- Ne zamandır bekliyordum, sinemalarda saçma sapan saatlerde sadece bir hafta oynadı, kaçırdım. Mecburen malum kaynaklardan edinip, şöyle sakin sessiz bir akşam ayarlayıp, telefonları kapayıp izledim.
- Son yazacağımı ilk yazayım : fikir, filmin önüne geçmiş.
- Kaptan Fantastik'in karısı ölür, çocuklarıyla cenazeye giderler. Konu bu.
- Kaptan ve kadını, çocukları öyle bir sistemde yetiştiriyorlar ki hem fantastik hem kuntastik.
- Fantazyası şöyledir : çocuklar "dış dünyadan" kuzenleriyle yemek masasında Nike'ın Yunan Savaş Tanrıçası mı yoksa ayakkabı markası mı olduğu konusunda fikir ayrılığına düşerler. Hiçbiri diğer kavramdan haberdar değildir. Bu perspektifle Kaptan'ın çocuklarının "Kyodontas"ın tersine ufuklarının anormal şekilde açıldığını varsayabiliriz. Yurdum entellektüelinin çok daha üzerine çıkmışlardır, önyargı, ayıp, günah gibi kısıtlayıcı kavramlardan azadedirler. Zihinsel ve fiziksel kapasiteleri en üst düzeydedir.
- Kuntazyası ise şöyledir : en büyük oğlan; karavanparkta tanışıp öpüştüğü tipik amerikan motoruna (çok da şairane bir şekilde (gayet de ciddi olarak)) evlilik önermektedir. Hayattan (Ah o tüketimin peşinde solan hayat !) bu kadar uzaktır. "Kitaplarda yazıyorsa, herşeyi biliyorlardır" ama yazmazsa (ki hayatımızın büyük bölümünde yaşadıklarımızı kitaplardan öğrenmiyoruz) durum kötüdür.
- Kaptan (kadınını da yitirdikten sonra) oluşturduğu sistem hakkında biraz ikirciklenir. Bu ikirciklenmesi saç kadar ince bir kırıktan sonra çatırdamaya dönüşecek ve pes edecektir ancak iş orada bitmeyecektir.
- Neyse filmi anlatmayayım da izleyin.
- Aklımda kalanları yazmaya çalışayım.
- Kaptan'ın; çocukların "seni de kaybedemeyiz" dedikten sonra frene basması. Çekilen sifon (ki hayatın bittikten sonraki hiçliğin bombastik metaforudur). Kiremitin kırılmasının hayatta yarattığı kırılmalar. Sarı kopilin aldığı "tecavüz nedir ?" sorusunun cevabı (şükela ötesidir). Kardeşler arasındaki ayrıkotunun "neden noel'i kutlamıyoruz ?" sorusuna aldığı cevap (bu da aynı kalibrededir).
- Kaptan'ın 1 doları. (seri numarasını göremediğimden Fetöcü olup olmadığını anlayamadım (bkz.aşağıdaki lamba)) kırmızı takımı da atlamamak gerek.
- İnzivada nüdizmi anlarım da kampingde nüdizm biraz garip kaçmış.(yine aşağıdaki lamba (bu arada : eskiden sinemaların girişlerinde, filmlerdeki sahnelerin fotoğrafları olurdu, onlara lamba denirdi))
- Film olarak ortalama, fikir olarak çok başarılı bir yapımdır. Yine seyredeceğim, hatta üçüncüye bile seyredeceğim (Noam Chomsky'nin de bir iki kitabını bulup okuyacağım)
- Ne zamandır çizgi roman kahramanlarını izliyorum, CGI'a boğuldum. Bu; can simidi gibi geldi. Çocuk yetiştiriyor ve sistemi sevmiyorsanız, ıskalamayın.
Başlık neyse o.... (merak ettiğiniz kitap, film; gitmek istediğiniz rota varsa arattırın belki de bu sefil ağ güncesinde vardır)
29 Kasım 2016 Salı
"Captain Fantastic" İyi film.
28 Kasım 2016 Pazartesi
"Fantastic Beasts and Where to Find Them" Bizde niye yok diyor ?
Yok ! yeniyetmelikten beri özel efekt olayının (o zamanlar maketti, kuklaydı. (bkz.Dünyayı Kurtaran Adam) CGI'ın daha hastasıyız ama (bkz.Ayhan Sicimoğlu)) peşinde koşan bir insanım. Ondan dolayı üç buutlu izlemek için gittim üç saatimi harcadım. Yoksa senaryoda falan öyle kafa yoracak bişiy yok.
Heripotır'ın ekmeğini (daha da) yemek isteyen bir ceykeyravlings, "bizde niye yok diyor" diyen Amerikalıların gönlünü hoş etmiş, (olmazsa olmaz) tarihi niyork atmosferinde "alohomora"lı "dambıldor"lu bir film çekmiş.
Görsellik olarak diyecek bir şey yok. Üç saatin sonunda başım bile ağrımadı ve perdeden dışarı fırlayan hayvanat öyle fazla CGI kokmuyordu. Lakin sündürüldükçe sündürülen filmimiz, senaryo dünyasının en klişe işlerinden biri olan iyi ile kötünün hikayesini iyi kötü anlatan Heripotır serisinin bile altında bir iş çıkarmış. Kötünün kim olduğunu filmin ortalarına kadar anlamadım. Karşısındakiyle konuşurken hep sağ omzunun altına bakan bir Ediredmeyn (bu adamı Yılmaz Morgül'e benzeten bir ben miyim ?), yüzü asla akılda kalmayacak bir sıradanlık içeren Ketrinvootırstın (hani oyun gücü de aman aman diyil), her daim kumarhane krupiyesi gibi giyinen bir Kolinferıl, ve en son sahnede arzı endam eden Canidep (ki yaşlandırma makyajında fazla çalışmalarına gerek kalmamış) filmin artıları sayılmaz.
Ha ! fakir gibi CGI manyağıysanız gidebilirsiniz ama izlerken bir türlü kendimi veremedim, hikayenin içine giremedim, sonraki sahneyi merak edemedim. Siz bilirsiniz yani.
27 Kasım 2016 Pazar
"Alafrangalığın Tarihi" Ercüment Menemen !
Şiir pek sevmiyorum (duygusal kadüklük başka birşey değil), üslubundan haz aldığım, bana birşeyler hissettiren şairler pek az. Sayın Yavuz da onlardan biri değil. Kendisinin hiç bir kitabını okumadım. "Hüzün ki en çok yakışandır bize" dizelerinin sahibiymiş. İnternetten "İnançsızlar" şiirini buldum, okudum, fazla da hoşuma gitmedi. Neyse; konumuz kendisinin şiirleri değil zaten "Alafrangalığın Tarihi".
"Peki, neydi yapılması gereken ? Size garip ve belki de "uçuk" gelecek birşey söyleyeyim : Köy Enstitüleri yerine Kent Enstitüleri kurulmalıydı." Bu cümle kitaptan, başlıktaki Ercüment Menemen'i ise bilen bilir (mühim olan hadise şudur : hadise çok mühimdir !).
Kitabımız; bilimsel bir üslupla yazıldığı zannıyla çok sayıda dipnot ve alıntıyla yazılmaya çalışılmış. Öyle ki bir çok bölümde okura "bitse de kurtulsak" hissi vererek hızlı okumaya geçiş yapma isteği verir (var böyle bir istek (yok hissettim, biliyorum)). Kendisini eleştirmek haddim değil ama fakir aşırı sıkıldı kitabı okurken. Hayır, konu gıllıgışlı, velveleli bir konu. Yazarımız da Keçecizade'nin "Bihakkı Hazret-i Mecnun izale eyleye Hak, Serimde derd-i hıretten biraz eser kaldı" beyitini de bilmektedir (bilip okura açık etmemektedir ama (ben burada yazayım da belki okuyan çıkar : "Deliler Sultanı'nın yüzüsuyu hürmetine Hak'tan şifa diliyorum; zira akıl belasından tamamiyle kurtulabilmiş değilim" (aynı beyit "Saatleri Ayarlama Enstitüsü"nde de kullanılmıştır)))
Çoğu zaman kim ne demiş, dipnotlarda ne yazıyor diye altını üstünü çizmekten yazarın ne dediğini pek çıkaramasam da kısaca şunu anladım : Hayatta en gerçek yol gösterici bilim değil akıl olmalıdır. Bilimin siyah beyaz tanımlamaları hayatı çekilmez hale getirmektedir. Yaşasın inanç, yaşasın bilimden azade akıl.
Buyursunlar karanlık çağlara. Bilimsiz akılın insanı nerelere götürdüğünü, nerelere getirdiğini (tarih bilimine şükür olsun ki) bilebiliyoruz. Hal böyleyken "Yepyeni Bambaşka Memleketim"de gideri olması gerektir ama muharririn malum bir gazetede yazmasından dolayı nezarethane koridorlarını arşınladığını okuyunca, onun görüşlerinin de "fincancı katırlarını ürküteceği" zannında olanların olduğunu idrak ettim (hah ! bir Ercüment Menemen de burada yazıyor).
Hilmi Yavuz; fakirin kalibresinin çok üstünde. Ama yazdıklarına hiç aklım yatmıyor, katılmıyorum. "O taraftan nasıl görünüyor ?" diye merak ettim, aldım, okudum ama gördüklerim hoşuma gitmedi (Kadınlara Seçme ve Seçilme Hakkı veren kanunu görmezlikten gelmesi gibi). Cumhuriyete nasıl menfi bakılır ? Bilim nasıl kötülenir ? gibi sorularınız ve heba edecek zamanınız varsa öneririm, yoksa yaklaşmayın !
hah fontun altını da yanlışlıkla beyaza boyadım ki, yazı tam olsun !
24 Kasım 2016 Perşembe
"Müptezeller" Emrah Serbes Çağrışım !
- Öyle düz bir tanıtım yazısı olmaz bu novellaya.
- Çünkü düz bir roman değil (zaten içinde de roman olduğu yazmıyor) !
- 163 sayfalık esere novella diyebilirsiniz belki ama standart serim-düğüm-çözüm örgüsünde olmadığından belki de diyemezsiniz.
- Bay Serbes'in başta yazılan kısa yaşamöyküsü ile kitap apaçık parallellikler taşıyor. Zaman, mekan ve kurgu olarak gözden kaçmayacak (kaçamayacak) bu parallellikler; insanda acaba "Emrah, o kafayı yaşadı mı ?" sorularını düşündürüyor.
- Deliduman'daki
protagoniste(ne işim olur protagonistle !) esas oğlana benzer Bakır Arslan'ın ağzından anlatılanlar mebzul miktarda argo ve mümbit miktarda küfür içerir. Ama o mekan ve zamanda yaşananlar belki de aynen böyleydi, bilemeyiz. - Kendi adıma esas oğlana zerre yakınlık duymadım, karakteri içselleştiremedim, Deliduman'da aldığım zevki alamadım ama,
- İşte bu ama, leş gibi bir iş günü akşamı aldığım kitabı gecenin yarısına doğru başlayıp, sabahın üçüne kadar (ki üçbuçuk saat sonra kalkıp yine işe seğirttim) elimden bırakamayıp bitirmeme neden olmuştur.
- Öyle edebi bir şaheser falan değil, şanjanlı betimlemeler, dağdağalı replikler, olağanüstü bir kurgu falan yok. Yazar, 163 sayfa boyunca okuru pata küte tokatlıyor. Zank diye köpeklerin zehirlenmesinden başlıyoruz, Beşiktaş iskelenin Beşiktaş iskele olduğu zamanlarda o mekanda içilen biralarla bitiriyoruz. Bitince de ağızda kekremsi, acı (gereğinden fazla içilmiş kötü rakının sabah ağızda ve nefeste kalan etkisi) bir tat kalıyor. Arka kapakta yazdığı gibi "Yaz biter, güz biter, hep kış gelir".
- Bay Serbes "Bit Kuşağı" yazarlarına mı öykündü, yoksa gerçekten yaşandı mı bunlar; bilemiyoruz. Aklıma Ankara'daki "Hoca" (ki eserdeki en bombastik karakterlerden biridir) ve afyondan ağrısını unutan "amca" geliyor (bu ikisi bile bir filme yeter).
- Diyeceğim odur ki : bir Deliduman değil ama bir Emrah Serbes çalışması. Her halûkarda okunur. Ben sevdim, sizi bilemem.
21 Kasım 2016 Pazartesi
"Köşe Yazıları" Bizim Mahalleden değil ama Komşu Mahalle.
Yok ! bu, kitap değil. Birileri toplamış Murat Menteş'in yazılarını (Yeni Şafak olsun, afilifilintalar olsun her türlü) tutmuş e-kitap yapmış. Romanlarını zaten severim, dedim "yazıları niye okumiyim ?".
Bay Menteş'in mahallesinden çok uzakta ama kendisine çok yakındayım. Hayata farklı açılardan bakıp aynı şeyi gördüğüm bir zattır kendileri. Yazdığı yazıların (neredeyse tümünün) altına imzamı rahatlıkla atabilirim (tabi o kadar kalem bizde nerde ?). Malumatfuruşluğu bir nebze arttırması kanımca isabetli olur (neticede politikanın etimolojisi "polite"dan değil "çok yüzlülük"ten gelmekte (polytica)).
Böyle ahkam kesmek kolay. Yazılanları okuyorum, genellikle hoşuma gidiyor ama yazar için ciddi risk. Pek hoşgörülü bir toplumda yaşamıyoruz. Kaldı ki onun mahalle "adamın ekmeğiyle oynar" (nitekim oynamış da). Üzüldüm. Netçede aynı şeyleri sevip, diğer şeyleri sevmiyoruz. Böyle olunca Bay Menteş mateessüf "iki cami arasında beynamaz" durumunda kalıyor. Olsun ben seviyorum. Bulabilirseniz bir bakın, siz de seveceksiniz. Keşfettiğiniz parallelliklere şaşıracaksınız.
15 Kasım 2016 Salı
"Stepançikovo Köyü" Sanki Küçük Memleket !..
Neden klasiktir Mihal'in oğlu Fyodor'un kitapları ?
En son kitabını okuduğumdan bu güne rahat 20 yıl olmuştur. Aradan geçmiş iki çocukluk zamanı, üslubunu unutmuşum, konuları bile zar zor aklımda. Tek hatırladığım : içime akan ılık portakal şurubu gibi bir tat (bu benzetmeyi de Salah Usta'dan intihal ettim (yattığı yerde dinlensindir şımşıkırdak şiirlerin müsebbibi)). Atladığım kitapları varmış. Vedat Özdemiroğlu'nun bir yazısında okudum, bir yerlere not ettim, araştırdım "meritokrasi" veritabanında da varmış. Kıydım parama aldım. Meğerse; yeni baskısı yapılmadan önce bibliyofiller arar bulamazlar, gaddar sahaflar da insafsız pahalar biçerlermiş. Sanalı da tamam da, insan böylesinin sayfalarını çevirmek istiyor.
İlk paragraftan okuru kafesliyor, arada sarkıyor ama hemen toparlıyor.
Senpetersburg'dan dayısını ziyarete gelen bir münevverin gözünden yaşananlar, hepi topu bir kaç günlük hikaye.
Sibirya döneminde (kentlerden uzakta) yazılan novellamız, ustanın daha önceki eserlerine bakıldığında ciddi bir mizah içeriyor (bakmayın aşağıdaki karamsar canlandırmaya). Kahraman isimlerinden (Foma Fomiç (ah Foma Fomiç), Falaley, Vidoplyasof, Smerdyakof vs.), karakter betimlemelerine, diyaloglara, yaşanan olaylara; hep ölçülü bir mizah sinmiş. Okurken gülümsemekten kendini alamıyor kâri. Bu kadar gülmecenin arasında Bay Fyodor kendi imzasını da atmış elbette. İnsan tümüyle kötü yahut iyi olabilir mi ? Hayatın gelişlerine voleyi patlatmak mı, pas geçmek mi gerektir ? Bunun gibi şeyler işte !
Nihal Yalaza Taluy, ne güzel bir iş yapmış. Türkçe yazılsaydı roman, okuduğumun aynısı gibi yazılırdı. Çevirmene bir alkış.
Foma Fomiç eskimez yalnız. Bir de kitap bittikten kelli rüyamda bir kaç gece üstüste beyaz öküz görmüşlüğüm var.
8 Kasım 2016 Salı
"Pigme" Elementary Engrish by North Korean Pygme.
Üstüste Palahniuk okuyunca bünye nevrotiğe bağlıyor. Kesinlikle önermem.
Hah ! insani uyarımı yaptım, gelelim kitaba.
Açıp okumaya başlayınca, diyorsunuz "bu ne !". Çevirmenimiz Gökçe Çiçek Çetin balataları mı sıyırttı ? diyor, malum kaynaklardan ingilizce PDF'ine bir göz atıyorsunuz. Yok hayır çevirmenimiz gayet özenli (hatta aslından daha özenli) bir iş yapmış. İlk yirmi sayfadan sonra üsluba alışıyor dalıyorsunuz kitaba.
Değişim programı ile cesur yeni dünyaya gelen bir öğrencinin (pigme) (kitapta açık edilmiyor ama benim zihnimde nedense Kuzey Kore canlandı) izlenimleri. Her yere tekme atan bir kitap bu. Durmadan uçan, dönen, yakan tekmeler atıyor. İlk sayfalardan başlayarak amerikan rüyasını zangır zangır titreterek sarsıyor, bu sarsıntıyı dili hoplatıp zıplatarak yapıyor üstelik (gözlerin su kanaması, tavuk pençeli anne, kapıların duvara iyileşmesi gibi tanımlamaları zihninizden bir kez daha geçirmeniz gerekecek). Anlatıcının gözünden eleştirilen kapitalizm olsa da, anlatıcının perspektifi ve yaşadıkları totaliter devletçiliği de pataküteliyor. Adeta hergele meydanında herkese saran bir apaçi yahut ayarı tutmamış arapaşı çorbası (benzetmelere gel !)

Diyeceğim : rutinden sıkılma dönemlerindeyseniz; iyi kitap, alın okuyun. Mebzul miktarda huzursuzluğunuz olacak.
Heyheyli dönemler yaşıyorsanız, zinhar yaklaşmayın.
Hep de tipsiz fotoğraflarını koyuyorum ki yazı altlarına Çaki Bey'i sevmediğim bilinsin.
6 Kasım 2016 Pazar
"Black Mirror" Üçüncü Sezon Başlamış da Bitmiş.
Burada dizi yazmıyorum, ama bu başka birşeydi. (Bkz.Bağlantı)
Bitmişti ama üçüncü sezonu başlamış ve yayınlanmış bile.
İlk bölüm beni benden aldı ("Nosedive" "burunüstü çakılış"). Uzak gelecek mi ? Hayır belki beş yıl falan sonrası olabilir (o derece). İkinci ve üçüncü bölümler birincisinden düşük profilde ama yine de hafiften titretiyor.
İzleyiniz, izlettiriniz (hâl-i pür melâlimize titreyiniz).
"Görünmez Canavarlar" Yorucu, çok yorucu.
Zor okunuyor, yorucu.
Son sahneden açılış yapıyor. Biteviye geri dönüşler. Kendisinden hiç hazzetmediğim romanlarını ise pek sevdiğim (aramızda garip bir rabıta var) Bay Palahniuk, satır aralarına aforizmaları boca etmiş mebzul miktarda.
Geri dönüşler ise öyle uzun boylu değil. Geriye bir dönüyor, iki değil bir kelam ediyor hop şimdiki zamandan ileriye zıplıyor orada iki satır yazıyor derken pattadanak ilk geri dönüşün de gerisine dönüyor. Böyle tamgaz sürüyor. Kaptırdınızmı gidersiniz, kaptıramadınızsa kapatırsınız.
Meş'um bir kaza sonucu façayı bozmuş bir (pek de süper olmayan) model, assolist yürüyüşlü (hastırı hastırı) bir transvestit ve partneri (argoda tokmakçısı derler) bir ahlak polisi eskisi; W.Barogs vari bir yola düşerler (Bkz.Bit (frenkçe "beat") kuşağı yolculukları). Hah ! filmi de çekiliyormuş (Cesikabiyelli, Volkilmırlı falan (ki o role gider)) tam olmuş.
Yazarımız gitgelli fülfürüşlü ve tamgaz akışın içinde, resmin gizli kapaklı yerlerini açık ederek, sebatsız okurun merakını diri tutmayı başarıyor ama asıl sürpriz son bir iki sayfada açığa çıkıyor. Nebliyim kafa açmak için okunabilir ama bittikten sonra kendinizi rahatlamış ve dinlenmiş hissetmeyeceğiniz garanti.
"Dr.Strange" Marvel'in Son Numarası.
Geçirdiği trafik kazasından sonra elleri titremeye başlayan, süperegosu tavan yapmış çok başarılı bir beyin cerrahı; iyileşmeyi spiritüel alternatiflerde arar, sonra dünyayı kurtarır.
Marvıl'ın filmleri güzel, izlemelik işler. Senaryoya kafayı takmazsanız kafayı boşaltıyor. Arada espri falan da patlatıyorlar, gülümsüyor insan. Bir de; yamulmuyorsam serinin yedinci filmi bu. Yani arada eski karakterleri görünce, bir dizi havası da veriyor. Her bölümde Stenlii küçücük bir sahnede zuhur ediyor (kah kargo teslim elemanı, kâh otobüste kitap okuyan adam (Hiçkok'a özenme !)), hoş tabi.
Genellikle korku filmlerinde çalışan Skatderiksın'a emanet edilen film, standart marvıl işlerinden biri gibi görünse de (evet senaryo havsala dışıdır) görsel efektleriyle fakiri kendinden geçirmiştir. Sanki halisünojen (öyle mi yazılıyordu o) mantar yemişsin yahut LSD çakmışsın gibi özel efektler var. İlk sahneden itibaren bir Inception intihali havası var ama geliştirmişler (hem de iyiden iyiye). "Bir Garip Doktor"un başka evrenlerde gezdiği sahneler ise tam "nal" kafası (norodol, akineton, largactil kombosu (bkz.akıl hastaneleri)).
Özel efektlerin haricinde ise tam bir sabun köpüğü. Ben yanarım yanarım : androjen keltoş rolünde harcanan Tildasvintın'a, panda makyajlı vilın Madsmikelsen'e yanarım. Ya Benedikkambırbeç role uymuş da, böyle klas oyuncuları böyle karikatürize rollerde harcamamış olaydılar iyiydi (neylersin ekmek parası).
Dediğim gibi kafa boşaltmak için gidilir.
30 Ekim 2016 Pazar
"Hunt for the Wilder People" Yeni Zelanda'dan bir tat bir doku.
Soyadı (LC si olmadan) bir giyim markasını andıran Yeni Zelanda'lı bu yönetmen beyin filmlerini izlemeye "Boy" ile başlamış ve bir tat yakalamış idik. Duyduk ki Marvıl "Thor" serisinin üçüncü filmini de Bay Taika Waititi'ye emanet etmiş (du bakali nolecek ?).

Düz sinefil için sadece Semneyıl var kastta bildik (ne biçim cümle bu !). Ama kendisi cuk oturmuş role. Benim için Bella'daki Rima Te Wiata bombastiktir ama (hani Housebound'dan biliyoruz ve orada da şükelaydı). Kopili tanımıyorum ama iyi oynamış.

Yerinizde olsam izlerim, pişman da olmam.
"Aslan Asker Şvayk" Eskimez !...
Dile kolay, otuz küsur yıl önce okumuşum Şvayk'ı. O zaman tabi "gençlik başımda duman". Kim çevirmiş, hangi yayınevi basmış hiç hatırlamıyorum. Hatırladığım : kitap iki ciltti ben birincisini sahaftan tesadüfen almış, yutarcasına okumuş sonra Beyazıt çınaraltında (o zaman kitap satılıyordu oralarda (bildiğiniz okumalık kitap) bakmayın son yıllarda ders kitapları, kırtasiye, ıvır zıvır satıldığına (acaba Hüseyin Avni Dede hala tezgah açıyor mudur orada?)) fellik fellik ikinci ciltini aramıştım. Bulunca da bayram edip onu da bir hamlede bitirmiş, olmadığı halde üçüncü cildi aramıştım bir süre (cahiliz o zaman (en azından şimdikinden daha cahiliz)).
![]() |
Heykel, Şvayk'ın |
Fakir 28 sene üniforma giydi (şimdi düşünüyorum : ne akla giydi ?). Kitaptaki tiplemelerin birçoğunun kanlı canlı insan formlarını gerçekten tanıdı (var yani böyleleri). Acaba ondan mı bu kadar çok sevmem. Ama hayır, kitabı okuyan ne kadar tanıdığım varsa (hiçbiri de asker değil), çok sevmişler. Hımmm bunun başka bir nedeni olması gerek.
Acizane fikrim, Şvayk'ın tatlı tatlı dalga geçtiği, inceden giydirdiği tüm kavramların; yaşamımızda pek acı bir şekilde zuhur etmesi. Haliyle; kıl kaptığımız, huylandığımız, gıcık olduğumuz, sevmediğimiz (ve fakat illa ki yokolmayan, yokedilebilemez !) değerlerin (üstelik de geri zekalı olduğunu alenen beyan eden) Şvayk tarafından şımşıkırdak giydirilmesi hoşumuza gidiyor.
Kitap uzun. İlk ikiyüz sayfadan sonrası bir takım kendini tekrarlara giriyor (Şvayk'ın her vakaya bir anı eklemesi kimilerini sıkabilir). Kurgu pek yavaş ilerliyor. Ama Yozeflada'nın çizimleri ve Celal Üster'in pırıl pırıl tercümesi (ki burada kendisini canı gönülden alkışlıyorum, çok iyi iş çıkarmış (kendisinin yazdığı önsözü de pas geçmemeli (bu arada Haşek'in ikinci ciltten önceki önsöz de muhakkak okunmalı ve Can Yücel'in mahkemede hakime söylediği "Hakim Bey ! bizde g.te, g.t derler." veciz sözünü hatırlamak farzdır) Manallahım parantezlerde rekora gidiyorum ve hangisini kapatacağım bilemiyorum (dur şöyle yapayım))))))) kitabımızı sular seller gibi havalandırıyor.
Gençken okuyup katıla katıla gülmüş iken, yarım asırı devirdikten sonra acı acı gülüyor insan. Ama olsun, gülüyor neticede. Okuyun, gülerken beni hatırlarsınız.
![]() |
Haşek'in biyografisini atlamayın, romanları gibi yaşamış. |
12 Ekim 2016 Çarşamba
"The Shallows" Mücadeleci Amerikan Kadını, Obsesif Köpekbalığına Karşı !
Ne zamandır denizli, balıklı film izlemediğimi idrak edip, başına oturduğum filmdir.
Bir buçuk saatten az, korku değil gerilim olarak nitelendirilebilir (korkunç sahneleri yok, geren sahneler var), çekimler güzel, bayan layvlinin kaidesi sukuatlı, müzik idare eder, CGI'lar vasataltı, hiç sıkmıyor, çabucak bitiveriyor. İzlenmez mi ? İzlenir.
Ama frontal lobu hiç çalıştırmayacak bütün işi beyinciğe bırakacak, kendinizi holivutun krek kafasına teslim edeceksiniz (senin de hoşuna gidecek yavrum !).
Nedir : film boyunca kötü, takıntılı bir köpekbalığını izliyoruz. Oysa bu sıfatlar yeryüzünde ancak insan türü için geçerli. Hayvanların dünyasında kötülük, iyilik, niyet, plan, hoşgörü, kin gibi olguların yeri yok. Tamamen içgüdüler ve uyaranlar var. Uyarılırlarsa içgüdüsel olarak zarar verirler. Yoksa sizinle hiç işi olmaz yanıbaşında kocaman balina leşi olan köpekbalığının. Geçen yıllarda iyice doyurulduktan sonra köpekbalıklarının (hem de bayağı irice olanların) çevresinde dalış yapan dalgıçları izleyip imrenmiştim.

Böyle düşünürseniz izlemeyin. Ama haftaarası biraz kafa dağıtayım falan diyorsanız, koltuğunuz sırabaşının üç gerisi efendim (elimde elfeneri var ! (artık yok değil mi onlar ?)).
2 Ekim 2016 Pazar
"Bayan Peregrine'in Tuhaf Çocukları" Ortaya Karışık !
Olağanüstü nitelikleri olan çocuklardan mürekkep bir okul. (yanıldınız. Müdürü Prof.Çarlshavier değil).
24 saatin hep baştan alındığı bir döngü (yine yanıldınız Groundhog Day değil).
Geminin burnunda yakınlaşan gençler (hayır Titanic de değil).
Okula saldıran kötücül yaratıklar (evvet okul da bir Hogwards değil).
Çatıda gezen gölgeler de Grabbers'dan intihal midir bilemiyorum. Nedir : ortaya karışık, herkesi cezbedebilecek, tüm klişelerin kullanıldığı bir senaryodur.
Çatıda gezen gölgeler de Grabbers'dan intihal midir bilemiyorum. Nedir : ortaya karışık, herkesi cezbedebilecek, tüm klişelerin kullanıldığı bir senaryodur.

Çocuk filmi değil (bkz. kötücül yaratıkların resmi), korku filmi değil (çünkü korkmuyorsunuz), nereye koyacağımı bilemedim. Yalnız, izlerken (ilk yarının sonlarına doğru uykumun gelmesini sarfınazar edersek) sıkmıyor, öyle akıp gidiyor. Bunda fazla abartılı olmayan üç buutlu siciiay efektlerinin etkisi büyük. Çocukların tümü de fazla ünlü değiller ve işlerini güzelce yapmışlar (bir tek Hayden Keeler-Stone'un büyümüş de küçülmüş bir hali vardı, o çehreyle ilginç bir aktör olabilirmiş gibi geldi). Evagriiin yeşil yeşil, ateşli bakışlar fırlatıyor ters taklalarla mavi kuş oluyor, Semyılceksın : kötü adam. Elini sallayınca balta yapıyor (ha bu arada baltayla kapı kırma da The Shining'den intihal) tamam ama yine de geyik çevrilebilir bir kötü adam resmi çiziyor.
Kafayı senaryodaki aksaklıklara ve garipliklere takmazsanız (zaman atlamaları konusunda ciddi karışıklıklar var ve çözüme pek alengirli ulaşılıyor (misal : göreni taş yapan ikizleriniz var ve bunu kötülere karşı kullanmıyorsunuz (Tolkien de kartalları kullanmamıştı mesela)) haftasonu kafa dağıtılacak filmdir. Ama tipik bir Timbörtın filmi değildir ve bitince düşündüren filmlerden asla değildir.

25 Eylül 2016 Pazar
"Aptalı Tanımak" Asap Bozucu.
Okudukça insanın asabını bozan kitaptır. Okumayın, yazıktır. Celal Hoca'yı sevmiyorum. Militarist, elitist (ama sor niye elitist ?), kendini beğenmiş, gizli megaloman. Evet öyle olabilir ama adam haklı beyler !
Her halûkarda; bu coğrafyada bu atmosferde bu kitabın yazılması için herşey den önce en az 1282 gr. (bir okka) testis gerektir. İçinde; muktedirlere, çeşme başındakilere, kaynak sömürenlere, bilmeden inananlara yönelik öyle ciddi tespitler (ve kimi ithamlar) var ki.
Genel olarak Cumhuriyet Bilim Teknik ekinde yazılan yazılardan mürekkep 200 sayfalık kitabımız, hızlı bir okumayla iki günde biter. Okurken başınızı "evet evet" diyerek kafa sallayacağınız, bitince ise ümitsizliğe kapılacağınız bir kitaptır.
İçindeki yazıların konusu muhtelif. Porno da var (ki bu konuda Hocaya canı gönülden katılıyorum (birçok mecrada kitap konusunda en eleştirilen konu olmasına karşın)), YÖK'de, bilim politikaları da var, ırkçılık da, akıllı tasarım da var, Aziz Kiril de. Hoca; serbest çağrışım ile aklına ne takılırsa onu yazmış. Yazılardaki ortak nokta, muktedirlerin sinir edebilecek her unsuru barındırmaları. Böyle okursanız daha hızlı biter. Kıza kıza okudum, bitince de ürpelerim direldi (tüylerimin diken diken olmasının arnavutçası). Altını üstünü çizdiğim bir dolu yerden, üşenmediğim kadarını aşağıya yazıyorum. Bir göz atın : hoşunuza giderse alın (fiyatı çok hakikatli. sadece 15 TL.) , eşinize dostunuza hediye edin, ne kadar çok kişi okursa o kadar iyi.
Her halûkarda; bu coğrafyada bu atmosferde bu kitabın yazılması için herşey den önce en az 1282 gr. (bir okka) testis gerektir. İçinde; muktedirlere, çeşme başındakilere, kaynak sömürenlere, bilmeden inananlara yönelik öyle ciddi tespitler (ve kimi ithamlar) var ki.
Genel olarak Cumhuriyet Bilim Teknik ekinde yazılan yazılardan mürekkep 200 sayfalık kitabımız, hızlı bir okumayla iki günde biter. Okurken başınızı "evet evet" diyerek kafa sallayacağınız, bitince ise ümitsizliğe kapılacağınız bir kitaptır.
İçindeki yazıların konusu muhtelif. Porno da var (ki bu konuda Hocaya canı gönülden katılıyorum (birçok mecrada kitap konusunda en eleştirilen konu olmasına karşın)), YÖK'de, bilim politikaları da var, ırkçılık da, akıllı tasarım da var, Aziz Kiril de. Hoca; serbest çağrışım ile aklına ne takılırsa onu yazmış. Yazılardaki ortak nokta, muktedirlerin sinir edebilecek her unsuru barındırmaları. Böyle okursanız daha hızlı biter. Kıza kıza okudum, bitince de ürpelerim direldi (tüylerimin diken diken olmasının arnavutçası). Altını üstünü çizdiğim bir dolu yerden, üşenmediğim kadarını aşağıya yazıyorum. Bir göz atın : hoşunuza giderse alın (fiyatı çok hakikatli. sadece 15 TL.) , eşinize dostunuza hediye edin, ne kadar çok kişi okursa o kadar iyi.
"İnsan ortalamasının altında bi zekaya sahip bir toplum olduğumuzu takdir ederek el birliği ile bunu düzeltmek zorundayız."
"Bilim insanı gerçekten bilmek ister ve bilimin tek kaynağının kendi aklı ve gözlemleri olduğunun farkındadır. Yobaz ise ananmak ister. Onun aklı ve gözleri gerçeğe kapalıdır. Onun derdi inanmaktır."
"Üniversiteye meslek öğrenmek için gelinmez. Üniversiteye yeni bilgi üretmeyi öğrenmek ve yeni bilgiyi araştırmalarla üretmek için gelinir"
"Yalan söylemeyi, yani gerçek olmayan şeyler yaratmayı öğrenen insanoğlu, bu sefer yarattıklarını giderek daha karmaşık, daha yüksek düzeyli kurgular haline getirmiş ve hayvanlarda olmayan, kendi yarattığını kendinden sonraki nesillere öğretme yeteneği nedeniyle, sonunda kendi kurguladığı dünyalarda ipin ucunu kaçırıp onları artık gerçek sanarak, yani kendi yalanlarına inanarak onların mahkumu olmuştur. Bu, dinlerin en kısa izahıdır."
"Bir insanı birisinin tam olarak tanımamız mümkün değildir. Karşımızdakinin bildiğimiz davranışlarından kafamızda bir imaj çizeriz. Bu tür tiplemeler, aslında hepimizin eksik veri üzerine inşa ettiğimiz varsayımlar, yani hipotezlerdir. "
"Kanımca Hüseyin Çelik (dönemin Milli Eğitim Bakanı) şu anda Türkiye'nin başındaki en büyük sorundur."
Kavram Karmaşası başlıklı yazıda : "Bir toplumda, hatta yalnızca iki kişi arasında iletişimi mümkün kılabilmek, bazı temel kavramlarda aynı şeyi kabul etmekle mümkün olabilir." diye başlayan yazı bir çok kez okunabilir.
"Doğa, cahili ve aptalı affetmez. Doğayla oy vererek başa çıkamazsınız. Doğayla ancak bilim başa çıkar."
"Bilimin ülkemizdeki çöküşünün en önemli sebebi ise tamamen bilgisiz politikacılardır ki, bunun en güzel örneği Tayyip Bey'dir."
"Bir demokrasiyi yozlaştırmanın en emin yolu, toplumun not verme becerisini ortadan kaldırmaktır."
20 Eylül 2016 Salı
"Our Kind of Traitor" Soyumuzun Haini.
Fas, İngiltere, Rusya, İsviçre ve Fransa'da geçiyor. Fonda MI6 ve Rus Mafyası var. Bütün bu arkaplana karşın aksiyonun bu kadar ekonomik tutulması sizi şaşırtabilir. Şaşırtmasın. Bay Lakar'ın işleri böyledir. Aksiyonu az, gerilimi çok gerçekçi romanlardır.
Evlilikleri yavaştan tıkanmaya ilerleyen entellektüel ingiliz çift, tesadüfen tanıştıkları ve hızla dibe ilerleyen bir mafya muhasebecisine (yeddiemini diyelim de başımız ağrımasın) yardım ederler, olaylar gelişir.
Kimi aksaklıklar var (ikisi amatör beş kişinin kalabalık bir aileyi, koruma ordusunun ellerinden kaçırması misal). Ama mantığa fazla yüklenmemek kaydıyla gayet güzel izlenir. Mantığı az bırakırsanız da sıkılırsınız, bu seviyenin ortalama seyretmesi filmin izlenmesi için elzemdir.
Bay Lakar; olay örgüsünü onur adamı bir britiş profesörün ve onun başarılı bir hukukçu olan eşinin etrafında çeviriyor ancak hükümetin "kirli para"yı sineye çekip çekmediğini pek açık etmiyor. Yaşadıklarımız, okuduklarımız doğrultusunda kapitalist bir yönetim sistemin dışına çıkamaz diye biliyoruz ama yine de son yorum siz sinefillerin.
Müzik, dekor, kast (iivınmekgregır normal de, Dima'da Bay Stellan skars skars skarsgartıyor (böylece dilimize mümtaz ve okunması zor bir sıfat kazandırmış bulunmaktayım)) iyi, kurgu çizgi üstü, yani temiz bir iş.
Hoplamalı zıplamalı aksiyon filmlerinden ikrah gelen özenli sinefile cankurtaran simididir.
Bay Lakar; olay örgüsünü onur adamı bir britiş profesörün ve onun başarılı bir hukukçu olan eşinin etrafında çeviriyor ancak hükümetin "kirli para"yı sineye çekip çekmediğini pek açık etmiyor. Yaşadıklarımız, okuduklarımız doğrultusunda kapitalist bir yönetim sistemin dışına çıkamaz diye biliyoruz ama yine de son yorum siz sinefillerin.
Müzik, dekor, kast (iivınmekgregır normal de, Dima'da Bay Stellan skars skars skarsgartıyor (böylece dilimize mümtaz ve okunması zor bir sıfat kazandırmış bulunmaktayım)) iyi, kurgu çizgi üstü, yani temiz bir iş.
Hoplamalı zıplamalı aksiyon filmlerinden ikrah gelen özenli sinefile cankurtaran simididir.
18 Eylül 2016 Pazar
"Deliliğe Övgü" Desiderius Erasmus'tan Günümüze Tespitler.
Erasmus, akıllı adammış.
Bir yolculuk sırasında ve çabucak (bir iki gün deniyor ama bana imkansız görünüyor) kaleme alındığı söylenen bu kitabı okumak zordur. Ama (artık klişelerimden biridir) emme basma tulumba örneğini vereceğim yine. Tulumbayı indirir kaldırırsınız beş altı kere su gelmez, tecrübeliyseniz suyun derinde olduğunu bilir indirir kaldırmaya devam edersiniz. Bir süre sonra su gelir, hem de eskisi kadar kuvvetle çaba sarfetmediğiniz halde, gürül gürül gelir. Yunan ve Roma mitolojisini bilmeyebilirsiniz, dönemin (16.yüzyıl) kültüründen bihaber olabilirsiniz. Bu durumda kitabın atfettiği isimler, kavramlar size uzak gelebilir. Sebat edin, okuyun. Bir süre sonra (tıpkı tadını hiç bilmeyen birinin havyarı bir süre sonra çok sevebilmesi gibi) okumaya alışacaksınız ve hatta haz alacaksınız.
Nedir : Bay Erasmus'a göre asıl bilgelik deliliktir yahut kendini bilge sanmak gerçek deliliktir. Kitap, gülmece temelli yazılmış yazılmasına da günümüzü de betimleyen o kadar çok saptama var ki, fakir okurken pek gülemedi. Dinsel eksenli yaşamlar, para eksenli yaşamlar, sosyal eksenli yaşamlar hep Desiderius'un gözlerine takılmış, her birine de bir delilik kulpu takmış. Aslında yazılanları kendinize uyarladığınızda sizin de muhakkak "deli" bir tarafınızın olduğunu görecek (misal fakir evli, sabahları işine giden bir adam ve Bay Desiderius'a göre "deli") ve gülümseyeceksiniz. Uyarırım, bu gülümseme kimi zaman acıklı bir gülümseme olabilir.
Er ya da geç bu kitabı es geçmeyin. Özellikle ilginç zamanlarda yaşıyorsanız.
"Yan Etkiler" Bay Allen Hep Bildiğiniz Gibi.
Üvey kızıyla evlendiğinden beri adama gıcığım ama zeki ve birikimli olduğunu da inkar etmemek lazım.
Bu kitabı taa 80'li yılların sonunda okumuş, pek gülmüş ama %60'ını anlayabilmiştim. Aradan geçen 25 küsur yıl sonra bir kez daha okudum daha az güldüm ama daha çoğunu anladım. Neymiş, yaşam coşkusu azalmış, entellektüel birikim artmış (Yaşasın cehaletin vermiş olduğu sonsuz mutluluk ve neşe !).
Kitabımız uzunlu kısalı denemelerden oluşuyor, çoğu birinci tekil şahıs ağzından anlatılan ilginç kesitler. Kimi zaman bir hırsız, kimi zaman bir politikacı (mesela Abraham Lincoln), kimi zaman da WA'ın kendisi. Kullanılan dil akıcı ve araya sokuşturulan espriler düz insanın kolayca anlayamayacağı kadar derin. Öyle ki psikanaliz, siyonizm, Hegel, temel felsefe, temel sanat, niyork coğrafyası, musevi yaşam kültürü, orta düzey sinema bilginiz eksikse (bunlar ilk etapta aklıma geliverenler) idrakiniz eksik kalır. Ama 20'li yaşlarda benim algıladığım şekliyle de yeteri kadar komikti, herhalde şimdi de öyledir. Gençseniz gülmek için, ortayaşlıysanız anlamak için okunabilir. Çabucak da biter.
16 Eylül 2016 Cuma
"The Exorcism of Emily Rose" Bilim ve Din Karşı Karşıya.
Emili şeytan çıkarma ayininden sonra ölür. Olaylar gelişir.
İzleyeli çok zaman oldu, arakolpa bu meyanda değişti (umarım gelişerek değişti). Nicedir tekrar izlenmeyi bekliyordu, kısmet bugünlereymiş.
İlk izlediğimde de etkilemişti, şimdi daha başka etkiliyor. Elbette ki benim yorumuma göre; hem zihinsel hem de fiziksel sorunları olan bir gençkızın bilimi bırakıp dine sarılması sonucu ölümüdür senaryo. Elbette ki holivut bu sıradan hikayeye diğer perspektifden bakanların daha çok bilet alacaklarını öngörüp, diğer yoruma değer katacak bir takım trükler (ne işim olur trükle) kılçıklar atmış (yok efendim aniden çalışan kayıt cihazları, gece 3'te duran saatler vs.). Ancak olanlar benim bakış açıma göre böyle.
Kızıcığımkıymetlim; korku filmlerinden pek ürker. Bir fizik tedavi merkezinde çalışıyor "bize gelen hastaların (ki çoğu CP'dir) kimilerinin tavırları da Emili ile aynı" dedi. Eğer Amerika'nın tutucu bir kasabasında hayatı dinle şekillenmiş bir bireyseniz, bu tip rahatsızlıklarda "içinize şeytan kaçmış" olması hem sizin hem çevrenin daha çok işine gelir.
Yalnız bu arada (her ne kadar sevmesem de) Amerika'nın yargı sisteminin çalışması çok ilgimi çekti. Şeytan çıkarma ayinini başaramadığını söyleyen din adamını yargılayan savcı çok dindar biri, din adamını savunmak için bulunan avukat ise "agnostik" (ne işim olur agnostikle) şüpheci. Yani bozacılar, şıracıyı savunmuyor. Bilakis; zıtların savunulması sözkonusu (gel de imrenme (Nihat Genç'in avukatının Ahmet Altan olması misal)(bir misal daha vereyim de kıs kıs güleyim : Yılmaz Özdil'i Abdurrahman Dilipak'ın savunması)).
Neyse : korku filminden ziyade mahkeme filmi gibi gelişen filmimiz, bilim/din karşıtlığı (köpekbalığı mı yener, kaplan mı ?) konusunda kafa yoranlara (hiçbiri diğerini yenemez, kendi yaşam alanlarında her biri de en tepededir çünkü, ayrıca dalaşmalarına da gerek yoktur), siccinli hüccinli dabbeli habbeli türk modeli korku filmlerinden bıkanlara önerilir.
Kızıcığımkıymetlim; korku filmlerinden pek ürker. Bir fizik tedavi merkezinde çalışıyor "bize gelen hastaların (ki çoğu CP'dir) kimilerinin tavırları da Emili ile aynı" dedi. Eğer Amerika'nın tutucu bir kasabasında hayatı dinle şekillenmiş bir bireyseniz, bu tip rahatsızlıklarda "içinize şeytan kaçmış" olması hem sizin hem çevrenin daha çok işine gelir.
Yalnız bu arada (her ne kadar sevmesem de) Amerika'nın yargı sisteminin çalışması çok ilgimi çekti. Şeytan çıkarma ayinini başaramadığını söyleyen din adamını yargılayan savcı çok dindar biri, din adamını savunmak için bulunan avukat ise "
Neyse : korku filminden ziyade mahkeme filmi gibi gelişen filmimiz, bilim/din karşıtlığı (köpekbalığı mı yener, kaplan mı ?) konusunda kafa yoranlara (hiçbiri diğerini yenemez, kendi yaşam alanlarında her biri de en tepededir çünkü, ayrıca dalaşmalarına da gerek yoktur), siccinli hüccinli dabbeli habbeli türk modeli korku filmlerinden bıkanlara önerilir.
13 Eylül 2016 Salı
"Tembellik Hakkı" İnsanın Kaimpederi Marx Olunca !
1883'de yazılmış. Kısacık bir risale. Etkisi içeriğinde.
66 sayfalık (benim okuduğum yukarıdaki baskıdır) bu bir solukta bitiverecek manifesto, çalışmaya karşı tembellik hakkını neden savunmamız, içselleştirmemiz ve elbette neden hakkımız olduğunu sesleniyor. Sesleniyor diyorum çünkü sayfaları çevirdiğinizde size üst perdeden seslenen bir metinle yüzleşiyorsunuz. Anarşist komünist bir çizgide olduğu burada da yazılan Bay Lafargue (gariptir Bakunin'e de dost değildir), slogan atar gibi yazmış.
Endüstriyel devrimi yaşamakta olan Avrupa, işçilere günde oniki saat çalışmayı dayatmaktadır. Ortada bir garabet vardır ama. Misal : yeni kullanılmaya başlanan tekstil tezgahları bir saatte 12 işçinin kapasitesinde çalışabiliyordu. Emek otomatikleşmişti. Ama insanlar (hatta küçük insanlar, çocuklar) günde 12 saat çalışmak zorundaydı. Bu ahvalde; Bay Marx'ın damadı "Ey insanlar, tembellik hakkınızdır." diye bar bar bağırıyordu.
Metin, yazıldığı dönemin oldukça kısıtlı bir coğrafyasına hitaben yazılmasına karşın, ileri sürdüğü tezlerin sağlamlığı nedeniyle günümüzde de etkinliğini koruyor. Mesela fakir; bu metinle eşzamanlı okuduğu "Deliliğe Övgü"nün de etkisiyle, bünyesinde zuhur eden "tembel bir deli" olmak düşüncesine güçlükle karşı koymakta. Yeni Türkiye'de en güzeli.
Şaka bir yana, insanların işlerini sevmek için az çalışmaları gerekliliği bir çok akıllı patronu da etkilemiş olmalı ki, günümüzde çalışma saatleri gelişmiş ülkelerde neredeyse Bay Lafargue'nin istediği saatlere ulaşmış. (çarpıcı bir örnek için Bkz. 5 Dolar Günü) Ancak üretim sözkonusu olduğunda yine de bir garabet var. Tarımda, imalatta neredeyse tümüyle makineleşmiş olmamıza rağmen niye bu kadar yoğun çalışıyoruz. İhtiyacımız olan tüketim malzemelerini üretmek 100 yıl öncesine nazaran çok daha az maliyete ve emeğe malolsa da, yiyeceğimiz günlük öğün belli, üstümüze sadece bir kıyafet geçirebiliyor, bir yatakta uyuyor, bir kişinin tüketebileceğini tüketiyoruz (öyle mi ?). O zaman niye bu kadar aç insan var ? Bankacılar, avukatlar, bankerler, borsacılar, reklamcılar ne üretir ? Kapitalizm nereye kadar ? Evet ! "uzun vadede hepimiz ölmüş olacağız" ama bu bencillik nedir ? Bizden sonrakiler ne yapacak ?
Bunlar gıllıgışlı sorular. Yine de (yaşlanmayı reddederek 69 yaşında eşiyle birlikte intihar ederek, yaşlanmadan ölmeyi seçen) Bay Lafargue'nin metni, okunmaya değer. 130 yılı aşkın süre önce yazılmış metnin, hala nasıl olup da güncel olduğunu merak edenler, tembelliğe meyyaller, çalışma hastaları, anarşist komünistler, kapitalistler, işçiler, işverenler, beyaz/mavi yakalılar, bibliyofiller yakın dursun.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)