14 Mayıs 2024 Salı

"Beyaz Zambaklar Ülkesinde" Atam Önermiş Okunmaz mı?

   Finlandiya'nın hiçbir şeyi yok. Tarıma uygun arazileri neredeyse hiç. Değerli maden yok. Rusya'nın başkenti Moskova olduktan sonra stratejik önemi yok. Halkı tembel, politikacıları, din adamları yozlaşmış. Ülke bitik. (tabi bu 19.yy sonu 20.yy başları) Bataklık ve tundraların üstündeki cahil ve tembel bir toplumdan nasıl oldu da bugünkü haline geldiler.
   Kısacık kitabımız (126 s.) bunu anlatıyor. Yeniyetmeliğimde okumuş, pek de önemsememiştim (o zamanlar sağlam bir kültürümüz, yurtseverliğimiz, sosyal dayanışmamız (bakınız sosyal devlet demiyorum sosyal dayanışma diyorum) vardı zaar (zaar!)). Yeni Türkiye'de bir kez daha okunmalı diyerek oturdum başına. Atamızın önerdiği kadar varmış. Ülkenin ayağa kalkması için herkesin elini taşın altına koyması gerekiyormuş. Ama bu fedakarlığı ilk yapacak olanlar piramidin üzerindekilermiş. Burada yazmak kitabı özetlemek gibi olacak. Ancak fakire göre okullarda okutulmasından ziyade erk sahiplerinin okumasında fayda vardır. Eğitimcilerin, kanaat önderlerinin, din adamlarının, akademisyenlerin de öyle. Snellman memleketime gelseymiş kimbilir ne olurmuş? Bırak sıfırı eksiden başlayıp hiçbir kaynağa sahip olmadıkları halde kıta Avrupa'sının en müreffeh toplumlarından biri olmayı kotaran ve bunu ülkelerine sahip çıktıkları için başaran Finlilere yüksek bir alkış göndermek zorundayız. Okuyunuz, okutturunuz.

"Vicdan Zorbalığa Karşı" Tanıdık Şeyler.

 

   Yav arkadaş biz Protestanlığı, Katolikliğin dogmalarını yıkan bir mezhep olarak bilirdik. Meğer değilmiş. Calvin, Cenevre'nin din liderliğini alınca, dini bir baskı aracı olarak kullanır. Zaten farklı görüşleri olan Sebastian Castello, Calvin'in görüşlerine ters olan Miguel Serveto'yu kilise kararıyla ölümle cezalandırması nedeniyle Calvin'in karşısına dikilir. 
   Zweig bu eserinde her ne kadar sınırlı bir coğrafya, eski bir tarih (neredeyse ortaçağ) ve din aracılığıyla yürütülen bir totaliterizm eleştirisi yapsa da, yazdıkları tüm totaliter rejimler için geçerli. Belki de yazarımız (ki nasyonal sosyalizmden çok çekmiş ve taa güney amerikalarda eşiyle birlikte siyanür içerek hayat kapısını kendileri kapamışlardır) yaşadıklarına öykünerek yazmıştır. Calvin dini, badem bıyıklı asabi şahsiyet de ideolojiyi kullandı totaliterizm için. Seyrek bıyıklılar ne kullanıyor bilmem!
   Eleştirim şudur: Zweig eserinde çokça belirleyici sıfat kullanmıştır. "hain ve kısık gözleriyle zihnindeki dogmaları yansıtan soluk benizli alçak Calvin" tamlaması okuyucunun çok yönlendirilmesini sağlar. Gerçi Calvin'in de (sadece yaptıklarını okuyacak olsak) iyi olarak savunulacak pek bir yönü yoktur ama müsaade etseydi de bu kararı biz verseydik. 
   Totaliter rejimler, halkın zaafını kullanarak gücü ele geçirir ve güç ele geçtikten sonra da kendi doğrularını acımasızca uygular. Bu düzenin tanımlaması, muktedirlerin gücü mü ideolojiyi mi (yahut kimi hallere sanatı mı) kullandıklarıyla tamamen ilgisizdir. Acı acı görüyoruz ki: Zweig'ın Cenevre için yazdığı satırlar bize çok tanıdık geliyor. Öyle trajik bir halde değiliz henüz (Ata'ma şükür!) ama içinde bulunduğumuz su yavaş yavaş ısındığından değişimin farkında değiliz. En kötüsü kendi eylemlerimizde bir otosansür uyguluyor olmamız. Ramazan'da resmi dairelerde öğle yemeği verilmediğinde "e Ramazan normal" diyerek kabullenmek, son yıllarda volümü gittikçe artan ezan başladığında konuşmalara ara vermek, müziği kapatmak, vaka-i adiyedendir. Suyumuz ısınmıştır. Burada sarıfatmalar gibi ahkam kesmek istemem ama (Yaradan affetsin Alev Alatlı'nın buluşudur "sarıfatma") otosansüre varmışsa durum; totaliter rejime girilmiştir. 

"My Favorite Cake" İran'dan Sıcak Film!

   Uçan Süpürge Film Festivali'nde görmek kısmetmiş. 1s37d Uzun değil. Nasıl bittiğini anlamadım. 
   Mahin 70 yaşında, kocasını bir trafik kazasında kaybedeli 30 yıl olmuş. Çocukları yurtdışına gitmiş, arkadaşları var ama eskisi kadar sık bir araya gelemiyorlar. Mahin'in uykuları zorda. Mahin yalnız hissediyor. Yalnızlığın üstesinden gelmek için bir takım çabalar sarfediyor ve işler yolunda gidiyor. İlk adımı attığı Faramarz ile tanıştıkları gece, filmimizin en uzun sahnelerini oluşturuyor. Bir saate yakın bu iki yalnız insanın birbirlerinin ruhunu ısıttıklarını görüyoruz. 
   Çok hoşuma gitti. İran dışında bu kadar çok popüler olmasının ideolojik bir yönü vardır muhakkak (gösterimi İran'da yasak, rejimi ciddi eleştiren bölümleri var). Senaryo, kurgu, sanat yönetmenliği ve bilhassa oyunculuklar pek yahşi. Son sahnedeki müzik de öyle (zaten sadece orada müzik kullanılmış). Nedir; bitince insanın boğazına bir yumru takılıyor. Yanımda oturan gencecik kız sulusepken ağladı. Fakirin gözleri doldu. Yalnızlığın kimileri tarafından beğenilmesi mümkündür. Son tahlilde yalnızlık kaçınılmaz ama insanın yanında ruhunu yükselten birinin olması da yalnızlıktan evladır. Görmelere sezadır. Bulursanız izleyin.

26 Nisan 2024 Cuma

"Petro Kıyamet" Bunlar İyi Günlerimiz!

   Antonio Turiel (yazarımız) teorik fizikçi ama farklı disiplinlerde de akademik titrleri var. Yaşadığımız günlerle ilgili kimi tespitlerini sıralamış. Bilim insanı olmanın getirdiği üslup; yazdıklarını somut birtakım verilere oturtmaktır. O da aynen öyle yapmış. Sonuç: bunlar daha iyi günlerimiz, 2025'den itibaren (neredeyse gelmek üzeredir o da) çok radikal birtakım değişiklikler yaşayacağız. 
   Günümüzde var olan ekonomik sistem, mevcudiyetini enerji ile sürdürebilmektedir. Kullandığınız elektrik, su, ısınma, ulaşım; enerji ile var olabilir ama bunlar sadece aşikare gördüğümüz etkenlerdir. Masanıza koyduğunuz yiyecek, sırtınıza geçirdiğiniz kıyafetin de en büyük maliyet kalemi enerjidir. Günümüzde kullandığımız enerjinin yarısından çoğu petrolden elde ediliyor ve 2025'de çıkarılan petrolün %40'ı bitmiş olacak. Böyle diyeyim de anlayın. Nükleer enerji %4, yenilenebilir enerji ise ancak %2'sini karşılıyor kullandığımız enerjinin. Peki başka bir enerji türü bulunamaz mı? Keşke!
   Yazarımız, fakirle aynı düşüncede: sınırları kısıtlı bir dünyada devamlı büyümeye odaklı bir ekonomik model sürdürülemez (evet bu kapitalizmdir). Yazarımız herhangi bir "ist"e bağlı değil. Komünizmin de, sosyalizmin de, Budizm'in de (sonuncusu şaka!) sürdürülebilir olduğunu düşünmüyor. Hikmet yumurtlayan biri de olmadığından bunun yerine neyi koyabileceğimizi bilmiyor ama şundan emin ki: bu sistem yok olmaya mahkum. 
   Gerçi bunu yapan ilk kişi de değil. Teorisini inceleyen yakınları; Adam Smith'e "Üstat, oluşturduğunuz bu model, uzun vadede sürdürülebilir değil" dediğinde hazretin "uzun vadede hepimiz ölmüş olacağız" dediği rivayet olunur.
   134 sayfalık kitabımız, çok akademik olmayan (yani kolayca okunan) bir üslupla yazılmış. Başvurulan kaynaklar, dipnotlar sağlam (bazılarını deli gibi kontrol ettim). Ankara-İstanbul tren yolculuğunda başlanır ve bitirilebilir.
   Bilimsel verilerek dayanarak üstelik de çok yakın bir tarihte mevcut ekonomik düzenin değişeceğini işaret eden bu kitap okumaya değer. Ben olsam, iktisat fakültelerinin hazırlık sınıfında mecburi yapardım. Ufkunuzu açar, içinizi açmaz. Farkındalığınız artar, mutluluğunuz azalır. Karar sizin!

"Süper İyi Günler" Rasyonelin Gözünden Hâl-i Pür Melâlimiz.

   Kristofır bir cinayeti çözmeye hallenir. 15 yaşındadır, olaylar gelişir.
   Her şey bu kadar basit değil. Anlatması zor, okuması kolay romandır (novella diyebiliriz kolayca sadece 229 sayfa, üstelik bir sürü resim var). Birinci kişi ağzından aktarılmış ve sayfalar ilerledikçe kendinizi Kristofırın yerine koyabiliyorsunuz (inanın bu hiç kolay bir şey değil). Şöyle bir ipucu verebilirim (başım da ağrımaz): Kristofır okulun özel bir sınıfına gidiyor ve arkadaşlarından bazıları mesela durmadan başını duvara vuruyor. 
   Zehir hafiyemizin duygusal bölümü kadük. Aşırı rasyonel. İlginç bir bakış açısıyla kimi zaman evrenin genişlemesini, kimi zaman ışığın yayılma prensiplerini öğreniyor ama tuvaleti daha önce başkası kullandığından altına işemekte bir beis görmemenin nasıl olur da aynı kişide olduğunu anlamakta zorlanıyorsunuz. 
   Kolayca okunan kitabımız hem temel fizik, kimya, mantık bilgilendirmesi yapıyor ama bence en önemlisi dünyaya farklı (evet, belki uzun süreli değil ama yine de farklı) bir açıdan bakmanızı sağlıyor. Bu da bir kitap için az şey değildir.
   Ben sevdim, size de öneririm.

"Hey Gidi İstanbul" Nostaljinin Dibi.

   Küçükken eve Tercüman alınırdı (geçen yüzyılda doğanlar bunun o dönemin çoksatan bir gazetesi olduğunu şıpınişi anlayacaklardır). Futboldan hazzetmememe karşın Bay Çupinin yazılarını severek okurdum. Pırasa tarifinden girer, boğazdaki erguvanlardan çıkar ve bunları bir şekilde haftanın popüler futbol maçları ile bağlardı.
   İş Bankası Yayınları güzel bir iş yapmış. Ustanın (benimle aynı orijinlere sahip olduğunu öğrenince hiç şaşırmadım (arnavut derler ama kosovadır aslında)) İstanbul'a dair yazdıklarını derlemiş, toplamış. 
   Efendim kısa bir girizgâh farzdır. Fakir doğma büyüme İstanbulludur (89'dan sonra uzun aralıklarla ayrılmıştır ama 22 yıl bir şehrin kültürünü almak için yeterlidir sanırım). Suriçinde başlayan (Beyceğiz Fırın Sokak) hikâyem başka semtlerde sürdü. Sonra hayat başka yerlerde yaşamaya zorlayınca mecburen uzak kaldı. Ama hep gitti, sık sık uğradı. Bu meyânda fark etti ki: metro istasyonlarında durakların sadece ilk ikisini biliyor sonraki onlarca durak ona yabancı. İstanbul büyümüş ama bir pankreas tümörü gibi. Benim çocukluğumda 2 milyon olan nüfus, Çupi'nin gençliğinde 400 binmiş. O kültürün son dönemlerine yetiştim. Şehre göçün ilk evreleriydi, Magirus dolmuşlar yeni çıkmış, arabesk denen bir tür müzik zuhur etmişti. Sokakta hala tepsi yoğurdu satılıyor, baharda hallaçlar ellerinde lobutlar, sırtlarında yaylarıyla geziyorlardı. Şimdi geçmiş güzellemesi yapmaya kalksam, sayfalarca yazmam mümkün olduğundan hemencecik kesiyorum.
   Çupi 2-3 sayfalık bölümlerde eski İstanbul'un hoş bir fotografisini çekmiş. Bu arada şehrin bu kadar büyümesine kalabalıklaşmasına bol bol çemkiriyor. Üstad iyi ki 2001 yılında sırlanmış. 2002'den sonra olanları görse zaten dik olan saçları (arnavutların çoğunda görülür) elektrik çarpmış gibi olurdu. 
   Bölümler sadece İstanbul'la ilgili değil, gazeteciliğe de ilişkin önemli tarihsel bilgilerle, dedikodularla dolu. Nedir: sadece yaşı bana yakın ve İstanbul'u ucundan kıyısından tatmış olan okurlara haz verir. Çok satar olmamasına karşın iki farklı yayınevinden üç baskı yapmış olması hayret vericidir. Ben çok severek okudum. Sizi bilemem!

26 Mart 2024 Salı

"Yolun Başı" Ali Lidar'dan Şiirler.

   Alidar (böyle demeyi seviyorum) yine şiirler yazmış. Kimisi teğet geçiyor kimisi delip geçiyor kimisi de deldiği yerde kalıyor hiçbir yere gitmiyor. Şiir çok öznel bir şey. Ne yazsam boşuna. O yüzden bari beni ikinciye okumak zorunda bırakan bir iki alıntı yapayım.

"size de komik gelmiyor mu ölümün olduğu yerde zaman" S.9

ANLAT!

bilmiyordum yüzün bu kadar aydınlık
mumlar ve şamdan ve avize ve elektrik
dişlerim bütün istemsiz çarptıkça birbirlerine
durmaksızın bana çocukluğundan bahset
bahset bana bahset
bahset
bahset
bahsettikçe sen muhtemelen bir orta yol buluruz
bulunur elbet çaresi gülümsedikçe sen
ontolojik krizlerin
durma ama bana sevişlerinden bahset
seni sevmem senin bana gelişlerinle mümkün
başkaları ne der bilmem başkaları başka başka
başka başka omuzlarda ne çok zaman kaybettik
durma başka deme bir şey zaman bizi tamamlar
tamamlanır bütün eksik durma beni aşındır
aşındırman demek beni
şimdi bunu anlatamam
sen durma anlat yeter anlattıkça sen
karaya çalan ne varsa anlattıkça apaklaşır
S.31

JAZZ DİNLERKEN BEN SENİ DAHA ÇOK SEVİYORUM

Jazz dinliyor cemaat cuma hutbesinden önce
Haberlerde uçan atlar sokaklar silme manyak
Herkes kafayı yemiş seni bulamıyorum
Sesin nereden geliyor seni göremiyorum / Yüksek sesle
konuş biraz seni duyamıyorum
Annem hastaneye yattı köpekler bana bağırdı
Fotoğrafın düştü elimden yerden kaldıramıyorum

Parka girmem yasaklanmış çocuklar korkuyormuş
Oysa herkes basıyor ben çimlere basmıyorum
Aklım nerede bilmiyorum bana yardımcı olsana
Beni düşünmelerini nasıl da seviyorum
Gülsene arada bana sıcaklığını alayım
Odalar mı çok küçük ben mi çok büyüdüm
Duymayınca sesini bir yere sığamıyorum
Ruhum doğum sancısında kanatlandı kanatlanacak
Kanatlansa ne olacak yanına varamıyorum
Tutup elimden kurtarsan ellerin nasıl da güzel
Sigaramı tutuyorum elini tutamıyorum
Ben seni seviyorum tüm kızmalarına inat
Tüm dünyaya söylüyorum sana söyleyemiyorum

Bir duble rakı koy bana ben saçlarınla oynayayım
Meze falan istemem sadece konuş benimle
Ne anlatırsan anlat yeter ki eksilmesin
Kulaklarımdan sesin bak her şeyim buna bağlı
Ne hükmü var mesafenin, iste sen ben hallederim
İste sen masallardaki ejderhaları bile döverim
Bir kendime yetmez gücüm başka her şeye yeter
Sen iste gerekirse kendimden de vazgeçerim
İnsanlar ne tuhaf hepsinde ayrı kaygı
Umrunda değiliz kimsenin Allah aşkına gör artık
Bir sen varsın işte bir ben bir de senin gülüşün
Gülüşün diyorum gülüm, bak tam burda ağlıyorum
Valla bak ağlıyorum senin haberin bile yok
Kimselerin haberi yok diyorum ya hepsi tuhaf
Tuhaf yer bura bu dünya bilmem ki nasıl anlatsam
Ah bilmiyorum gülüm ben hiçbir şey bilmiyorum
Tek seni seviyorum ben başka bir şey bilmiyorum.

S.42

24 Mart 2024 Pazar

"Yaralı İsmail" 2nci Basım Öyküler.

 

   Basım yılı bir önceki kitaptan daha yeni. Tasvirler daha bir detaylı, karakterlerin içi dolu. Ancak; (bir cümlede ancak varsa öncesini okumayın derler) tamamen öznel bir değerlendirmeyle bir önceki öyküleri daha sahici bulduğumu söylemeliyim. İlk öyküde "aha" dedim "ne güzel bir yere bağlanacak bakalım!". Bağlanmadı. Birçoğunda da aynı şey oldu. O yüzden okumazsanız fazla bir kaybınız olmaz diyebiliyorum.
   Bir şeyi yazmasam içim şişer. Kitaptaki öykülerin bazısı bir önceki öykü kitabında da var. Onları çıkarırsanız 256 sayfalık kitabımız rahat 100 küsur sayfalara düşer. Bunu telif açısından hukuki bir olabilitesi var mıdır bilmiyorum ama etik olarak olabilitesi olmadığını söyleyebilirim. 

16 Mart 2024 Cumartesi

"Dune II" Yok.

   Üşenmemiş birincisi hakkında yazmıştım. Bunun için onu da yapamayacağım. Ben yandım siz yanmayın. Sinemada izlemeye değmez.

"Gwendy'nin Düğme Kutusu" Çeviri Kurbanı.

 
   Yıl 1974 Gwendy tombik bir yeniyetme. Bir yabancıdan aldığı düğmeli kutunun yan bölmelerinden birinden enfesşükela bir çikolata (ki bir kere yedikten sonra açlık çekilmemekte ve ikincisi istenmemektedir), diğerinden 800 USD'lık bir antika gümüş para çıkmaktadır. Asıl şenlik kutunun üstündeki düğmelerdedir. Dünyamızdaki her kıtayı simgeleyen renkli düğmelerin yanısıra bir kırmızı bir de siyah düğme vardır ki, kullanmak istemezsiniz. Kutu ile birlikte Gwendyciğimizin hayatı değişmeye başlar, zayıflar, zekileşir, şanslılaşır ve daha neler.
   Tahmin edeceğiniz gibi konumuz hayli ilginç. Sai King yaşlandı zaar, genç ve muhayyilesi yıpranmamış yazarlarla yazası var. Novella bile denilemeyecek kısalıkta (132 s. ama resimler ve bölüm yarımları çıksa 100 sayfanın altına düşer garanti) ama sürükleyici olabilecek bu metin üzülerek söylemeliyim ki çevirinin kurbanı olmuş. Böyle söylemeyi hiç istemem muhakkak ki ne uykusuz geceler, ne erken sabahlarda çevirilmiştir ama okurken haz almayı istemek her okurun hakkı (Canan Kim'in kulakları tatlı tatlı çınlasın. Negzeldi çevirileri!). Aşağıya bir paragraf alıntılıyorum. Ne dediğimi daha iyi anlarsınız.
  S.109 "Son birkaç aydır yanlış çıkışlar oluyor - en azından Gwendy o kadar zamandır doğum kontrol hapı kullanıyor- fakar her seferinde kendini hazır hissetmiyor ve kibar Harry Streeter ona baskı yapmıyor. Tabu nihayet babasının büyük bir iş partisine gittiği cuma gecesi Harry'nin mumlarla ışıklandırılmış odasında kırılıyor ve her saniyesi tahmin edildiği kadar utandırıcı ve harika geçiyor. Gerekli ilerlemeleri kaydetmek için, Gwendy ve Harry ertesi iki gece daha Harry'nin Mustang'inin arka koltuğunda yapıyorlar. Sıkış tıkış olsa da sadece gittikçe ustalaşıyorlar." Ben bunu çevirdim diye kitaba koymaya utanırdım. Kitaba gelecek olursanız, sönük. Türk gibi başlayıp, belçikalı gibi bitirmişler. Şehir içi uzun dolmuş hatlarında başlanır ve bitirilir ama sizin yerinizde olsam şiir dinlerim daha iyi.

13 Mart 2024 Çarşamba

"Bastarden" Piçler yahut Vaad Edilmiş Topraklar.

   Nikolayarsel var, Anderstomascensen var, Medsmikelsen var. O halde kötü bir iş olamaz deyip başına oturduğum, bitirince hemen arşive attığım ve önümüzdeki günlerde bir kez daha izleyeceğim filmdir.
   Ludvig piçtir, o yüzden yüzbaşılığa yükselmesi 25 yıl sürmüştür (asiller 6 ayda gelirler bu rütbeye). Ludvigin aklı fikri zikri pruvası hedefi bir unvan almaktır. Zor bir yola girer, olaylar gelişir. Olaylar 18. yüzyıl sonlarında Danimarka Krallığında geçer. Feodalite tam gazdır (sen ne pespayesin feodalite (ister baron ister abdi ağa). Ludvig askerliğin kütüklüğüne sahiptir (gerçi medsmikkelsen olunca başrol, insan ister istemez bir iltimas geçiyor). Yönetmen ve senarist şimdiye kadar hiç tarihi film çekmedi, nasıl yapmışlar acaba dedim. İyi yapmışlar. Düzen eleştirisi, kişisel gelişim, aşk, sınıfsal eleştiri, entrika, iyilikler, kötülükler, yanlış kararlar, doğru kararlar ve daha neler neler.
   Yönetmen başta olmak üzere sanat yönetmeni, kameraman, senarist; ezcümle ekip süpersonik bir iş çıkarmış. Tüm film boyunca ilmek ilmek işlenen kavramın (bu cümleyi bitirmemeye karar verdim, çok acı spoyler olacak çünkü). 2s7d süren filmimiz, yakın zamanda ikinciye izlenmeyi hakediyor. Fakir pek sevdi. Hayatıyla ilgili paralellikler buldu (piçlik yok ama hafif (bu tabi öznel değerlendirme, nesnelde oldukça) bir kütüklük vardı). Diyeceğim: şiddetle (ne işim olur şiddetle?) hararetle öneririm.
ekşideki bir entari de beni benden aldı ama "ince mehmads mikkelsen"

"Kedi Anaları" Kediler, Kadınlar ve Başka Şeyler.

 170 sayfa, 19 öykü. Başlıktan anlaşılacağı üzere başrolde kediler ve kadınlar var. Şöyle okuyunca insanın içini ısıtacak öykülerden ziyade kızdıracak, sorgulatacak kimi zaman da hüzünlendirecek sayfalar. Yazarımızın dili sert, tasvirleri antrasit, çoğu satırların bazı hatıralardan esinlendiğini söylemek mümkün. 
   Kitabımızın hiçbir yerinde yazarımızın hakkında bir şey yazmadığından ben bir iki kelam edeyim bari: Gülümser Hoca, günümüzde meslektaşlarının arasında azınlıkta kalan, hastasını müşteri olarak görmeyen hekimlerdendir. Son derece klasik bir yaklaşımla şifa dağıtır, teknolojinin imkanlarını da gerektiğince kullanarak. İki kelam ettiğinizde karşınızda içi dışı bir samimi insanın olduğunu anlarsınız. Bastıra bastıra konuşur kelimelerin üstüne. Humoru vardır. Henüz ilk kitabını okuyorum, sırada bir başkası var. O da burada yazılacaktır. 
   Ülkemizde kadının yerini sorgulayanlara, gerçekçi bir bakış açısı kazandıracaktır. Ama diyorsanız ki: şöyle kafamı dağıtacak birşeyler okuyayım; size gelmez!

29 Şubat 2024 Perşembe

"Pupa Yelken" Başucunda...

 Okumalarımı genellikle ikiye ayırıyorum. Bilgi almak için (bkz. bir önceki yayın) bilimsel yayınlar, perspektifimi değiştirmek, diğerkâmlık etmek için romanlar. Pupa Yelken bunların dışında bir yere kuruluyor. 
   Sadun Boro 1960'lı yılların sonunda, kendi yaptığı 10.5 metrelik bir keç olan Kısmet'le üç yılı bulacak bir dünya turuna çıkıyor. O yıllarda seyir, ancak gökyüzü rasatı (sekstant) ile mümkün, chartplotter, uydu telefonunu bırak telefon bile zor ulaşılabilir bir lüks. Demirledikleri limanlarda bazen varması haftalar süren telgrafla haberleşiyorlar. Öyle iptidai ve başedilmesi zor seyirler. Bu yolculukta Sadun Kaptan'a, eşi Oda ve miçoları "Miço" eşlik ediyor. Caddebostan'da başlayan anabasis, Dolmabahçe önlerinde bitiyor. 
   Daha önce dünya seyahatine çıkmış denizcilerin kitaplarını okumuşluğum var. Hatta Pupa Yelken'i yeniyetmeyken de okumuştum (o zaman sonsözler yoktu gerçi). Yaş alıp, serdeki deniz tutkusu kökleştikten sonra bir kez daha okumaya hallendim. Yaşadığım ilginç günler (Çin bedduası: Dilerim ilginç günlerde yaşayasın!) içinde, yatmadan önce Bay Boro ile sohbete oturduğumuz saatler benim için bozkırın ortasında vaha gibi oldu. O yüzden sündüre sündüre 5 ayı aşkın bir zamanda bitirdim. 
   Kitaptaki bilgiler güncel değil. Ekseriyetle gidilen yerin coğrafi, sosyolojik, kültürel özellikleri aktarılıyor okura. Bunlar geçen yüzyılda olduğundan bilgi edinme gibi bir saik yok. Ancak; (bu ancak önemli) Sadun Kaptan'ın üslubu o kadar oyuncaklı ve çekici ki; yazdıklarından bilgi almak ve perspektif genişletme gibi bir beklenti olmaksızın okuru kendine sımsıkı bağlıyor. Bu üslup, Boro'nun şeylere bakış açısı ve eylemleri hakkında okurda bir kanı uyandırıyor ve bu kanı güzel bir yere oturuyor. Bu minvalde, işbu neşriyat kütüphanemin göz hizasında bir yerlerde duracak ve arada yine yeniden okunacak. 
   Denize meraklısınızdır yahut değilsinizdir ama iyi bir insanın nasıl düşünüp nasıl eyleme geçtiğini merak ediyorsanız okuyunuz. Ben okurken zaman tünelinde ve paralel evrenlerde gittim geldim.


Sadun Kaptan 2003'de yeni baskılar için yazdığı sonsözde kıymetli inciler dökmüş. Aklımda kalan iki tanesi şöyle: 

  • Yelken seyrinin en güzel tatmin hissi, yaptığınız havai rasatların sonunda istediğiniz yerde olup olmadığınızı görmenizdir. Günlerce açık denizde seyredersiniz, hava şartları çetindir, sağlam rasat alamayabilirsiniz ama yaptığınız hesaplamalar sizi istenilen zamanda istenilen yerde çıkarırsa; bu çok büyük bir mutluluk getirir. Günümüzdeki elektronik seyir yardımcıları güvenlidir, emindir, kolaydır ama bu mutluluktan yoksundur. 
  • Turizm endüstrisi çok vahşidir. On yıllar sonra gittiğimiz aynı limanlarda, aynı insanları, aynı yaklaşımı bulamadık. İnsanlar, ilişkiler ticarileşmişti. Cesur yeni Dünya, bizim hatırladığımız iptidai ama samimi dünyadan farklıydı. Bunu geçmişe bir özlem değil bir tespit olarak yazıyorum. Yoksa elbette ki herşey değişir ama değişmeden önce yaşadığımız için şanslıydık. 

26 Şubat 2024 Pazartesi

"Bağışıklık Sistemi" Çok Akademik.

 Uzunca bir aradan sonra bitirmeyi başarabildiğim ilk kitaptır.  Bağışıklık sistemi fakire hep ilgi çekici geldiği ve başlığı "kısa bir giriş" olduğu için başladım, hızlı okumayla bir haftada bitti. Yalnız bitirene kadar oldukça ter döktürdü. Uzun da değil (126 sayfa), bölümler okurun ilgisini çekecek içerikte. Tek sorunu tıp fakültesi amfisinde okunsa hiç yadırganmayacak bir akademik üslupla yazılmış olması. Üst üste bilgi bombardımanı, düz insanın (misal: ben) hiç ilgisini çekmeyecek ıncık cıncık ayrıntılarla, detaylı bilgilerle; okuma ilgisini sabit tutması zor. 
   Ben de her benim yapacağım gibi hızlı hızlı okuyup, bölüm sonlarına yoğunlaştım. Ortamlarda bön bön bakmayacak kadar bilgiyi özümsedim ve hemencecik rafa koydum, yakın zamanda bağışlanmak üzere. Aklımda kalan ilginç bilgilerden biri: çok steril ve temiz ortamlarda büyüyen çocukların alerjenik olduğu. Bunun bir bilimsel gerçek olduğunu iddia etmiyor Herrn Klenerman ancak istatistikler bunu doğruluyormuş. Öyleyse bırakın sabileri azıcık çamurda da yuvarlansınlar. Bilgilenmek için önereceğim bir neşriyat değildir. Kısa bir giriş yaftasına aldanmayın, buradaki bilgilerin birçoğunu immünoloji uzmanlarının bile bildiğinden şüpheliyim (ama ispat edemem).

 

13 Şubat 2024 Salı

"Poor Things" Lanthimos'un Son İşi.

   Sayın Lanthimos 2015'de Lobster ile holivutun kanatları altına girince aklımdan yine özgünlüğü gidecek bu cevherin dediydim. Parayı bulunca prodüksiyonlar coştu. Kutsal Geyiğin Ölümü sarsıcıydı. The Favourite ise görsel açıdan aşırı zengin, odaklandığı sorular ise biraz kısıtlıydı. Fakir Şeyleri bu saikle pruvaya almıştım. 2018'den beri sadece üç kısa film çeken yönetmenimiz nasıl bir şey hazırlıyordu acaba?
   2s21d süren filmimiz sular seller gibi akıyor. Fakirin en çok sevdiği tür olan steampunk bir dünya oluşturulmuş. Gözde oyuncusu Emma Stone döktürüyor. Renkler göz yakıyor. Kostümler, dekorlar, CGI'lar (o gemiye bittim (yeşil baca dumanları falan)); kordela bittikten sonra en çok akılda kalan şeyler oluyor. Favourite'de yapılan akıllara zarar dans sahnesinin bir benzeri burada da var (çok sakil durması gerek ama nedense insanın hoşuna gidiyor). Bunun yanı sıra elbette yönetmenimizin verdiği birtakım mesaj kırıntıları, soru başlangıçları var. Nedir: hiçbirinin dibine inmemiş yahut özellikle böyle bırakmış. İzleyiciye de biraz alan bırakmak gerek değil mi?
   Bir uyarı: sabi sübyanla izlemesi sıkıntılı olabilir. O yaşlardaki sabiye bazı pozisyonların açıklanması yüz kızartır. Buna mukabil soft pornoya kayan o kadar sahnede, sinemadaki erkeklerin (onları da gözlemledim bu arada fularımı takıp) aç gözlerle sırıtarak değil, basbayağı gözlerini kısmış, sorgular tarzda izlemeleri gözlerimi yaşarttı. Fakire göre bu bile bir başarı göstergesidir filmimiz için.
   Velhasıl; hem gülümsemek (filmimiz çokça gülümseten ögeleri de içerir ("neden insanlar hep bunu yapmıyor?" sorusu yardırmıştır mesela!)), hem de çeşitli şeylere değişik açılardan bakmak isterseniz izleyiniz efendim.
PS: Okumalar ağır aksak da olsa devam ediyor. Bitince buralarda yazmaya çalışacağım bir iki satır.

12 Ocak 2024 Cuma

"Aşıklar Delidir ya da Yazı Tura" Bulutlu Havalarda Önerilmez.

   Yazarını çok sevmeme ve sadece 447 sayfa olmasına karşın şu ahir ömrümde en uzun sürede bitirdiğim kitaptır.
   Sanem ve Umut. Hayatları, dünyanın öbür ucunda çakışan iki insan. İkisinin de çeşitli acıları var üzerlerinde tüten. Kitabın ilk yarısı Umut'un gözünden, son yarısı Sanem'in gözünden tanık oluyoruz yaşananlara. Son sayfalarda ise iki kişiliğin eylemleri satır satır birbirine geçiyor ancak okur her nasılsa bu ikazsız geçişlerin hangi karaktere ait olduğunu şıpınişi anlıyor (burada yazarı alkışlıyoruz). 
   Havalar bulutlu. Fakir bir delirium halinden (bilmem aşkı bu şekilde adlandırmak doğru mu? (bence doğru)) yavaştan kurtulmakta. İlmek ilmek işlediği eski hayatını geride bıraktı. Vakit geç olsa da yeni bir başlangıç umudunda ancak yeni doğan bir buzağının sarsak adımlarıyla ilerliyor. Böyle hallerde okunacak kitap değildir. Yoksa roman güzel roman. Eski Arakolpa üç günde bitirir, bir sürü satırın altını çizer, yanlarına notlar alırdı. Ancak mevcut halde maşıngaya (bilen var mıdır maşıngayı?) dokunur gibi okudu. Neyse arada Sadun Boro'nun pupa yelkeni kurtarıcı oldu (bitince onu da yazarım). 
   Hüzünlenecek kadar cesaretiniz varsa okuyunuz efendim!

26 Aralık 2023 Salı

Kısa Kısa Üç Film. "Napolyon", "Masumiyet" ve "Hayat"

 NAPOLEON
   Sör Raydliskat 23 yıl sonra Cekiinfiniks'le film çekmiş. Kaçırmadım tabi. Uzun (2s38d) ama akıyor bir şekilde. Görkemli bir prodüksiyon, nefis çekimler, iyi oyunculuklar, muazzam bir sanat yönetmenliği, çok iyi zenaat. Ama kıdemli yönetmenimiz yorum katmadığından, iyi işlenmiş bir belgesel izlemiş gibi oldum. Zaten Napolyon pek sevdiğim bir tarihi karakter değildir. Üstüne özenli bir film yapılmış olsa da hayatını izlemek fakiri baydı. Önerir miyim? Önermem!
MASUMİYET
   Gençliğimde (bir zamanlar maziye bak!) geçen yüzyılda izlemiş ve pek de hazzetmemiştim (bazı şeylerin anlaşılması için zamana ihtiyaç varmış). "Hayat"ı izledikten sonra bir kez daha izleyeyim dedim. Sıkı filmmiş. O zamanlar için uzun sayılır (1s50dk). İzlerken dönemin İzmir'ine, Ankara'sına üzücü bir nostalji hissiyle bakakaldım. Neğacaip yıllardı yahu! Neyse; filmimiz ağır. Yorgunsa zihin, izlemesi kolay değil. Ama hayata başka açılardan bakmak, kavramları anlamak, sinemayı okumak arzusundaysanız arşive atarsınız fakir gibi. Üstelik gencecik Güven Kıraç'ı, Haluk Levent'i, Derya Alabora'yı bombastik oyunculuklarla izlemek de cabası. 
HAYAT
   Hiç bir eleştiri ve bilgi kurcalamadan girdim Sayın Demirkubuz'un son işine. Çok uzun çıktı (3s13dk). Yazılar çıktığında kafamda deli sorular var mıydı? Elbette! Üstelik bunların bir kısmı yönetmenin bilerek açık bıraktığı sorulardı (Hicran niye kaçtı en başta?). Rıza'nın ekseninde yürüyen senaryo bir anda Hicran'a döndü. Olsun, Hicran'ın hikayesi de Rıza'yı aratmadı. Cem Davran'ın 20 dk.lık tiradı sıkmadı (ki fakir kendinden bir şeyler buldu o karakterde (buldukları hoşuna gitti mi? Gitmedi!)). Rüyaların kullanımı beni benden aldı. Çok ince görmüş! Sonu hiç beklediğim gibi çıkmadı ve bendeniz buna pek sevindim. Bitişe yakın görünen hayat ağacını şöyle bir düşündüm altında Hicran uzunca ağlarken. Örümcek ağları, kuruyan dallar. Buna mukabil yeşeren filizler, havalanan kuşlar. Aynı hayat. 
   Aradan fazla zaman geçmeden yine izlerim. Arşivime de alırım. Ahlat Ağacı'nın başrolünü burada pespaye bir yan rolle harcamasının; efsanevi Zeki&Nuri çekişmesinin bir tezahürü olarak görmeli miyim? Bilemiyorum Altan! Her an her şey mümkün bu hayatta. Ancak divâne gönül ister ki gerçek hayat da filmdeki gibi olsun her şey. Geç olsun, güç olsun ama olsun!

PS: Okumalar sektede ama yazmak da bir illetmiş. Bari film yazayım dedi alt akıl.

9 Aralık 2023 Cumartesi

Okumama Dönemi

   Kendimi bildim bileli okuyorum. Okula gitmeden önce fotoğrafsız gazeteleri önüme ters koyduklarında düzeltirmişim, o derece! İlkokulda kütüphane koluyken eve birden fazla kitap alınmasına izin verilmediği için önlüğümün altına kitap saklayıp oburca okumuşluğum vardır. Hep kitaplarım oldu, depremde yitirdiklerimi görünce saklamamaya karar vermiştim. Ancak birkaç yıl tutabildim bu sözü. Sonra yine istife devam. E-kitapta da hayli arşiv biriktirdim. 
   Nedir: son bir aydır okuyamıyorum bir türlü. Ayfer Tunç'un "Aşıklar Delidir ya da Yazı Tura"sı bir aydır duruyor elimin altında. Başladım, güzel roman ama ilerleyemiyorum. Melankolik satırlardandır deyip başkasına sardım, olmuyor. Anladım ki; benim de hayatımda okumaya ara vereceğim bir dönem gelip çatmıştır. Olmayınca olmuyor, zorlamamak gerek. 
   Bu günceyi; okuduğum kitapların bende bıraktıkları izleri aktarmak için oluşturmuştum. Sonra işin içine sinema filmleri, geziler de girdi ama eksende hep kitap vardı. Ayda ortalama dört (sıkılınca sekize kadar çıktı) kitap hakkında iyi kötü bir şeyler yazıyordum. Kırk yılda bir yazdıklarıma yorumlar gelince seviniyordum "kimi kitap kurtları bu satırları okuyor demek ki" diye. Heyhat, kitap yorumlarına yeniden okuma şevkim dirilinceye kadar ara veriyorum. Sinema filmleri yazarım, gezi yazıları yazmıyorum artık çünkü gittiğim yerler hakkında hep bir şeyler yazılmış. O yüzden son iki anabasisimi (Tayland, Laos, Kamboçya, Vietnam, Malezya ile Avusturya, Slovakya, Macaristan) pas geçtim. 
   Uzatmayayım; yazının kısası makbul bugünlerde. Umarım bu okumama tembelliği sürmez. Güneşli günler olsun (şunun şurasında günlerin uzamasına 20 günden az kaldı!).

26 Kasım 2023 Pazar

"Kuru Otlar Üstüne" Uzun Konuşulabilir.

   En nihayet kendimi hazır hissettiğimde, salonlardan kalkmasına az bir zaman kala görebildim NBC'nin son filmini. Anam anam 3s17dk diyerek başladığım kordela, ilk yarısında biraz saate baktırsa da ikinci yarısında nasıl aktığını hala anlayamadığım bir şekilde hızla geçti. 
   Burada NBC filmlerine  ahkâm kesmek haddim değil. Üstüne söylenecek çok şey var. Birazcık fazla göndermeli (Gar patlaması, PKK, sol ideolojinin saikleri, pedofili, ilişkiler, taşra, arkadaşlık vs.). Samet'in çektiği fotoğraflar; NBC filmlerinin her sekansının fotoğraf gibi olmasına, farklı bir katkı olmuş (bu arada çok etkileyiciler). Sayın Ceylan, bu filminde ilk kez dördüncü duvarı yıkarak Samet'in çemberin, döngünün dışına çıkmasını denemiş. Bence gayet de iyi olmuş. 
   Eyyamcı müdürün odasındaki eğitim bir-sen çelengi, babası dağda olan kızın kardeşine giydirdiği botlar, neredeyse hiçbir karakterin içselleştirilecek kadar iyi olmaması, alayında defolar olması (ki veteriner bunu çok güzel özetliyor "çünkü insan") dikkatimi çeken ayrıntılardı. Aslında daha neler neler var ama burası bunun yazılacağı mecra değil. Kafa dengi bir grupla izledikten sonra demli çay ya da fermente üzüm suyu eşliğinde uzun saatler konuşulacak, tartışılacak filmdir. Görülmelidir.

21 Kasım 2023 Salı

"Anatomy of a Fall" Düşündürür, Tartıştırır!

  Uzun (2s31d), her salonda yok (anca Başka Sinemalarda), bitene kadar kimi zaman ilgim düştü, bitince de uzun bir "Eeee?" çektim. Ama! (akıllı birileri "bir cümlede ama varsa öncesini okumayın" demişler)
   Anne, Baba, Çocuk. Dağların tepesinde bir ev. Bir ölüm, bir soruşturma, bir karar ama sizin karar veremeyeceğinizden eminim. 
   İlginç olan: kordelamızda farkedilmeden yedirilen cinsiyetler arası bakış açısı farklılığının izleyiciye de sirayet etmesi. Benim konuştuğum ve filmi izleyen kadınların tümü aynı görüşte, izleyen erkeklerin de tümü aynı görüşte. Ancak bu görüşler tamamen zıt. Çoğacaip değil mi? Yönetmenimiz de filmin sonuna kadar (ve sonrasında da) "doğru budur!" diye bir yönlendirme yapmıyor. Sonra gelsin tartışmalar. Bu tartışmaların konusu genellikle ilişkilerdeki sorumluluklar, roller, görev dağılımları üzerine oluyor ama bunun altındaki katmanlarda konuşulacak şeyler var. Neyse onlara girmeyeyim. 
   Kolay bir pelikula değil. Süresi uzun ve ilişkilerin evrensel kaotizminden fazlaca bahsedilmiyor, polisiye detaylar detaylıca işleniyor (ki beni baydı bir süre sonra), izlediğim için pişman değilim ama herkese de gönül rahatlığıyla önermem. Bilmem anlatabildim mi?