17 Ekim 2025 Cuma

Özbekistan Gezi Notları

GENEL NOTLAR

Ne zamandır aklımdaydı. Gittiğim iyi oldu. En büyük havayolumuzun alt şirketinin Taşkent'e doğrudan uçuşunu bulunca kaçırmadım. Önce Taşkent, (tüm şehirlerarası ulaşımı trenle yaptım) sonra Hiva, Buhara, Semerkand ve dönüş için yine Taşkent.

Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim. Görülmeli ama ikinciye gider miyim? Gitmem. Böyle yazdığıma bakmayın (serde snopluk var zaar!) 2nciye giderim dediğim hepi topu bir iki yer var bugüne kadar gördüğüm 44 ülkede.

Şehirleri kısa kısa özetlemeden önce yola çıkacaklara kimi yararlı olabilecek tavsiyeleri şöyle sıralayayım.

Özbekistan yurduma göre daha ucuz (artık böyle rotalar pek yok!). Para birimlerine alışmak pratik gerektiriyor. Kısaca şöyle özetleyeyim. Sondaki üç sıfırı atıp 3.5'la çarpıyorsunuz, tamamdır. Gerçi siz gidene kadar 4'le çarpmanız gerekebilir.

Havaalanından yerel bir sim kart almanız gayet kolay ve ekonomik. Orada aktif hale getirin. Kapsama alanı (biz Özbekcell aldık) fena değil, hızlı da sayılır. 

Turistik yerlerde kredi kartı geçerli ama yüksek komisyonlar var.

Gitmeden Yandex-Go'yu indirip hesabınızı tanımlayın. Tüm şehir içi ulaşım için taksi kullanacaksınız ve cüzdanınız için endişelenmeyeceksiniz. Havaalanlarındaki ve tren garlarındaki tüm taksiciler sizi yandexten soğutup turistik fiyatları iteleme peşinde. Kararlı olun, kanmayın. (Avrupa haricinde bu bir dünya standartı). Uygulamada ödeme yaparken kredi kartı seçeneğini işaretlemeyin. Özbek somu TL'ye çevrilirken ciddi kur farkı oluyor.

Ülke genel olarak (özellikle kimi şehirler) aşırı turistikleşmiş (Taşkent haricinde hepsi öyleydi). Bu gerçek kültürü, günlük yaşayışı gözlemlemenizi engelleyebilir. Turistik yerlerde mümkün olduğunca az zaman harcayıp uzak mahallelere gittim. Kadınlar hayatın her yerinde ve gayet de aktifler ama genel olarak erkekler tarafından bir görmemezlikten gelinme hali var gibi geldi. Taciz edici bakışlar, laf atmalar hiç görmedim ve erkek kadın birbirini tanımasalar da çok kolay ve sıcak bir şekilde iletişim kuruyorlar. Başını örten kadınların yüzdesi ülkemizden az (en azından bu gittiğim şehirlerde, bu şekilde giyinen kadınların büyük çoğunluğu da 1990 öncesi memleketim gibi (geleneksel). Arap etkisi olmadan İslamı yaşıyorlar. Gerçi on yıl önce gidenlerden duyduğum kadarıyla bugün körfez parasının etkisiyle kimi değişiklikler olmuş ama memleketimle mukayese kabul etmez. 

Güvenli. Gece gezdiğim ıssız sokaklarda bile bir tedirginlik hissetmedim. Yalnız kadın gezginler vardı, onlar da gayet rahattı konuştuğum kadarıyla. Kapkaça, yankesiciliğe, hırsızlığa denk gelmedim (A yalan söylemiş olmayayım kuzinimin trende açık bırakıp lavaboya gittiği sırada el çantasından parası ve güneş gözlükleri yürüdü).

Neredeyse tüm binek araçları Chevrolet. Değişik modelleri var ama marka aynı.

Kimi tuvalet kağıtlarında ortada boşluk yok. Markasına bakılırsa ideali böyleymiş.

Özbekçe yazılar konuşulanlardan daha anlaşılır. Hızlı bir konuşma alışkanlıkları olduğundan iletişim zor ama yazılanlar (kimi zaman aşağıdaki gibi (yürek kuvveti yazıyor fesatlar sizi)) gülümsetir ara ara.

Kimi pisuvarlarda (mesela başkent havalimanında) böyle komik uyarı levhaları var.

İnsanlarla iletişim kurmakta zorlandım. Vietnam'da bile tek kelime yabancı dili olmayan (elbette ben de Namca bilmiyorum) insanlarla gayet kolay anlaşırken burada söylediklerimin yarısını anlayan (anlıyorlar ama konuşamıyorlar) kişilerle google translate desteği olmadan anlaşamadım. Şöyle söyleyeyim: "dilinizi anlamıyorum" diye çevirip Özbekçe söylediğimde aynı şeyleri daha yüksek sesle anlatıyorlar. Hem de hızlı hızlı!

Yemekler et ve hamur ağırlıklı. Ancak çok güzel kavunu var. Sert ama tatlı ve sulu. Diğer meyveler ve sebzeler de lezzetli. 

Yazın ve kışın gidilmez. Mayıs, Haziran başı ya da Eylül en ideal zamandır.

Konaklama için standart yıldızını 2 düşeceksiniz. 5 yıldızlı yer 3 yıldıza denk gelir. Ben bütçe işi aile tarafından işletilen konukevlerinde kaldım. Özellikle Hiva'daki pek sıcacıktı. Cümle kapısında ayakkabılarınızı çıkarıyorsunuz, her yer ev içi kadar temiz. 

Başkent Taşkent'te (böyle yazınca acemi şiiri gibi oldu) şu ahir ömründe gördüğüm en matrak&yaratıcı yaya yeşil ışığı vardı. İzlerken sesini açmanız iyi olur.

Acaip bir ahşap işçiliği var. Özellikle kendilerine özgü sütunlar (ki bunlar çok karakteristiktir) çok ince, detaylı ve neredeyse kusursuz işlenmiş. Bir süre sonra o kadar sık kullanıldığını görünce (1000 yıllık olanı da, 1 haftalık olanı da var) "bunlar kesin CNC'de yapılıyordur" dedim ama Hiva'da bir marangozun (turistik yerlerde değil) tezgahında elle işlediğini görünce bir afalladım. Kapılar bir acaip. En alta üşenmeyip çektiğim fotoğrafları koyacağım. Bunlardan garanti 100ü geçer ama en iyi 7-8 tanesini paylaşmazsam şişerim.

Memleket topoğrafya olarak neredeyse çöl. Taşkent Hiva treni 14 saatten fazla sürüyor. Ara ara dışarı baktığımda hep aynı Mars görüntüsüyle karşılaştım. Bu arada tren biletlerini açıldığı andan itibaren alın, şuraya da link koyayım. https://railway.uz/en/
Çok revaçta olduğundan biletler çabucak tükeniyor. Online bilet kullanmanız mümkün.

Ne Danimarka (ve hatta Yunanistan) kadar temiz ne de Ürdün (ve hatta Vietnam) kadar pis. Arada bir yerde. (Batı Avrupa ülkelerini ve Hindistan gibi yerleri sarfınazar ediyorum).

Tuvaletlerin hiçbirinde musluk yok. Küçük paket ıslak mendilinizi almayı unutmayın.

5bin yerine 50bin verdiğim bir taksi şoförü (ve turistik bir yerdi) paramı saydıktan sonra iade etti. Parmağıyla yukarısını işaret ederek "Allah görür!" dedi. Bu beni çok etkiledi, bizim havaalanındaki arap kovalayan taksicileri düşününce.

Müzelerin hepsinde yurdumun politikası takip ediliyor (bilet yıllık müzekart 100 TL/ticket 40 EUR benzeri). Çoğunluk müzelerin içinde fazla bir şey yok. Biz Türkler kayıt ve yazı sevmeyiz, tarihte de öyleymiş. Dönemin inşa edilen kiliselerinde hangi çivinin kaç tane kullanıldığını kayıtlardan bulabiliyoruz ama burada yapıtın kendisine konu olan kişi hakkında bile yazılı belge kısıtlı. Hal böyle olunca sadece zamanın ruhunu durup mimari ve coğrafyada yakalamakla yetindim.

Tüm bu çöl ikliminin ortasında, ipek yolu aktifken mamur ve görkemli şehirlerde anıtsal yapılar inşa edilmiş. Camiler, medreseler, külliyeler, hanlar, türbeler, çarşılar. Hepsinde özenli bir taş ve ahşap işçiliğiyle çok şükela çiniler var. Mimari hatlar genellikle gösterişsiz, düz. Ama yaklaştığınızda nasıl ince ince dantel gibi işlendiğini görüyorsunuz. Sade bir özen var. Güzel.Camilerin minareleri (özbekçesi: minor) alıştığımız gibi değil. Şerefesiz sanayi bacasını andırıyor. Tüm bu anıt yapıların kapıları, kimi kubbeleri, kitabeleri nefis bir turkuaz renkte. Çölün sarısıyla acaip tezat oluşturuyor. Pek latif.

15 Ekim 2025 Çarşamba

"Ateş Canına Yapışsın" Sezgin Kaymaz'dan Zavallı Şeytan!

   Cennette sıradan bir gün. Azazil (ki en büyük meleklerdendir) dersini vermekteyken bir çağrı üzerine tüm melekler toplaşır (ki bu çok nadir olmaktadır). Olaylar gelişir.
   240 Sayfalık Kaymaz'ın dalgacı üslubuyla yazılan roman okurken akmaktadır. İnsan denilen varlığın mekanik saat tıkırtısıyla çalışan cenneti bile sadece akıllı sorularla nasıl sarsıp Azazilin Şeytana dönüşümünü sağladığını görüyoruz. En son şeytanın zavallılığıyla ilgili Andreyev'in "Şeytanın Günlüğü"nü okumuştum. İki ay arayla bu sürgün meleğin biçarelikleriyle ilgili ikinci romanın denk gelmesi acaip. Hepsinde zavallı, kandırılmış betimleniyor. Modern zamanları düşününce bunun doğru olabildiğini aklına getiriyor insan. Vel minel garaip!
   Gelelim ateşin canının yapıştığı Azazil'e. Ustanın dili oyuncaklı, kimi zaman güldürücü, bazı yerlerde soru sordurabilen düşündüren bölümler var. Kendi adıma Havva'nın biraz geçiştirildiğini zannediyorum. Ayrı bir birey değil de sanki mütemmim cüz olarak var. Neyse ne! Ben yazarsam atarlı giderli olur Havva. Adem de atarlanırsa soyumuz başlamadan tükenir. Yavaştan çarşafa dolanıyorum. Özbekistan yazısına geri döneyim (fotoğraf seçimi zor).
   Yollarda okunur, yatak odasında okunmaz (kimi sorular uykunuzu kaçırabilir). Öneririm yani. 
Böyle de yazar fotoğraflarına bayılıyorum. Kalem de var, editör de!

6 Ekim 2025 Pazartesi

"Boyalı Peçe" W. Somerset Maugham'dan Kısmi Zamansız Roman.

  1920'lerden bir aşk öyküsü. Voltır, aristokrat ama pek zengin olmayan bir ailenin sığ ama güzel kızı Kiti'ye tutulur ve evlenme teklif eder. Kiti'nin pek gönlü olmasa da sırf adı kızkurusuna çıkmasın diye kabul eder. Voltır, Kiti'yi çok sever ama bunu belli edemez. Kibardır, ilgilidir, bilgilidir ama bunlar karşısındakine yetmez. Kiti ona aşık değildir, gözü dışarılardadır. Karşısına Çarli çıkınca balıklama atlar. Çarli, sığ kızları çekecek özelliklere sahip (zengin, yetki sahibi, güncel, sportmen, kaslı, uzun boylu, mavi gözlü) ancak 5 para etmeyen bir pespayedir. Üstelik evlidir. Bunlar bir kaçamakta Voltır'a yakalanınca, Voltır pek akıllıca bir kararla Çin'in kolera salgınından kırılan küçük bir köyünde gönüllü hekimlik yapmaya karar verir. Kiti'ye de seçenek sunar "Ya gelirsin, yahut ayrılırız". Kiti şartlar öyle gerektirdiğinden bu adeta intihar görevini kabul etmek zorunda kalır. Olaylar gelişir. 
   Hem verdiği ana fikir (aşk neymiş, emek de değilmiş!), hem de dönemin (1920'ler) ruhunu görmek için (akşam yemeği için giyinmeler, Doğu dünyasına duyulan hakir görmeyle karışık tiksinti vs.) okunur. Filmi de varmış, kast (ne işim olur kastla?) oyuncu seçimleri şahane (ben seçsem daha iyisini seçemezdim!). Onu da izleyeceğim.
   Kitaplığıma gözönünde bir rafa koydum. İleride yeniden okunur. Öneririm yani...
Hamiş: bu arada kitap isminin çevirisi külli yanlış. Modomod boyalı peçe ama aslı "Gizlenmiş, Maskelenmiş Hüzün" olacaktır. Okursanız ve birazcık yabancı diliniz varsa anlayacaksınızdır zaten.

"Hayalet Melodi" İlişkiler, Gizemler.

   Zorlu bir Özbekistan seyahati, ardından gelen internet sorunları, yoğun iş&sosyal tempo derken ağ güncemi ihmal ettim. Önceliği tam seyahatimden önce elime geçen Hayalet Melodi'ye ayırmam gerek.
   Kapsamlı ve bilgilendirici ağ güncesinden (Kitaplık) tanış olduğumuz Eren Hanım'ın yayımlanan ilk kitabıdır. 
      Romanın başlangıcına neden olan fikir pek parlaktır (dizisi olur, o derece!). Yeni bir şehirde yeni bir evde yeni bir kariyere başlayan Filiz, evine yerleşirken evin eski sakinlerine ait bir günlüğü okumasıyla bir sarmalın içine düşer, olaylar gelişir. Gizem gibi başlayıp (kaynağı belirsiz bir piyano eseri!) sayfalar sonra cinayet soruşturmasına evrilen kitabımız (güzel piyanistimiz gıda zehirlenmesi sonucu ölmüş, kocasının onu aldattığı femme fatale (ne işim olur femme fatale ile) ölümcül kadın ise bu konularda pek bilgili. hımm!), insan ilişkilerine de bir hayli yer veriyor. Dili akıcı (265 S.2 buçuk günde bitti), kurgu oyuncaklı, sonu İOA romanları gibi hayli kısa kesilmiş (İOA romanlarında severim ama bu eserde pek sarmadı). 
   Her türlü yolculukta, tatilde okunur. Hem sonunu merak eder hem de bu arada yaşanan ilişkilere kafa yorabilirsiniz.

2 Eylül 2025 Salı

Bernie Rhodenbarr'ları Yeniden Bitirmek.

   Yazacağım demiştim, yazmasam olmaz! 
  Evet, dört yahut beş taneyi de (3ü geçtikten sonra hatırlaması zor!) tamamladıktan sonra (Av Peşindeki Hırsız'ı bitireli 20 dk. oluyor) on yıllık mutad Bernie Rhodenbarr Polisiye serisini halletmiş oldum. 
   Neden arada bir (manyak gibi) en azından iki kez okuduğum kitabı (yahut kitap serilerini) okuyorum diye sorguladım. Biraz kurcalayınca buldum. Hırsızımız benim alter egom olacak kadar çekici. 
   Bir kere sahaf. Ekonomik olarak bir kaygısı olmadan sahaf. Kendi gibi kitap seven insanlarla tanışıp, kitap üzerine güzel sohbetler yapabiliyor. Kâr etme kaygısı yok (kapital azaldığında ya da ihtiyacı olduğunda hemen bulabiliyor). Öyle ki dükkan sahibi insaf dışı bir zam yaptığında çıktığı bir ekstrayla dükkanın bulunduğu binayı almıştır. Aşırıya kaçmadan herşeyden zevk alır (bir duvarında orijinal Piet Mondrian asılıdır, kütüphanesinde Kipling'in Hitler'e imzaladığı, Hitler'in de elyazısıyla kenarına notlar aldığı orijinal bir kitabı vardır). İyi müzik dinler, ortalama yemek yer, iyi içki içer (çok değil, iyi). Hırsızdır, bu etik açısından büyük bir gedik (kafiye yaptım istemeden). Ancak asla ihtiyacı olandan çalmaz. Çaldıkları genellikle vergisi beyan edilmemiş yasa dışı şeylerdir. Kendine göre bir iş ahlakı vardır (aslında Robin Hood'dan tek farkı aldıklarını fakirlere dağıtmamasıdır). 
   Evi ve işi sosyal hayatın merkezindedir. İş çıkışı değişik kulüplerde iyi müzikler dinler. Şımşıkırdak dostları vardır (Martin Gilmartin vs.). En yakın dostu (1buçuk metre (o da topuklu giydiyse) köpek kuaförü, sıkı lezbiyen Caroline'le öğle yemeği ritüelleri (pazartesi çarşamba sahafta, salı perşembe fino fabrikasında, cumaları seçtikleri bir yerde (cuma kimin ödeyeceğine yazı turayla karar verilir)), cuma akşamı 1-2 kadehlik bar sohbetleri şükeladır. Ayrı cinsel yönelimlere sahip olduklarından birbirlerine kapılma riski de yoktur (serinin bir kitabında buna da yer vermişler ve "ıyy evlenseydik bir çuval inciri berbat etmiştik şimdiye" deyip noktayı koymuşlardır). 
   Her iki işinden de çok zevk almaktadır (öyle ki sahaftaki hırsızlıklara (eğer öğrenci ve yoksulsalar) göz yummaktadır). Hırsızlıktan aldığı haz, burada yazamayacağım kadar detaylıdır. 
   Sıkı gözlemci, dikkatli bir analizci, fil hafızalı ön önemlisi her daim dalgacıdır. En müşkül zamanlarda gülümsenecek bir detay buluverir. 
   Eh hâl böyleyken okuyunca insanı belirli bir akışın içine sokmakta ve izleyici olarak kalsanız dahi o akış sizi bir yerden yakalamaktadır. Üstelik işin içine her zaman pek çetrefilli senaryolar da katılır. Bu hoş akıştayken bilgi birikiminizi arttıracak kimi paragraflar da cabası. Misal ben Litvanya, Letonya, Estonya üçlüsünün hap gibi tarihlerini en son seriden öğrendim. Daha önceleri bakmış ama aklımda tutamamıştım oysa şimdi Estonya'nın özgürlük savaşçıları dendiğinde hemencecik biliyorum. Polisiye tarihinin ilk opus magnumu Chandler'ın Büyük Uyku'su daha başka bir yerde. Mondrian'ın eserlerine daha farklı bakıyorum. Bu da az şey değildir. 
   Böyleyken bu seriyi daha okurum gibime geliyor.

Şuraya en son kitabın beni gülümseten bir paragrafını da ekleyeyim de metnin tümü hakkında bir fikir oluşsun: Ketrinle Börni işler tamamlandıktan sonra cila konuşması yapmaktadır.
" -Bu aşamada LYÖ sözkonusu değil sanırım.
  Carolyn pek seyrek zamanlarda olduğu gibi yüzü kızardı. LYÖ, uzun süreli lezbiyen ilişkilerin o garip sekssiz durumunu belirtmek için kullanılan Lesbiyen Yatak Ölümü'nün kısaltılmışıydı. Bence heteroseksüel çiftler de aynı sorunu yaşarlar ama bizim öyle sevimli terimlerimiz yoktur. Biz buna yalnızca evlilik deriz."

"Asi Ruhlar" Halil Cibran'dan Makamlara da Dair.

   Yazarın sağlığında yayımlanan son eseriymiş. Fazla da hacimli olmamasına (131 S.) karşın bir yıla yakın zamandır yatağımın başında uyku öncesi son okumalar için duruyordu. Müzik bölümündeki ilk makamlara başladım birkaç ay önce Nihavent'ten sonrası için hızlı okuma yaptım (sarmadı). Bu arada nihavent ilk makam. En sonundaki hayli uzunca şiirde de beni yakalayan dize bulamayınca rafa kaldırmaya (altlara bir yerlere) karar verdim.
   Cibran'ın sevdiğim eserlerinden biri değildir. Bu benim bönlüğüm yahut idrakımı son aylarda (büyük çaba göstererek) düşürmemden kaynaklı birşeydir belki de bilemiyorum. Hassas kalpler için daha kolay olabilir. Siz bilirsiniz yani!

28 Ağustos 2025 Perşembe

"Hiddet" Michaelides'ten Polisiye.

 Sessiz Hasta'nın yazarının yeni kitabı kitap kulübümüzün bu ayki kitabı seçilince pek bir sevindim. Sessiz Hasta'yı sevmiştim. 
   Emekli süperstar Lana Farrar Londra'daki kasavetli gökyüzünden bunalınca (siz öyle sanın!) aniden bir Yunanistan yapası gelir (orada adası vardır). Kocası, oğlu, iki dostu, kahyası ve adanın bekçisiyle (7 kişiydiler!) güneşli birkaç gün geçirecektir. İşler gelişir.
   Açılış, (pek sevdiğim (ancak 1-2 gün kesintisiz olursa pek sevilmez) ve çok iyi bildiğim) Ege rüzgarıyla yapılıyor. İklimi, rüzgarın karakterini, kokusunu bilirim. O yüzden kitap 1-0 önde başladı. Üstüne üstlük yazarımız duvarları yıkarak okurla konuşuyor ve bunu da gayet barda birşey içerken sohbet eder gibi yapıyor (bizdeki çilingir sofrası). Bu da artı değer. Dili akıcı, kurgu kancalı (bir bölüm biterken diğerini merak ediyorsunuz). 
   Herhalde ömrümde okuduğum ve (bırak içselleştirmeyi, özdeşleşmeyi) beni kendinden nefret ettirmiş (adeta tiskindirmiş (evet tiksinmenin bir derece fazlası)) bir anlatıcı kaleme alıyor romanı. Anlamaya, yaptıklarına geçerli bir sebep bulmaya çalışıyorum olmuyor. Üstelik anlatıcının her zaman nasıl kendine yonttuğu oğlak burcunun inatçılığı gibi bilimsel bir bilgidir (burada ironi yaptım ama gerçeklik payı çoktur). Kitabın yarısından itibaren şaşırtmacalar başlıyor (bunda anlatıcının öznel yansıtması (sokak jargonunda g.tünden uydurması) gözden kaçırılacak gibi değildir). Şaşırtmacalar çetrefilleştikçe bendenizin merakı düştü. Finale ait bir şey yazmayayım da okuyacak olanları kendime çemkirtmeyeyim. Ancak son yüz sayfada finali bildim (kitap 301 S.). Bu, kitaba başladıktan sonra (hem de iş gününde) ertesi günü bitirmemi engelledi mi peki? Elbette ki hayır. 
   Yazarımızın bir önceki kitabıyla birçok benzerlikleri olan ancak zihninizi günlük hayhuydan gayet güzel çıkarma kapasitesi olan bir polisiyedir efem. İstanbul-Ankara hızlı tren yolculuğunda ya da haftasonu kaçamak tatilinde boşluklarda gideri vardır. Siz bilirsiniz yani.

27 Ağustos 2025 Çarşamba

"Anora" Sahici.

   Stream kanallardaki filmleri yazmıyorum. Ama bu film onlar için çekilmemiş. Birçok ödülü var (benim için altın palmiye başkadır). Önceden şöyle bir baktım. Oyuncular, yönetmen, senarist (zaten yönetmen ve senarist aynı kişiler) bildiğim ve takip ettiğim isimler değil. Konu da pek beylik (Pretty Woman'ın remake i gibi). Buna rağmen altın palmiye uğruna bir akşamımı verdim. Ortalarda sarkınca ikinci geceye kaldı (uykuya dayanamıyorum). İkinci gece erken bitince single malt gerekti (o kadar). 
   Ahir ömrümde gördüğüm en duygusal finallerden birini yapmışlar. Üstelik bayağı pornografik görünen bir sekansın içinde. 
   Ani (asıl ismi Anora), bir seks işçisi. Bir oligarkın oğluyla yolu kesişiyor ve kafaları iyiyken Vegasta evleniyorlar. Olaylar gelişiyor. Pritivumın ne kadar holivutsa, bu film o kadar avrupalı. Hayatı, günceli, duyguları çok sahici veriyor. Oligarkın ne iş yaptığını bilmiyoruz ama parayı konuşturmayı biliyor. Konuştururken kendi insanlarına hasis, başkasına cömert. Ani her ne kadar kökeni rus olsa da batı kültürünü benimsemiş. Yaşadığı sert hayat yüzünden kalın bir kabuk örmüş (cazgırlık, kavgacılık vs.) . Bunun altındaysa sevdiklerine karşı olabildiğince özverili (çok az detayda verilmiş, iyi izlemek gerek). Kimse adının anlamını merak edecek denli sevmemiş onu. İçinin boş olduğunu bile bile İvan'a kapılıyor. İvan'ın ailesi durumu öğrenince işler karışıyor. 
   Yazacak çok şey var. Ancak bence herkesin kendi çıkarımları olabilir. İzlemekte fayda var. 

"Şıpsevdi" Hüseyin Rahmi'den Sadece Kalıpları Batılılaşanlara.

   Hüseyin Rahmi kitabı 1911'de yazmış. Osmanlıda frankofonluğun hakim olduğu yıllar. Aslında metni 8 yıl önce 1903'de yazmış ve birkaç tefrika yayımlanmış ama sansüre takılmış. O yüzden romanın önüne iki önsöz yazma gereği hissetmiş. Birincisi sansür meselesinin izahı, ikincisiyse romana gelen eleştirilere haklı bir savunma. 
   Osmanlı'dan beri ışığın batıdan geldiği yönünde bir idrakımız var. Nasıl olmasın? Batı hep diğerlerinden önde olmuş, geridekilerin de ilerlemek için onu kılavuz almaları normal. Yalnız bu kılavuz alma meselesi biraz gıllıgışlı (Salah Usta'ya selam olsun!). Biz zarf almalara bayılırız da mazrufla pek işimiz olmaz. Daha güncel dille söylersek: şekle kolay uyum sağlarız da içeriği pek kullanmayız. 
   Son zamanlarda hep bu örnek aklıma geliyor ondan konuşayım. Geçen haftasonu Niğde'nin Gümüşler Manastırı'nı gezdim. Karşısında belediyenin güzel bir kafesi var. Servis yapan arkadaştan amerikano istedim, hemen geldi. Geçtiğimiz ay Sardunya'nın en büyük şehri Cagliari'de mahalle arasındaki kafede bu siparişi verdiğimde anlamadan yüzüme bakmışlardı. Neticede espressoda mutabık kalmıştık (onu biliyorlar hilafsız). Diyeceğim; son on yılda özellikle gelişen kahve kültürü (ki bu da batıya bir öykünmedir) küçük kasabalarımıza kadar sirayet etmiştir. Buna mukabil: (bilen bilir) avrupalı (ve hatta yeni avrupalı (amerikalı)) aldığı bir şeyi paralanıncaya kadar giyer. En son seyrimdeki hem genç (18) hem de ortayaşlı (60+) mürettebatın üstünde markalı hiçbirşey olmadığı gibi gittiğimiz yerlerden de kendilerine hiçbirşey almadılar. Bir çok batılı arkadaşımın üzerindekileri yıllardır bilirim. Oysa bizde tasarruf alışkanlığı yoktur (Doğu Bonkörlüğü vs. Protestan Ahlakı). Neyse ahkam kesmeyi bırakalım romana gelelim.
   Kahramanımız Meftun, şıpsevdilikten ziyade şeklen batılılaşmayı içselleştiren bir karakter. 1900'lü yılların başında bu işler İstanbul'da da olsa hayli zor. HRG romanın ilk sayfalarında Aksaray'daki sel ızgaralarıyla açıyor ve arka planı gayet iyi anlıyoruz. Bunun yanında (hep yazdığım gibi) bir Ertem Eğilmez filmine rahatlıkla geçecek karakterleri (kimbilir belki de bu romanlardan apartılmıştır) çok sahici diyaloglarla, akışlarla veriyor romanımız. Alıştığımız HRG romanlarından biraz daha fazla hacimli (436 S.). Hem olaylara kaptırıyor hem de yazarımızın güncel (elbette o dönemin) bilimsel, felsefi bilgilerini görüyoruz. Arada çeşitli ahkamlar da kesiliyor. En sevdiğimi alayım: "Yaşamak en sade tarifiyle gönülde yatan istekleri yenilemekten başka bir şey değildir. Sadece yerin ve zamanın, yaşın ve yılın değişmesiyle isteklerin türü değişir. En istekten arınmış yaşamaya uğraşan filozofların şu kararlarında bile bir maksat, bir arzu gizlidir." (S.155) Bence düşünmeye değer. 
   Ben sevdim, siz de sevebilirsiniz.

11 Ağustos 2025 Pazartesi

Lawrence Block'tan "Bernie Rhodenbarr" Serisi Okumanın Hafifliği!

 

   Aradan zaman geçiyor ve ben bu seriyi kâh baştan sona (şimdiye kadar hep öyle oldu!) kâh sondan başa (bu sefer de sondan başladım) okuyorum.
   Yalnız bir hayata başladıktan sonra yönelimlerimi gözlemledim ve tadaa! İşte sonuç: fakir, okurken pek bir yelkenleri suya indirdiğinden, ana karakterde içselleştirecek bir yön varsa muhakkak kendini onun yerine koyuyor. Yaşar Kemal'in Memedlerini okurken "şahinim" oluyor, Madam Bovarinin acılarını, tedirginliklerini dibine kadar hissediyor, kafkanın hangi işini okusa uykuları kaçıyor, klayvkaslır okuduğunda dirkpitt gibi hoplayıp zıplıyor (son gençlikte bıraktım onları şükür!), Bayan Kristinin işlerinde Mösyö Poaronun snopluğu bulaşıyor (böyle gider bu!). 
   Bay Block, Börniyi yazarken şımşıkırdak bir karakter yaratmış. Hamuru kanundışı ama tabiatı iyi. Zeki, digemkâr (ancak asla kendisini yıpratacak kadar değil), fedakâr, iyi arkadaş, sözüne sadık, iletişime açık, zaman zaman duygusal ve her durumda humoru yüksek. En trajik durumlardan gülünecek (en azından gülümsenecek) bir hikmet yumurtlayıveriyor. Üstelik kitapların her birinde kitap kurtlarının ilgisini çekecek bilgi kırıntıları da var. 
   Oluşturduğu fon pek başarılı. Yardımcı karakterler (lezbiyen köpek yıkayıcısı ve en iyi arkadaşı Carolyn, dejenere polis Ray, temerküz kampı kaçkını, şeker düşkünü, çalıntı mallar satıcısı Abel Crowe ve diğerleri) şükela, Börninin kariyer planlaması (düz hırsızlıktan sahaflığa geçiş), işine (hem sahaflığa hem hırsızlığa) gösterdiği özen, kedisi (sahafların mütemmim cüzü) Raffles, (yine yazmazsam içim şişer) hiç bitmeyen sarkazmı (ne işim olur sarkazmla!) dalgacılığı.
   Şimdiye kadar okuduklarımdan gideyim: Gönülçelen Hırsız: adından da şıpınişi anlaşılacağı üzere münzevi yazar Salinger'in "Gönülçelen"ine bir atıf. Burada hem yaratıcı bir kalemin göz önünde olmama tercihini hem de kişiliğini görüyoruz ve Börni az bir pozitif faydayla hem gizemli yazarı hem de kendini mutlu etmeyi başarıyor.
   Kütüphanedeki Hırsız: hava koşullarından ötürü zorunlu izole bir ingiliz malikanesi, polisiye tarihinin nadir bir kayıp eseri, seçkin konuklar ve ardarda cinayetler. Tam Bayan Kristi'lik hikaye ama sonuçta bir amerikan polisiyesi. Sonuç da ona göre!
   Kendini Humphrey Bogart Sanan Hırsız: muzip hırsızımız Bogart filmlerine dadanıyor ve bir anda kendini Bogart gibi hareket ederken buluyor (yenilgide zafer görmek, görkemli kaybedişler, karşılıklıksız fedakarlıklar vs.). Derken uluslararası bir komplonun önce piyonu, sonra atı finalde de veziri oluyor. Finalde yine herkes mutlu!
   Şimdi Polisiye Romanlar Okuyan Hırsız'ı halledeceğim. Bir kaç tane daha devirdikten sonra yine burada hissettirdiklerini yazarım iki satır. 
   Yazarın başka bir polisiye serisi daha vardır. Matthew Scudder. Onu da (daha seyrek) okurum ama içselleştirmeye çekinirim. Büyük kaybedendir Metyuv. Eski alkolik, dejenere polis, sert dedektif, hamuru iyi ama daha karanlık (bırrr). Börni iyidir!
   Her iki seri, okumaktan yılmaya başladığınız anlarda (bunu bilen bilir) can simidi gibidir.

3 Ağustos 2025 Pazar

"Şeytanın Günlüğü" Leonid Andreyev'den Zamansız Roman.

   Şeytanın işi gücü yok, sıkılır. Dünyaya inip şu insanevladını bir gözlemleyeyim der ve amerikalı bir milyarderin ruh kuşunu uçurarak onun bedenine girer. Citta Eterna'ya gideyim de merkezde neler olup bitiyor der. Olaylar gelişir.
   Modern klasikler serisine her başladığımda birazcık geriliyorum. moderniteye yaklaşacağım derken genelgeçer ruh halimizi yansıtmayan, fazla dönemsel kitaplara denk geliyor ve yarım bırakabiliyorum. Bunda öyle olmadı. Yazarımızın hayatını inceledim (sıkıntılı bir ruh), güzel . Sistemle (çarlık) kavgalı ancak yenisine de razı değil (Gorki parlatmış Andreyev'in yıldızını). Sürgünde (Finlandiya (o zamanlar (1918) sürgün yeriymiş zaar (zaar!))) ölüyor. İlk sayfalardan itibaren, okuduğunuzun sadece o çağı değil günümüzü de içerdiğini anlıyor ve daha bir keyifle ilerliyorsunu.
   Kurgunun bir ekseni var. Genelde onu takip ediyoruz. Rutin ilerlemiyor. Kimi zaman bir izlenim uzunca anlatılırken aylar süren periyot 1 iki satırda geçiştiriliyor. Materyalist bakış açısıyla şeytanın kolpaya geldiğini anlayabiliyoruz Lâkin şeytan, aşk denen illete düştüğünden bunu aymıyor tabii. Tüm kötülüklerin müsebbibi, kurnazlıkların, kötücül zekanın merkezi olarak yakıştırdığımız, kimi zaman aşka düşmüşken dahi aklımıza olmadık şeyler getiren karakter; aşk gözünü kör ettiğinde göz göre göre bir kolpanın öznesi olduğunu aymayabiliyor. 
   Velhasıl; 198 sayfalık bu modern klasik zaman ayırmaya değerdir efenim.

28 Temmuz 2025 Pazartesi

"Sessiz Hasta" Psikoterapili Polisiye!

Sessiz Hasta : Alex Michaelides, Aslı Perker: Amazon.com.tr: Kitap

   Adli psikoterapist Theo Faber, kimsenin talip olmadığı (yakında kapanacaktır) bir adli psikiatri servisindeki bir pozisyona özellikle bir hasta için başlar, işler gelişir.

   Polisiye kitap kulübümüzde pek bir bahsi geçince alıp okuduk elbette.Fazla hacimli değil (309 S.) ama bir solukta okunuveriyor. Sıradan polisiyeden farkı: cinayetin kitabın başlamasından çok daha önce işlendiği, suçlunun bulunduğu, hüküm giydiği ve cezasını çekmekte olduğu bir zamanda başlaması. 

   E! cinayet işlenmiş, suçlu hüküm giymiş. Bu nasıl polisiye? derseniz okumaya başlamanız gerek. Hakkını vereyim çok güzel tvistle (ne işim olur tvistle) şaşırtmacayla bitti. Polisiyenin yanında bonus olarak psikoterapinin (terapist şapkasıyla elbette) genel olarak mutfağını da gayet güzel vermektedir. Şahsen son yıllarda bu meslek erbabıyla pek haşır neşir olduğumdan, özel bir ilgiyle okudum tabi. 

    Tam yaz aylarında okunacak kitaptır.

Novel Inspiration: Alex Michaelides, Author of The Silent Patient, on  Writing the Perfect Thriller | Celadon Books

"Mürebbiye" Hüseyin Rahmi'den Beklenen Frekans.

Mürebbiye | Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları 

   Matmazel Anjel, aile mesleğini (mesleklerin en eskilerinden olduğu söylenir) değiştirmek için Der Saadet'e gelir. Dehri Efendi'nin konağındaki iki sabiye frenk ilimleri öğretmeye başlar. Bu arada mesleki alışkanlıktan olacak; Amcabey, Sadri ve Şemi (Dehri efendinin kardeşi, damadı ve oğlu) aşk üçgenini kurar. Olaylar gelişir.

   Beklenen HRG romanı. Pembe dizilere taş çıkaracak bir senaryo (ama kurgu yüzünden avantür sinema filmi daha iyi olur), pek şükela sahneler (özellikle masa altı sotelenmeleri pek şenliklidir), arada dönemin (1898) popüler edebiyat ve bilim dünyasından alıntılar, göndermeler (ki bazen üstadın Molyer (Molierre), Dekart (Descartes) diye yazmasını mı taklit ediyorum? diyorum kendi kendime!), pek teatral ve şenlikli bir final, istiklal marşı, kapanış.

   Fazla da hacimli olmayan (162 S.) kitap, özellikle tatil yolculuklarında tatlı tatlı okunur, yol uzunsa gidişte, kısaysa dönüşte de bitirilir. Öneririm yani. 

 

Üstadın yaptığı kimi betimlemeler fakiri güldürdü. Erinmeyip birini alıntılıyorum: Üstad Dehri Efendi'nin kızkardeşi Melahat Hanım'ı betimliyor: "Melahat'ı görenin "uzun servilerden uzundur boyu, ince fidanlardan incedir beli" şarkısında boy uzunluğu ve zayıflık hakkında hiç de şairane olmayan abartıyı çok görmeyeceği gelir.

   Erkeklerde bile nadiren rastlanan telgraf direği gibi ince uzun bir vücudun üzerine kadınlarda hiç rastlanmayan irilikte ve uzun çapı diklemesine gelmek üzere oval bir kafa geçiriniz... Bu oval yüzün üzerine de Çinlilerinkine benzer, o kadar çekik kaş, göz, ağız, burun resmediniz ki güya Melahat Hanım lastikten yapma bir insanmış da iki kişi ayaklarından diğeri tepesinden tutarak o lastiği çekebilecekleri kadar uzatmışlar, bütün organlarıyla beraber yüz hatları da bu çekiliş nispetinde çarpık bir resim ortaya çıkararak kıpırdamadan öyle kalmış sanılsın... İşte o zaman Melahat Hanım'ın fotoğrafını diyemezsem de aslına pek benzer bir krokisini gözünüzün önünde canlandırmış olursunuz...

   Tavan süpürgesine kadın esvabı giydirmişler gibi, Melahat Hanım pelerinli, kat kat dantelalı yeldirmesini giyip bullu beyaz başörtüsünü de örterek bahçeye, koruya, bostana çıktığı zaman rüzgarın o uzun boya, o çirkin endama verdiği dalgalanmadan ürkerek bütün yabani kuşların kaçıştıklarını gören bahçıvan, Efendi'den ebelik ve jeoloji dersleri dinleye dinleye zekası bayağı gelişmiş olan o herif, bu halden ders alarak bostana diktiği korkulukları Melahat Hanım'ın şeklinde yapmaya başlamış ve çok işe yaradığı için bu model bütün civar bostanların bahçıvanları tarafından örnek alınmıştı."

"Yerdeniz Büyücüsü" Guin'den Fantazya.

 Yerdeniz (6 Kitap - Tek Cilt) (Ursula K. Le Guin) - Fiyat & Satın Al | D&R

 Bu günceyi okuyanlar bileceklerdir. Yakınlarda süpersonik bir yelken seyrinden döndüm (Bkz. bir önceki kayıt). Yâdellerde başlayıp biten bu yolculuğa hepi topu 4 kg.lık bir çantayla çıktığımdan ve kayıkta depolama alanı pek kısıtlı olduğundan 20 günlük kitap istihkakımı kindıldan (marka yazmayı sevmiyorum ama e-kitap okuyucu deyince aklıma bu geliyor, selpak gibi) karşıladım.

   Uzun seyirlerin boş vardiyalarında (deniz gözünüzün kıyısından usul usul kayarken, kulağınızda sadece rüzgarın hışırtısı, bimininin gölgeliği altında) denize bakmaktan sıkıldığımda (oluyor bazen öyle!) başladığım ama bitiremediğim Yerdeniz üçlemesine (ki ben başlayıncaya kadar 5'i geçmiş) hallendim. Ben niyetlendiğimde üçlemeydi. Şimdi beşi geçmiş. Fakir beşini okudu (Yerdeniz Büyücüsü (A Wizard of Earthsea), Atuan Mezarları (The Tombs of Atuan), En Uzak Sahil (The Farthest Shore), Tehanu ve Öteki Rüzgâr (The Other Wind)). 

   Bilimkurguyla edebi merakın haricinde bir yakınlığım olduğundan kimini görev olarak, ancak çoğunluğunu merak ettiğim için okuduğum Guin külliyatının, hiç yaklaşamadığım bir menziliydi Yerdeniz. Bilimkurgudan ziyade fantazyaya kaydığından olacak her girişimim akametle bitmişti. Neymiş: her kitabın zamanı varmış. Bu kez severek okudum. 

   Anladım ki: bu seri her anlayış grubuna hitap eder. Düz fantazi okuruysanız da haz alırsınız, belirli bir yaşam tecrübesinin üzerindeyseniz farklı hazlar alırsınız. Misal: 14 yaşında bir fantazya müptelası (ilk kitap için örnekliyorum) "ouvvv, Ged, o yaratığı serbest bıraktı ama kötü yaptı. Şimdi nasıl da takip ediyor karabasan gibi, kurtuluşu nasıl olacak acaba?" diye düşünüp öyle açar sayfaları. Yaş almış (bu yetmez, yaşamış ve öğrenmiş olması da gerekli) bir kâri ise: "hımm! hırslarımızın yarattığı başedilemez ihtirasla ,ondan kaçarak değil tanımlayıp içselleştirerek başa çıkılır." diye çıkarımlar yapabilir. Yeniyetme fantazi okurumuz arkadaşıyla değiştokuş eder;  bilge (en azından öyle olduğunu sanan) tecrübeli okurumuz, altını çizdiği yerleri bir kez daha okur. Bir zaman sonra gözden geçirmek için gözönündeki kitap rafına kaldırır (fakir: e-kitap klasörüne kopyaladı).

   Hülasa; hem felsefi hem siyasi hem de fantazi alanında istediklerinizi verecek bir iştir. Her zaman okunur.

 Ursula K. Le Guin — Wikipédia

23 Temmuz 2025 Çarşamba

Salamina-Zachintos-Lipari-Cagliari Ya da Yunanistan, Sicilya, Sardunya Hem de Yelkenle.

 
   Üstte sağdaki foto seyrimizin ilk bacağı, soldaki foto da vardiya arkadaşım Hans dümen tutuyor. Böylece açıkladıktan sonra başlayalım yazmaya...
   Efenim; neden herkeslerin akıllı uslu uçakla gittiği yerlere yelkenle gittim kısaca açıklayayım: crewbayden uzun zamandır yazışıyorduk. Martin (Spirit of Ziana St.nin kaptanı), çık Atinaya gel, Cadiz'e kadar bir ay seyir yapalım deyince ikiletmedim ama bir ofis kölesi olarak bir ay gidemeyeceğim için Sardunya'ya kadar kavilleştik. Yelkeni seviyorum, denizi de öyle, farklı insanlar tanımak ise artısı oldu. Atina'ya uçtuk, Salamina'ya (Atinanın hemen altındaki en yakın ada) feribotla geçtik, dingiyle (teknenin küçük botu) kayığa bindik. Amerika yapımı 25 mt. uzunluğuna mukabil, 2.5 mt. gibi bir eni olan, iki ana direkli bir seyir kayığı. Yaşam yerleri, buzdolabı, tuvaletleri dar. Su&yakıt&pis su depoları geniş. Seyir için ideal. Tayfa şöyle: skipperımız (Martin) İsveçli, vardiya arkadaşım (Hans) İsviçreli, diğer vardiyadaki (iki tane gencecik kız, 1i Martinin öğrencisi) 1 Avustralyalı (Anna) ve 1 İsveçliyle (Celina) fıkra gibi olduk ama çok iyi anlaştık. Çoğunlukla yelken yaptık, toplamda 3-4 gün motor seyri yapmışızdır. Kalan 9 gün hep yelken. Limanlarda hep demirledik (bağlama paraları ciddi üzüyor insanı). 5 Kişi 17 gün toplam 250 lt. tatlı su harcamışız (acaip ekonomiğiz, çünkü depo küçük), elektriği hiç dışarıdan almadık, seyir kumanyalarımız en fazla 90 EUR tuttu (5 kişinin 4 günlük yiyeceği (memleketim pahalı!)). Demirlediğimiz yerlerde hep güzel yerlere gittik ziftlendik. Buna rağmen 18 günlük tatil, memleketimdeki bir haftalık (o da 7 gün altı gece) YP vasat otel tutarından düşüktü. 

   Tek sorun karada fazla zaman geçirmediğimiz için limanlarla ilgili fotoğraf ve gezi bilgim pek kısıtlı. Yine de gezdiğim kadarını yazmaya çalışayım. 
SALAMINA
   Atina'nın hemen altındaki en büyük ada. Pek öyle gezilecek bir yeri yok. Pire'den (Atina'dan belediye otobüsü bile çalışıyor, içi sayılır) 7 gün 24 saat feribot var (15 dk.). Çok büyük bir ticari limanı ve sağlam kapasiteli bağlama yerleri var. 
ZACHINTOS
  Korinti geçmeyi pek istiyordum ama adamlar kanal geçişine 500 EUR isteyince Morayı dolaşmaya karar verdik. Çok da iyi yapmışız. Harika bir hava vardı (20-25 knot rüzgarla 8-10 mil arası süratle gittik). Zachintosa vardık. İyi gezgin dostlarımdan "oraya gitmeyi planlıyoruz, nasıl bir yer?" sorularını duydum sıklıkla.Benim gördüğüm kadarıyla diğer adalardan pek de bir farkı yok. Hani gümrüğün, merkezin olduğu yeri al Midilliyle, Sakızla, Sisamla karşılaştır bir farkını göremezsin. En büyük turistik atraksiyonu: karadan ulaşımın olmadığı bir uçurumun dibindeki gemi enkazı. Turlar oralara gece parti seferleri düzenliyor, deli partiliyorlarmış dediklerine göre. Pas geçtik, dinlenmeye ihtiyaç var. Yunan mutfağının Ege tarafındaki esintileri de yok. Ne kabak çiçeği dolması var ne de doğru dürüst bir zeytinyağlı, ahtapotu da öyle güneşte kurutarak falan yapmıyorlar (sert). Mutad üzre sahilin bir arka paralelinde ana caddesi var. Burası tam turistik. Akşam kalabalıktan geçilmiyor, dediğim gibi diğer adalardan bir farkını göremedim.

LİPARİ
   Benim vardiyaya denk geldiği için (04:00-08:00) Messina'yı tek başıma geçtim. Siyaha boyanmış ışıksız balıkçılar için uyarılmıştım (AIS'i falan da çıkmıyor mendeburların) sadece iki tane denk geldi. Nefis de bir ay vardı, sorun çıkmadı. Sicilya'nın altında Stromboli yanardağının da bulunduğu bir takımadalar var Eolie adaları diyorlar. Vulcano Piano'da (yarı aktif bir volkanı var) bağlamayı bırak demir yeri bile bulamadığımızdan adaların en büyüğü Lipari'de kalenin hemen karşısına demirledik. 
   Lipari güzel ada. Fiyatlar (hem İtalya'nın en güneyi hem de volkanik hem de ada oluşundan) İtalya'dan pahalı. Yine de memleketimle aynı sayılır! Kalenin sağı ve solunda bir merkez var. Aynı denizin karşı yakasındaki Tunus, Fas gibi benzer şehirleşme. Medina (merkez) ve buna bağlı dar sokaklar.
   Kilisenin olduğu küçük bir meydana bağlı daracık (araç giremez) sokaklar, tasarım atölyeleri, güzel trattorialar (lokantanın italyancası (restoran her yerde restoran)), sanat galerileriyle Lipari küçücük cesametine karşın şaşırttı beni. Demirlediğimiz 2 gece de açık müzik etkinlikleri vardı meydanda. En iyi cannoliyi Sicilya'da, bunun da iyisini Lipari'de yaparlarmış. Evet! Dedikleri kadar vardı. Risotto da iyiydi. Başka lezzetler de öyle. Toplu taşıma duraklarını gördüm ama hiç otobüs görmedim. Halkı iletişime açık, nazik, güleryüzlü, yardımsever. 
Buranın da en turistik atraksiyonu adanın en güneyinde bulunan dik adacıklardan günbatımını izlemek. O saatlerde gezi teknesi doluyor mübarek yer. İtiraf edeyim günbatımı etkileyici.

CAGLIARI
   3.5 günlük bir seyirden sonra bu gezimin en büyük şehrine demirledik. Hemen doğudaki plajın açıklarına. Bu arada plajla ilgili bir bilgi: çok uzun bir plaj ve sabahın erken saatlerinden itibaren pek kalabalık. Güneş batana kadar da (neredeyse şemsiyeler birbirine değecek) bu yoğunluk devam ediyor. Şaşırdım doğrusu. (sıcaklık hiç 30 C'nin altına düşmedi). Mimari aynı, sadece diğer limanlarımızdan biraz büyük. Konuşulan dil farklı, bayraklar farklı ama kültürler çok benzer (öğle 12yle 4buçuk arası her yer kapalı kimseler yok etrafta)(akşam yemeğine 8de oturup 12de kalkıyorlar)(hiç aceleleri yok)(bayılıyorum!). Burası koyun peyniriyle ünlü. Bir iki numune aldım, tadımda biraz bişiyler alır gibi oldum (Bkz.6 ay önceki beyin kanamasından koku ve tat yetilerinin gitmesi). Çalışıciiz!
   Toplu taşıma yaygın ve çok kullanılıyor. Kredi kartı geçmiyor, tam para vermeniz gerek 1.3 EUR. ama kimi zaman şoför bilet bitti ilerle diyor, ilerliyorsunuz. Sahildeki ana caddeden ziyade yokuşa tırmanan küçük sokaklarda hayat var. Tepeyi kolaylayınca da oranın cumhuriyet meydanına geliyorsunuz. Akşamları pek bir piyasa yapılıyor. Tepenin üstündeki kaleye yürümeyi gözüm kesmedi o yüzden fikrim olarak kadar bilgim yok. Başka da gezemedim. Bu mevsimlerde gitmek akıl karı değil, taşlardan ateş çıkıyor. Ancak denizde ya da demirliyseniz esintide rahatlamak mümkün yoksa nefes alınmıyor sıcaktan. 
   Her limanda patates kızartmasının 5 para olup karidesin kalamarın 6 para olmasına yine şaşırdım (ki yıllardır böyle bu!). Sokak arasındaki küçük pizzerialarda bile aperol spritz hazırlamayı bilmeleri (bizde niye yok diyor insan) hüzünlü. Turistler fazla (hep aceleleri var, yemeği bile aceleyle yiyorlar). Halkı rahat. Kadınlar erkekler flörtöz (flört iyidir). Yaşanır yani! Hiç bir limanda zincir bir marka yok (starbaks yok mekdanılds, zincir markalı konfeksiyon yok. Herkes yerele kaynak sağlıyor. Ne güzel!
   15 günlük seyirden sonra demirleyip de hava yükselince (bağladığın yerde düşmemek için yatağa tutunarak uyunması) son gece otelde kalıp 40 dakika falan duşun altında kaldım (ilk kez, çünkü seyirde denize girdikten sonra 2 bardak suyla kafadaki tuzu atıyorsun, duş falan yok. Terleyince yelkenleri mayna edip açık denizde yüzülüyor), elimi kolumu açıp öyle yattım (kayıktaki yatak 50-190 cm.), insani boyutlarda klozet kullandım (marin tuvalet, düdüklü tencereden biraz büyük (o da 4 lt.liğinden)), düz zeminde yattım (Lipari, Sardunya seyrinde hava 1.5 gün 25 knotun altına düşmedi, gece 30u bulunca yataktan düştüm, camadana kalkışınca sırılsıklam oldum serpintiden gecenin 3ünde) Ama yine gider miyim, giderim. Psikolojide bir bozukluk var. Yapacak birşey yok!

22 Temmuz 2025 Salı

Salman Rushdie'den "Öfke".

   Malik Solanka, bombastik hayatını (hala sevdiği karısı, yeniyetmeliğin çok başlangıcındaki oğlu, çok saygın bir üniversitedeki akademisyenliğini (Kembriçte profesördü galiba)) bırakıp Londra'dan New York'a kaçar. Akıllı adamdır, yaratıcıdır da ama kontrol edemediği bir öfkesi vardır. Olaylar gelişir. 
   346 sayfalık romanımız Amerikan rüyasının kabus yönünü, baskın medyanın neredeyse sokaklarına kadar insanlara bellettiği yegane şehrinin (Niyork niiyooork!) sahte yüzlerini güzelce faşediyor. Ortanın sonlarına kadar akış harici yaptığı güzel tespitler beni benden aldı ancak sonlara doğru biraz cozuttu sayın Rüşdi. Protagonistimizin (ne işim olur protagonistle) esas oğlanımızın hayalgücünün senaryolarını adeta bir novella uzunluğunda anlatması, akıştan uzaklaşmama neden oldu. Bu arada romanımıza adını veren öfkenin nedenini de anlıyoruz (biraz çakallamıştım, doğru anlamışım). Uzunca bir seyirde okunduğu için e-kitap olarak okuduğum iyi olmuş tekrar okuma için alıp kütüphaneme koymam. Siz bilirsiniz yani.