1 Haziran 2025 Pazar

"The Phoenician Scheme" Fenike Planı: Wes Anderson'ın Son İşi.

  Vesendırsın son işinde, iyiden düşürdüğü çıtayı bir "Moonrise Kingdom" seviyesine çıkaramasa da asla bir "The French Dispatch" kadar kötü olmayan bir iş çıkarmış. 
   Yine ilginç bir konu (dejenere bir aile reisinin hidayete ermesi ve daha bir çok katman (aile, devlet, ideoloji, insanevladının ahmaklığı, din, ölüm sonrası yaşam gibi bir çok önemli olguya dair gülümseten tespitler), bir ünlüler geçidi (bilmöriyi tanımayınca (meğer tanrı olarak zuhur ediyormuş) "nerede acaba?" demiştim), müthiş bir sinematik anlatım (simetrinin yine dibine vurmuş, şaryolu çekimler, bombastik dekor, nefis renkler ve daha neler), güzel müzikler, elbette yüksek bir prodüksiyon, acaip göndermeler, ilk bakışta farkedilemeyen onlarca detay (kitap isimleri, kullanılan objelerin olası göndermeleri). Kendi adıma, üstadın filmlerini, Indian Paintbrush'taki kazlar uçup yazılar çıkıncaya kadar keyifle izlerim hep.
   Stream kanallardaki işleri elbette pek ticari. Ha yine 1 dk. izleyince "hımm bunu vesendırsın yapmış" dedirtiyor ama asla sinema salonlarındaki işler gibi değil. Muhterem Bayan Anderson'un sevgili oğlu Ves'in yaptıklarını izlemek bana Murakami kitaplarını okurken hissettiklerimi hissettiriyor. Her zamanki üslubun içinde kimi zaman gülümseten, kimi zaman sorular sorduran ama hep okumaktan haz aldığım bir okuma deneyiminin görsel hali.
   Hazin olan şudur ki: filmimiz asla kalabalık kitleye ulaşamayacaktır. Evvelsi gün vizyona girmiş, sinemada gördüm (ki en küçük salona koymuşlar (sinema işletmecileri hangi filmin ne gişe yapacağını eleştirmenlerden iyi bilir!)), salonun yarısı doluydu ve bir çoğu kahkahalarına engel olamadılar (üstadın önceki filmlerinden daha çok mizah unsuru var), film iyi, sezon müsait (okullar tatil değil, insanlar tatile çıkmaya başladı), hava yağmurlu. Ama en çok bir hafta kalır, sonra biter. 
Velhasıl; uzun süredir yazmaya değer bulmadığım izlediğim sinema filmleri arasından, beni klavyenin başına oturtacak kadar iyi bir iştir. Sadece sinefilllere değil güzel zaman geçirmek isteyenlere de öneririm.

19 Mayıs 2025 Pazartesi

"Siyahlı Sarışın" Yıldız Alatan Bu Kez 90'larda. Yahut zamanla değişen beğeniler.

 Yıldız Alatan bu kez 90'larda yine bir cinayetin peşine düşüyor. Fonda yine Zonguldak, Kılıç, Kulüp, pastaneler, bildik mekanlar, bildik arkadaşlar, yemek tarifleri, günün şarkıları, televizyon programları, gündemi. Okurken gözünüzün önüne geliyor kimi ayrıntılar. Dil akıcı, kurgu sağlam, karakterler güzelce betimlenmiş. Ortasında katili doğru tahmin ettim. Yıldız Hanım her zamanki gibi. 
   Gelelim yazının başlığının ikinci bölümüne. Yaprak Öz'ün bu serisinin tüm kitaplarını aldım, okudum ve beğendim. Bu sefil güncede hepsi hakkında bir iki satır yazmaya çalıştım. Kâriye önerdim. Amma velakin herhalde değiştim son kitaptan bugüne. Hayatımda önemli değişiklikler oldu. Bunun da bana etkileri olmuştur kesin. Bir çok etkiyi gözlemliyordum da okuma beğenime etkilerini de bu kitapta gördüm. 
   Yıldız Alatan'a gıcık oldum! Kendini beğenmiş, kibirli, egosu yüksek biri gibi geldi bana. Yok! bunu doğrudan söyleyecek kadar kötü eylemleri yok. Bilakis sufrajetlikteki sağlam duruşu, bir şeyi bitirinceye kadar yarım bırakmaması, aşçılığı, marifetleri gayet sağlam hasletlerdir.  Ancak, hani okullarda birarada toplaşıp kikirdeşen gıcık kızların bir ekseni, bir başını çeken, bir popüler (en popüler) kızı olur ya güzelce. İşte aynı onun milf hali gibi geliyor. 
   Kitaba gelecek olursak, gıcık olsam da başlayınca bırakamıyorsunuz. 192 sayfa, iş sonrası okumalarla iki günde bitiyor. Siz bilirsiniz yani.

9 Mayıs 2025 Cuma

"Kedi Gezegeni" Mars'ta Sosyal Eleştiri!

   Bir astronotun uzay aracı Mars yakınlarında arızalanır ve düşer. Arkadaşı kurtulamaz, insan başına bilmediği bir gezegende kalakalır. Kedi başlı, insan vücutlu bir topluma karışır, onları anlamaya çalışır, işler gelişir.
   Böyle anlatıldığında kulağa bilimkurgu gibi geliyor değil mi? Değil! 
   Lao She, muhalif bir yazar. Mao'nun kütür devrimi sırasında çok hırpalanmış (mecazi değil!). Karanlık bir ölümü var. Çoğunluk intihar dese de, yaşadığı dönem gözönüne alındığında kulağa öyle gelmiyor. 
   Romanımızın arka planı bilimkurgudur ancak bilimkurgu değil ciddi bir sosyal eleştiridir. Kahramanımızın tepeden düştüğü toplum, çok kadim ve parlak dönemlerini geride bırakmış çökmek üzere olan bir uygarlıktır. Dünyalı; bu toplumu analiz etmeye çalışırken ciddi birtakım tespitler ve çözümler sunar. Hemen her grubu inceler (muktedirler, gençler, aydınlar, eğitim sistemi, toplumsal yaşayış, insanların alışkanlıkları, sosyal kurallar ve bunun gibi belirleyici unsurlar). Ancak, uygarlığın ölümü aslında çoktan gerçekleşmiştir ve kurtarmak imkansızdır. 
   Kendi adıma ortalara gelinceye kadar hızla okudum ve "böyle giderse bu gece bitiririm" diye düşünürken kurgu bambaşka bir hale büründü. Yozlaşan toplumların kimi özellikleri içinde bulunduğumuz çağın ve toplumun o kadar karamsar bir betimlemesiydi ki sindirmesi güç geldi.O yüzden bazen iki üç günlük aralarla sindirilmeye çalışıldı ve üstünde düşünüldüğünde üzdü. Elbette ki eğitim sisteminin o hale gelmesine imkan yok (okullarda devam mecburiyeti olmadığı gibi her öğrenci sınıfı geçiyor, hepsi birincilikle mezun oluyor ve 1 ayda en temel bilgileri dahi öğrenemeden üniversite mezunu diploması alıyorlar.). Ancak sokaktaki vatandaşın buna tepkisi şöyle: "en çok üniversite mezunu bizim ülkemizde var". O ülke dahil hiç bir yerde işe yaramıyormuş. Ne gam! 
   Bu ve bunun gibi daha bir sürü detay. Velhasıl bilimkurgu değil, sosyal yergi içeren bir distopyadır demek daha doğru olur. Bana iyi gelmedi, gülecek kadar hiciv var (bir avrupalıyı güldürür) ama fakiri tedirgin etti.
   Siz bilirsiniz yani.

27 Nisan 2025 Pazar

"Kesikbaş" Hüseyin Rahmi'den Polisiye.

   Atlas Yayınevi'nin yayımladığı edisyonu okudum, nadir kitaplar satan bir internet sayfasından edindim. Kitabın basım tarihi, hakkında en küçük bir bilgi (hakkını yemeyeyim Atlas Yayınevi İstanbul diyor sadece, bir de üçüncü basım olduğu) yok maalesef. Basımının 70'li yılların başı olduğunu tahmin ediyorum. Günümüzde ve son 20 yıldır yayımlanan kitapların ebadında ve puntosunda değil elimdeki kitap. İş Bankası Yayınlarını tenzih ederim, günümüz Türkçesine uyarlayacağız derken ruhundan çok şey yitiren Hüseyin Rahmi eserlerine maruz kalıyoruz sıklıkla. Bu baskıda o ruh kaybolmamış. Çok kereler lugat karıştırarak (Hay ağzınızı pusedeyim Nihat Bey. Ne demekmiş mesela?) kaybolan, unutulmuş fiilleri, sözcükleri buldum ama bu okuma zevkime ket vurdu mu? Elbette ki hayır! 
   Ertem Eğilmez filmleri gibi bir fonda ilerleyen (ve aslında oldukça hunhar bir cinayeti barındıran) bir Hüseyin Rahmi polisiyesi. 168 S. küçük puntolar, sık satır araları ve geniş sayfalardaki bir metin ama. Yeniden yayımlansa 200 sayfayı bulur. Yazarımız bu kez her zamanki tanıdık sularda değil daha karanlık koylarda demir taramış. Yazıldığı yılların (1921) polisiye usüllerinin nasıl olduğunu öğrenmek (soruşturmayı zabıtalar yürütüyor) hayli ilgi çekici. Muhterem, bu kez aralara ahkam sıkıştırmamış ancak sonlara doğru Flora'nın Fani'ye yazdığı mektupta tüm kitaba yetecek kadarını kısa sayfalara yerleştirmiş. Şu vecizeyi benden önce okuyan da işaretlemiş: "Lanet, insanların arasına yerden göğe kadar farklar, ayrılıklar koymaya uğraşanlara." Hazret burada birazcık sosyalizme yakın durmuş. İlginç. Elbette bunun gibi nice hikmetler, kişisel görüşler de bu mektuba yerleştirilmiş. Hepsi de okumaya değer. 
   Şu aralar çok sardım ama düşünsel boşluk vermek için birebir Hüseyin Rahmi eserleri. Hem zevkle okunuyor hem de belgesel tadı (itiraf edeyim biraz da Ertem Eğilmez Filmi izler gibi oluyorsunuz) veriyor. Önümde bir dizi daha kitabı var. Yakında yazarım.

"Meyhanede Hanımlar" Hüseyin Rahmi'den Nalına da Mıhına da!

   Kısacık (sadece 27 S.). Başlangıcından önce üstadla yapılan bir ropörtaj da var (1924'de). Ardından risale diyebileceğimiz (aslında tefrika edilmiş, yani bölüm bölüm gazetede yayımlanmış) uzunlukta bir metin. Genç Cumhuriyetle birlikte çeşitli haklar kazanmış Türk Kadınının; üstadın gözünden bir yansıması. Metindeki genel ruh, hem nalına hem mıhına çakmak şeklinde gerçekleşmiş. Hüseyin Rahmi, yeni hakları kadın gözünden savunur gibi görünse de kimi paragraflarda ifrata kaçan bir tüketimi gösteriyor ve bunun geniş halk kitleleri tarafından onaylanmayacağını biliyor. Yazdıklarının tezahürünü görecek kadar ferasetli bir yazardır çünkü. Böyle olunca "Meyhanede Kadınlar"ın hangi tarafın arkasında durduğunu sezemiyoruz. Yarım saatte okunur, dönemin kadına bakışını sezmek için birebirdir.

"Koyu Mavi Memleket Kumaşı" Hep Aynı Formül ama işe yarıyor!

   Son çıkan kitabını aldım ve hakkını verdi. 36 bölüm, 197 S. Her zamanki uzunluk, kesafet ve formülde yazılar. Sayın Akın'ın kitaplarını okumak dudaklarımın kenarında hüzünlü bir gülümsetmeye neden olsa da hızla ve (hiç sevmem ama) derin bir nostalji hissiyle okunuyor. Yazarımızın formülünü hemen hemen tüm yazdıklarını okuduktan sonra çözdüm galiba. Kimliği belirsiz bir öznenin başına olmadık işler gelir, kimi zaman çok bildik figürlerle karşılaşır, etkileşir ve en sonunda sürpriz: protagonistin adını öğrenir ve şaşırırız. Genellikle bu kurgu kullanılır ama hiç bıktırmaz. Bunun yanısıra malutmatfuruşluğun dibine vuracağınız kimi bilgi yığınlarıyla şaşırırsınız. "Aaa o da öyle miymiş?" diye.
   Benim için üzücü olan kitap bittikten bir ay sonra yazılanların büyük çoğunluğunu hatırlayamamamdır. Hafızam kötü ben ne yapayım! Ancak insanın içinde olmadık kırılgan yerlere dokunan bazı sayfalar kolay unutulmuyor. Bu kitapta da "Koyu Mavi Memleket Kumaşı" bölümündeki Satı Çırpan (milletin vekili kavramının mükemmel bir örneğidir), "Neyle Tutulan Nöbet"teki Özbekler Şeyhi Ata Efendi (aydın din adamı kavramının cisimleşmiş hali) öyle değişik duygular uyandırdı ki. Artık yok olmuş, göremediğimiz ve kuvvetle muhtemel bir daha görülmeyecek kişilikler. Kimi bölümleri okurken gözüme toz kaçtı ondan buğulandı gözlerim, yoksa sulu zırtlak bir adam değilimdir. Hassas yerlerim derinde, Akın da oralara dokunmayı iyi biliyor. 3 saatlik geliş gidiş bir yolculukta bitti. Öneririm yani!

26 Nisan 2025 Cumartesi

"Daisy Darker" Yeni Nesil İngiliz Polisiyesi.

   Önyargı ne kötü! Polisiye Kitap Kulübümüzün (kulakları çınlasındır üyelerin, okuma iptilama yeni boyutlar kazandırıyor) bu ayki kitabının kapağını gördüğümde "Hımm kapak çok ticari, yazarın ismini de hiç duymadım, demek ki piyasa işi kötü bir polisiye" diye ahkamlar kesmiştim. Sevinerek yanıldığımı anladım. 
   Darker ailesi, büyükannelerinin yaşgünü için büyükannenin ikonik evinde bir araya gelirler. Sular çekilince bu yarımadann anakarayla irtibatı gündoğumuna kadar kopacaktır. Aile ilişkileri pek şekerrenk, aile bireyleri de birbirinden arızalı tiplerdir. Geceyarısından itibaren başta nineleri olmak üzere içlerinden biri ölecektir. Fena halde Agatha Teyzenin "On Küçük Zenci"sini çağrıştırıyor değil mi? Evet fonda öyle olsa da romanımız feci halde çok katmanlı ve son on sayfada okuru afallatan bir tvisti (ne işim olur tvistle) şaşırtmacayla doludur.
   Yazarımız Fiiniy güzel bir iş çıkarmış. İlk baktığımda (325 S.) "bu kadar sayfa bir günle nasıl dolar?" sorumu detaylı geri dönüşlerle ilmek ilmek işlemiş. Üstelik okuduğunuz her geri dönüşle canlandırdığınız resim daha da netleşiyor. Buna karşın son sayfalara kadar katilin kimliğini bulmak kolay olmuyor. 
   Zevkle okunuyor, merak ettiriyor, ihtimal hesaplatıyor (başkahramanın ismi dahi akıllıca) ve bitince kimi bölümleri yeniden okuma isteği uyandırıyor. Daha ne olsun! Öneririm yani.

"Gir Kanıma" İskandinav Vampiri.

  Oskar, okulda arkadaşları tarafından "ezik" olarak adlandırılacak kadar içedönük ve karamsar bir çocuk. Yan daireye Eli taşınır. Oskar Eli'den hoşlanır, olaylar gelişir.
   Korku edebiyatını ve İskandinav polisiyesini seviyorum. Dedim "neden İskandinav korkusunu denemiyorum?, belki severim". Ihh olmadı arkadaş. Karakterler hiç içselleştirilecek kadar sıcak değil, insanlar arası ilişkiler acaip donuk, yazarımızın (soyadını okumayı hiç başaramadım) üslubu ve kurgusu aksıyor. İklim sert (oysa polisiyeye yakıştığından korkuya da yakışacağını düşünmüştüm, olmamış bence), öykünün oturtulacak bir mantıksal zemini yok (vampiri hangi mantıksal zemine oturtacağız arakolpa?!). Velhasıl bir ayı aşkın süredir komodinde bitirilmeyi bekliyordu. Emeğe saygı mottom olmasa yarım bırakırdım, o derece!

23 Nisan 2025 Çarşamba

"Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç" Hüseyin Rahmi Klasiği.

  Okuma değil de yazma kabızlığına yakalandığım için okuduğum birkaç kitapa karşın elim ancak klavyeye gidebiliyor. Zor işmiş vesselam!

   Neyse ki Hüseyin Rahmi, neyse ki bir klasik. 182 sayfa, geceleri yatmadan önce yapılan okumalarda bitirmesi üç gün ancak sürdü. Üstad, hem bir aşk hikayesini, hem dönemin hâlet-i rûhiyesini, hem de yaptığı (özellikle halk için) tespitlerle yine okuru gülümsetiyor ve idrakını arttırıyor. 

   Kendi adıma pek bir hazla okuyorum. Hem edebi hazlar, hem düşünsel. Her türlü! Öneririm yani.

5 Nisan 2025 Cumartesi

"Yapıştırma Bıyık" Salah Usta'dan Denemeler.

  171 Sayfa, iki bölüm, 36 deneme. Öyle ufkunuzu genişletmek, sorular sordurmak, perspektifinizi değiştirmek için değil sırf edebi hazlar almak ve malumatfuruşluğu arttırmak için okunur. Yapıştırma Bıyık ve Kendimle Konuşmalar diye iki bölümden mürekkeptir. İlk bölüm Ustanın her zamanki üslubudur. Bilindik isimlerin bilinmeyen işleri, gözünüzün önünde olan ama cemaziyülevvelini bilmediğiniz (ve okuyunca da kimileyin şaşırdığınız) mekanlar ve bilumum malumatfuruşluklar. İkinci bölümse daha bir mutfaktan yazılmış gibidir. Burada Ustanın verdiği bilgiler değil kendince birtakım saptamaları vardır (bilhassa yazınla ilgili bölümler). 
   Bendeniz Salah Ustanın kitaplarını asla kafa açmak için değil dimağı dinlendirmek ve edebi hazlar almak için okurum. Bu kez de öyle oldu ve şu aralar yolculuklarla vakit geçirdiğim için (bence yolda okunacak kadar hafif sıklette de değildir) biraz uzun sürdü tamam etmem. Hülâsa; rafine edebi hazlar almak için öneririm efendim.

19 Mart 2025 Çarşamba

"Yırtıcı Kuşlar Zamanı" Ahmet Ümit'in son polisiyesi.

Yırtıcı Kuşlar Zamanı: Yeni Başkomser Nevzat Romanı

   Bir kitap kulübüne katıldım. Her ay bir kitabı masaya yatırıyoruz. Aynı kitabın polisiye seven okurlar tarafından farklı yorumlarını dinlemek pek güzel. Önceki kitap kulübü tecrübelerimden daha renkli. Bu ayın kitabını da bitirmiş bulunmaktayım.

   Yine bir Komser Nevzat (evet komiser değil komser!) romanı. Bu kez yaşadığı büyük travmanın failinin peşine düşüyor tesadüfen (doğanın işleri!).  Hem Nevzat'ın yaşadığı majör depresyonun etkilerini, hem yeni yaşantısını gözlemlerken fonda hızla çürüyen toplumun suç dünyasındaki etkilerini görüyor ve bir yandan gizemli bir davanın seyrini temaşa ediyoruz. 447 Sayfa üç günde (iş sonrası okumalarda) bitti. Dil akıcı, bölümler hep bir sonrakine başlamak için gerekli çengeli atarak bitiyor (çok satan polisiyelerin ortak paydası). Sevdim mi sevdim. Amma; tamamen öznel bir değerlendirme yaparsam Nevzat'ın hiç humorunun olmamasına bir türlü ısınamadım kardişim. Adam adeta bir KHK'ya atfen yapılmış içişleri nizamnamesi tadında. Evet, dürüst, analitik düşünüyor (gerçi kitabın ortasından itibaren faile ait yaptığım tahmin doğru olmasına karşın zehir hafiyemiz bunu son 20 sayfaya kadar ayamadı), inatçı ama humoru yok. Belki bu da bir tarzdır, beğeneni vardır. 

   Velhasıl (şimdilik) üç ödüllü bu polisiyenin gideri vardır. Hem zihin boşaltır hem de güzel vakit geçirirsiniz.

 Ahmet Ümit

11 Mart 2025 Salı

"Efendibey Ayla" Eski Türkiye Ne Güzelmiş!

 

   Geçen yıl basılmış (2024). Uluslararası Emekçi Kadınlar Gününde dedim "bir ilk kadın kitabı okuyayım". 217 sayfa ama Ayla Hanımın yazdıkları 169. sayfada bitiyor. Ondan sonra hakkında yazılanlar ve uzunca bir fihrist var.
   Ne yalan söyleyeyim ilk bölümleri bitirdikçe biraz yavan olacağını düşündüm. İlk kadın yazı işleri müdürü olarak daha fazla ipucu&arka plan beklerdim. Maslahatgüzar düzeyindeki bir memurun kara kutu olması gerektiğini ziyadesiyle içselleştirdiğinden çalıştığı siyasiler ve iktidar için, iş ve ideoloji olarak tek bir söz açık vermemiş. Belki de bu kadar makbul olması bu yüzden. Çalıştığı önemli siyasi figürler sadece kişiliklerine yönelik (o da sadece olumlu özellikleri) ön plana çıkarılmış. Ancak yazılanların (sadece küçük bir bölümü olduğunu sandığım ve hatta neredeyse bildiğim) verdiği kadarıyla o dönemin (1972'den 2000'li yılların başına kadar) siyasi figürlerinin nasıl dürüst ve iş ahlakına sahip, toplumun ne kadar naif olduğunu anlıyorsunuz. İşte bu da çok hüzünlendiriyor fakiri. 
   Yazarımızın ketumluğu bir yana, kimi düşüncelerini, tespitlerini, olaylar karşısındaki tepkisini, gerek maaşla ve gerekse gönüllü olarak yaptığı işleri okudukça ister istemez bir sempati geliştiriyorsunuz. Yanında çalıştığı bakanın "söyle bakalım hayatında hiç büyük adam gördün mü?" sorusuna rahatlıkla yıllardır çalıştığı odacıyı gösteren biri ister istemez yakınlık hakkediyor (çok yönlü bir kapaktır, anlayana!). Düşünsenize günümüzün değer yargılarıyla o gününkünü kıyaslamayı. 
   O dönemin memleket hallerini görmek için okunur, kadınlara hassaten öneririm.

8 Mart 2025 Cumartesi

"Şahmerdan" Sait Faik'ten 19 Öykü.

   141 Sayfa, 19 Öykü. En son geçen yüzyılın sonlarına doğru okumuştum. Eskidiğini zannederek yanıldığım öyküler (kimisini hala hatırlıyorum) hiç eskimemişler, eskimezler de sanırım. Sonunda, Ara Güler Ustanın Sait hakkındaki 4 sayfalık bir yazısı da var, çok sahici, çok yalın. Nedir: gözünüzde canlandırdığınız karakterin yerine konan gerçeği hiç hayallerinizdeki gibi değildir (birazcık kaşmerdikozdur! (bu da Salah Ustadan)). Ne gam! Benim için aslolan, sanatçının karakteri değil, eserleri ve bende dokunduğu yerlerdir. Sait Faik, şimdiye kadar okuduğun öykücülerin içinde başka bir yere kuruluyor. 
   İnsanı anlatıyor, fonda gerçek yaşamla. Kimisinde kendinizden birşey buluyorsunuz, kimisinde "hayat işte!" diye içinizden geçiriyorsunuz. İlk okuduğum yıllardan bugüne, okuma zevkim değişti, daha eleştirel oldum. Bu öyküleri de okurken içimden geçirdiğim "hep de şehir hayatını yazıyor ama" düşüncesinden sonra langadank taşradan öyküler geliyor. 
   Yazarın sahiciliği, öykülerdeki diyalogların çok gerçek olması (hiç de edebi bir üslupla konuşup ahkam kesmiyorlar) tasvirlerin çok sade ve yerinde olması, öykülerde bir tanecik fazla cümle olmaması, bir kelimelik fazlanın olmayışı ve dilin sadeliği, yazılanların hala yaşanabilme ihtimali (hem de yüksek ihtimal (duygular ve davranışlar zor değişiyor)) ve daha yazmaya erindiğim nice şeyden oluşuyor. Adeta, belgesel yada NBC filmi izler gibi oluyorsunuz. Salah Ustanın yazdıkları kafada girdaplar oluşturunca açtım ve bir günde bitti (işin garip yanı Salah Ustaya da, zihnimi daha da anaforlandıran bir kitabın yan okuması olarak başlamıştı! sonraki okuma merhalem Cin Aliler olacak zaar!)
   Velhasıl Sait Faik Abasıyanık öyküleri her zaman okunur.

6 Mart 2025 Perşembe

"Parthenope" Yine Napoli Güzellemesi (ama nalına da mıhına da vurarak).

   Paolo Sorrentino'nun Napoli hakkındaki ikinci filmi. İlkini yine bu güncede yazmıştım. Geçen yüzyılın ortalarından günümüze uzanan bir şehir panoraması, temelde bir kadının hayatında fon olarak işleniyor. Hangisinin ön planda olduğu belirsiz. 
   Öyle zamanı ezmek için izlenecek film değil. Sorular sordurmadı, farklı düşündürmedi. Fakire çok kişisel geldi. Ancak yönetmenimizin kişiliği ve hissettiklerini yansıtması ezel evvel hoşuma gittiğinden 2s15d yı dikkatim düşmeden izleyebildim. Şöyle söyleyeyim. İyi yapılmış bir makarna gibi (penne arabiatta diyelim). Pek sık gitmediğiniz bir yabancı diyarda, kalitesinin düşmediğini bildiğiniz bir trattoriaya (italyan lokantası) gider ve daha önce farklı çeşitlerini denediğiniz makarnanın bir de bu türünü sipariş edersiniz. Tabak güzeldir, daha önce farklı yerlerde yediğinizden daha usturupludur ama genel tarifin (şimdilerin modası "reçete" diyorlar, bir türlü ısınamadım, ne o öyle ilaç gibi!) dışına çıkmamıştır. İşte o tabak Parthenope'dir. 
   Müzikler, oyunculuklar, renkler, dönem aksesuarları, ruhu gayet çizgi üstüdür. Ama bir McDonagh derinliği yahut Mecidi duygusallığı aramayın. Sorrentino'nun gözü güzel (tabi bir de başrol Celeste bir içim su!). Onun için izlenir.

2 Mart 2025 Pazar

"Her Şey Nasıl Çökebilir?" Okusanız bir türlü, Okumasanız Olmaz!

  Yemin ederim son bir aydır uykularımı kaçıran kitaptır (o yüzden yazarların fotografisini bülbül büzüğü boyutlarında iliştiriyorum). Bazen hafakanlar o kadar bastı ki arada Salah Ustanın bir kitabını bitirip (bkz.önceki yayın) bir diğerinin de hakkından gelmek üzereyim (pek yakında yine burada!). 
   Yazarlarımız, farklı disiplinlerden gelmiş iki araştırmacı. Bu metni ilk önce 2015'de yayımlamışlar. O tarihten bu güne; 2020'de artık sözlüklere girmiş olan kolapsoloji (çöküşbilim) üzerindeki tartışmalarda opus magnum muamelesi görüyor. 
   Malumunuz, kaynakların sınırlı olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Başka Dünya yok! Sınırlı doğal ve ekonomik kaynaklara karşın, sınırsızca büyüyen iki olgunun varlığı (insanoğlu ve gittikçe artan tüketimi) ve kapitalist ekonomik düzen (hep büyüme, hep büyüme); maalesef geri dönülemez bir noktaya geldi dayandı. Bu bilimin kimi göstergeleri gözümüzün önünde (kitlesel toplum hareketleri, görülmemiş doğal afetler vs.) 
   Kitabımız derli toplu olarak önce kavramları anlamlandırıyor sonra nerede olduğumuzun bir tespitini yapıyor ve en sonunda bunu nasıl kabulleneceğimizi (çünkü artık telafisi olmayan bir noktadayız) bilale anlatır gibi anlatıyor. 
   Yeniden okuduğum bölümler çoktu. Altını üstünü çizip notlar aldığım sayfalar da gani. Bunların arasında yorumlardan ziyade büyük çoğunluğun bihaber olduğu (seçkin elitlerin elinde olan medya sayesinde) derli toplu bilgiler çarpıcıydı. Zaten bu bilgileri yorumladığınızda aynı sonuçlara varıyorsunuz (misal: 2008 ekonomik krizinde büyük ekonomilerin merkez bankalarının bilançosunun 7 milyar dolardan 14 milyarcık dolarese çıktığını öğrenmek pek ürkütücüydü (bu paranın hiç bir somut karşılığı yok)). Başka bir misal: ayrıntısını vermeyeceğim 65. sayfada terörizm için maksimum zarar minimum maliyet&zaiyat oluşturabilecek bir ipucu veriyor. Bırrr! Bunlar ekonomiyle ilgili bir de çevre ve dünya kaynakları üzerine verdikleri bilgiler var ki. İşte bunlar uykumu daha çok kaçırdı (misal: bir ingiliz balıkçı, gemisindeki onca teknolojiye rağmen, atalarının 120 yıl önce yelkenli teknelerle denizde aynı süreyi geçirerek tuttukları balıkların yalnızca %6'sını elde edebiliyor). Misal:1990'da varili 20 dolar olan petrol şimdi 100 dolar ve bunu hiç de yadırgamıyoruz (yakında üçe katlanması öngörülüyor).
   Neyse okuduğuma pişmanım ama okumasam olmazdı (oksimoron budur işte!). Zaten son bölümde yazarlar "Aslında inkar, insanın kendisini fazla "zararlı" bilgilerden doğal şekilde korunmasını sağlayan faydalı bir bilişsel süreçtir (kısa vadede!)" diyerek okuru herşey geçtikten sonra uyarıyor. Cehaletin sakin ve serin sularında yüzmek, sizi boğmayan ama zevkle yüzmenizi engelleyen bir denizle cebelleşmekten evladır. Bilmek, lanettir! 
   O yüzden okuyun yahut okumayın demeyeceğim bir neşriyattır. 
İş Bankası Yayınlarının satış yerinde incelediğimde gördüm ki: bu 21.yy kitaplığının buna benzer önemli bir kaç kitabı daha yayımlanmış. Fakirin sıkleti bu kadar kiloyu aynı anda çekmeyeceğinden, biraz Hüseyin Rahmi okuyup şetarete erdikten sonra onlara bakacaktır.

27 Şubat 2025 Perşembe

"Amerikalı Tolstoy" Salah Usta'dan Şık Denemeler.

   Kısacık (170 S. 20 Deneme). Kapakta Salah Ustanın şımşıkırdak bir canlandırması (Yazko 1983'de basmış, kimin çizdiği belli değil). "Tizmantırıl Bir İt", "Daltabaniye", "Si Bemol Kadın Şapkaları" gibi okumalara seza isimleri olan denemeler. Anlatılanlar artık yaşamıyor (sadece isimler değil İstanbul'un mekanları da yok olmuş gitmiş). İnsanları yaptıklarıyla hatırlıyoruz da kaybolan (burada kastedilen elbette istimlak falan değil) mekanlar artık sadece bir grup azınlığın hatırladıklarından ibaret. Bizler de gidince öyle bir dünyanın olduğu bilinmeyecek. İşimiz hüzün değil, hemen uzaklaşıyorum buralardan. 
   Ağır bir kitap okuyorken (hazmı ve içeriği ağır) beyinden yanık balata kokusu gelince paralel okumalarda açtım. Bir zamandır böyle işler için kenarıcığımda duruyordu. Ne iyi geldi!
   Salah Ustanın yazdıkları, bilgi almak için değil dilimize hangi perendeleri attırdığını izleyerek ve elbette gülümseyerek zihni rahatlatmak için birebirdir. Hazindir; bu iktifa etmedi (ağır kitabın ağırlığından olacak) bir diğerine başladım (Yapıştırma Bıyık). O da yakında biter. Altını çizip (ama iyice anlamak için değil bir kez daha okuma zevki almak için) durdum. Bir alıntı aşağıda ki denemenin güzel bir tanımıdır bence. 
   Bilgilenmek değil, haz almak için okunur yani.
  "Bir denemecinin işi kitaplarda, doğada ve de yaşamın içinde tık eden altını bulup çıkarmak, okurların gönlünde bir düşünce uyandırmaktır. Bunu yaparken, üstünü başını altın tozuna bular. Kalemini de yaldız çanağının içine düşürürse oh, gel keyfim. gel.
    Gerçi, altını enselemek için denemeciler, kimi zaman çekmecelerin kilitlerini bir yerlerden kırarlar, yani öyküyü az biraz çarpıtırlar. Ama bu da işin raconudur. Böyle şımarıklıklara, böyle çılgınlıklara el atmadan yazının bedenine güçlü can girmez."

11 Şubat 2025 Salı

"Ölüm Peygamberi" Sınıflandırılamayan Roman!

 18. yüzyılda Rio'da geçiyor olaylar. Seri bir katil, bitikken sadece bu vaka için göreve çağrılan bir dedektif (Yüzbaşı Alvaro). Gariptir! seri katillerde iş hep bitik dedektiflere düşer. Orta hacimli (384 S.). Yaşanan çağa ilişkin okurun ilgisini çekecek detaylar güzelce işlenmiş (engizisyon, aydınlanma hareketleri vs.). Kimi karakterlerin içi fazlaca doldurulurken (Osana'yı güzellemek için yapılanlarla rahat kısa kısa beş bölüm yazılır), kimi önemli karakterlerin altı biraz boş bırakılmış. Şiddet, kan bol miktarda. İlk on bölümden sonra sardı, güzelce ilerliyorken ikinci kısıma geçince, ilk kısımda okuduklarınızdan bir miktar (hem de mebzul bir miktar) kopuyorsunuz. Derken; tüm polisiyelerin olmazsa olmazı, o herşeyin çözümlendiği son sahneye geçiyorsunuz. İyi güzel. Derken; bir acaip takla attırılıyorsunuz. İşte yazının başlığındaki sınıflandıramama durumu burada oluşuyor. Acaba tarihi roman mı polisiye mi okuyorum derken bunların içine bir de bilimkurguyu sağlamca bir yere oturtuyorsunuz. Neyse; sınıflandırma zaten öznel bir şey.
   Okurken yazarın kullandığı dilden biraz muazzep olduğumu söylemeliyim. Misal: bir karakterden her bahsedildiğinde "pötürge kontu dursun satılmışoğlu ökkeşlerin kont selamsız" diye her seferinde (portekizlerin meşhur) o uzun isim ve titrlerini koyarsın ki? Bir süre sonra okurken yoruyor. 
   Neticede; eğer uzun isimlere, karmaşık ilişkilere ve ortasından itibaren iyice kayan kurguya katlanabilirseniz okunur. Bir daha okur muyum? Şöyle ki: bunu bir okuma değerlendirmesi toplantısı için okumuştum. Orada edinmek isteyen olursa hediye edeceğim isteyene...

6 Şubat 2025 Perşembe

"The Brutalist" Ne Hissedeceğini Bilememek!

 Önceden yazayım: uzun (3s35d). Ancak hiç bir filmi bu kadar uzun olmasına karşın ilgim düşmeden izlememiştim (Kubrick'in "A Space Oddysey"inde uyukladığım vakidir (üstad da o kadar uzun sekanslar çekmiş ki)). 
   Lazslo Toth, Buchenwald'dan paçayı sıyırmış. Rüyalar ülkesine kapağı atmış (Staten Adası ve özgürlük heykeli olmazsa olmaz). Alemlere akmayı seviyor, uyuşturucu bağımlısı, kimi zaman uçkur düşkünü. Böyle deyince hemen yaftayı yapıştırıyoruz tabi. Kazın ayağı öyle değil. Toth, vizyonu, ilkeleri, yeteneği, ilkeleri olan çalışkan, eşine sadık biri de aynı zamanda. Yönetmen ve senaryosunun yazan (Mona Fasvoltla birlikte) Brady Corbet acaip gerçekçi bir karakter yaratmış. Tabi Edriyonbrodi'nin şükela oyunculuğunun da katkısı inkar edilemez. Karakter o kadar gerçekçiydi ki filmden sonra internet kaynaklarından başrolümüzün hayatını aradım.
   Yeteri kadar vakit olmasına karşın bir çok kilit gelişme izleyicinin tahayyülüne bırakılıyor. İşçilik ve zenaat (çekimler, ışık, kostüm, kurgu, müzikler, oyunculuklar) çizgi ötesi. Öyle aman aman sürükleyici bir senaryosu olmamasına karşın bu kadar süre izleyicinin ilgisini düşürmemek de öyle bir yönetmenin harcı değil bence (ki özel efekt, CGI, şiddet vs. olmaksızın).  
   Sadece başrolün bu kadar objektif işlenmesine karşın gaypörsinin canlandırdığı karakterin ve zürriyetinin karikatürmüşçesine, bu kadar kötücül (faşist, tecavüzcü, aşırı materyalist ve bildiğiniz pespaye) betimlenmesine (ki amerikan kapitalizminin vücut bulmuş halidir) şaşırdım doğrusu. Gerçi ilk sahnelerde özgürlük anıtı da ters zuhur ediyor (hımm!). Musevi göndermelerini düşündüğümde yönetmenin kökenlerini araştırdım ama beklediğimi bulamadım (bence subjektif bir güzelleme var). İçerik ve arka plandan bağımsız olarak değerlendirildiğinde çeşitli düşünmelere neden olabilir. Uzun süresine rağmen canınız sıkılmaz, sorular da sordurur. Daha ne olsun? İzleyecek sinema filmi arayanlara önerilir.
Şu filmde başrolü oynayan (vay be 15 sene olmuş) ayzekdöbankoleyi de güzel bir yardımcı rolde görmek içimin yağlarını eritti.

"Suyu Arayan Adam" Şevket Sürreya Aydemir.

    Yazarın otobiyografi olarak yazılan ancak oldukça kalın cesametine (489 S.Remzi Yayınları) karşın bir roman akıcılığıyla okunan eseri. Geçen yüzyılda başlamış, sıkılmış yarım bırakmıştım. Nedir: her şeyin bir zamanı geliyormuş. Aradan geçen on yıllar kitap hep aklımın bir köşesinde kalmış. Aldım, bir solukta bitirdim (iyi ki!).

   Balkan savaşının sonunda başlıyor, Cumhuriyet henüz gençken (ancak gençliğin verdiği heyecan pörsümüşe benziyor sanki) bitiyor. Neler olmuyor ki? Gencecik yaşında turan ülküsünün peşinde önce Azerbaycan sonra komünizmin peşinde Rusya (ki Nazım ve Va-Nu ile birlikte) ve nihayet suyu bulma peşinde Anadolu. Aydemir, sağlam bir irade ve bitmeyen arayışlarıyla bir romana konu ve bir çok sinema filmine senaryo olabilecek bir hayatı aktarıyor okura. Bu süreçte hem ideolojilerin hem de dönemin önemli kişilerinin tahlili akıcı bir dille ve son derece objektif olarak yapılıyor. Çileler çekiliyor, yeni yeni sevgilerin peşinden koşuluyor, sayısız yıkılmalar, zaferler, yenilgiler, ülküler nihayetinde aradığı suya ulaşıyor. 

   Fakirin ideolojik arayışları Aydemir'le paralel gitti sayılır (kısa bir dönem mütedeyyinliği saymazsam). O yüzden derinlemesine bilmeden bir idealin peşinden gitmenin boş olduğunu (biraz geç ve acı da olsa) idrak ettim. Bir şeye yöneliniyorsa nedenini, niçinini, kökenini ve işleyişini (en önemli yeri de burası. çünkü her idealin işleyişi kusurlar (hem de kaldıramayacağınız kusurlar) içeriyor) bilmek, didiklemek, kafaya yatarsa öyle ilerlemek gerekmiş. 

   Daha önce okumadığıma yanarım. Bir de; ülkücü, sol, Atatürkçü fanatiklerin muhakkak okumalarını dilerim. Hem dönemin canlı bir resmini oluşturabilmek hem de günümüzde de süregelen bu idealleri daha iyi değerlendirebilmek için muhakkak yakın durmalı. Hoşuma giden bir alıntı da (yoksa kitabın birçok yerini çizdim, kenarına notlar aldım ama bu başka bir güzel!) aşağıda. 

"Bu su, bazen masum bir hayal, bazen bir gençlik rüyası, bazen ideal, bazen aşk şeklinde beni arkasından koşturdu. Bazen onu kaybettim, bazen buldum sandım. Ama onu her zaman aradım. Bu arayış da, aldanışlarım da inanışlarım kadar güzeldi."

1 Şubat 2025 Cumartesi

"Soneler" Hem de Shakespeare'den

   Ben bu kitabın önsözünü okuyuncaya kadar sone nedir bilmezdim. Okur da ne menem bir şey olduğunu anlamadan okurdum. Neticede şiirdi. Şiir de fakir için, okuduğumda içimde bir yerlere dokunan büyülü kelimelerdi. Elbette zorunlu öğretimde zorla öğretildiğinden aruz denen o zenaata neredeyse düşman olarak (ne zordur onları ezberlemek! failatün failatün failün) büyümüş ve şiir gibi doğrudan ruha seslenen satırların kalıplara yerleşmesini anlamsız bulmuştum. Ancak gördüm ki: kimi dönemlerde sanat kendinden bağımsız olarak rağbet görmemiş (okuyanların sayısının az ve genellikle elit olmalarından). Oysa günümüzde sanatı öne çıkartan tek şey önce bir grup sanatseverin beğenmesi sonra da çok satması. Yaşadığımız postmodernitede bu yöntem de hızla bertaraf oluyor. Youtubeda çok tıklanmanız sizi bir anda sanatçı yapabiliyor. Neyse bu pilav çok su kaldırır, kısa keselim.
   Soneler ilk kez yazarımızın ölümünden yedi yıl önce topluca basılmış (1609) ve günümüzde o dilin en bilinen şiirleri olarak tanınıyor. Şiir kitaplarının genelinde olduğu gibi yatağımın yanındaki komodinin üzerinde bir altı aydır duruyor. Ara ara açıp okuduğumda kimi tekrarlara denk geldiğimi anlayınca kitaplığa tayin oldu. O halde, burada yazmamda bir beis yoktur. 
   154 sone, Talat Hocanın (kitaba başlanmadan muhakkak okunmasını önerdiğim) şükela bir önsözü. metnin İngilizce asılları sol, çeviriler sağ sayfada. Tamamen sübjektif olarak yaptığım ahkam: günümüz şiirlerinden fazla değil az etkiledi fakiri. Sonelerin çoğunun genç bir erkeğe yazılması ve ateşli bir aşkı haykırması belki de yönelimlerime uymadığından oldu sanırım! Bilemiyorum artık. Önsözü okuduktan sonra "sone" denilen türün (aruzdan çok daha basittir) ne olduğunu da öğrendim ya, bu bile yeter. Hülasa; altını en az çizdiğim, derkenar yapmadığım şiir kitaplarının arasında yerini aldı.