunur. Birincisi; üstad mekan ve duygu durumlarını olabilecek en iyi şekilde yansıtıyor. O yüzden ikinci bölümde boğazı okuyoruz bol bol ve bırakın gözünüzde canlanmasını burnunuzda bir iyot ve erguvan kokusu bile alabiliyorsunuz (meğer ki hiç boğazı taam ettiyseniz (fakir uzun yıllar kıyısında yaşadığı için belki de bu çağrışımlar)). Diğer bölümlerde ise genellikle sur içi var. Ama 1940'lı yılların kötü şehirciliğini o kadar iyi betimlemiş ki Tanpınar, okuyanın içi daralıyor. 
   İkincisi; kelimelerin insan ruhunu nasıl şekillendirebileceğini nesnel olarak tecrübe etmek, ilginç bir tecrübe oluyor. Son bölümdeyken ara ara ikinci bölüme atladığımda somut olarak gördüm bunu. 
   Yazmasam olmaz. Üstad; bir bölümde uzun sayfalar boyunca Ferahfeza Mevlevi ayininin icrasını öyle bir yazmış ki, birinci sayfadan sonra buldum ve Kâni Karaca'nın (bildiğim en iyi tasavvuf müziği icracısı) icrasıyla dinleyekoyuldum. Heyhat! Satırlardaki duyguya ulaşamadım. Mevcut birikimim (fena da sayılmaz, bir ayinin icrası ezberimdedir misal) demek ki yeterli olmadı. 
   Velhasıl öneririm.

24 Aralık 2024 Salı

"Mobius" Adam Fawer'dan bu kez Kuantum Fiziği ve Sicim Teorisi Yan Yana.

   Yazarın ilk kitabını çıkar çıkmaz okumuş ve pek heyecanlı bulup diğerlerini beklemiştim. Olasılıksız hakkında yazdıklarım da şurada. Uyanık yayınevleri bunun çok sattığını görünce benzer işleri benzer kapaklarla pek sık yayımladılar. Haliyle bir ikrah geldi fakire. Hatta, yıllar sonra ikinci kitabı Empati de yayımlanınca öyle merak edip de okumadım açıkçası. Mobius hakkında, güvendiğim birkaç kalem olumlu yorumlar yazınca buna dayanamadım ama. 
   Caleb, startuplarda finans ve strateji işini başarıyla yürütür. Süper bir ailesi vardır ama işine fazla düşkündür. Sonra işler değişir ve olaylar gelişir.
   İlk kitabı kadar değilse de okuması zevkli bir romandı. İşin içinde sadece kuantum yok bu kez. Bir kere kapitalizmin, geçen yüzyılın sonlarında parlayan startup sisteminin şükela bir açıklamasıanaliziyergisi var. Sicim teorisi var (ki ancak "Karamazov Kardeşler"i, "olay Rusya'da geçmektedir" diye özetlemeye benzer çok kısa (ve bence hafif de yanlış) bir  açıklamaydı). Zaman yolculuğunun olabilitesi (bence kuantum fiziğine rağmen yok böyle bir olasılık) var. Hayattaki önceliklerin (elbette ki bu çok öznel bir yorum) belirlenmesi var. Aksiyon var, heyecan var, bilgi var. E daha ne olsun! Hayatta her zaman beynimizin kıvrımlarını derinleştirmek için değil güzel zaman geçirmek için de kitaba yaslanıyoruz. İkinci seçeneği tercih edenlere öneririm.

28 Kasım 2024 Perşembe

"Transhümanist Devrim" Geliyor Gelmekte Olan

   Çinlilerin bedduası mı tuttu ne! Çok ilginç günler yaşıyoruz.
   Bir süredir çeşitli mecralarda kulağıma çalınıyor bir "transhümanizm" kavramı. Hazır bu seriye başlamışken, fikrim olacak kadar bilgim olsun bari diyerek oturdum kitabın başına.
   Okumaya erinenler için kısaca bir özet geçeyim: Efendim bilim insanlarının nihai hedefi "posthümanizm" (bunu başka bir yazıda didikleriz). Ancak şu anki bilimsel bilgiyle bu mümkün değil. 
   Şimdilik konuşulan şey: "transhümanizm". Nedir bu kavramın esbâb-ı mûcibesi? Günümüzün bilimsel bilgisiyle kimi disiplinlerin yöntemleri değişiyor/değişecek. Misal: tıbbın amacı hastalıkları gidermekken artık sağlığın bozulmaması ve ömrün uzaması olacak. Enformatiğin amacı bilginin kolayca dolaşımıyken artık bilginin veri olarak insan zihnine entegre olması hedeflenecek. Buna benzer daha neler (işin içine nanoteknoloji ve yapay zeka da giriyor elbette). Bununla ne mi olacak? Şöyle ki: bir on 15 yıla kadar, genetik hastalıkların kökü kazınacak, yaşam süresi uzayacak (15 yıl bekleyebilirseniz 130 yaşına kadar yaşamanız işten bile değil diyor bilimsel dedikoducular). Bu değişimler önce çok mantıklı makul taleplerle değişimi talep edecekler ("doğacak çocuğunuzun down sendromlu olmasını (yahut şizofren illetine iptila olmasını) engelleyebiliriz" diyen birine karşı koyamazsınız). Sonrası da transhümanizm. 
   Efendim şöyle bir açıklama yapmak zaruridir. Bilim ilerler ancak bunun bir felsefesi olmadan kullanımı çeşitli garabet doğurur (bkz.nükleer enerji). Batı, bu konuda düşünmeye başlamış bile. Yazarımız bilim insanı değil feylesof. Haliyle sahip olduğu genel bilimsel bilgiyi, bu kavramın kullanımıyla ilgili soruların cevaplanması için kullanmış. Bu bağlamda, konu hakkında bilgi sahibi olmadan (çünkü bilimsel gelişmeler kitabın sonunda kısacık fasıllar halinde verilmiş) fikir sahibi oldum diyebilirim. Nedir: kitap kısa olmasına (154 S.) karşın zor okundu, notlar alındı, altıüstü çizildi, bolca aralar verilip düşünüldü. Yani beklenen frekans yakalanmadı. Bir de Lük bey (böyle okunuyor yamulmuyorsam) oldukça ulusal olarak yaklaşmış konuya. Transhümanizmin kitlelere nasıl ulaşacağı hiç işlenmemiş misal (kişisel görüşüm: bunun şanslı azınlık (kremdölakrem de derler) tarafından zaten kullanılmaya çoktan başlanmış olduğu yönünde). Kuvvetle muhtemel; gaile derdinin çok üstündeki zatlar, kendilerine özel hazırlanan genetik takviyeleri bu yüzyılın başından beri alıyorlardır, yedekte klonlanmış organları hazırda bekliyordur ve cinayetekazayaintihara kurban gitmezlerse dalyayı rahat devireceklerdir. 
   Bu pilav daha çok su kaldırır. Kısa keselim Aydın abası olsun. Velhasıl: kavram hakkında fikrim olsun diyenler okuyabilir (birazcık da bırrrlayarak).

23 Kasım 2024 Cumartesi

"İnsanlığımı Yitirirken" Mutlu Değilseniz Okumayınız!

   115 Sayfa, üç bölüm hatırat ve kapanış. Başlangıçtaki üç fotoğrafın betimlenmesini bir de kitabı bitirdikten sonra okuyunca daha iyi ayarsınız. Varoluş sancısı çeken bir bireyin hayatını okuyoruz. Doğduğu andan itibaren çevresini anlamaya kalkan, başaramayınca kendine bir soytarı maskesi yakıştırıp yaşayakalmaya çalışan zeki biri. Talihsiz değil, ekonomik kaygıları yok (ailesi görece varsıl), kadınlarla arası hep iyi (ancak hiçbirini hayatına sokamıyor, birlikte ölüme yürüyecek kadar yürekli olsalar da). Nedir: yüreğinin derinliklerinde bir aç kurt vardır ve her önüne konulanı yer. Ne kadar beslenirse o kadar açtır. Olaylar gelişir.
   Şuci Tsuşima yahut Osamu Dazai, Japonya'da çok okunan, buna mukabil kötü şöhretli bir yazar. Kısacık hayatı (bu kitabı yazdıktan sonra birlikte olduğu kadınla birlikte intihar etmiş, sadece 39 yaşındaymış) iniş çıkışlarla geçmiş. Nedir: bu çıkışlar asla eski yüksekliği yakalayamamış. Çeşitli intihar girişimlerinden sonra (ki bunların neredeyse yarısı müşterek intiharlar) en nihayet bu eyleminde başarıya ulaşmış (böyle yazınca ne acaip geliyor). 
   Holden Caulfield ile şımşıkırdak arkadaş olabilecek bir anti kahraman var yarı otobiyografik romanımızda. Eğer kendinizi mutsuz hissediyorsanız, hayatın anlamsızlığına. insanların anlaşılabilirliğine dair fikir kırıntılarınız varsa uzak durunuz. Buna mukabil, varoluş, anlam gibi kavramlara ilgi duyuyorsanız; metni fazla içselleştirmeden okuyabilir ve çeşitli edebi&anlamsal hazlar alabilirsiniz. Bana Dostoyevski ve Salinger'i çağrıştırdı okuduklarım. Bir yıl önce yanına yaklaşmazdım, bu aralar rahatça okuyabiliyorum. Siz bilirsiniz yani.

Hamiş: kitabın sonunda Japon romanına ilişkin bir açıklama&sonsöz var. Anlıyoruz ki; çekik gözlü kardeşlerimizin "ben roman" ve "hakiki roman" diye bir sınıflandırmaları var bu edebi türe. Anladıkça anlamlı olduğunu da anlıyorsunuz. Okuması ilginçtir.

18 Kasım 2024 Pazartesi

"Kalk Bi Dopamin Demle" Günüzümün Yaygın Mutsuzluk Halleri.

   İlk bölümünü (hepitopu 3 sayfa) okuyunca dedim "Hah O benim!". Yazar (lar (lar çünkü iki kişi yazmış bunu "Serkan&M. Ali Karaismailoğlu")) o kadar iyi betimlemiş ki içinde bulunduğum durumu, sanki bana özel yazılmış gibi hissettirdi ilk bölümler. 

   Bilmiyorum size de oluyor mu? Bazen bir şeyleri kaçırdığınızı, tamamlanamadığınızı, zamanın çok hızlı akıp gittiğini yahut bir ereğe ulaşamadığınızı (iş olur, unvan olur, ruh eşi olur, para olur her türlü) düşünür ve bu sizi bir nevi boşluğa çeker. Netice: Gelsin kasavetli günler, haftalar, aylar, mevsimler ve hatta yıllar (burada "zaman sanki bir rüzgar" diyerek Enis Behiç Koryürek'e bir selam sarkıtalım). Bu normal (miş).

   Girizgahtan sonra başlıyoruz içimizdeki karadeliğe neden olan dopaminin bilimsel açıklamasına. Bu mendebur ve şükela molekülün (nörotransmitter deniliyor) sadece yapısını değil, çalışma prensibini de anlıyoruz ilerleyen bölümlerde. Ondan sonra da "hayatınızı mükemmelleştirecek dört adım" bölümüne geçiyoruz. Şaka şaka! Böyle bir formül yok! Yalnızca o karadelikle yaşamayı öğrenmek ve kontrolünü eline almakla ilgili öneriler var. 

   Kitap 1buçuk günde bitti. Adeta yutarak okudum. Biraz demlensin, bir kere daha okuyup altını çizdiğim, kenarına soru işaretleri koyduğum yerler üzerinde idrakımın artmasını bekleyip, lugat&makale karıştıracağım. Nedir: kitap biter bitmez instagram hesabımı kapattım (biliyorum oradaki hayatların yalan olduğunu ama beyni kandırmakta pek mahir bir uygulama bu (hesabı kapatmayı bile nice derin yerlere saklamışlar)). Önümüzdeki günlerde kendimi oyalama amacıyla yaptığım tüm sosyal faaliyetlerin biletlerinin iptal edilebileceklerini iptal ettim. Yine bu saikle çıkmayı planladığım seyahatleri erteledim. Canımın sıkılmasına, rölantiye ve hatta geri vitese ihtiyacım var (mış). 22'den sonra zaten ekrana bakmıyordum, yatağımın yakınlarında bırak ekranı elektronik cihaz yok (bunun için bir şey yapmama gerek kalmadı). 

   Bugün konuştuğum bir arkadaşım (kendisi sinirbilim konusunda akademik bir seyahatte (yolu açık olsun!)), tek nörotransmitterin dopamin olmadığını, daha nice benzer molekül olduğunu ancak çalışma prensiplerinin benzer olduğunu söyledi. Belki onların da böyle hap gibi kitapları çıkar. Ancak önemli olan şey çalışma prensipleri. Onu anlayınca gerisi kolay. Bu arkadaşım bir de "dopamin orucuna mı başlıyorsun?" diye sordu. Demek, kimi çevrelerde bilinen bir şey.

   İki gözümün nurları, bu hızlı tüketim çağında hâla bu satırları okuyacak feraseti olan, anlamaya okumaya zaman ayıran bir avuç seçkin kâri, kıymetinizi bilin. Sizlerden, bizlerden fazla kalmadı. Pamuklara sarılarak saklanasısınız. Velhasıl; hararetle öneririm.

 Yazı bitmek bilmedi. Babun saçlı gamlı baykuş Şopenauer'in (tam nasıl yazılıyordu bakmaya erindim) bir tespiti var ömrümüzle ilgili (pek hazindir). "Ömrümüz bir sarkaç gibi endişe ve can sıkıntısı arasında geçer. Bir şeyi çok isteriz. Bunun için çabalarız, endişe duyarız, mutsuz ederiz kendimizi. En büyük sorun bunu ele geçirince başlar. Bir süre sonra sıkılırız ondan. Nasıl etsem de kurtulsam der ve yeni bir isteğe doğru yöneliriz." Ahir ömrümde okuduğum (evet Niçe'den bile bence) en bedbin feylesof olduğu halde yüzyıl öncesinden dopaminin çalışma döngüsünü çözmüş üstad. Kendisini alkışlamaktayım şu anda!

 Hiç adetim değildir ama dipnotu Fyodor Mihayloviç Dostoyevski'den yapalım: "Aslında insanı en çok acıtan şey, hayalkırıklıkları değil. Yaşanması mümkünken, yaşayamadığı mutluluklardır."

17 Kasım 2024 Pazar

"Sofranız Şen Olsun" Çocukluğuma Dair.

   Çocukluğumun önemli bir kısmı Bakırköy'de geçti. Madam Teyzemizin baktığı kahve fallarına kulak kabarttık. Sokaktaki arkadaşlarımın bir bölümünün adı Artin, Leon gibi artık fazla rastlamadığım isimlerdi. Güzel kukalı saklambaç oynardık. Nadir de olsa komşudan gelen topiği gömer, aşure ayında aşure gönderirdik. Dinlediğim bir podcastta kulağıma takılınca aldım. İki günde bitti.
   Takuhi Hanım, biyografik yemek kitabı yazmış. Gerçi yemek kitabı dememek lazım. Bir dönem, bir topluluğun tarihini mutfak reçetelerine yazıp yayımlamış. Güzel olmuş. Ayraçla işaretlediğim, deneyeceğim reçeteler olacak (gerçi uskumruyu kim kaybetmiş fakir bulsun). 
   Yemekte kullandığım soğanı ya piyazlık ya yemeklik doğrarım. Takuhi Hanım, fare dişi diyor yemeklik doğranmışına (o da güzel!). Yalnız farkedememezlik edemedim: soğan ne kadar baskın kullanılıyor tariflerde (en küçük tarifte: bir kilo soğanı fare dişi doğrayıp suyunu çektirip yağı ilave edin falan deniyor). İlk reçeteyi yaptığımda bu yazıyı güncelleyeceğim.
   Bir dönemin İstanbul'una ve yemeğe meraklıysanız öneririm.



14 Kasım 2024 Perşembe

"Einstein Ahçısına Ne Dedi?" Mutfak Bilimi.

  Yemek işine sarıyorum. Bunun için dinlediğim bir podcastta michelinli şefler bu kitaptan bahsedince almak ihtiyacı doğdu. O da nesi? Hiç bir yerde yok. Yardımıma yine nadir kitaplar satan bir platform yetişti. 334 sayfa. Yazarımız kimya profesörü. Aşçı yahut beslenme uzmanı değil ve fena halde Amerikalı. 
   Üslubu kolay ve mizahı yüksek dozda satırlarda; yemek pişirirken neler olduğunu bilimsel açıdan öğreniyoruz. Sadece yemek yapmanın değil mutfakla ilgili çok çeşitli detaylar da pattadanak verilmiş. Bu minvalde "esmer şeker daha faydalı", "himalaya tuzunun tadı hiç bir tuzda yok" gibi genelgeçer kaideler parça pinçik ediliyor ve aslında hergün gözümüzün önünde olup hakkında hiç bir bilgimiz olmadığı şeyler hakkında doğru dürüst bilgilendiriliyoruz (misal, mikrodalga nasıl ısıtır, buzdolabı nasıl soğutur, maya nasıl çalışır, bıçakları nasıl saklamalıyız, bakır kaplarımıza nasıl bakmalıyız ve buna benzer daha neler). 
   Tek eleştirim: yazarımızın kitabı üniversal değil de ABD'ye yönelik yazması. Nedir: verdiği örnekler sadece orada bulunan birtakım hazır markalardan ve FDA'nın standartlarından seçilmiş. Ben burada ne şekerkamışı şekeri, ne de akçaağaç şurubu bulabiliyorum. İhtiyaç da hissetmiyorum. Neyse ne. Genel olarak faydalı mıdır? Elbette. Eğer mutfak önlüğü giyen bir insansanız okumanızda çeşitli faydalar vardır.

12 Kasım 2024 Salı

Endülüs Gezi Notları.

 Tarifa'ya limana yanaştınız, yokuşu çıkıp, insanları takip edince oranın otobüs durağına ulaşıyorsunuz. Zaten küçücük bir yer kime sorsanız gösterir. Otobüs durağının karşısında Piri Piri diye güzel bir kafe var. Deneysel tapasları lezzetli, ev şarabı yahşi, fiyatları ehven. Otobüs beklerken bir gündüz şarabı güzel gider. Gündüz saat başı otobüs var. Yamulmuyorsam 3.5 EUR'a Algeciras'a bir 45 dakikada falan varıyorsunuz. Oranın otobüs istasyonu, tren istasyonunun karşısında. Ronda'ya günde üç kez falan sefer var. Otomatlardan da gişeden de biletinizi alabilirsiniz eğer daha önce internetten almadıysanız (ki ben ne zaman varacağımı bilmediğimden almamıştım). 
RONDA
    Ronda fazla bilinmeyen az turistik ama görülmeye değer bir küçücük şehir. Sierra Nevada dağlarının yüksekçe yerlerinde (tren yolculuğunda her daim değişen masaüstünüz sizi sıkmayacaktır), tren döne döne çıkıyor. Hava sıcaklığı internet tahminlerinin hep üç dört derece altında çıktı (Andalucia yaylası). Bu mevsimde (ekimsonukasımbaşı) oldukça serin olduğunu söylemeliyim. 
   Şehir merkezi küçücük ve bir ana caddesi var. Tüm atraksiyonu: bir boğa güreşi arenası (ki bu olmaz olasıca (derken artık olmadığını anlamam!) sporun kurallarının ilk konulduğu yermiş) ve köprüsü. 
   Arena şimdilerde binicilik merkezi olarak iş görüyor (gayet de aktifler, her yer at pisliği kokuyordu). Müzesi güzel, bina etkileyici. 

   Turist tayfası için eğer sabah erken saatlerde gelinirse her iki yerin de görülmesi mümkün. Ancak gezginler fazlasını isteyecekler ve fakir gibi sokaklarda aylak aylak gezecekler, yerelin gittiği sosyalleşme mekanlarına gidip, mahalle lokantalarında zıkkımlanacaktır. Güzel parkları, turiste alışkın olmayan insanları, hoş ara sokakları var. Gece 10da hayat duruyor. Yürüyerek her yere ulaşabilirsiniz. Eski köprünün çevresi de gezilmeye değerdir (fotoğraftaki yeni köprü). 
KORDOBA
   Kurtuba güzel şehir. Fas yazımda bahsettiğim medina burada da şehrin merkezi. En görülesi yeri El Mezquita diye yazılan ancak şıpınişi ayacağınız gibi aslınca Mescit denilen bir yapı. Emevileri buradan edince İspanyollar binayı yıkmaya kıyamayıp katedrale çevirmişler. İki temel yapı var. Ana bina ve minare (tabiyki şu an çan kulesi). Her ikisinin de biletleri ayrı ayrı satılıyor. Ana binaya girince sütunların ve mihrabın mimarisi önce bir afallatıyor insanı. Taş işçiliği, ışık oyunları, ferahfeza iç hacim pek güzel. Turist grupları gelmeden erken bir saatte gelirseniz daha çok tadını çıkarabilirsiniz.


   Görgüsüz (buraya da gittim) fotografimi koyduğuma göre yazıya devam edebilirim. Mescit gezildikten sonra medinanın dar sokaklarında türlü turist tuzağı dükkanlar, bir de güzel bir müzesi var. Gezilir. Mescidin karşısındaki köprüden geçince de görünüm güzel. Hoş bir park var karşıda (çimlerinde uyudum biliyorum).
   Kurtuba'nın geceleri güzel. Sokaklar iyi aydınlatılmış, neşeli bir kalabalık geç saatlere kadar piyasa yapıyor. Medinanın dışına çıktığınızda Avrupanın herhangi bir şehrinden farkı yok. Buradan Gırnata'ya trenle geçtim.
GRANADA
   Endülüs'e gitmemdeki ana saik olan şehre vasıl olduk nihayet. Fazla büyük bir kent değil ve en önemli yeri Alhambra dedikleri Elhamra sarayı. Burada gerekli bir bilgi vermek isterim. Çok görülmesi gereken yerlerden olduğu için önceden bilet almanız şart. Gününde gidip bulmak neredeyse imkansız. Fakir bir ay önceden ayırtmaya çalıştığında tüm biletler bitmişti. Biletler de çeşit çeşit. Elhamra, büyük bir yerleşkeye yayılmış her birinin ayrı biletlemesi var. Gezgin tavsiyesi: sadece Nasrit sarayına bilet alsanız yeter. Bunun için bile Alhambra Boletos diye arattırdığınızda zilyon tane seçenek var. Müzenin kendi sitesinde 18 EUR'a gördüm ama o kadar çok tur organizasyon şirketi var ki bunu bulabilmem bile zaman aldı. Neyse.
   Granada fazla büyük bir şehir değil. Konaklayacağınız yerin Elhamraya yürüme mesafesinde olması önemli, zaten görülecek yerlerin çoğu buranın çevresi olur. Kaldığım hostelin (bu arada şükela bir yerdir, öneririm Toc Hostel) ilk gecesinde günbatımı turuna katıldım. Dan rehberimiz Boaz bizi tecrübeli kervan katırları gibi tırmandırıp şuraya çıkardı. Güneş en güzel buradan batıyor ve sarayı en güzel buradan görebiliyormuşuz. Fazla kalabalıktı.
     Hostelimin mottosunu vermesem olmaz.
   Bilet alma çabalarımı siber alem sayesinde sezen bir tur şirketi "biz son anda iptal olan biletleri alıyoruz, bize ödeme yaparsanız son gün sizi haberdar ederiz, bulamazsak iade ederiz ödemenizi" diye bir teklif yapınca kabul ettim. İtiraf edeyim son ana kadar "acaba aldandım mı?" diye düşünmeden edemedim. Neyse bir gün önce detaylı bir e-posta gönderip endişelerimi giderdiler. Sabahın 8buçuğunda buluşma noktasında buluştuk. Tur önce 5.Karl sarayından başlıyor. Buraya fotoğrafını koymaya değmeyecek kadar alelade bir yapı. 4köşe bir kaidenin ortasına yuvarlak bir meydan koymuşlar, çok fonksiyonel, çok alelade. Derken Nasrid sarayına giriyorsunuz ve mimarinin zarafeti çarpıyor insanevladını. Açılar, boşluklar, taş işçiliği, ışık oyunları, suyun kullanımı, akustik ve daha idrak edemediğim nice hoşluklar.





   Turla gitmenin zararları vardır. Şöyle ki: rehber 3 saatte tüm turu tamamlamak zorunda olduğundan mekanın ruhunu yakalamak için sizi etkileyen yerlerde sakin bir köşe bulup tefekküre dalamıyorsunuz. Bu minvalde, biz de çobanın peşindeki koyunlar olarak bilgi bombardımanına maruz kalarak her yere eşit zaman ayırmak zorunda kaldık. Nasrit sarayından daha sonra yapılmış (sincaplar kovalasın seni 5.Karl) yerleşkeye bir kapıyla geçtik ve geçtiğimiz yer süpürge dolabıyla yetimhane arası bir yere benzediğinden afalladım. Sonra biraz geriye çekilip grubun tümünün yüz ifadelerini izledim. Hilafsız hepsi de şöyle bir "hay Allah, nereden nereye geldik" yüz ifadesiyle hayalkırıklığını çehrelerine yerleştirdiler. Neyse, çıktık oradan General Life (lavidaheneral) denilen yere gittik. Emevi etkisi yoğun bir yazlık bahçe ve küçükçe bir saray. Asıl yerleşkenin buradan görünüşü pek hoş.
   Buraya da bir görgüsüz foto koyalım tam olsun.

   Zaten Nasrid sarayından sonra gördüğünüz her şey banal geliyor. Rehber de bunun farkında hızlı hızlı geçip sizi sarayın çıkışında bırakıyor. Ayaklarınızda derman kaldıysa tekrar aslanlı bahçenin olduğu yer hariç tüm kampüsü yine gezebilirsiniz. Bahçeler, su kanalları, peyzaj görmelere sezadır. Çıkıştan şehre inen bir park var, içinden şehre inmenizi öneririm. Pek huzurlu (buranın da çimlerinde uyudum biliyorum).
   Sonraki iki günde ayaklarım nereye götürürse oraya gittim. Lorca'nın parkını da gördüm, turistik olmayan parkları da, Granada'da çeşme kültürü gelişkin. Her parkta, heykelde akan bir su var. Asıl görülmesi gereken yerler sarayın çevresi. Medina ve buna yakın anıtlar, katedraller. İnsanlar neşeli, iletişim kolay ve galiba mutlular da. Konuştuklarım öyleydi en azından. 
   Bu seyahatte ve daha önce flamenko izlemiştim ama o başka bir yazının konusu. Meraklıysanız okursunuz. Şimdi genelgeçer kaideler:
  • Endülüs elbette ki Fas'tan daha pahalı ama memleketimden pahalı değil. 
  • Şöyle kendilerine özgü bir yemek tadayım derken farıdım. Pizza, makarna, paella, hamburger şeytan dörtlüsünün haricinde pek az seçenek var. En pahalı yemekleri pöç. Evet! memlekette milletin burun kıvırdığı dana kuyruğu. Fine dining restoranlarda en sona koyuyorlar ve diğer tabaklardan %40 falan daha pahalı. Yemedim, âlasını kendim yapıyorum. Gündüzü empanadalarla, tortillalarla geçirip akşamları tapas barlarda sürttüm. Buralardada patatas bravasın (bildiğiniz anne patatesi) karidesten pahalı olmasına anlam veremiyorum. Bendeniz deniz ürünlerine abandım doğal olarak.
  • Toplu taşıma yaygın ama ihtiyaç duyacağınızı zannetmiyorum.
  • Her yerde wifi olduğu için hat almadım, ihtiyaç da hissetmedim.
  • Agota Kristof'un "Dün"ünü, Galeano'nun "Aynalar"ını, Reha Hoca'nın "Ud Çalan Kadınlar"ını, Jack London'un "Denizin Çağrısı"nı okudum. Tanpınar'ın "Huzur"una başladım ama bitmediği için sayılmaz.
  • Paco Lucia'lı flamenkolar dinledim. Yerel radyo istasyonlarına kulak verdim. Günde 20bin adım attım ortalama. Deliler gibi yiyip 1 kilo hafiflemiş olarak döndüm memlekete.
  • Elhamrayı tek başına gezmek için gelir miyim? Gelirim galiba. Bu arada sakın yazın gelmeyin sıcaklar cehennemi oluyormuş. Rehberim Rocio "bu yaz 50 dereceyi gördük" dedi.