28 Nisan 2020 Salı

"Yıldız Güncesi" Lem'den Bilimkurgudan Fazlası.

 
   Bilimkurgu diye başladığım ama beni ters köşelere yatıran kitaptır. 
   312 sayfalık kitabımızda Lem'in kuntastik başkahramanı Ijon Tichy'nin 12 uzay yolculuğu anlatılmış. Yedinciden başlayıp yirmisekizinci yolculukta biten kitabımız ilk başlarda profesör Tarantoga'nın (Betimlemeli, Karşılaştırmalı ve Öngörmeli Ticholoji, Tichografi ve Tichonomik Enstitüleri Derneği Başkanı) genişletilmiş baskıya giriş sunumuyla başlıyor ve doludizgin devam ediyor. 
   Bilimkurgu ile distopya ve teknoloji bazında ilgilenenlerin hayal kırıklığına uğrayacakları kesin. Çünkü Lem'in dalgacı bir üslubu var (en azından bu kitapta kötümser değil) ve teknoloji oldukça geri (misal: kasetçalar açan çiçekler!). Buna mukabil saf bilimkurgunun peşine düşenlerin ve hatta azıcık felsefe ile uğraşanların zihnini açacağı kesindir. 
   Paralel okuma diye başladım (yatmadan önce uykum gelene kadar yapılan, zihni hafifleten okumalar (kaçış edebiyatı da diyorlar)), hata etmişim. Yolculukları okuduktan sonra (her geceye bir yolculuk okumayı planlamıştım) uykularım kaçtı. Lem, olmadık yerlerde ve zamanlarda (çünkü zamanla oldukça oynanıyor bu yolculuklarda) olmadık sorular sorup, açıklamalar yapıyor. Bu minvalde yerleşmiş algılarımız, inancımız, bilgimiz ve bakış açımız oldukça sallantılı sulardan geçiyor. Çok sallanıyoruz çok!
   Okumak gerek...
PS: Yalnız Sevil Cerit'in şetaretli ve yetkin ötesi çevirisi beni benden aldı. Hayalgücü olmasa çevrilemeyecek yerleri, bihakkın halletmiş. Sağolsun, varolsun!

25 Nisan 2020 Cumartesi

"Transit" Petzold'dan Yine İyi Sinema.

   Paris işgal altında. Şehirden kaçan Georg, ünlü muhalif bir yazara eşlik etmek kaydıyla Marsilya'ya varır. Yazar yolda ölür, Georg ise yazarın sahip olduğu ayrıcalıklı izinler sayesinde bir şekilde ülkeden kaçış fırsatına kavuşur, olaylar gelişir. 
   Petzold, yine izledikçe insanı şaşırtan bir işe imza atmış. Arka plan ve dekorların günümüzü göstermesine karşın, arada işe karışan dış ses vasıtasıyla adeta bir yazılı metni geçen tiyatro oyunu gibi filmimizdeki detaylar 2.Dünya Savaşı'ndaymışçasına ilerliyor (pasaportun fotoğraflarının değiştirilmesi vs.). Bayan Petzold'un sevgili oğlu, çok iddialı bir işe kalkışarak (dışsal faktörlerin tümünü hiçe sayarak dönem filmi çekmek) hakkından gelmiş. Filmimizin çerçevesi, içindeki tuvalden çok ayrı bir hava çalıyor. Onbeş tane siyah üniformalı adamla yaklaşan faşizmin korkusunu süslemekle bu işin yapılabileceğini gösteriyor. Oyuncuların samimi performansı ve senaryonun gücü, sosyal baskıyı mükemmel yansıtıyor. Misal: bir sahnede aniden ortadan kaybolan kadının intihar etmesi, yıllardır yaşanılan evin bir gecede mülteci barınağına dönmesi; izleyiciyi çok şatafatlı dekor/kostüm/müzik/sanat yönetiminden daha fazla eline alıyor.
   Bu sefil güncede Petzold'un Barbara ve Yella'sını yazmışım. Her ikisi de iyi filmdir. Ancak bu, daha önceki Petzold filmlerinden farklı olduğu gibi izlediğim tüm sinema filmlerinden de farklı. IMDb'de sınıflandırıldığı gibi "Drama, bilimkurgu" kategorisinde değil, bal gibi "ağır drama"dır. Çerçeveye değil de içindekinde odaklanan bir tecessüsünüz varsa yakın durunuz. Pişman olmazsınız.

22 Nisan 2020 Çarşamba

"Sobe, Siyah Orkide" Yaprak Öz Polisiyesi.

  İnternet üzerinden kitap satan sitelerde ciddi yavaşlama var. Verdiğim siparişin hazırlanması üç haftayı bulunca diğer kitabın e-kitap versiyonunu bir daha okudum, bitirdim, burada da yazdım ama bu kitabın e-kitabı yok. Mecburen bekledik. Dün öğleden sonra geldi, geceyarısına doğru bitti (156 s.). Ama cep kitabı boyutlarında olduğu ve alışılageldik yapraköz diline sahip olduğundan, çabucak bitmesine şaşırmamak gerek. 
   Jülide, duygusal bir travmanın ardından yeni bir eve taşınır (yeni başlangıçlar yazarımızın hoşuna gidiyor ki birçok kitabı böyle başlıyor!). Evin yerini de biliyorum ha! Altıyol'a yakın, şükela bir mekan. Herşey çok güzel gidiyorken, olaylar gelişir.
   Yürek kaldırıcı son on sayfa haricinde yavaştan ilerleyen olaylar, doksanlı yılların o şımşıkırdak atmosferinin (kimi anılar kötü ama (Madımak Oteli falan)) insanı saran ılıklığı, iyi işlenmiş gerçeğe yakın karakterler (ama öyle müdür (Devrim) modeli ben bilmiyorum (35 küsur yıllık çalışma hayatımda görmek nasip olmadı)), günlükler ve aktüel yazılan satırlarla çift yönlü bir anlatım (ki ben yazsam öyle bir yöntem izlemezdim ("sıkıysa sen yaz Arakolpa" içses)) Neticede bugünlerde (eğer benim yaptığım gibi oburcasına okumayıp zamana yayarsanız) zevkle, merakla okunacak bir kitap. Polisiyeseverlere öneririm...

"The Fool" Sisteme Karşı Koymaya Çalışan Enayidir!

   Dima, sisteme karşı koymaya çalışır. Sistem onu ezer.
   Rusya'da ortahalli bir kasaba, varoşlarda (taa Sovyetler döneminde yapılmış) sosyal konutlar (hani ortak banyolu mutfaklı falan), orada yaşayan (toplumun sorunlu olarak gördüğü) gelir düzeyi düşük insanlar. Dima, eğrisi büğrüsü olmayan düz bir belediye çalışanı (tamir şefi). Arıza müdahalesinde binanın çökmek üzere olduğunu görür (binada 820 kişi yaşamaktadır), gece uyku tutmaz, durumu belediye başkanına yetiştirir, olaylar gelişir.
   Bundan beş yıl önce izleyip yazdığım Leviathan'daki Kolya'nın durumuna çok benzer bir durum. Yalnız önceki filmin sinematografisi daha iyiydi. Filmimiz, gerek oyunculuk gerekse sahne kullanımı açısından bir tiyatro oyununu andırıyor. Dostoyevski'nin "Budala"sından da bir miktar esinlendiği söylenebilir. Ekonomik bir müzik kullanmışlar (ama oldukça etkili!). Oyunculuklar güzel (ki sosyal konutlardaki birtakım insanların oyuncu olduklarından bile şüpheliyim (eğer öylelerse çok iyi iş çıkarmışlar)). 
   İki saate yakın sürmesine (1s56d) karşın, kimi zaman dakikalarca bir yürümenin peşine takılmasına karşın bir şekilde (nasıl oluyor bilmiyorum ama) izleyicinin ilgisini düşürmüyor. Bazı tiratlar temcit pilavı tadı veriyor (nasıl da soysuzuz! amma rüşvet alıyoruz! hepimiz kokuşmuşuz!). Filmi izlerken ailemle arada fikirleri çatıştırdık: "Dima enayi mi, yoksa doğrusunu mu yapıyor?". Çok ilginç, varılan sonuçlar zamana ve zemine bağlı olarak değişiyor. Filmimizi ne kadar Doğu'ya yakın izlerseniz Dima'nın "enayi", ne kadar Batı'ya yakın izlerseniz "doğru" olduğunu düşünüyorsunuz. Demek ki doğrular, içinde bulunulan yere bağlı olarak değişiyor (İbn-i Haldun'a selam olsun ("Coğrafya kaderdir" buyurmuş üstad)). Hollywood ve yeşilçam sinemasından yorulanlara önerilir...

19 Nisan 2020 Pazar

"Zamanın Daha Kısa Tarihi" Neden Var (ız)"!

 
   Sadece 132 sayfa olmasına karşın, okuması zaman ve konsantrason isteyen kitaptır. Aristo'dan Newton'a Einstein'dan Bohr'a fiziğin (ilk bilim (niçün çünki big bang'de önce hareket (fizik) sonra tepkime (kimya) var idi)) günümüze değin yaptığı yolculuğun çok çok kısa bir özetini anlamaya çalışıyoruz. 
   Günümüz fiziği kuantum gibi bulanık sularda yüzmeye başlayalı beri, ipin ucunu kaçırdım. Yalnız değilim, biliyorum çünkü bu kitapta da yazdığı gibi: 80 yıl önce görelilik teorisini dünyada bilen yalnızca 2 kişi vardı. Günümüzde bu sayı çok daha yüksek rakamlarla ifade ediliyor ancak konu öylesine genişledi ki, bir kişinin tüm alana hakim olması imkansız hale geldi. Bunun yerine ancak belirli bir konuda ihtisaslaşıp, orada çalışıyorsunuz ve resmin tümünü bilmenize imkan yok, sadece hissedebiliyorsunuz. Bu durum elbette konu üzerinde çalışanlarda olabilir. Bencileyin, merak eden okur yazar kitlesi ise ancak (kendini popüler bilim haberlerinden (%90'ı çöptür) azade kılabilirse) böyle kitaplardan olup biteni takip edebiliyor. 
   Kitap önemli kitap. Aşağıda aklımda kalan bazı bilgileri kısaca yazdım. Böyle birçok bilgi böylesine küçük hacimli bir kitaba sığabilmiş. Fiziğe, hayata, evrene, dine, anlama dair sorularınız varsa, bunları açıklamaya başlangıç olarak faydalı bir kitaptır. Mutlaka okunmalı...
  • Bir ışık demeti saniyede yaklaşık 180.000 mil hızla yol alır. Güneşimizin dışında bize en yakın yıldız olan Proksima Erboğa (Alpha Centauri C olarak da biliniyor) gezegenimizden dört ışık yılı uzaklıkta. Bu öylesine büyük bir uzaklık ki, tasarlanmış en hızlı uzay gemisiyle bile oraya ulaşmak yaklaşık on bin yıl sürer. (İşte bir bilimkurgu meraklısı olarak beni en çok üzen gerçek bu oldu)
  • Şimdiye kadar çoğu bilimci, evrenin ne olduğunu açıklayan yeni kuramlarla, niçin sorusunu soramayacak kadar fazla meşgul oldular. Öte yandan, işi niçin sorusunu sormak olan filozoflar, bilimsel kuramların gelişmesine ayak uydurmayı başaramadılar. XVIII. yüzyılda filozoflar, bilim de dahil olmak üzere insana ait bütün bilginin kendi alanları olduğunu düşündüler ve evrenin bir başlangıcı var mı yok mu, tartıştılar. Ancak XIX. ve XX. yüzyıllarda bilim, filozoflar ya da birkaç uzman dışında herkes için çok teknik ve matematiksel hale geldi. Filozoflar araştırma alanlarını o kadar daralttılar ki, XX. yüzyılın en ünlü filozofu Wittgenstein, 'Felsefenin geriye kalan tek görevi, dillerin analizini yapmaktır" dedi. Bu da günümüzde felsefenin neden düşüşe geçtiğini çok açık bir şekilde ifşa eden bir bilgi.
  • Sicim teorisiyle, dünyanın bir dizi kaplumbağanın üstünde durduğu teorisi arasında hiç bir fark yoktur. İlki her ne kadar matematiksel olarak desteklenmesine karşın bunun yansımasını görebileceğimiz hiç bir kanıt/istatistiki bilgi yoktur.(şahsen kaplumbağa bana pek gerçekçi gelmiyor)
  • Ayrıca sonuç bölümü, özellikle din konusunda kafayı yoran münevverlere hitap eder. 

18 Nisan 2020 Cumartesi

"İnsan Neyle Yaşar" Tolstoy'dan 6 Hikaye.

   112 Sayfa, 6 Hikâye, Koray Karasulu'nun özenli çevirisi. Şu sokağa çıkılması müşkül günlerde bitirmesi bir günü bulmaz. 
   İlk başlarda İncil'den alıntıları görünce içimden bir eyvah çekerek başladığım öyküler (bir öykünün içine Melek Mihail'i yerleştirdiği halde), hiç de beklediğim gibi doğrudan din ile rabıtalı değillerdi. 
   Kırsal Rusya'nın fakir mujiklerinin başrollerde olduğu hikayeler, insanın açgözlü tabiatı ve bitmek bilmeyen iştahının (her konuda) başına neler açtığını yazıyor. Başkurt Türklerinin de içinde geçtiği (hem de birinde başrolde İlyas var (İlyas'ın hikayesi ayrı bir güzel)) öyküler, bir köy yaşlısından da dinleyebileceğiniz yarı nasihat, yarı menkîbe türü anlatılara benzemesine karşın, bitirince insanın içine hoş duygular akıtan cinsten.
   Tolstoy'a başlamak için iyi bir seçenek... (kendisinin hayatını da okumanızı öneririm, "âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz" mottosunun kanlı canlı örneğidir (bir şopenauer değildir yani!)).

14 Nisan 2020 Salı

"1917" Adamakıllı Savaş Filmi.

   Birinci Dünya Savaşında geçen beylik bir hikaye iyi bir yönetmenin elinde güzel bir sinema filmi olmuş. 
   Açılış sahnesini izledikçe hayretler içinde kaldım. Bitmek bilmiyordu. Böylesine bir açılış sahnesi için yapılan emeği düşündükçe hayretler içinde kalmamak mümkün değil çünkü. Aksayan tek bir faktör, tüm emeği heba ederdi ve sahne durağan değil aksine devamlı akan bir süreçte verilmişti. Zannediyorum yarım saate yaklaşan bir süresi vardı. Sonrasında (o savaşın genelde bir cephe savaşı olmasına karşın) değişen mekanlarda izleyeni koltuğuna çakan sahneler de vardı ama açılış sahnesi başka...
   Öyle mesajlar veren, metaforlar kullanan, sinemayı sanat olarak algılayabileceğiniz bir film olmamasına karşın; izlediğiniz sürece dikkatinizi düşürmeden, sıkılmadan izleyeceğiniz bir 1 saat 59 dakika vadediyor. 
   Öneririm...

"Yaban Kızlar" Guin'den Okumayı Sevenlere...

 
   Kitabın 100 sayfa olması okuru yanıltmasın. Bayan Guin'in bu uzun öyküsü sadece 45 sayfa kadar sürüyor. 
   Yazarımızın ilk sayfalarda kurduğu evrenin ortasına pattadanak düşen okur; önce afallıyor sonra (eğer kaptırırsa) bu erkek egemen toplumda kadınların yaşantısını (anlatanın pek de içselleştirdiği bir dille) dümdüz okuyor. Ne yalan söyleyeyim sonlarına geldiğini ve aniden bittiğini anlayınca biraz bozuldum. 
   Kurmaca bir toplumda iki kızkardeşin hayatı anlatılıyor. Ancak anlatı o kadar olağan ki anlatılanlar kurmaca değil de tarih gibi geliyor okuyana. Bir Guin metninden beklenecek kadar zihninizi eğip büken, birtakım sorular sorduran, hayalgücünüzü çalıştıran kitaptır. Ancak kitabımızın ortalarından itibaren yazarla yapılmış iki söyleşi vardır ki, biri tamamen yazarın hayatına odaklandığı için çok kişinin ilgisini çekmeyebilir. Benim yazmak istediğim ise ilk söyleşi: "Okurken Uyanık Kalmak". 
   Kitap okuma alışkanlığınız (fakir gibi) artık bir tiryakiliğe dönüşmüşse bu makaleyi okumanız gerektir. Gerek "çoksatar" diye önümüze sürülen çöplerden, gerekse okumanın bize neler getirdiği (ve neler götürdüğü) üzerine; okuma ile ilgili çok güzel bir metin. Sadece bu bölüm için bile okunası önerilir. 

12 Nisan 2020 Pazar

"Tılsım" S.King&P.Straub Aradan geçen 30 yıl sonra ikinci okuma.

 
   Jack Sawyer, hasta olan annesini kurtarmak için kıtanın bir ucundan diğer ucuna bir yolculuk yapar. Olaylar gelişir.
   İlk kez 30 küsur yıl önce okumuştum. Romanın sonlarına doğru artan tempo nedeniyle sağlıklı, sindire sindire yapılan bir okuma olduğunu söyleyemem. Kitap bitince şöyle içimi bir çekip arkama yaslanmıştım. Ne kitaptı ama....
   Sonra aynı ekürinin yazdığı "Kara Ev" çıktı. Hemmen aldık okuduk. O da şükelaydı. Karakterlerin yaratılması (ki Ceksovyır'ı daha önceden tanıyorduk ama o motosikletçi tayfanın tasviri şükelaydı), mekanların tarifi, olay örgüsü, hayalgücünün kullanımı; kitabı elinize aldığınızda bıraktırmıyordu. 
   Geçenlerde çoklu evrenlerin kullanıldığı bilimkurgu/fantazya eserlerini tanıtan bir yazı kaleme aldım (Bkz. (eğer merak eder de bakarsanız) Mayıs Ayı Bilim ve Ütopya Dergisi). Burada hangi eserleri yazacağıma karar verme aşamasındayken aklıma "Tılsım" düştü. Süpersonik bir şekilde çoklu evrenleri kullanıyordu. Evren geçişleri vardı. Niçin olmasındı? Nitekim yazdım. Ama içime de bir kuşku salındı "Yav bu kitabı okuyalı 30 yılı geçiyor. Bu sürede çok şeyler değişti. Başta sen değiştin Arakolpa!". Dedim bir daha okuyayım. 
   Dün bitti. Kuşkularımda haklıymışım. Zamanla herşey değiştiği gibi insanın algıları, beklentileri, yorumları da değişiyormuş. Önceden belirteyim: kitap yine güzel kitap. "Kara Ev" için yazdıklarım bu kitapta da geçerli. Bu arada bu ekürinin yazarken uyguladıkları teknik şöyleymiş: Straub: karakterler ve mekanlara çalışırken olay örgüsüne King odaklanıyor, ortaya böyle güzel bir şey çıkıyormuş. Neyse ama yıllardır bende süren değişiklik edebi beğenilerimi de etkilemiş olacak ki, kitap yine iki günde bitse de eski hazzı vermedi fakire. Kötü ve iyinin, karikatürize edilerek verilemesi (ki space operaya teşnedir). Tiplemeler, son anda oluşan olgular (Deux ex machina), bir holivut filmi senaryosu gibi kurgu vesaire vesaire. 
   Olsun! Okumaya yeni başlayan yahut okuma fiilini sevmeye çalışan acemi okurlara tavsiye edilecek türdendir. Yüksek bir edebi zevk yahut zihinsel egzersiz peşinde değilseniz her türlü okunur. 
PS: Ya da şöyle okunur: "uzun zaman önce neleri beğeniyormuşum?" diye bir merakınız varsa, onu pekala da giderebilir.

6 Nisan 2020 Pazartesi

"Uzayda Satranç" Altın Çağ'dan Bir Esinti...

   Cerarklayn, kitabı 1958'de yazmış. Bilimkurgunun altın çağı, nasıl hayaller var bilemezsiniz. Sonra Baskan Yayınları 1984'de basıyor "Ustaların Gambit"i yerine "Uzayda Satranç" adını veriyor. 
   İlk kez sonunu getirmekte zorlandığım bir bilimkurgu romanı oldu. Yazarımız her ne kadar 1958'de değil daha sonraları yazar gibi yapmışsa da, Jerg Algan (esas oğlan odur!)'ın maceraları beni pek de alakadar etmedi. Kurgunun içindeki devasa boşluklar bir yana kurgunun kendisi dahi pek muteber gelmedi. Yeni baskılarının (haklı olarak) yapılmadığı kitaba artık nadir kitapları satan web sayfalarından ulaşabilirsiniz. Ama ulaşmasanız daha iyi olur.

4 Nisan 2020 Cumartesi

"Honeyland" Çok Sahici Bal Diyarı...

   Üsküp yakınlarında terk edilmiş Bekirlice Köyü. Toprak yok, ağaç yok (evler hep taştan). Hatice, bu virane köyde yatalak ve yarı kör annesiyle yaşar. Elektrik, su, ve medeniyetin getirdiği hiç bir konfor yoktur (filmde sıklıkla geçen uçak izleri sayesinde olayların günümüzde geçtiğini anlayıp, şaşırıveriyordum) Geçimini, çoğunlukla bölgedeki yabani kovanlardan azınlıkla da köyde yerleştirdiği karakovanlardan aldığı azıcık balla sağlar. Olaylar gelişir.
   İzleyeli henüz bir saat olmadı. Hala etkisinden kurtulamadım. Belgesel diyemiyorum çünkü bildiğiniz serim, düğüm, çözüm var. Sinema filmi de diyemiyorum çünkü profesyonel oyuncular, müzik, senaryo ve sinema filminin olmazsa olmazları yok. Ancak ne ad verirseniz verin, izleyiciyi en şükela sinema filmi kadar içine çeken, duygulandıran, düşündüren bir pelikula. Yalağın içindeki kaplumbağa, sudan yaprakla kurtarılan arı, kütükteki kovanın yağmalanmasındaki enfes çuvallama, "yarısı sana, yarısı bana" mottosu, gökyüzünde sıklıkla görülen uçak izleri gibi metaforları sinefiller kolayca algılayabilirler. Sinefil olmayan izleyici ise sanki midesinde bir batma hissi duyacaktır. 
   Dar çerçeveden bakıldığında, ilk paragrafın devamı şeklinde algılanabilir. Ancak bakış açınızı biraz genişlettiğinizde karşınıza,
  • insan doğa ilişkisi,
  • mutluluk,
  • aile,
  • kapitalizm eleştirisi (hem de en dilimlercesine olanından)
  • kadının gücü
  • hayvan sevgisi (Ceki, kediler, arılar) 
  • duanın gücü (Hüseyin'in ölen sığırlarına acıdım, Hüseyin'e zerre acımadım)
  • çocuk, hayvan istismarı
  • kolayca adlandıramayacağınız duygular (mazluma tahakkümün fakire nasıl koyduğunu bilemezsiniz!) çıkar. 
   Bunların dışında çok daha fazla da çıkarım yapılabilir ikinci izlemede (alelacele yazıyorum affola!). Ama birbuçuk saat boyunca hiç altyazıya ihtiyaç duymadan (filmin tamamı çocukluğumun (baba tarafı Kosovalı) diliyle geçtiğinden hiç yadırgamadım (küver citsın!)) izledim. 
   Çekimler üç yıl sürmüş, 400 dakikadan 89 dakikaya indirgemişler. Küçücük taş odalarda nefis kadrajlar yakalamışlar. Müzik yok. Sonradan biraz araştırdım: Hatice'ye erkek kardeşinin köyünde daha iyice bir ev almışlar. Tabi yine baharda eski köyüne gidiyor arılarına bakıyormuş. 
   Holivut ve yeşilçam'a (var mı hala böyle bahseden memleketin sinemasından) meyyalseniz sarmayabilir ama bir başladınız mı gerisi gelir. Ama sinefil bir bünyeniz varsa kaçırmamalısınız... 
 PS: O dişlere rağmen Hatice çok güzel bir kadın.

3 Nisan 2020 Cuma

"Kahkahalar Ülkesi" Üçüncü Okumadan İzlenimler...

 
   Mart 2010'da ilk kez, 2011 sonlarında ise bir kez daha okumuştum. Gönlü hafifleten kitaplardan olduğunu anımsayıp, bir nevi mecburiyetten yaşadığımız şu domestik (ne işim olur domestikle?) evcimen günlerde bir kere daha okumaya hallendim. İki günde bitti. Öyle kısa falan da değil (335 S.) ancak üslup pek akıcı olduğundan, içine su katılınca beyazlayan sıvıların üç kez distile edilmişlerindenmişçesine (oldu mu bu fiil?) ipek gibi kayıyor. 
   İngilizce öğretmeni başkahramanımız (ki müteveffa babası pek ünlü bir aktör olup, bu nedenle pek acıklı travmalar yaşamıştır/yaşamaktadır), hayran olduğu yazarın biyografisini yazmaya hallenir. Bu ivme onu, idol yazarının yaşayıp öldüğü küçük kasabaya kadar atar, olaylar gelişir. 
   Kısaca böyle özetleyebileceğimiz konu, elbette ki boşuna kıyamet gibi olumlu eleştiri (Stanislaw Lem, Stephen King, Neil Gaiman gibi ağır topların şıkırdak sözleri var arka sayfada) ve ciddi ödüller kazanmamıştır. Romanımızın ortalarından itibaren; konuşan bulteriyerler, yazdıkça mücessemleşen karakterler, araya sıkıştırılıveren bir aşk üçgeni, onyıllar öncesinden planlanan (sadece planlansa iyi gerçekleşen de) doğumlar/ölümler/trafik kazaları/diş çıkarmaları ve daha neler vardır.İşin garip tarafı bu garaip olaylar öylesine aktarılmaktadır ki okura, hiç de garipsenmemektedir. 
   Yazarımızın "Aşık Hayalet"ini 2012'de, "Beyaz Elmalar"ını ise 2013'de bu sefil ağ güncesinde tanıtmaya çalışmıştım. Ancak şüphesiz ki bu üçlünün içindeki inci; iş bu kitaptır. Fantazya ödülleri almasına karşın, ilerleyen sayfalarda bir gotik tekinsizliği sezmenize neden olabilecek bu kitap, tam da bu sıralar okunabilir. Okundukça (ki okumaya iptila meftunlara ilaç gibi gelir) zihin açar, muhayyileyi şıkırdatır, ruha letafet verir. Yakın durunuz efendim!

1 Nisan 2020 Çarşamba

"Seçilmiş Metinler" Bourdieu'nun Seçtikleri.

 
  300 Sayfayı aşmadığı halde (278 S.) bir aydır okuyup bitiremediğim kitaptır. Üç bölümlü onbeş metin var bizzat Pierre Bey'in seçtiği. Bilmeyenlere not: kendisi her ne kadar Fransa'da mukim ve genellikle orası ile ilgili olarak çalışmaktaysa da, günümüzün küresel dünyasında teorileri geneli kapsayan çağımızın en önemli sosyolog, teorisyen ve filozoflarındandır.
   Kendisiyle ilk rabıtamız Levent Hoca'nın derslerinden başladıysa da "Televizyon Üzerine" yazdıkları çok ilgimizi çekmiş ve bu ağ güncesinde bahsedilmişti. Orada başlayan ilgi diğer metinlere ve düşüncelere de sirayet etti ki, bu (görece hafif) metne başlandı. Kitabımızın geneli sosyolojiye ilgi derecesinden daha fazla yatkınlık duyan kişilere hitap etse de hepimizi ilgilendiren konularda (din, siyaset, inanç, entelijansiya, okuma, halk kavramı, iktidar ve hatta spor) bakış açınızı genişletecek satırlarla dolu. Ancak okurun önünde dikilen kallavi bir sorun var. Kitabın başlarında da söylendiği gibi Bourdieu'nun kendini kolayca ve kısa ifade etme gibi bir üslubu yok. Haliyle cümleler (kimileri bir paragrafı buluyor) konuya hakim olmayan, altyapısı sallantılı ve en önemlisi başladığı cümlenin sonu ile olan bağlantıyı kuramayacak kadar okur yazar olmayan okurlara gelmez (Yılmaz Özdil yazılarından hoşlanıyorsanız, bu kitaptan koşarak uzaklaşın!). 
   Fakir, her iki gruptan da değil. Böyle olunca, bildiriler/makaleler/açılış konuşmaları/röportajlar (kitap bu tip metinlerden oluşuyor) arasındaki okuma arasını olabildiğince açtım. Her metni iyice sindirmeye çalışarak okudum ve perspektifimin birazcık daha genişlediğini gördüm (zor oldu ama!). 
   Diğer bir zorluk ise yazarın verdiği örneklerin genellikle yaşadığı toplumla ilgili olması, din kısmında Hristiyanlık, spor konusunda ise (haliyle!) Fransa baz alınmış. Meselelerin güncel hayattaki karşılıkları bile (misal ülkesindeki bir zincir market ve bizim bunu bilmememiz) konunun içselleştirilmesinde zorluk çıkarabiliyor. 
   Kısaca: "habitus" kavramını merak ediyor, yaşadığınız toplumu daha uzaktan izlemek istiyor ve sosyolojiye yakın duruyorsanız okumanız şart. Ancak bu zorlu bir okuma olacaktır.